Dataset Viewer
Masallar
stringlengths 1.79k
10.8k
|
---|
KABAK GELİN[1]
Bir varmış, bir yokmuş, evvel zaman içinde, kalbur saman içindeyken köylerin birinde bir Keloğlan ile anası yaşarmış. Anası saçını süpürge yapar, orda burada çalışarak günlük nasiplerini çıkarırmış. Oğlu Keloğlan, tembelin tekiymiş. Bütün gün hiçbir işe bakmaz, miskin miskin oturur veyahut da yatarak zamanını geçirirmiş. Kadın bakar ki olacak gibi değil!
“Keloğlum, keleş oğlum, elâlemin oğlu analarına bakıyor. Git sen de çalış, para kazan…” diyerek oğluna yolluk ekmek pişirip yola salar.
Keloğlan az gide uz gide bir tepenin yamacında sürülerini otlatan bir çoban görür.
Hoşbeşten sonra:
“Ekmeğim sende kalsın. 3 güne kadar geldim geldim, gelmedimse helâl-hoş olsun” diyerek, çekip gidiyor. Geri döndüğünde, çobanın ekmeğini yediğini görünce:
O yanına geçerim, bu yanına geçerim
Koyununu aldığım gibi kaçarım deyip koyunu kucaklayıp kaçıyor. Gel zaman git zaman yolda bir kervana rast geliyor. Kervancıbaşına koyunu verip 3 gün içinde gelmezse kendilerinin olmasını söylüyor ve çekip gidiyor. Döndüğünde koyunun yerinde yeller estiğini görüp iyice sinirlenen Keloğlan:
“O yanına geçerim, bu yanına geçerim,
Halılarını aldığım gibi kaçarım”
Deyip halıları alıp kaçıyor. Tepeler aşırı yol yürüdükten sonra bir köye geliyor. Bakar ki ne görsün? Herkes gülüp eğleniyor, davullar zurnalar çalınıyor. Bunun bir düğün töreni olduğunu öğrenen Keloğlan düğün sahibine halıları emanet edip yine “3 gün içinde gelmezsem helâl-hoş olsun” diyerek kayboluyor. Geldiğinde halıları bulamayınca hiddetlenip:
“O yanına geçerim, bu yanına geçerim, gelinini aldığım gibi kaçarım”,deyip gelinin elinden tuttuğu gibi geldiği yollardan, tepelerden aşarak köyüne geliyor. Evlerine vardıktan sonra gelini kapını arkasına dayayıp annesine:
-“Ana, Keloğlun sana bir gelin getirdi. Git de elini eteğini öpsün” diyerek, gelinin yanına yolluyor. Kadıncağız, gelinin duvağını açtığında ne görsün! , kaşı, gözü oyulmuş, süslenmiş bezenmiş bir kabak durmuyor mu karşısında!
Meğer o köyde her yıl mevsimi gelince kabak şenlikleri yapılır, eğlenilirmiş. Gelini kaptığı gibi, Keloğlan’ın başına fırlatan anası, oğlunu bir güzel benzetmiş. Kabak Keloğlan’ın başında parçalanmış…
Onlar orada kaldı; safalarını süpür, muratlarını ersinler.
|
KORKAK ALİ (KELOĞLAN)[1]
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde iken, her gün öküzleri gütmiye giden, Ali adında küçük bir çocuk varmış. Ali çıkınını açıp azığını yediği sırada, onu daima kollayan bir tilki, bir kolayını bulur, Ali’nin azığından bir kısmını yer, sonra da karşısına geçer, yalanarak, onunla alay edermiş. Kızarmış Ali buna, kovalarmış tilkiyi ama bir türlü yakalıyamazmış.
Bir gün yine ekmeğini yerken yere pekmezi dökülmüş, hemencecik bir sürü sinek üşüşü vermiş pekmezin üzerine. Ali bunlara bakmış, bakmış, sonra bir el vurmada altmışını birden öldürüvermiş. “Ben amma da yiğit kişiymişim ha..” demiş kendi kendine. “Bir vurmada, altmış aslan öldürdüm.”
Köye dönünce hemen demirciye gitmiş, bir kılıç dövdürmüş, üzerine de, “bir vurmada altmış aslan öldüren kahraman” diye yazdırmış. Ali bu kılıcı beline takarak yola koyulmuş. Az gitmiş, uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş, akşamüzeri yorgun argın bir ormana varmış. Kılıcını bir dala astıktan sonra, derin bir uykuya dalmış. O sırada ormanda dolaşan birkaç dev Ali’ye rastlamışlar. “Taze ve güzel bir yem” diye sevinmişler içten içe. Fakat birde dalda asılı kılıçtaki yazıyı okuyunca ödleri patlamış korkudan. Ali’yi usulca uyandırmışlar ve kendilerine bir kötülük yapmaması için yalvarmışlar. “Telaşlanmayın, benden size kötülük gelmez” der Ali. “Siz bana kötülük etmedikçe tabii.” Bunun üzerine devler Ali’yi kendilerine baş seçerler ve alıp ormandaki evlerine götürürler.
Devler kış hazırlığı için her gün ormandan birer ağaç söküp getirirlermiş. Bir gün Ali’ye “hadi, bugünde sıra sende” demişler. “Öyle ise bana sağlam ve uzun bir urgan getirin, bir gidişte tüm ormanı söküp getireceğim,” der. Devler, ormanlarının yok olacağından telaşlanırlar ve bin bir rica ile Ali’yi işten caydırırlar, onun yerine odunları gene kendileri taşırlar. Ali de böylece odun taşımaktan kurtulur, foyası da meydana çıkmaz. Devler ayrıca sabahları kuvvet denemesi yapar, kocaman kocaman taşları tâ uzaklara kadar fırlatırlarmış. “Hadi başkan seninde kuvvetini görelim” derler devler bir gün Aliye. Ali cebinden bir yumurta çıkartır, avucunda sıktığı gibi, sarısını akıtır. “Ben taşlarla oynamam, böyle bir sıkışta onların suyunu akıtırım” diye böbürlenir. Bunun üzerine devler, taş parçalarını avuçlarında sıkmıya çalışırlar ama bir türlü sularını akıtamazlar. “Hakkın var başkan, senin gücün yerinde” derler, sıvışıp giderler.
Ali böylece, bu denemeden de kurtulur kurnazlığı ile. Fakat günler geçtikçe, Ali’nin canı sıkılır bu tatsız yaşayıştan. Eve dönmek ister. Kendisine bir topal dev yoldaşlık etmektedir. Yoruldukça devin sırtına binermiş. Önceleri, öküzlerini otlattığı yere gelince, Ali’yi uzun zamandır görmeyen kurnaz tilki, bu işe önce şaşar, fakat sonra kahkahayı basarak: “Vay canına, ekmeğini elinden kaptığım aptal Ali, devin sırtına binmiş gidiyor” diye onunla alay eder. Ali öfke ile devin sırtından iner ve gülmekten gözleri yaşarmış tilkinin başını bir kılıçta gövdesinden ayırır. Sonra topal deve dönerek: “öyle sarsak sarsak bakacağına, düş yola” diye bağırır. Dev Ali’yi köyüne kadar taşır. Ali evinin damına çıkar ve yüksek sesle bağırır. “Baba, getir senin şu uzun saplı kılıcını şu topal devin işini göreyim.” Dev ölüm korkusu ile kaçmaya başlar, fakat telaştan yolunu kesen dereye düşüp boğulur. Ali de böylece anasına, babasına yeniden kavuşur.
|
FELEK[1]
Vaktiyle zengin bir ağanın bir de ailesi varmış. Ağa, hizmetkâr tutup çalıştırırmış. Herkesin hayran olduğu yaşantıya sahipmiş. Yıllar sonra zenginliğini kaybetmiş. Köy halkı üzerindeki nüfuzu da azalmış.
Bir gün evinin ocak başında hanımıyla oturuyormuş. Yanlarına hizmetçileri gelmiş oturmuş. Ağa içini çekerek:
“Ah Felek,” demiş.
Hizmetçi hemen Ağa’ya dönerek:
“Sana bir şey mi oldu, bir yanlış iş mi yaptık Ağa?” “Sen ne yapacaksın oğlum. Ne yaptıysa Felek yaptı bana.” İki gün sonra hizmetçi ağanın hanımına diyor ki:
“Yenge, dağarcığımı ekmek doldur, bana ver.”
Hizmetçinin nereye gideceğini ne yenge soruyor, ne de kendisi söylüyor. Dağarcığını alıp yola koyuluyor. Kurduğu hayal, feleği bulup ağasının hakkını alacak. Köy, ilçe, kent dolaşıp duruyor. Günlerden bir gün bir ilçeye varıp bir kahveye gidiyor. Kahvede yanındaki masada oturan birisi çay dağıtan garsona dönerek:
“Felek, şu garip adama bir çay ver.”
Garson da hizmetçiye çayı getiriyor. Hizmetçi durmadan çay içiyor ve hem de seviniyor. İçinden diyor ki: “Yarabbi, şükür feleği buldum”. Vakit geç. Kahvede oturanlar evlerine gidiyorlar. Hiç kimse kalmıyor. Yalnız hizmetçi ile Felek kalıyor. Felek diyor:
“Konağın verse konağına buyur. Yoksa buyur ben misafir edeyim.”
Hizmetçi kalkıyor. Kahvenin kapısını içeriden kilitliyor. Anahtarı cebine koyuyor.
Garsonun yakasına yapışıyor:
“Ulan Felek! Tez ağanın hakkını ver.” Felek şaşkına dönüyor.
“Kardeşim sen nasıl adamsın. Ne ağası, ne hakkı, ben bir şey bilmiyorum.”
Hizmetçi sopayı atıyor. Feleği dolandıra dolandıra dövüyor. Felek ne kadar yemin ediyorsa fayda etmiyor. Hizmetçi, ağasının hakkını istiyor. Felek bakıyor, bu beni öldürecek, bir kurnazlık düşünüyor:
“Dur ağanın hakkını vereyim diyor.”
“Ver bakalım.”
Kahveden dışarı çıkıyorlar. Herkez yatmış. Yarı gece olmuş. Felek:
“Bana bak hemşerim, diyor. Karşıda üç kavak var. Birinci değil, ikinci değil, üçüncünün dibinde ağanın hakkı. İşte sana kazma kürek. Git, kaz çıkar.”
Hizmetçi gidiyor. Felek ise Kahveye girip kapıyı kitliyor. Masaları, sandalyeleri kapının arkasına yığıyor. Yatıyor. Fakat uykusu gelmiyor. Kırıklarına, morartılarına baktıkça ağlıyacak oluyor ağrıdan, sızıdan. Hayret ediyor bu nasıl işti, nasıl belâydı diye.
Biraz sonra bakıyor, kapı vuruluyor. Feleğin korkusu çoğalıyor.
“Hemşeri, ben kapıyı açmam, yatmışım” diyor.
“Yahu Felek bana ya bir heybe, ya da bir çuval ver.”
“Git başka yerden al.”
“Vallahi, billahi bir şey yapmıyacağım. Allah bir bildiğin gibi inan bana. Bir çuval veya bir heybe alacağım.”
Felek kalkıp kapının arkasından masayı, sandalyeyi kaldırıp yerine koyup kapıyı aralıyor ve bir heybe veriyor. Felek kapı aralığından bakıyor ki hizmetçi çabuk çabuk gidiyor. Kapının önünde biraz bekliyor. Düşünüyor: “Yahu, ben rüya mı görüyorum. Böyle ne oluyor”. Az sonra hizmetçi heybeyi zorla getiriyor. Felek heybeye bakıyor ki hakikaten altın dolu. İkisi de o gece kahvede yatıyorlar. Felek korkusundan heybedeki altına yan bile bakamıyor. Hizmetçi kendi kendine der ki: “Bu bir hırsız. Ağamın hakkını çalmış. Buna biraz versem iyi olur amma, kimin hakkını kime vereyim. Bu altınlar Ağamın”.
Sabah olur. Kahveden ayrılır. Düşer yola. Günlerce yol aldıktan sonra ağasının köyüne varır. Eve gelince ağasıyla, yengesini ocağın başında bulur.
“Oğlum, hayrola nerelere gittin, nerede kaldın. Zorla getirdiğin heybe ne dolu?” Hizmetçi heybeyi ağanın önüne bırakır.
“ Ağa! Feleği bulup, hakkını almak benim vazifemdi. Şimdi Ağalık da senin vazifen.
Ağa gözlerine inanamaz altınları görünce. Altının birazını da hizmetçiye verir. Hizmetçi vedalaşır, kendi köyüne döner. Ağa yengeye döner:
“Biz bunu kaçmış biliyorduk. Aylardır yoktu. Hangi söze uydu gitti. Evimizde de hülüslü çalışırdı. Sonunda o da taksimattan kısmetini aldı.
Dünyada ne sadıkane insanlar varmış. Herkez böyle tertemiz kalpli olsa yaşamak çok iyi ve zevkli, kolay olur. Allah ocağına bağışlasın
|
ÜÇ HAYLAZ MASALI[1]
Bir varmış bir yokmuş, Evvel zaman içinde, cinler cirit oynarken eski hamam içinde. Yellerin estiği, sellerin coştuğu bir ülke varmış. Ama ülke de ülke imiş ki; bir yanda devler tef çalar, öbür yanda çengiler oyun oynarmış. Ala gözlüler karakaşa sürme çeker, fidan boyular göz edermiş. Dertliler derman, dertsizler de dert bulurmuş, Düzensizliklerle esenlikler bu ülkede kol gezermiş. Buna ese de şaşar, bizim kambur köse de. Derken efendim hindi asmaya biner, evim dermiş. Eşekler ahırda bir uzun türkü tuttururmuş. Derken işe tavuklar, ördekler de karışır tam bir bayram havası esermiş.
İşte bu ülkede bir de çiftlik varmış. Bu çiftlikte de boyu kısa, kendisi topalacık, gözü alçacık horoz; boyu uzun, gururu yüksek hindi; bir de beş parmaklı, alçak ayaklı badi, yani ördek varmış. İmdi oturalım masal taşına, görelim neler gelmiş bu üç haylazın başına.
Çiftliktir, yaşanılacak yerdir demeyin. Bülbülü altın kafese koymuşlar da ah vatan demiş. Bizim üç ahbap çavuşlar da öyle. Aşağı gitmişler, yukarı gitmişler. Geceyi gün, günü gece etmişler. Ama olmamış. Canları çok sıkılmış. Bir gün oturmuşlar, kafa kafaya verip düşünmeye koyulmuşlar. Kırda hayat var, bakın açmış bin bir çiçek, Lâlenin alı çiğdemin sarısı, ana can katar menekşenin kokusu demişler de çiftlikten çıkmaya karar vermişler. Tarlada dolaşalım, yüce yüce dağlar aşalım, gelin kaçalım demişler. Vermişler pek çabuk karar.
Yola koyulmuşlar. Az gitmişler uz gitmişler, dere tepe düz, yedi yılla bir güz gitmişler. Altıda bir üstüde bir bu yerin, bari sağ oldukça yaşamak gerek diye söylenmişler. Sağa sola bakmadan kaçmış üç ahbap çavuşlar.
Hava güneşli, açıkmış. Kırlar geniş, cana can katarmış. Gezmek, tozmak, yaşamak denmiş de yaşamalarına bakmışlar. Sürülen sefa kârımızdır diye hayıflanmışlar. Ama böyle yerler pek gezmeye gelmez, tehlikeler çoktur. Tehlikelerin olduğu yerde hayat yoktur. Akıllarına getirmemişler bu durumları hiç üç ahbap çavuşlar. Başıboş dolaşmışlar.
Dolaşmak güzel şeydir işi yolunda olana, üç haylaz düşünmemiş hiç bunu. Zaman akıp gitmiş. Ne su veren olmuş ne de ekmek. Geri dönmek de pek güç gelmiş. Yaptıklarına pişman olmuşlar, ama çiftliğe dönmeyi de onurlarına yedirememişler. Birbirleri ile bakmışlar bakışmışlar, kişi ne çekerse kafasından çeker demişler. Ağrısız başımız, pişmiş aşımız vardı. Yolumuz açık, karnımız toktu. Ne düşüncesiz aklımız varmış, kaçmışız demişler. Ama iş işten geçmiş. Akşam olmak üzere imiş. Alaca karanlığın çöküşü ile gecenin korkusu başlamış. Derken dağın izli bir yerinden bir dev çıkagelmiş. Neye uğradıklarını şaşırmışlar. Karşı gelsek, güç yok. Gelmesek hayat yok demişler de kaçalım, belki kurtuluruz diye düşünmüşler. Koyulmuşlar yola, varmışlar Hindistan’a
Hindistan bir âlem. Ortalık düğün bayram. Kazanmanın yolunu aramışlar. Hokkabazlık yapıp iyi para kazanmışlar. Aldık yükümüzü, tamamladık gayri geçimimizi, gelin gidip kuralım evimizi demişler.
Nasiptendir her şey bu dünyada. Aç gözlü olmayacaksın, fazla da uzamayacaksın. Ama bizim üç ahbap çavuş uzamış, dönüp dolaşıp gelmişler bir mağaraya. Meğer orası devin hazinesi ile doluymuş, görenlerin gözlerini alırmış. Bizim üç ahbap çavuşların da gözlerini almış. Derken başlamışlar aşırmaya, ama tamamen kurtulduk demeye vakit kalmamış, umulmadık bir yerden çıkan tilki üç haylazı avlamış.
Ne diyelim, akılsız başın cezasını kişinin kendisi çekermiş. Onlar da çekmişler cezalarını, darısı bizim akılsızların başına.
|
HÜSNÜ YUSUF[1]
Bir varmış bir yokmuş, bir padişahın bir tek kızı varmış. Bu kız her gün has bahçenin içinden akan bir derenin kıyısına oturur serinlermiş. Günlerden bir gün yine bu derenin kıyısında serinlerken, kolundaki bileziğini çıkarıp bir taşın üstüne koymuş, derede ellerini yıkarken kırk bir tane beyaz güvercin gelip yeşil çimenlerin üzerine konmuşlar. Bunlardan kırkı bir silkinişte kız, bir tanesi de yakışıklı bir delikanlı oluvermiş. Bütün bu olan bitenleri hayran hayran seyreden padişahın kızı, bileziğini koluna takmak için, dere kenarından kalkınca, yakışıklı delikanlı yeniden bir güvercin oluvermiş, taşın üzerinde duran bileziği boynuna geçirip uçup gitmiş. Kırk kızın kırkıda güvercin olup onun peşinden pırradak uçup gitmişler.
Ondan sonraki günlerde kız yine has bahçedeki derenin kenarında oturmuş, güvercinleri beklemiş ama ne gelen, ne giden olmuş bir daha. Delikanlıya gönlünü kaptırmış olan kız derdinden hastalanarak yataklara düşmüş. Babası ülkenin en ünlü hekimlerini çağırtmış ama kızın derdine derman bulan olmamış. En son kızına bir hamam yaptırmış; her gelen, önce başından geçen ilginç bir olayı anlatır, ondan sonra yıkanırmış.
Günlerden bir gün hamama genç ve güzel bir gelin gelmiş ve başından geçen şu olayı anlatmış:
“Bir gün çayın kenarında çamaşır yıkarken, işimi bitirmek üzereydim ki, odunum bitti. O sırda otuz katır yükü odun geçiyordu yakınımdan. Peşlerine düşerek yürümeye başladım. Gittiler, gittiler, kayalık bir yerde bir kapının önünde durdular. Biraz sonra kapı açıldı ve katırlarla birlikte ben de içeri girdim. Girmemle kapının kapanması bir oldu. Yürüyerek bir merdivenden yukarı çıktım, bir odaya girdim. Girmemle kapının kapanması bir oldu. Yürüyerek bir merdivenden yukarı çıktım, bir odaya girdim. Burası bir mutfaktı. Nefis yemekler pişiyordu tencerelerin içinde. Birinin kapağını açtım. O sırada bir ses; “ bırak onu, açma kapakları. Onu peri padişahımızın oğlu yiyecek” diye seslendi. Kapağı kapattım, mutfaktan çıkıp bir başka büyük odaya girdim. İşte o zaman ne olduysa oldu. Tam kırk bir tane beyaz güvercin doldurdu odayı. Kanatlarını çırpar çırpmaz, kırkı birer genç kız, biri de aslan gibi bir yiğit oluverdi. Delikanlı bir odaya girdi, elindeki kamçıyı yere vurarak şaklatınca, odanın her bir yanı tiril tiril titredi.” Bunun üzerine:
“Sizler nasıl titriyorsanız, sevgilim de böyle titreyip inlesin” dedi ve odadan çıkıp gitti.
Ertesi gün katırlarla birlikte ben de bu garip yerden çıkıp evime döndüm.
Bunu duyan padişahın genç kızı:
“Bütün hamam senin olsun, yeter ki beni oraya götür,” demiş.
Ertesi gün katırların peşine düşen genç kız, açılan kapıdan içeriye giriyor, tencere kapaklarını kaldırıyor, karnını bir güzelce doyuruyor ve güvercinlerin gelmesini beklemeye koyuluyor. Görünmemek için de büyük odadaki dolaplardan birinin içine saklanıyor. Biraz sonra gelen güvercinlerden kırkı kız, biri de erkek oluyorlar. Bir de ne görsün? Delikanlı, gönül verdiği genç değil mi? Elindeki kamçıyı yere vurarak şaklatınca, her yer titreyip inlediği halde, kızın saklı olduğu dolapta ne bir hareket görülür, ne bir ses duyulur.
“Ey dolap, kaç senedir kahrını çekiyorum da, sen niçin inlemiyorsun?” diye sorar delikanlı.
“Ya Hüsnü Yusuf, içinde sevgilin saklı, onun için inlemiyorum,” diye dile gelen dolap karşılık verir. Dolabı açan delikanlı sevgilisin karşısında görünce, sevincinden deliye döner. Gel zaman git zaman, kız, sevgilisine, bir çocukları olacağını müjdeleyince; delikanlı: “Şimdiye kadar periler, senin burada olduğunu anlamadılar. Fakat anlarlarsa seni öldürürler. Ben seni, Padişah babamın sarayına götürüp, kapının önüne bırakırım. Sen de: Hüsnü Yusuf’un başı için beni içeri alın” dersin. Ben her gün seni görmeye gelirim, diye kızın gönlünü alır, sonra da onu kanadına bindirip babasının sarayı önüne bırakır: O gece kız bir erkek çocuk doğurur.
Bir gece, saraya gizlice giren Hüsne Yusuf’la kızın konuştuklarını hizmetçiler görüyor ve gidip padişaha haber veriyorlar. Padişah kızı huzuruna çağırtınca, kız olan biteni bir bir anlatıyor. Ertesi gece Hüsnü Yusuf gelince yakalanıyor. “Serbest bırakmalarını, bırakmadıkları takdirde perilerin hepsini öldüreceklerini söylüyorsa da, gene bırakmıyorlar. Padişah beyaz bir güvercin satın aldırıyor. Sarayın fırınlarından birini de yaktırıyor. Periler gelip Hüsnü Yusuf’u istiyor, üstelik de padişahın üstünü başını parçalıyorlar. Bunun üzerine Padişah elindeki beyaz güvercini havaya kaldırıyor ve:
“ Hüsnü Yusuf’un yokluğuna yıllarca katlandım, bundan böyle de katlanırım ama sizin yanınıza da bırakmam artık onu,” diyor. Sonra elindeki güvercini yanmakta olan fırının içine fırlatıyor. Fırlatılanın Hüsnü Yusuf olduğunu zanneden kırk perinin kırkıda fırına dalar ve hepsi de yanarlar. Böylece kötülük perilerinin elinden kurtulan iki gencin düğünü yeniden yapılır, yenilir, içilir, muratlarına geçilir.
|
İNCİLİ ÇADIR[1]
Bir varmış, bir yokmuş, evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, Allahın kulu çok, çok demesi pek günahmış. Bir padişahla karısının büyük bir derdi varmış. Günlerden bir gün padişah odasına oturmuş derin düşüncelere dalmıştı. Sultan yanına gelerek:
“Ne yapalım” der; derdini veren, dermanını da verir. Sen hele bir yolculuğa çık.
Bunun üzerine padişah vezirlerini alarak atlara binip yola düşmüşler. Saatleri günler, günleri haftalar, haftaları aylar kovalar. Bir de arkalarına bakarlar ki bir çuvaldız boyu yol yürümüşler. Oturup dinlenmek için bir yerde konaklamışlar. Bir de bakmışlar ki karşı tepeden garip bir şey uçup geliyor. Beklemişler, beklemişler bir de görmüşler ki yaklaşan ateş topacı, nur yüzlü ak sakaklı bir ihtiyar. Yanlarına yaklaşınca: “Merhaba padişahım” der. Padişah hemen ayağa kalkar ve:
“Mademki benim padişah olduğumu bildin,” derdimin de ne olduğunu bilirsin, diye sorar.
“Evet, senin derdini biliyorum.” Sonra cebinden bir elma çıkarır: yarısını sen, yarısını da sultan yesin. Dualarınızı da eksik etmeyin, der, ortadan kaybolur.
Dokuz ay, dokuz gün sonra nur gibi bir kız bebekleri dünyaya gelir. Çocuk iki üç yaşına gelince, vezirler ilk olarak görmeye gelirler. İçlerinden en yaşlısı, padişahın kulağına eğilerek:
“Bu kız çok güzel, büyüyünce başınıza dert açabilir,” der. Bunun üzerine padişah, yeraltında bir saray yaptırır. Dışarı ile bağlantısı olmayan, dışarıdan içeriye ışık sızmayan bu saraya küçük kız ile nedimesi yerleşir. Nedime ona okuma yazma ve daha birçok faydalı şeyler öğretir ama doğadan söz açmaktan bilhassa kaçınır.
Aradan uzun yıllar geçmiş, kız on beş yaşında bir dünya güzeli olmuştur. Bir gün et yemeği yerlerken nedime:
“Aman” der; sakın kemiği boğazına kaçırma. Bu söz üzerine kız, tutar kemiği pencereden fırlatır, cam kırılır, pencereden içeriye ışık girer. Işığın ne olduğunu unutmuş olan genç kız, onu yakalamak için saatlerce uğraşır. Kan ter içinde kalır. Akşam olur, yatarlar ama kızı bir türlü uyku tutmaz. Işığın geldiği yerleri merak eder. Ertesi gece dadısı uykuya yatınca, bir yolunu bulup yeraltı sarayından kaçar, dışarı çıkar. Bir de ne görsün, saraya yakın tepelerin eteğinde yumak yumak ışıklar. Koşa koşa oraya gider, bakar ki bir sürü çadır. Kapısında iki nöbetçinin uyuya kaldığı, her tarafı inci ile donatılmış en süslü çadırın içine girer. Yatakta, çok güzel bir delikanlı yatmaktadır. Bir tarafında dürülü bir gömlek, başucunda altın, ayakucunda gümüş şamdan yanmakta, sofrada bir kişilik yemek ve bir bardak su durmaktadır.
Kız, tül gömleğin dürüsünü bozar, şamdanların yerini değiştirir, yemeklerden yer yarım bardak ta su içer ve eve döner. Bakar ki dadı horul horul uyuyor, o da yatar uyur.
Delikanlı sabahleyin kalkınca, bakar ki yemeklerden yenmiş, gömlek bozulmuş, su içilmiş, nöbetçilere bağırıp çağırır. Akşam dağdan bir torba kar getirtip başının üzerine asar. Kar eridikçe, torbadan akan soğuk su damlaları yüzüne düşer, uyumasına engel olur.
Kız gene gelir, bir önceki gece yaptıklarının aynını yapar, fakat tam gideceği sırada delikanlı kolundan tutar. “Sen kimsin is misin cis misin?” diye sorar. Kız da: “Ne isim ne de cis, seni yaratan Allahın bir kuluyum” der. Geceyi incili çadırda geçirir. Sabahleyin uyanır ki güneş doğmuş, etrafta da ne incili çadır ne de bir kimse var. Meğerse bir başka ülkenin padişahının oğlu evlenecekmiş. Adet olduğu üzere güveyi ile arkadaşları kırk gün kırk gece dağa çıkar eğlenirlermiş. Bugün de kırkıncı gün olduğu için, çadırlar toplanılmış, incili çadırda yatan padişahın oğlu da arkadaşlarını alıp memleketine dönmüş. Kız başlar ağlamaya. Neden sonra, oradan geçen bir çobandan, çadırların bulunduğu yerin, “Şehvaneli” olduğunu öğrenir. Bunun üzerine kız, çobana:
“Ne olur çoban, üzerimdeki altınların hepsi senin olsun, bana arkandaki elbiseyle, bir koyun karnı ver,” der. Çoban kızın isteklerini yerine getirir. Partal elbiseleri sırtına, koyun karnını da başına geçirince, olur bir keloğlan bizim kaçar kız, düşer yola. Padişahın oğlu da gider, bir arkasına bakar, iç çekermiş. Keloğlan yanına yaklaşınca, adın nedir diye sormuş. Keloğlan da “Abdal” demiş.
“Nereden gelirsin?”
“Şehvanilinden.”
“Orada ne gördün?”
“İncili çadır kurulu gördüm. Tül gömleği dürülü gördüm, gümüş şamdan döner gördüm, içinde bir güzel ah edip ağlar gördüm,” deyince delikanlı:
“Ne deyip ağlıyordu?” diye sorar. Abdal da:
“Uyudum, nittim,
Ben bana ettim,
Gülünen nerkis,
Yârimi nittin,” deyince abdalın, çadırına gelen genç ve güzel kız olduğunu anlar, bir birlerine sarılıp muratlarına ererler.
|
DERVİŞ[1]
Evveli bir varmış bir yokmuş bir derviş ile bir kocakarı varmış. Derviş her gün kocakarının evine gelir: “Koca nine! Herkes eder, kendi kendine eder, yine kendi kendine eder” der dururmuş. Kocakarı bu dervişten bıkmış usanmış. “Usandım şu dervişten! Bir kurtulsam!.” dermiş. Günlerden bir gün bir katmer yapmış. İçine ağu koymuş: “Şunu şu derviş müsveddesine yedireyim de görsün böyle tak tak ötmesini.” demiş.
O gün derviş yine gelmiş: “Ben geldim koca nine. Herkes eder kendine eder, yine kendine eder.” demiş. Kocakarı ağulu katmeri dervişe vermiş. Derviş yine: “Koca nine herkes eder, kendine eder, yine kendine eder.” demiş ve çıkıp gitmiş. Gide gide bir yere varmış. Orası askerlerin geldiği yer imiş. Oysaki kocakarının askerde bir oğlu varmış. Tezkere ile geliyormuş. O kadar acıkmış ki, açlığından karnı zil çalıyormuş. Karşısına eli çıkınlı gelen dervişe: “Ne olur derviş amca?” çok açım, elindeki ekmeği ver.” diye yalvarmış. Derviş de ağulu katmeri vermiş.
Oğlan ekmeği yedikten sonra vücuduna bir fenalık gelmiş. Kendisini eve zor atmış. Eve gelince “sırı dikme” gitmiş. Anası “Ne oldu oğlum, sana ne oldu?” diye dövünmeye başlamış. Oğlan: “Çok acıkmıştım. Karşıma bir derviş geldi. Elindeki katmeri istedim. O da verdi. Katmeri yedim. Oysaki katmer zehirli imiş. Ölüyorum.” cevabını vermiş Anası: “Ah benim yavrucuğum! O katmeri ben yaptıydım, dervişi zehirleyem diye. Şimdi ne oldu” diye çırpınmaya başlamış. Oğlan ölmüş. Kocakarı dizlerini dövmeye, saçını başını yolmaya başlamış. Fakat elden ne gelir? Olan olmuş bir kere Dervişin dediği doğru değil mi imiş? Derviş ona: “Koca nine!” Herkes eder, kendine eder, yine kendine eder.” Dememiş mi? Koca nine kendi kendine etmiş. Ebu cehil kazdığı kuyuya kendi düşer derler. Koca nine de kendi kazdığı kuyuya kendisi düşmüş.
|
DÖRT ÖĞÜT[1]
Bir varmış, bir yokmuş. Vaktin birliğinde bir adam, yohsul bir adam varmış. Gün olmuş evlenmek istemiş. Güzel bir gız almış. Evini geçindirecek parası yohmuş. Gurbete çıhmış. Güney illerine gitmiş. Bir ırgat gapısına durmuş. Günlüğüm gaça dememiş, heç sormamış, tam yirmi yıl çalışmış. Nihayet ayrılmaya garar vermiş. Ağanın yanına çıhmış:
“Ağam, tam boğön[2]yirmi yıldır gapında çalışıyam. Hakkım neyse ver. Sılama gidecem. Anamı avradımı özledim gayri,” demiş.
Ağa da çıharmış çalışmasının garşılığı ona üç lira vermiş. Adam almış cebine goymuş. O sıra orada bulunan Ağa’nın garısı adama acımış. Adama:
“Dur da sana bir çörek yapayım,” demiş.
Gadın getmiş, çöreği yapmış. Çöreğin birinin içine de beş altın lire goymuş. Adama vermiş.
“Bu çöreği sakın yolda yeme, garına benden hediye olsun,” demiş.
Adam çöreği heybesine goymuş, helâlaşıp yola düşmüş. Yola düşmeden bir daha ağanın yanına varmış.
“Ağam, epey eyilik2ettin. Hakkını helal et,” diye söylemiş. Ağa da:
“Oğlum dur sana diyeceklerim var, hele bi yol otur,” diye karşılık vermiş.
“Hayırdır inşallah.”
“Bana bir lira ver sana bir öğüt vereyim”. Adam çıkarıp bir lira vermiş.
“İyi dinliyon mu? Sakın geceleyin yola çıhma.”
—Bana bir lira ver bir öğüt söyleyim. Adam çıharmış, bir lira daha vermiş.
—Sakın dibi görülmedik sudan geçme. Anadın mı?
“Bir lira daha ver bir öğüt daha vereyim.” Adam cebindeki son lirayı da vermiş.
“Aslını bilmediğin işte söz sahibi olma.” Adam tam gideceği sırada. Ağa:
“Dur bi de sana bedava bir öğüt vereyim,” demiş.
Adam durmuş.
“Aslını bilmediğin işe burnunu sohma.”
Adam sağol demiş, goyulmuş yola. Yolda bir kervana rastlamış. Kervancıbaşına: “Nereye gidiyonuz?”diye sormuş.
Kervancı:
“Yozgat’a.” diye cevap vermiş.
“Ben de Yozgat’a gidiyom. Beni de alın Kervana.”
Kervancı başı kabul etmiş. Adam kafileye katılmış. Epey yol gitmişler. Nihayet gece olmuş. Adam:
“Ben artık gitmiyeceğim,” diyince, Kervancı:
“Neden?” diye sormuş.
“Gidemem.”
“Biz bu kadar değerli şeyler götürüyok da gorkmıyok. Sen niye gorhıyon?”
“Ben gidemem, siz gidin.”
Adam böyle cevap verince kervancıbaşı fazla üstelememiş. Devam etmişler yollarına.
Adam sabahleyin gün ağarınca yola revan olmuş. Bir de bahmış ki yolda kervancıların hepiciği ölmüş yatıyo. Kiminin kellesi bir yanda kimininki bir yanda. O zaman kendi kendine: “Liranın birini bulduk” demiş.
Yine giderken yolda bir atlıya rastlamış. Birlikte yola düşmüşler. Yollarını yalçın bir ırmak kesmiş. Adam bakmış ki suyun dibi görünmüyo. Gorkmuş. Atlı:
“Hadi terkime bin de garşıya geçelim.” demiş.
“Yoh, gardaş ben binemem.”
“Hadi canm ne gorkuyon. Bin geçek garşıya.”
“Yeminim var, geçemem,” diye cevap vermiş adam.
Atlı dibi görünmedik suya girmiş. Girdiği o an olmuş. Bir batmış, bir daha çıhamamış. Adam kendi kendine: “Liranın birini daha bulduk” diye sevinmiş.
Suyun başında galan adam, sağa bahmış, sola bahmış sonunda bir yol bulup garşıya geçmiş. Akşamüzeri bir koye gelmiş. Koy odasına gonuh olmuş. Bahmış ki bir hatun boğazına bir ip bağlanmış duvarda asılı duruyo. Bir köpek de yatak üzerine yatmış, uyuyo. Yemek getiyolar. Önce it yiyo, artığını da hatuna veriyolar. Adam heç aldırış etmemiş. Yemeğini yemiş yatmış. Sabah kalkmış yola düşmüş. Arkasından ağanın adamları gelmişler. Adamı ağanın yanına götürmüşler.
Adam gorha gorha:
“Ağam benim suçum ne ki, palas pandıras getirdiniz,” diye sormuş.
“Bak burada köpek yatıyo. Orada bir hatun bağlı duruyo. İtin artığını hatun yiyo. Be hey adam, senin ağzıyın içinde dilin yoh mu? Niye bir defa nedendir bu cefa diye sormuyon?” “Benim ağam bana bir öğüt verdi. Aslını bilmediğin işte söz zahabı olma” dedi.
Ağa adamın bu sözünü çoh beğenmiş. Arhasından:
“Hele bi yol sorsaydın senin de kellen bu keller arasına garışacaktı, diyerek bir gapı açmış ve içinde yatan kelleleri göstermiş.”
Adam: “Eh liranın birini daha bulduk” diye sevinmiş. Ağa adama bir heybe gözü altın vermiş. Adamlarını tembihlemiş. “Bu adamı köyüne kadar götürün” demiş.
Adam köyüne gelmiş. Evinin penceresinden bir de bahmış ki ne görsün? İçerde genç bir adam garısıyla doğuşuyo, çağırıp bağırıyo. Adam dayanamamış, tüfeği doğrultmuş, tam tetiği çekeceği sırada ahlına ağanın öğüdü gelmiş. “Aslını bilmediğin işe burnunu sohma” Bunun üzerine gapıyı çalmış. Garısına:
“Beni tanıdın mı? Ben senin kocanım,” demiş.
Gadın bir bahmış iki bahmış. Sonunda gocasını tanımış. Sarılmış boynuna. Adam bi yandan yan gözle yabancı adama bakıyormuş. Bunu fark eden garısı:
“O kim biliyon mu?” demiş.
“Yirmi sene evvel sılaya gittiğin sırada garnımda bıraktığın oğlun.”
Garısı böyle diyince adam sevinçten ağlamış. O zaman ağasının kendisine paradan da değerli öğütler verdiğini anlamış. Böylece muratlarına ermişler.
|
ÜÇ OĞLAN[1]
Bir varmış bir yokmuş, yokmuşluğun varlığında varlığın darlığında bizim hindi asmaya bindi derken asmadan indi. Altı ayla bir güz durmadan gitti. Dağları yol gibi, ovaları sel gibi geçti. Temaşa, temaşa hoş geldin bayram paşa derken bir karı koca ile üç oğluna denk geldi. İmdi oturalım soğuk pınarın suyunu içerekten, çınarın gölgesinde yataraktan keyfimize bakalım. Arkasında da bir masal kuralım.
Çok eski zamanlarda bir varmış bir yokmuş, develer tellal pireler berber iken, ben anamın anasının anasının beşiğini tıngır mıngır sallarken bir karı koca ile üç çocuğu varmış. Gece gündüz demezler, günleri ayları bilmezler, gün yüzü görmeden evlerinde ömür sürer giderlermiş. Gün gelmiş, böyle ömür sürülmez denmiş de ana baba üçler, beşler, yediler, kırklar demişler, üç oğulları ile kendilerini yola vermişler.
Az gitmişler uz gitmişler, dere tepe düz gitmişler, altı ayla bir güz gitmişler de neden sonra bir dağın başında şırıl şırıl suyu akan bir pınara gelmişler. Su içelim derken çocuklardan birini çeşmenin yalağına düşürmüşler, birini bir kurda, birini de bir ayıya kaptırmışlar. Netsek neylesek diye telaşa düşmüşler. Sağa bakmışlar sola bakmışlar, çocukları kurtarmak şöyle dursun kendilerinin de tehlikede olduklarını görmüşler. Bey kaçmış, hatun kalmış, onu da bir dev yakalamış. Kaçan bey sonunda kurtulmuş, bir köye muhtar olup koltuğa oturmuş.
Bazen ümitsizlikler ümidi doğurur, derler. Tanrı büyüktür diye söylerler. Gerçekten de öyle olmuş. Yalağa düşen çocuk kurtulmuş, durmadan “Tanrım murat” diye söylenmeye başlamış. Ağzında çocuk olduğu halde kaçan kurdu çobanlar görmüş, peşine düşüp etrafını çevirmiş. Kurtulan bu çocuk da hep “Tanrım murat” diye söylermiş, Ya ayı ne oldu demeyiniz, mağarasına gitmiş, çocuğu bir güzelcene besler gözü gibi bilirmiş. O da ikide bir “Tanrım murat” diye seslenirmiş.
Bir gün gelmiş ayı yiyecek bulmaya gitmiş. Çeşme başındaki çocuk “Tanrım murat” diye ünlemiş. Mağarayı terk edip sesin geldiği yana gitmiş. Çeşme başına geldiğinde diğer iki kardeşini beraber görmüş. Sevincine diyecek yokmuş.
Dağlar durak, çeşme başları konak olmuş üç kardeşe. Büyümüşler, serpilip dalyan gibi delikanlılar haline gelmişler. Askerlikleri de gelip çatmış. Birbirlerimize kavuşmakla muradımıza erdik diyerekten şehre inmişler. Zaman dediğin nedir ki yel gibidir gelir geçer, su gibidir akar gider. Askerlikleri de geçmiş. Bir dertleri varmış o da anneleri imiş.
Çocuklar anne der ağlarmış. Baba da hatun der feryadı basarmış. Ah ettikçe dağlar inler, vah ettikçe gökler gürler, dağlar ateş olup yanarmış. Baba kapıları çalmış, feleğe dert yanmışta derdine yanan olmamış. Var varanın sür sürenin, bu dünya demini sürenin demişte keyfine bakmaya çalışmış. Ama hatunsuz edememiş, bulmak içi evini adayıvermiş. Meğer evi de dillere destanmış. Memlekete haber salmış ki:
“Devi kim öldürürse, hatunumu buraya getirirse ona canımdan da aziz bildiğim çok sevdiğim evimi vereceğim.”
Sonra devin yerini bir iyice anlatmış, evini donatmış. Ev dediği ev değil, sanki bir sırça köşkmüş. Her yanı çiçeklerle donanmış, havası da pek temiz, suyu cana can katarmış. Yolları mücevher, kapıları zümrütten yapılı bir taht misali dil ile anlatılamıyacak, kalem ile yazılamayacak kadar güzel bir yemiş. Herkes şaşmış, ağzının suyu akmış. Rüyalardaki masal ülkeye kavuşmak için canla başla çalışmaya koyulmuşlar, eve kavuştuk diye sevince dalmışlar. Atalar sözüdür, el elden üstündür, görmeden düşü bilme işi. İş bilenindir, kılıç kuşananın. Üçkardeş de işini bilmiş, atlarına binmiş, kılıçları elde, palalar belde, devi öğendiler ya nerde, koşmuşlar oraya.
Kolay olmamış varmaları. Bazen yel olmuşlar dağdan dağa atlamışlar, bazen fırtına olmuşlar okyanuslar aşmışlar, bazen da sel olup ovalara akmışlar. Gün gelmiş boyu elli santimlik cüceye yenilmişler, zaman gelmiş dev bir orduyu bir kılıç şakırtısında yenmişler. Ama en sonunda devin bulunduğu mağaraya gelmişler. Kılıç şakırdatmışlar, topuk vurup deve bir selam çakmışlar. Dev şaşırmış, gelenler kimlerdir diye anahtar deliğinden bakmış. Kılıçlar inmiş dev boynunu bükmüş, gözleri şimşek çakarken ol dev oracıkta can vermiş.
Kapıyı açmışlar, analarının boynuna sarılıp ağlaşmışlar. Sevinçler dalga dalga olmuş, gözyaşları su gibi akıp çağlamış. Binmişler atlarına, var varanın sür sürenin diyerek gelmişler babalarının yanlarına. Önce baba şaşmış, benim oğullarım ha deyip sevinci basmış. O sevine dursun çocuklar ağlaşmış. Suya düşen almış sazı eline, vurmuş mızrabı ile teline de içinin acısını bir iyice dökmüş. Arkasından babasına seslenmiş.
“Ey kanım taşıdığım baba, baba olaydın beni suya düşürmezdin, başını alıp gitmezdin.” Canavara kapılan da içini bir iyice dökmüş, o da kardeşi gibi babasına seslenmiş.
“Ey babam, baba olaydın canavarın kaptığı oğlunu yalnız bırakmazdın, keyf çatıp dünyanın zevk-ü sefasını sürmezdin.”
Ayının kaptığı oğul da dayanamamış, seslenmiş:
“Ey babam, baba olan evlâdını ayı kapar da bakar mı?”
Hatun da feryadı basmış:
“Hatunu dev kapar da bey muhtarlıkta keyf mi çatar.”
Bey haklasınız demiş. Boynunu bükmüş. Sarılmış çocuklarına almış hanımını yanına gelmişler anlatılamayacak kadar dillere destan güzel evlerine.
Gökten üç elma düşmüş, üçünden de biri birinden güzel üç kız çıkmış. Biri nar tanesi mi desem nur tanesi mi, diğer ise ay yüzlü şehla bakışlı, tatlı gülüşlü imiş, ömrü de yay kaşlı tatlı gülüşlü şeker gibi bir şeymiş. Üçünü de üç kardeş almış. Onlar ermiş muradına darısı sizlerin başına…
|
İNATÇI HORUZ[1]
(OCAKBAŞI MASALI)
Bir varmış bir yoğmuş Allahın gulu çoğmuş, çok dimesi günâmiş. Bir horuz varımış; küllükte eşiniken ayağına diken batmış. Bunu çıkarmamış bir eve varmış, o evin sahibine yavralmış, avrada tikeni çıkartmış. Horuz, Yaşa nine, demiş. Aradan zaman geçmiş. Bir gün horuz gelmiş.
“Ayağımdan çıkardığın tikeni verin mi?” demiş. Kadın kızmış, horuzu kovalamış, horuz gitmemiş Avrat dimiş ki:
“O zaman mangala atımdı, yandı” dimiş. Horuz da:
“Ya mangalı alırım ya da dikeni” dimiş. Avradın kafası şişmiş, mangalı virmiş. Horuz mangalı sırtlamış, başka bir eve gelmiş. O evin sahibi inek sayoğmuş[2]. Horuz ona dimiş ki:
“Teyzeciğim şu mangalı, dimiş, dönünce alırım,” dimiş. Kadın mangalı ahıra koymuş.
Sona horuz gelmiş.
“Teyze ben geldim. Ben mangalın sahibiyim.” Kadın dimiş ki:
“O aman ahıra koydumdu, inek kırmış” dimiş. Horuz:
“Ya mangalı ver, ya inâge[3]alırım” dimiş. Kadının başı ağırmış, evdeki inâge horuza vermiş. Horuz inâge üne[4]katmış, onu bir başka eve teslim etmiş. Horuz gine gitmiş. Türkiye’yi, dünyayı bütün gezmiş gelmiş. Evde de düğün oluyormuş. Ev sahibi nerde diye sormuş horuz. Ev sahibi gelince dimiş ki:
“İnâgeni de kestik nasıl ideciyik[5]” dimiş. Horuz da dimiş ki:
“Gelinini görüyüm” demiş. Gelini getirmişler, horuzun hoşuna gitmiş. Gözünü yummuş, demiş ki:
“Amanete hıyanetlik olmaz, gelininizi alırım” demiş. Ev sahibi çok altın vermiş horuzun gönlünü idememiş. Akşama çene çalmışlar, nihayet gelini almış dağa doğru gitmiş, bir çobana rastlamış, Çoban da kaval çalıyormuş. Kaval horuzun hoşuna gitmiş, gelini vermiş kavalı almış, kömese gelmiş, tavuklara dimiş ki:
“Tikeni verdim, mangal aldım, mangalı verdim inek aldım, inâge verdim, gelin aldım, gelini verdim kaval aldım, düüüüt…” diye kavalı çalmış, Yimiş içmiş mıraza geçmişler.
|
KELOĞLAN MASALI[1]
Vakti zamanında bir kadının bir keloğlu varmış. Bir gün zibillikte (çöp dökülen yer) oynarken bir tane nohut bulmuş, bunu alarak hesaplamaya başlamış: Bir nohuttan on nohut, on nohuttan bir ölçek, bir ölçekten on ölçek olur deyip ölçek nohudu almış ve zengin bir adamın kapısı önüne gelerek durmuş.
Zengin ev sahibi kapıdan çıkarken kapının önünde Keloğlan’ı görmüş.
“Ne istiyorsun?” diye sormuş. Keloğlan, zengin adama:
Benim beş yüz deve yükü nohudum vardı, Halep’e giderken yolda harabeler bizi soyarak nohutlarımı aldılar, adamlarımı öldürdüler, elbiselerimi soyup kötü elbiseler giydirdiler, gözümü bağlayıp bir dağa koydular. Ben de kaçıp buraya geldim, demiş. Zengin adam, bunu hemen evine götürmüş, bir kat yeni elbise giydirmiş; beş on gün oturduktan sonra Keloğlan, “Bana izin verin gideyim?” demiş. Zengin adam, Keloğlan’a bir at vermiş.
Keloğlan yola revan olmuş. Günün birinde Halep’e varmış. Halep de tüccarlardan “beş yüz deve yükü nohudum geliyor” deyin para almış. Bu adam şöyle zengin, böyle zengin diye herkeş methetmeye başlamış. Bir gün Haleb’in valisi de bunu yemeğe davet etmiş. Bu da daveti kabul etmiş.
Keloğlan hizmetçisine yirmi lira vererek:
“Bu paraları Valinin hizmetçilerine dağıt,” demiş. Kendi önde, hizmetçisi arkada Valinin evine gitmişler. Davetten dönerken Keloğlan’ın hizmetçisi valinin hizmetçilerinden birine beş lira, diğerine on lira ve ötekilerine de ikişer buçuk lira vermiş. Bir iki gün sonra vali haber salmış. “Kızımı alıyorsa hiçbir mesarif etmeden kendine veririm,” demiş. Bu da kabul etmiş. Düğünleri kırk gün kırk gece sürmüş. Valinin kızını Keloğlan almış. Bir gün Valinin kızı hamama gitmek için kocasından beş lira istemiş; kocası da hangi tüccara haber salmışsa kimse para vermemiş. Gayri Keloğlan bu zamanlarda iyiden iyiye fakir düşmüş; odunları bile kalmamış. Evlerinin içindeki büyük tut ağacı keserek idare ediyorlarmış. Bir gün yine ağacı keserken ağacın içinden altın akmaya başlamış. Hemen bir değnek alarak duvara vurmuş.
Değnek senini duyan Vali hemen “Ne oluyor?” diye damadının evine koşmuş. Keloğlan,
“Benim beş yüz deve yükü nohudumu satmışlar da karşılığı bana bu kadar altın getirmişler, onun için dövüşüyorum,” demiş. Parayı toplayarak içeri almışlar.
Keloğlan bir mağaza açıp ticarete başlamış. O tek nohudu sakladığı yerden çıkartarak “Beni zengin eden bu nohuttur” deyip ağzına atmış.
Yiyip içip muradına geçmiş.
|
ÖKSÜZ KIZ[1]
Bir varmış bir yokmuş, bir baba, bir anne bir de kızları varmış. Bir gün anne ölmüş, yerine analık gelmiş. Her gün bir kızı yazıya göndermiş. Eline de bir dilim arpa ekmeği verirmiş. Çocuk ağlaya ağlaya gidermiş, ne arpa ekmeğini yiyebilirmiş ne de yutabilirmiş. Bir gün yazıya götürdüğü inek dile geliyor, diyor ki:
“O ekmeği getir ben yiyeyim. Sen gel benim kulağıma gir, orada güzel yemekler var, onları ye.”
O günden sonra, kız arpa ekmeğini ineğe veriyor, kendiside ineğin kulağına girip güzel yemekler yiyor. Bu analığında bir kızı oluyor. Analık bakıyor, üvey kızı günden güne şişmanlıyor, güzelleşiyor, kendi kızına yumurtalar içirtip tereyağlar yedirdiği halde üvey kızı gibi olmuyor. Bunun için bir gün de kendi kızını yazıya gönderiyor. Ona da bir dilim arpa ekmeği veriyor. Üvey kızı evde alıkoyuyor. Kız gidiyor, yazıya, acıkıyor. Arpa ekmeğini yiyor, emmek boğazında kalıyor, gözleri yaşarıyor. Analığın üvey kıza neler ettiğini bildiği için inek hiç sesini çıkartmıyor. Kız eve geliyor, diyor ki:
“Anne anne, beni daha gönderme, ben o ekmeği yiyemiyorum. Gene o kızı gönder, ben az kalsın ölüyordum.”
Ertesi gün analık üvey kıza biraz pamukla bir iğ veriyor, diyor ki:
“Bugün bunu eğir, makara ipliği gibi yap.”
Kız alıp geliyor, pamukla iğe bakıp ağlıyor, inek soruyor:
“O ne, neden ağlıyorsun?”
“Analığım dedi ki, bunu makara ipliği gibi eğir.”
“Getir o pamuğu, ben yiyeyim, sen de yanımda otur sar.”
Kız pamuğu ineğe veriyor, inek pamuğu yutuyor. Kulağından incecik makara ipliği gibi çıkartıyor. Kız da sarıyor. İpliği eve götürüyor, bu kız artık hepsinin diline düşüyor, Bu kız böyle güzel ip eğiriyor diye. Analık kızına diyor ki:
“Bak kızım, o nasıl herkesin gözüne giriyor, bugün de sen al pamuğu götür eğir.”
Kız pamuğu alıp gidiyor, kalın kalın eğiriyor. Tabi hiç pamuk iğde eğirilir mi? Eve geliyor, annesine diyor ki:
“Anne ben eğiremedim?”
“Sen yapamamışsın, bak o kız inek otarıyor, hem şişmanlıyor, hem de pamuk eğiriyor.” Analık inekten şüpheleniyor, kocasına diyor ki:
“Bu ineği keselim.”
“Nasıl keselim, biz onun sütünü içiyoruz, yoğurdunu yağını yiyoruz.”
“Yok keseceksin.”
Kadın sonunda kocasını kandırıyor. İneği kesmeğe karar veriyorlar. Bu öksüz kız gidip ineğin yanına oturuyor, ağlıyor. İnek soruyor. “Neden ağlıyorsun.”
“Seni kesecekler, ben ne yapacağım?”
“Beni kestikleri zaman, ben etimi onlara haram edeceğim, onlar yiyemeyecekler, onlara acı gelecek. Sana da şeker gibi gelecek, sen ye. Kemiklerimi de bir beyaz patiskaya sar, benim yemliğimin altına koy.”
İneği getirip kesiyorlar, eti bunlara acı geliyor, yiyemiyorlar. Kıza etler şeker gibi geliyor, o yiyor. Kemikleri toplayıp beyaz patiskaya sarıyor, yemliğin altına gömüyor. Aradan bir iki ay geçiyor. Bir padişah evleniyormuş, bunlar da davetiye kâğıdı geliyor. Analık kendi kızını beziyor, düğüne gitmeden evvel üvey kızına da diyor ki:
“Bu kazanın içini biz gelene kadar gözyaşı ile dolduracaksın.”
“Ben bunu nasıl gözyaşıyla doldurayım?”
“Dolduracaksın işte.”
Bir teneke buğdayla bir teneke mercimeği karıştırıyor, kıza diyor ki:
“Bunları tek tek ayıracaksın. Biz iki güne kadar geleceğiz, sen hem bunları ayıkla, hem de kazanı göz yaşınla doldur.”
Onlar gidiyorlar, bu kız da oturup ağlıyor. Ne kadar ağlasın ki kazan dolsun. O taraftan da bir tuzcu geçiyormuş, ağlama sesini duyunca, soruyor:
“Ne ağlıyorsun kızım?”
“Analığım dedi ki, sen bunu gözyaşınla dolduracaksın.”
“Al kızım, al bir ölçek tuz iki teneke de su koy, işte sana göz yaşı. Göz yaşı da tuzlu.”
Neyse gözyaşı oluyor, oturuyor mercimeklerle buğdayları ayıklıyor. Kapıdan kalbur satan gurbetler geçiyor, bundan ekmek istiyorlar, bu da veriyor, diyor ki:
“Analığım bunları ayıkla dedi, ayıkladım ama bitmiyor.”
“Getir sana eliyelim.”
Eliyor hep buğdaylar altına iniyor, mercimekler üste kalıyor, kızın aklına ineğin kemikleri geliyor. Yemliğe gidip kemiklere bakıyor, orada altın işlemeli elbiseler, atlar, ne arasan var. Kız hemen giyinip ata biniyor doğru düğüne gidiyor. Orada bakıyor analığı ile bacısı ayakkabılığın içinde oturuyorlar. Bu gidince herkes bunu padişahın kızı zannediyor, bunu karşılayıp oturtuyorlar. Biraz oturuyor, bakıyor analığı ile bacısının dönme zamanı hemen onlardan önce kalkıyor. Yolda gelirken aceleden ayakkabısı çeşmeye düşüyor. Bu eve geliyor, üstündekileri çıkarıp saklıyor. Analığı da eve geliyor, bu soruyor:
“Nasıl abla düğün keyifli miydi?”
“Ya çok keyifliydi hele görseydin bir de padişahın kızı geldi, karşıladılar, o kadar kıymet verdiler ki, düğün çok güzeldi, o kız da çok güzeldi.”
Analık kendi üveyi olduğunu bilmiyor. Padişahın oğlu atını çeşmeye götürüyor, orada kızın ayakkabısını buluyor. Diyor ki:
“Bu ayakkabı kimin ayağına olursa ben onu alacağım.”
Her tarafı gezdiriyorlar, kiminin ayağına küçük geliyor, kiminin ayağına büyük geliyor. O kızın ayağına tam geliyor. Analığı az kalıyor patlaya. Düğün yapıyorlar, kızı bindirip götürüyorlar. Yiyor içiyor, muradına geçiyor.
|
KELOĞLAN VE ALTIN BÜLBÜL MASALI[1]
Bir varmış, bir yokmuş; evvel zaman içinde kalbur saman içinde, deve tellâl iken, horozlar berber iken; Bir padişah varmış. Bu padişah, her tarafı camdan bir cami yaptırmış.
Bir Cuma günü namazdan çıkarken, eli yüzü pak aksakallı bir ihtiyar görmüş. İhtiyar padişah’a demiş ki:
“Padişahım, eğer Kafdağı’nın ardındaki, “Altın Bülbül’ü getirir camiin bitişiğine koyarsan, eserin tamamlanır” demiş ve gözden kaybolmuş.
Padişah, günden güne üzülmüş. Bir gün çocuklarına demiş ki:
“Evlâtlarım: Kafdağı’nın ardındaki, Altın Bülbül’ü nasıl getireceğimi düşünüyorum.” Çocukların hepsi bir ağızdan babalarına, söz vermişler.
Atlarına binip; yola düşmüşler. Gel zaman, git zaman bir pınarın başına varmışlar. Yemişler, içmişler tekrar yola koyulmuşlar. Giderken önlerine üç yol gözükmüş. Büyük oğlan haykırmış; Ben birinciden gideceğim. Ortancası ben ikinciden gideceğim. Küçük oğlana da bataklık yol düştü, deyip bir birinden ayrılmışlar. Büyük oğlanla, ortancası giderken, yolları birleşmiş ve bir şehre varmışlar. Paraları kalmayınca da biri hancıya biri de lokantacıya çırak olmuşlar. Biz gelelim küçük oğlan’a;
Küçük oğlan, bin bir zorluk içinde yoluna devam etmiş.
Çalı ve çırpılardan geçerken eli yüzü kan içinde kalmış. Nihayet bir pınara varmış. Pınarın başında eli yüzü nurlu, aksakallı bir ihtiyar görmüş. Selamlaşmışlar. Suyunu içtikten sonra nereye gittiğini niçin gittiğini anlatmış. İhtiyar çocuğu yolundan çevirmek istemiş.
Oğlan:
“Ben babama söz verdim. Ölmek var, dönmek yok.
İhtiyar, oğlanın sırtını üç defa sıvazlamış. Çocuk yine ıssız çöllere düşmüş. Açlıktan, susuzluktan bitkin bir hale gelmiş. Yedi canlı devin sarayına varmış. Devi öldürerek saraydaki peri kızı ile tanışmış. Oradan yoluna tekrar devam etmiş. Gide gide sekiz canlı devin sarayına varmış. Bu devi de öldürerek oradaki peri kızı ile tanışmış. Kız onun nereye gittiğini sormuş; o da “Altın Bülbül’e” diye cevap vermiş. Kız, buraya nasıl gidileceğini, dokuz canlı devden nasıl korunacağını anlatmış. Çocuk, tekrar yola koyulmuş ve dokuz canlı devi de haklamış. Fakat devin sarayında hangi odaya dalacağını şaşırmış. Çünkü 99 odası varmış.
Sarayda bir kedinin işareti üzerine “Altın Bülbül”ü alarak yola koyulmuş ve önce, rastladığı ihtiyarın yanına gelmiş. Saraydan getirdiği eşyaları ihtiyarın yanına bırakarak, kardeşlerini aramak üzere, yeniden yola devam etmiş.
Şehrin birinde kardeşlerini bularak onların her birine birer at almış. İhtiyarın yanına giderek Altın Bülbül’ü almışlar. Eve gelirlerken, ağabeyleri, kıskandıklarından küçük kardeşlerini suya atmışlar. Fakat Altın Bülbül babalarının yanında bir defacık olsun ötmemiş. Suya atılan kardeşleri ölmemiş, sırsıklam gide gide bir çobana rastlamış. Bir altın vererek bir koyun almış. Koyunun işkembesini başına geçirmiş olmuş tam bir “Keloğlan”.
Gide, gide, bir kasabaya varmış. Bir hancıya çırak olmuş. Han sahibi bir gün öyle hasta olmuş ki. Kasabanın tabipleri hiçbir çare bulamamış. Bir aksakallı ihtiyar, “filan padişahın camiinden bir yudum su getirirsen efendin iyi olur” demiş.
Küçük oğlan koşarak, o camie varmış. Buradaki Altın Bülbül başlamış, ötmeye. Bu olayı padişaha müjdelemişler. Padişah bütün halkı geçirmiş, ötmemiş Keloğlan gelince yine ötmüş. O zaman başındaki işkembeyi çıkararak, babasına kendisini tanıtmış.
Ertesi gün, çayıra kırk çadır, kurdurmuş, Altın Bülbülü küçük oğlanın getirdiğini anlamış; diğer oğullarını saraydan kovmuş.
|
KIRK DOST MASALI[1]
Eski zamanlarda gayet zengin büyük bir adamın ipsiz, sapsız bir oğlu varmış. Bu oğlan babasının malını telef edip duruyormuş. Babası ne kadar nasihat etmişse de bu oğlana tesir ettirememiş.
Bu oğlan para sayesinde kırk arkadaş tutmuş ve bu kırk arkadaşın hepsi de oğlanın telefçiliği sayesinde kırk tüccar olmuş.
Oğlanın babası ölürken oğluna:
“ Yavrum, hiçbir sözümü tutmadın, bari ben öldükten sonra eğer başın darda kalırsa tavandaki halkadan sen seni as,” diye vasiyet etmiş. Babası öldükten sonra yine oğlu olanca malını savurup ona buna yedirmeye başlamış. Nihayet günün birinde oğlan eyle bir hale gelmiş ki, kendi malı ile tüccar olan o kırk arkadaşı bile evvelce kendisine ağa derlerken şimdi:
“Fakir yanımıza gelme, bitin gelir,” demeye başlamışlar. Bu sefer de o gendilere “ağalarım” diyormuş. Bir gün bunların kırkı da birleşip kıra eğlenmeye gidiyorlarmış; bu oğlan da arkalarına düşüp:
“Ağalar, ne olur, ben de geleyim, siz cirit oynarken, ben de elbiselerinizi bekler, yemeğinizi yaparım? ,”demiş. Kabul etmişler.
Orada onlar oynamaya çıkmışlar, bu da iki tane kaz kızartmış; oraya koymuş. Pilâvı pişirirken bir çalağan gelip kazın ikisini de kaptan alıp havalanmış. Oğlan:
“Eyvah! Şimdi ne yaparım?” demiş.
Adamlar gelip:
“Hani yemek,” diye sormuşlar. Oğlan:
“Kazları çalağan kaçırdı,” deyinci bunu öldürmek için her biri bir sopa alarak oğlanı vurmak istemişler. Oğlan kaçıp dosdoğru gelip babasının söylediği halkadan gendisini asınca tavandan çuvallarla cevahir taşı dökülmüş. Oğlan bunu görünce hemen eline bir tane alıp dışarı çıkmış. Onlar da zaten kapıya gelmişlermiş. Oğlan:
“Ağalar, bu ne değer?” deyince, hepsinin elinden sopaları düşmüş.
“ Ne bilelim, anca sarrafı bilir” demişler. Oğlan hemen sarrafa gidip birini bozdurmuş; yiyecek, içecek almış. Eşya, karı, çoluk çocuk, azap, hayvan hepsini tamamlayıp zengin olmuş.
Bu hayın arkadaşlardan öç almak için bunları evine davet etmiş. Kırk azabın eline kırk sopa verip içeri saklamış, tüccarlar gelip oturduktan sonra biraz hoşbeş derken ev sahibi:
“Arkadaşlar, benim kılıncımın ucunu sıçan yemiş,” demiş. Adamlar:
“Evet, yir, o kâfir hayvandır,” deyinci:
“Hey namussuzlar, kılıncı sıçan yir de kazları çalağan kaçırmaz mı?” deyip adamlarını çağırıncı kırkını kırkının üzerine yatırıp epeyce dövdürmüş. Misafirler canlarını zorla kurtarıp evlerine kaçmışlar.
Oğlan da bir daha eskisi gibi hareket etmemiş. İyi bir hayat sürmeğe başlamış.
Malı dünya elde iken hep adamlar dost olur,
Malı dünya elden gitse dost dahi düşman olur Sözünün doğruluğunu bizzat anlamış olmuş
|
KELOĞLAN İLE YILAN, KÖPEK, KEDİ VE BALIK[1]
Vakti zamanında fakir bir kadınla bir Keloğlan varmış. Bir gün Keloğlan odunları satıp parasıyla eve dönerken bir tellâlın bağırdığını görür. Tellâlın elinde kapalı bir kutu vardır:
“Bir alan pişman, bir almayan pişman.” diye bağırmaktadır. Keloğlan düşünür, taşınır, bu kutuyu almaya karar verir ve “öyle de battık, böyle de; şu yüz parayı vereyim de bu kutuyu alayım.” der. Kutuyu alıp evine gelir. Annesi de acıkmış, oğlunun ekmek getirmesini bekliyormuş:
“Keloğlan, ekmek getirmedin mi? Ben acımdan öldüm, kel doz doz, kafası boklu.”
“Anne ben bugünkü parayı buna verdim.”
Keloğlan o kutuyu evin tereğine koyar, kutu orada bir müddet durur. Bir müddet sonra o kutu “pat” diye yere düşer, kutunun içinde bir yılan yavrusu. Kadın bağırarak kapıya koşar.
Gidip Keloğlan’a haber verirler, Keloğlan gelir. Bu sırada yılan yavrusu dile gelip konuşur:
“Ey insanoğlu, beni babama götürürsen sana büyük bir mükâfat verir.”
“Yahu ben senin babanı nerede bulacağım?”
“Sen beni götür, ben sana işaret ederim, sen de o tarafa gidersin.”
Bunlar yola çıkarlar. Az giderler, çok giderler, azını çoğunu Allah bilir, bir arpa boyu yol ancak gedebilirler. Öyle bir yere gelirler ki hiç insan yok, her tarafta yılanlar var, insanoğlunu görür görmez yılanlar Keloğlan’a hücum ederler. Fakat Keloğlan’ın yanındaki yılan yavrusunu görünce hepsi geriye çekilip bunları selâmlamaya başlarlar. Keloğlan yılana sorar:
“Ne oldu, bu ne hal?”
“İşte bunlar benim babamın askerleri. Benim babam bunların padişahıdır, falanca yerde de babamın köşkü vardır.”
Köşke doğru giderlerken yılan Keloğlan’a tembih eder:
“Eğer babam sana “Ey insanoğlu, dile dileği, vereyim muradını.” derse sen diyeceksin ki “Şu dilinin altındaki yüzüğü bana vereceksin.” Sakın başka bir şey isteme, sadece o yüzüğü al.”
Yavru yılanın babasının yanına varırlar. Çok sevinen baba der ki:
“Dile dileğini, vereyim muradını.”
“Dilinin altındaki yüzüğü bana ver.”
Bunun elinden yüzüğü alan Keloğlan tekrar memleketine döner. Fakat yolda Keloğlan’da bir pişmanlık belirir. “Yahu ben ne yaptım, adam bana dünya kadar altın verdi de almadım. Bu bir yüzük için altı aydır yoldayım.” O arada nasıl olursa olur, dilini yüzüğe çalar (yüzüğü yalar). Hemen zebella gibi iki arap peyda olur:
“Ey ağa, emret; şu dünyayı yakalım mı yıkalım mı?”
“Dünyayı nereye yakıp yıkıyorsunuz? Ne yakın, ne yıkın. Beni şimdi annemin yanına götürün.”
Keloğlan beş dakika geçmeden annesinin yanında olur.
“Tamam, bu yüzükte iş var.” Diye düşünür. Keloğlan padişahın kızını severmiş. Bir gün annesine der ki:
“Şimdi padişahın kızına dünürcü gideceksin.”
“Dozdoz kel, padişah sana kızını verir mi?”
“Verir anne, sen git iste hele.”
Zavallı kadın korkar. Kendilerinin doğru dürüst yatacak yerleri yok, padişah ona kızını verir mi? Annesi oğlunun kızdığını görünce:
“Dur bakayım dozdozu kel, belki olur. Olursa olsun, olmazsa ne yapalım.”
O zamanlarda kapıların önlerinde masa gibi bir yer varmış. Oraya kim oturursa anlarlarmış ki o düğürcüdür
Padişah pencerenin önünde oturup etrafa bakarken görür ki bir koca nine geldi, düğürcü taşının üzerine oturdu. Padişah cariyelerine emredip koca nineyi köşke çıkarttırır:
“Eeee nine, ne emrin var, buyur.”
“Padişahım, Allah yazmışsa ne diyebilirim. Ama gel ki benim bir vaadim var, bunu yapacaksın.”
“Emret.”
“Benim konağımın gündoğu tarafında bir konak yaptıracaksın, aynı benimkine benzeyecek. Senin konak benim konağa gün ışığını bir buçuk saat geç salacak. O kadar ziynetli, o kadar büyük olacak.”
“Olur, yaptırırım.” deyip eve gelir ve Keloğlan’a çıkışır:
“Ah dozdozu kel, kafana pisleyecekler. Sen bunları ne ile yaptıracaksın? Yemeye ekmek bulamıyorsun. Padişah kendisininki gibi bir köşk istiyor. Nerden alıp da yaptıracaksın?” Akşam olunca annesini yatıran Keloğlan yüzüğü yalar, araplar gelir:
“Yakalım mı, yıkalım mı?”
“Ne yakın, ne yıkın. Padişahın konağının gün doğu tarafında öyle bir saray yaptıracaksın ki padişahın konağından üç kat daha yüksek olacak. Annemle ben de en üst kata bulunacağız.”
Kötü yerlerde yatan ihtiyar kadın sabahleyin uyanır ki ne görsün. Nerdeyse göğe çıkmış:
“Ulan dozdozu kel, sen burayı niye bu kadar yüksek yaptırdın. Allah belanı vermesin, ben buradan nasıl inip çıkacağım?”
Annesi bunların düşünürken Keloğlan seslenir:
“Anne, kalk git, bunu yaptık.”
Annesi tekrar gider, bunu padişahın huzuruna alırlar. Padişah der ki:
“Sarayı yaptırdınız, ikinci vaadim de var”
“O da neymiş?”
“Bizim sarayın orta katından senin yaptırdığın sarayın orta katına altın gümüşten bir köprü lâzım ki kızım gidip geldiği zaman güneş vurmasın. Ben çocuğumu zembillerde büyütüyorum.”
Keloğlan’ın annesi düşüne düşüne evden içeri girer:
“Ah dozdozu kel, ağacı keresteyi mi belliyorsun ki” patpat” yaptırıverelim. Padişah senden altın gümüşten köprü istiyor. Bunu nedene alıp da yaptıracaksın?”
“Adam sen de, olur o işler. Hele sen bizim yemeğimizi getir hele.”
Yemeklerini yerler. Akşam olup da anası yatınca Keloğlan yine arapları çağırır:
“Böyle böyle bir köprü isterim!”
O gece köprü de kurulur. Padişah bakar ki bundan kurtuluş yok. Tutup büyük kızını buna verir. Düğünlerini yapıp bunları içeriye atarlar.
Yerler içerler, aradan bir müddet geçer. Karısı padişaha der ki:
“Gidip kızımızı görelim, onlar bize geldiler, şimdi sıra bizim.”
“Eee hanım ne götürelim? Zenginlik dersen bunlar bizden zengin, paraya ihtiyaçları yok.
Bunlara ne hediye götürelim?”
Padişahın bir Arap kölesi varmış, onu götürmeye karar verirler.
“Bunu götürelim de, yer içer, kalkıp gelirken de “Enişte, bu Arap köle şimdiye kadar bize hizmet ediyordu. Bundan sonra da sana hizmet etsin.” der, bırakırız.”
Arap köle ile birlikte gelirler. Yerler içerler, gitme zamanı gelince:
“Enişte, Arap köle şimdiye kadar bize hizmet etti, bundan sonra da sana hizmet etsin.” deyip Arap köleyi orada bırakırlar. Oysa Keloğlan’ın karısı ile Arap kölenin arası çok kıyakmış: sarayda padişahtan habersiz dalga geçerlermiş.
Arap köle hizmet etmekte olsun, Keloğlan da tazısıyla pisiğini alıp ava kuşa gidermiş.
Alıştığı için avcılığı bırakamamış.
Bir gün Arap köle Keloğlan’ın karısına der ki:
“Bu Keloğlan eskiden acından ölüyordu, bunda bir hüner var. Bunu bir öğren.” Karısı Keloğlan’ı sıkıştıra sıkıştıra öğrenmeye çalışır:
“Biz seninle evlendik, hayatımız bir. Sen niye sırrını bana demiyorsun?”
“Benim sırrım cüzdanımın içindeki şu yüzüktür.”
Gece Keloğlan uyurken kız yüzüğü alıp hemen Arap köleye verir. Köle alır almaz parmağına takar ve yalar. Hemen Araplar gelir:
“Emret, yakalım mı, yıkalım mı?”
“Ne yakın, ne yıkın. Kızı, beni, bir de sarayı denizin ortasındaki şu kulede isterim. Keloğlan ile annesini de eski kaz damlarına götürüp atacaksın.”
Beş dakikanın içinde bu işler olur. Sabahleyin Keloğlan kalkar kalkmaz kafası tahtalara vurmaya başlar:
“Eyvah!” der. Bakar ki yüzük yok. Doğruca padişahın yanına gider. Padişah bunu eski devletli Keloğlan zanneder:
“Enişte üzülme, ben sana küçük kızımı veririm. O daha güzel, daha içli.”
“Yok, padişahım, ben kız filan istemiyorum.”
“Ya ne istiyorsun?”
“Ben gelinceye kadar anneme bakacaksın, başka bir şey istemem.” Annesini orada bırakır, tazı ile pisiğini alıp yola koyulur.
Bu Keloğlan’ın bir bacısı varmış, bacısını Zümrüt-ü Anka kuşuna vermişlermiş. Keloğlan epeyce bir yol aldıktan sonra bir gün bir ulu ağacın dibine istirahat etmek için oturur. Bir de bakar ki bir kuş gelip bunun yanına indi:
“Selâmünaleyküm.”
“Aleykümselâm.”
“Nerelisin?”
“Felancı yerliyim.”
Birbirlerinin aslını neslini sorunca kuş Keloğlanı tanır:
“Yahu sen benim kanımsın.”
“Nasıl olur yahu?”
“Ben senin enişten değil miyim?”
Orada akraba olduklarını anlarlar. Kuş sorar:
“Eee, ne iş için buralara düştün?”
“Durum böyle böyle.”
“Akdeniz’in ortasında bir saray payda oldu, eskiden yoktu. Birkaç gün içinde gördüm.” Keloğlan tazıyla pisiği alıp oraya gider. Tazı dile gelip kediye yavaşça der ki:
“Pisik, bu adam arkasında odun taşıdı, bize baktı. Şimdi sıra bize geldi. Benim arkama bineceksin, oraya gideceğiz. Ben sineceğim, sen pencereden içeri hopluyacaksın, bu yüzüğü almaya gayret edeceksin. Bu arada bana da ekmek getir. Tekneden filan çal getir, aç kalmayayım ben de.”
“Olur, ben işi beceririm.”
Onlar oraya giderler. Tazı ağaçlar arasında sinip dururken pisik içeriye sıçrar. Kız pisiği görür görmez heveslenir. Orada da pek çok fare varmış, farelerden çok canları yanmışmış. Pisik fareleri kovalamaya başlayınca Arap köle de kız da bunu sevmeye başlarlar. Bunlar yatarken pisik de fareleri kovalamaya devam eder. Farenin biri der ki:
“Yahu, pisik kardeşlik, zorun ne, bizim kökümüzü mü keseceksin?”
“Ya yüzüğün yerini haber vereceksiniz, ya sizin kökünüzü keseceğim.”
Farelerden biri der ki: “Yemin et beni yemeyeceğine, ben yüzüğün yerini diyeyim.”
“Seni yemeyeceğim, gel söyle.”
“Yüzük, arabın dilinin altında uyuyor.”
“Bunu nasıl çıkaracağız buradan?”
“Senin gözlerin ışıklıdır, sen karyolanın alt tarafına dikil. Ben kuyruğumu götürür arabın burnuna sokarım. O zaman arap tıksırır, tıksırınca yüzük ağzından düşer, sen de yüzüğü alıp kaçarsın.”
“Tamam.”
Kararlaştırdıkları gibi yaparlar. Pisik yüzüğü kaptığı gibi tazının yanına gelir:
“Tazı kardeşlik, yüzüğü buldum, haydi gidelim.” Bunlar denizin ortasına gelince tazı başlar:
“Yüzüğü bana ver, yoksa seni denize atarım.”
“Tazı, senin ağzın gevezedir, balık malık görürsün, “hav” deyip yüzüğü denize düşürürsün.”
“Yahu olmaz, niye yapayım?”
Zavallı pisik korkmaya başlar. Denize atılırsa boğulup gidecek. Mecbur kalır yüzüğü tazıya vermeye. Tazı balık görüp de “hav” deyince yüzük ağzından denize düşer ve bir balık kapıp yutar.
Bunlar işi berbat etmiş olarak karşıya çıkarlar. Keloğlan tazıya çalıp çevirmektedir. Pisik:
“Dur dur, tazıya çalma. Bu bana lâzım. Sen git, bu yüzüğü buluncaya kadar bekleyeceksin.”
Bu ikisi balıkçıları takip etmeye başlarlar. Tor ile balık tutan balıkçıların yanına giderler. Meğer pisik yüzüğü yutan balığı tanıyormuş. Balıkçılar balıkları getirince tesadüfen o balık da torun içinden çıkar. Pisik nasıl o balığı alırsa kaçar gider. Arkasından koşarlarsa da biri bağırır:
“Canım bir balıktan ne çıkar, baksana yüzlercesi var.”
Pisik hemen tazının yanına gelir, o da balığın karnını yarar. Hakikaten de yüzük balığın karnında. Yüzüğü alır almaz. Keloğlan’a kavuşurlar. Keloğlan yüzüğü parmağına takar takmaz yalar, hemen Araplar gelir:
“Yakalım mı, yıkalım mı?”
“Ne yakın, ne yıkın. Denizin ortasındaki sarayın içindeki arap köle ve kızla beraber evvelki yerine, beni de annemin yanına.”
Hemen bu işler yerine gelir. Keloğlan da padişahın yanına gider:
“Padişahım, işte hepsini topladım getirdim.”
Padişah gelir, bakar ki Arap köle ile kızı birbirlerine öyle sarılmışlar ki aralarına su döksen sızmıyor.
“Vay, durum böyle ha?”
Padişah kılıcını çeker çekmez ikisini de yatakta öldürür, küçük kızını da Keloğlan’a verir.
Yeniden düğün kurulur.
Yeyip içip muratlarına ererler.
|
KURNAZ KURT MASALI[1]
Bir varmış bir yokmuş, Evvel zaman içinde şu bizim Çin’de. Develer tellâl, pireler berber iken, ben anamın anasının beşiğini tıngır mıngır sallar iken, Kalbur elek, kambur felek üstüne söz ederken. Ulu mu ulu, yüce mi yüce bir dağ varmış. Ama ne dağ ne dağmış. Dağ mı desem bağ mı desem diye gören şaşarmış. Doruğuna bakan dağ, eteklerindeki bağlara bakan bağ dermiş. İşte bu dağın yüce doruklarında bir kurt belirmiş.
Kurt da kurtmuş hani. Canavar gözlü, kalın enseli, ziyankâr mı ziyankâr bir yaratıkmış. Gece düze iner, köye girermiş. Köyün keçi, at, eşek Allah ne verdiyse yermiş. Har vuranın harman savuranın hesabı köyün alikıranı kesilmiş. Köylüler, bakmışlar ki, olacak gibi değil; sarılmışlar silâha, koyulmuşlar etekleri bağ yüce dağ yoluna.
Az gitmişler uz gitmişler derken dağa gelip yedi koldan dağı taramaya koyulmuşlar. Aman dememişler, uyku nedir bilmemişler, yedi gün yedi gece kurdu izlemişler. En sonunda kurdu görmüşler. Ama ne var ki, vuramamışlar. Bu sefer yedi kolda yedi tuzak kurmuşlar. En sonunda kurnaz kurdu tutup köy odasına getirmişler.
Köy odası bir âlemdir. Orada kanun köyün gelenekleri ile töresidir. Kanun demek dayak demektir. Bunları bilen kurt odadakilerden korkmuş. Odadakiler de kurttan korkmuşlar. Dayak yerine sorgu sual etmişler. "Bre kurt demişler, hayvanlarımızı niçin yiyorsun? Yazık değil mi fakir fukaraya?" Kurt önce susmuş, sonrada soruya şöyle karşılık vermiş.
“Ben bir kurdum. Bende de can var. Sizin gıdanız ekmek ise benimkisi de et. Hayvanlarınızı yemeyeyim de ne yiyeyim? İstiyorsanız hayvanlarınızın kurtulmasını, getirirsiniz her gün bir kilo et bana, O zaman yemem hayvanlarınızı.”
Köylüler çaresiz peki demişler, kurdu dağa koyvermişler. Bir yuva yapmışlar köylüler kurda. Sıraya koymuşlar kendilerini. Sırası gelen eti götürür kurdu beslermiş. Ne var ki, günler günleri, haftalar haftaları kovalamış derken, akan zaman içinde köyün hayvanları bitmeye ramak kalmış. Bakmışlar ki, olacak gibi değil; vazgeçmişler et götürmekten köylüler. Kurt yuvasında bir gün iki gün derken sabırla beklemiş, köylülerin et getirmelerini. Bakmış ki, ne gelen var ne giden gözleri kararmış açlıktan, kulakları düşmüş yere. Gözlerinde bir kin, bin öfke.
Kalkmış yerinden kurt, yavaş yavaş inmiş düze. Bakmış ki, bir eşekle sıpası otluyor düzde. Eşekten bir kilo, sıpasından yarım kilo kararlayıp yemiş. Gerisin geriye dönüp yuvasına girmiş.
Akşam olmuş, eşek, sıpası ile eve geri gelmiş. Attığı nara ile dağı taşı inletmiş. Kurttan ağlaşmış, sahibinin yüreği dağlanmış. En sonunda sahibi soluğu köy odasında almış. Toplanmış köylüler, koyulmuşlar yola. Kurdu tutup getirmişler tekrar köy odasına "Eeee… demişler söyle bakalım:"
“Niçin yedin eşek ile sıpasını?” Kurt kaldırmış başını, vermiş karşılığını.
“Et getirmezseniz yerim bile danasını.” "İyi ama" demiş köylüler:
“Bak köyde hiç hayvan kalmadı. Ne çift sürecek, ne de güdülecek hayvan, bizler ne ederiz bu zaman.”
“Ben anlamam demiş kurt. Yoksa sizi de yerim.”
İşte o zaman olan olmuş, odadakiler bir iyice korkmuş. Bir çift söz etmeden, yan gözle bile kurda bakmadan dışarı çıkmışlar. Kurt kahkahayı basmış.
Meğer o da korkmuş. Yaptığı kurtulmak için yolmuş. Odadan çıkmış. Kaçıp bilmedik illere gitmiş, Gidiş o gidiş. Bir daha ne kurdu gören olmuş, ne de köyün hayvanlarını yiyen. Onlar ermiş muradına, darısı dertlilerin başına.
|
TEMBEL ÇOCUK İLE PADİŞAH KIZI[1]
Evvel zaman içinde hem varmış hem yokmuş; ihtiyar bir kadının bir oğlu varmış; çok tembel imiş, o kadar ki; yatağından dışarı çıkmaz, her şeyi ayağına istermiş. Anası buna bir çare bulamamış.
O yerin kralı bir gün uğursuz bellediği küçük kızını, kovmuş, sokağa atmış. Kız da başını alır, gide gide yolu bir kulübeye düşer; meğer orası oğlanın barınağı imiş. İçeri girince oğlanı yatar görür. Oğlan kızdan hemen ekmek istemiş. Kız oğlanı âlâ bir sopa çekerek ıslatır: İşte ekmek, kalk git oradan al, zıkkımlan, demiş ve hep böyle yapmış. Oğlan kıza Azrail adını vermiş. Derken oğlan yavaş yavaş huyunu bırakarak işe gitmeye, her şeyi kendi eliyle yemeye, her işini kendi ayağı ile görmeye başlamış,
O yerde deveciler varmış. Annesi onu oraya çalışmaya vermiş. Deveci de tembeli yanına almış. Oğlan ne kadar para alıyorsa bütün kazancını kızın eline verir, bir kuruş olsun harcamazmış. Böylece geçinip giderlerken deveciler mal alıp vermek üzere geziye çıkmışlar, oğlanı da yanlarına almışlar; anası ile kral kızı evde kalmışlar.
Bunlar giderken karşılarına bir ihtiyar çıkmış, birkaç özlü söz söylemiş. Oğlan bu ihtiyarın öğütlerini yerine getirmiş ve yollarına koyulmuşlar. Yolcular çok susamışlar, dilleri damaklarına yapışmış. Derken bir kuyu bulmuşlar; fakat suyu akmıyormuş, eksilmiş Oğlana: “İn şu kuyuya suyu salıver.” demişler. Oğlan hiç korkmadan kuyuya inmiş. Orada oğlanın karşısına uzun sakallı bir dede çıkmış, oğlana bir nar ve bir de havlu vermiş. Oğlan bunları saklayarak yukarı çıkmış. Bu arada kuyunun suyu da akmaya başlamış. Arkadaşları kana kana içerlerken oğlan bir aralık sıvışarak koşa koşa eve varmış, tez dönerek kervanın yanına gelmiş. Neyse gidecekleri yere varmışlar, Oğlan devecilerle gezedursun.
Bir yandan kız o narı kırar, içinden bir sürü elmaslar çıkar. Havluyu da açınca meydana birçok askerler çıkar. Kız orada bir saray kurdurur, içini döşer süsler, Oğlan yolculuktan dönünce kulübeyi bomboş bulur. Hemen orada bir taşın üzerine çömelir, düşünmeye başlar, Yorgunlunu adamakıllı giderip dinlenmeden bir sürü adam etrafını çevirerek palas pandıras yakalayıp kızın yaptırdığı saraya götürürler. Sıcağa sokarlar, bir güzel yıkarlar, giydirirler, kuşadırlar. Kız oğlanı karşılar. Tılsımlı havluyu açar. Ne görsün ki; selâm veren askerle bando takımları gümbür gümbür çalıyor. Parlak bir törenle kız oğlan kol kola içeri girerler.
Oğlan o yerin şahı oluyor. Mutlu bir hayat geçirirler.
Ben de o gün bu gençlere bir tepsi baklava yapıp göndermek istedim. Oradan bir kurbağa, vak vak! Diye ötmeye başlayınca ben bunu bırak bırak! Diye anladım. Tepsiyi yere atmamla kaçmam bir oldu. Veremedim gitti…
Onlar ermiş muradına biz çıkalım kerevetine…
|
KORKAK ADAM VE DEVLER[1]
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, deve tellâl iken, pire berber iken ben babamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken bir adam varmış. Bu adam o kadar korkakmış ki ayakyoluna dahi karısı götürürmüş. Bir gün akşam bu adam yine sıkışmış ve karısına yalvarmış yakarmış adamın bu hali kadının canına tak demiş. Nihayet kadın adamı ayakyoluna götürmüş ve adamı içeriye kapatmış, kapıyı da kilitlemiş gitmiş, adam da tabii ayakyolunda kalmış. Adam, yalvarmalarının para etmeyeceğini anlayınca, oradaki bir pencereden dışarıya çıkmayı becermiş. Fakat eve gidemeyeceği için başka bir yere gitmiş. Az gitmiş, uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş, altı ay bir güz gitmiş ve nihayet büyük bir saraya varmış. Sarayın kapısını açıp içeriye girmiş. Bir de ne görsün? Büyük bir oda, ortada kırk tane kazan kaynıyor ve etrafında da kırk tane dev sohbet ediyor. Bunun geldiğini gören devler hayret etmişler ve devlerin en büyüğü, herkes bizim izimizi, tozumuzu görünce kaçar. Sen nasıl korkmadan bizim evimize girebildin, demiş. Adam da demiş ki: Hay yavrularım senelerdir sizi arıyorum ve nihayet çok şükür bulabildim. Çünkü ben sizin dedenizim, siz bu halime bakmayın, artık ihtiyarladım. Geçmiş, baş köşeye oturmuş. Devler de inanarak dedelerine hoş geldin demişler. Adam artık orada yerleşmiş kalmış. Bir gün yatmaya gittiğinde devler toplanarak dedemiz artık gitmiyecek gelin biz gece yarısı gidip onu baltalarımızla öldürelim, demişler. Bunu da bizimki duymuş ve onların haberi yokken yatağının içine koca bir kütük koymuş, başlığını da kütüğe giydirmiş ve kendisi de yüklüğün içine saklanmış. Gece yarısı olmuş, devler gelmişler, karanlıkta kütüğe dedelerine vuruyoruz zannıyla vurmaya başlamışlar ve iyice yorulunca artık ölmüştür diye odalarına çekilmişler. Onlar gidince adam hemen yerinden çıkmış, odun gamgalarını, bütün küllükleri toplamış ve dışarıya bir yere atmış, sonra gelmiş yerine yatmış. Sabah da her zamanki gibi kalkmış ve bu gece beni pireler de bir türlü uyutmadı, demiş. Devler onun bu sözlerini duyup ölmediğini görünce, müthiş korkmaya başlamışlar. Yine bir gün yatmaya gidince devler toplanmışlar. “Yarın bir yarış tertip edelim, bu bir yürüme yarışı olsun, kim yürürken daha çok toz çıkarırsa ona bir çuval altın verelim. Eğer dedemiz kazanmazsa buradan gitsin” demişler. Bunu da duymuş ve onlar görmeden, giyeceği kendi çizmelerine toz doldurmuş. Ertesi gün devlerin en büyüğü dedelerine yarış yapılacağını söylemiş ve yarış başlamış. Devler hem hızlı yürüyor hem de toz çıkarıyorlarmış, dedeleri ise çizmelerine toz doldurduğu için onlardan daha çok toz çıkarıyormuş. Bunun üzerine “Oğullarım gördünüz mü ben ihtiyarım ama sizden daha kuvvetliyim demiş. Yarışı da kazanmış. Devler demiş ki: Dede yarışı kazandın, sana bir çuval altını verelim, sen de buradan git. O da, yok yavrularım, ben sizi zor güç buldum, artık bir daha bırakmam demiş.
Devler dedelerinden kurtulabilmek için bir çare düşünmüşler. Bu da şuymuş: Ertesi gün bir yarış daha yapacaklarmış, bu yarışta kim taşı sıkıp un yapabilirse ona bir çuval altın verilecekmiş, dedeleri bunu da konuşurlarken duymuş ve gizlice mutfaktan bir peynir bulmuş ve cebine saklamış. Ertesi gün buna yarışı söylemişler ve yarış başlamış. Dedeleri kendine iki yassı taş bulmuş ve kimse görmeden peyniri de arasına koymuş ve bakın evlâtlarım, taşı un etmek değil, taşın suyunu bile çıkarıyorum demiş. Tabii bu yarışı da kazanmış. Devler buna demişler ki, “Geçen seferki altınlarını da verelim şimdikini de verelim. İki çuval altının olur, seni de altınlarını da evine kadar dalımızda götürelim. Biraz nazlanmış, fakat sonra razı olmuş. Devler de bunu altınlarıyla birlikte dallarında evine götürmüşler. Kapısının önüne koyup dönmüşler. Adam evinin kapısını çalmış, kim o diyen karısına ben geldim, demiş. Karısı da mendilini göster, kocam olduğunu bileyim, demiş, Bu da göstermiş, karısı kocasının geldiğini anlayıp içeriye almış, adam altınları da içeriye getirmiş ve karısına “Sen beni ayakyoluna kapatmasaydım, bunları bulamayacaktık” demiş ve başından geçenleri anlatmış, yemiş içmiş muratlarına ermişler.
|
MİTİŞİK KIZ[1]
Zamanın birinde, birbirleriyle arkadaş olan beş kız varmış. Bunlar her gün tuturuk1kazımaya giderlermiş. Bir gün kazıdıkları tuturukla evlerine dönerlerken yorulmuşlar, rastladıkları bir evin kapısını çalmışlar.
“Teyze, bizi bu akşam misafir eder misin? Çok yorulduk da,” demişler.
Meğer orası bir dev anasının eviymiş. Kızları hemen içeri almış, yüzlerine gülmüş, rahat yataklar yapmış, karınlarını doyurmuş ve yatırmış. Maksadı, kızlar uyuyunca, onları yemekmiş.
Kızların içinde pek akıllı, pek kurnaz, Mitişik adında bir kız varmış. Devin maksadını sezmiş ve uyumamış. Dev dişlerini güzelce bilemiş, kızları yoklamaya gelmiş. Uyuyup uyumadıklarını anlamak için usulca seslenmiş:
“Kızlar, kim uyuyor, kim uyanık?”
“Mitişik kız uyanık.”
“Kızım sen niye uyumadın?” deyince kız:
“Evde iken, anam bana her gün baklava, börek pişirir, onları yer, ondan sonra uyurdum,” der.
Dev anası, kız uyusun diye istediklerini yapar, önüne getirir. Mitişik kız da arkadaşlarını uyandırır, kendilerine güzel bir ziyafet çekerler ve gene yatarlar, fakat Mitişik kız uyumaz. Dev anası yine gelir, usulcana seslenir:
“Kızlar, kim uyuyor, kim uyanık?”
“Mitişik kız uyanık.”
“Kızım sen niye uyumadın hâlâ?”
“Ben evde, baklava, böreği yedikten sonra, anam bana ırmaktan bir kalbur dolusu su getirir, onu içtikten sonra uyurdum,” der.
Dev anası çaresiz, bir kalbur alır, ırmağa su getirmeye gider. Kalburu suya daldırır, çıkarınca su deliklerden boşalırmış, kalburun deliklerine çamur sıvar, her yola başvurur, fakat bir türlü kalbura su dolduramazmış. O suyu doldura dursun, biz gelelim evdekilere.
Dev anası ırmağa gidince, Mitişik kız arkadaşlarını uyandırır:
“ Aman kızlar, buradan kaçalım, dev anası bizi diri diri yiyecek,” der. Ama gitmeden önce şu dev anasına öyle bir oyun oynayalım ki, Mitişik kızı unutmasın.
Bunun üzerine, tuturuk denklerinden birini evin ortasına yığarlar, kibriti çakarlar. Tuturuk otu çabuk ateş alan bir ot olduğu için, birden bire parlar, alevler volan volan yükselir, bir çırpıda evin her yanını kaplar.
Kalburu bir türlü su dolduramayan dev anası yorulur, evin yolunu tutar. Bir de ne görsün, evi kül olmak üzere.
“Ah Mitişik kız, vah Mitişik kız; böreğimi, baklavamı yedin, doymadın. Şimdi de evimi ateşlere yediriyorsun, ben sana gösteririm,” der.
Öte yanda kızlar, fak[2]kurarken, faka basan devin hiddetini seyrediyor, keyifleniyorlarmış. Yedik içtik murada geçtik.
|
README.md exists but content is empty.
- Downloads last month
- 3