index
int64
0
6.84k
content
stringlengths
5
17.9k
0
BATUHAN ERDURCAN 21301855 TURK 101-13 ÖDEV 3-2 ALİ TURAN GÖRGÜ 12.10.15 DEĞİŞEN EVRENSEL BİR İKON Marilyn Monroe akıllarda hep güzel sarışın olarak kaldı. Marilyn MONREO’ yu bir kez de izlemek yerine okumak, tanımak, belki de böylesine güzel bir kadınla tanışmak biraz da sohbet etmek istedim. Başardım da ama bu kez onu hırçınlğıyla değil, hırçınlığının ona verdiği ızdırapla sevdim. Şaşırdım kendime; bir kadını izleyerek değil okuyarak sevdim. Kendi kendine yazdığı notlarda zayıflıklarını farkederek sevdim. Aslında onunla yalnız kalmak istemiştim. Sayfalara başlamadan önce sanatsal bir kişiliğin bana elçi olacağını tahmin edememiştim. Zaman zaman araya gireceğini hakkında her şeyi bildiğimi sandığım bir kadını yeniden tanıyacağımı düşünmek planlarım arasında değildi. Her sayfada yeni bir dökümanla yeni bir Monroe tanımak da aklıma geldi desem yalan olacaktı. Her gün yalanlarla yaşamayı öğrenmiş bir kadına yalanlarla dolu bir hayranlık besleyemezdim artık. Kadınlara yalan söylemeyi sevecek adamlar bu satırlarda artık mevcut değildi. Marilyn Monroe akıllarda hep güzel sarışın olarak kaldı. Ama bundan sonra Monroe sadece güzel sarışın değil, cinsiyetini arkasında bırakmış bir zeka olarak karşımdaydı. Öylece durduğu an, sanıyorum kadınları tanımanın zorluğunu fark ettiğim andı. Bütün bir dünyanın yanlış anladığı bir insanı tanıyamamış olmakta haklıydım belki de. Kadınları bu kadar anlamıyor oluşumuzun altında belki de emsalsiz oluşları vardı. Marilyn’in emsalsizliği gibi, herkes gibi, kadın gibi, insan gibi ama ulaşılmaz biri... Hepimiz bir yerlerde aynı şekilde başlamıştık ama onun gibi kadınlar benim gibi adamlara göre biraz fazla hırpalanmıştı. Güzel olmak bunu hiçbir zaman haketmemişti ama benim gibi adamlar kadınlara haketmediklerini yapmayı bir zamanlar bu satırlardan uzaktayken severlerdi. Marilyn Monroe akıllarda hep güzel sarışın olarak kaldı. Öyle kalmayı hiç istemedi, ama öyle olmayı öğrendi. Seçmedi ama benimsedi. Kandırmamıştı, anlatmamıştı ama sevmişti, bana kalırsa çok sevmişti. Önemli adamlar sevmişti mesela ama önemli olanlar tarafından sevilmeyi değil arzulanmayı öğrenmişti. Monroe’nun kendi hakkındaki düşüncelerinin aksine, güçlü bir kadın imajı çizmişti bu sayfalarda bana. Güçsüz bir adam olarak kendimi savunmadan duramazdım ama o kayıtsız kalabilmeyi başarabilmişti. Birileri onun kim olmasını istediyse o olabilmişti. Olduğu kişiyi sevmeyeceklerse, olmadığını sevmelerine izin vermişti. Güçlüydü, birilerinin sizi sevmesine, değiştirmesine izin vermek güç isterdi. Güç büyürken kalbinizden beslenir, sahiplendiğiniz sevgilerden vazgeçirmeyi severdi. Ve böyle kadınlar güçlü olma yolunda hırpalanmak için fazla güzeldi. Hepimiz bir yerlerde aynı şekilde başlamıştık ama onun gibi kadınlar benim gibi adamlara göre biraz fazla hırpalanmıştı. Onun gibi kadınlar bilmezdi ama öyle güzelleri hırpalamak en çok da bizim gibi adamları üzerdi. Marilyn Monroe akıllarda hep güzel sarışın olarak kaldı. Basit düşünen bir adamsanız 20.yüzyılın en büyük ikonuyla, öylesine güzel bir sarışınla tanışmak değil ona bakmak, sahip olmak isterdiniz. İstemişlerdi de ama unuttukları birşey vardı, bir kadına sahip olamazlardı. Onun aşkına, sevgisine, arzularına ve günlerine eşlik edebilmişlerdi sadece. Bir kadını sevebilir, kendinizi sevdirebilirdiniz ama o her zaman kadın olmaya, birey olmaya, kendi olmaya devam ederdi ve edecekti de. Evet, Marilyn’i kendi olarak sevmeyenler olmuştu, ona biçilen evrensel imajda yüzlerce aşk tükenmiş ve onu da tüketmişlerdi. Kameraları kendine aşık etmiş bir kadına yüzlerce insanın birşeyler beslemesi tesadüf değildi. Ancak bu kitapla yeni ve gerçek bir Marilyn’le tanışmak, onu anlamak sanki bir anda mümkünleşti. Ve inanın şimdi o eskisinden daha da güzel, daha da güçlü ve daha fazla ızdırabın içinde. Çünkü farketmesek de bir evrensel imajdan çıktı ve yine bir başkasının içinde. Ve yine kendi olmaya devam ediyor, kandırmadan, anlatmadan ama severek hem de çok severek ama bu kez tanımadığı adamları, benim gibi adamları. KAYNAKÇA Marilyn Monroe - Notlar - KitapGalerisi l kitapgalerisi. (n.d.). Retrieved October 11, 2015, from http://www.kitapgalerisi.com/Marilyn-Monroe-Notlar_179075.html
1
Yalçın Arslan 21300458 Aslı Uçar TURK 102-26 04 Kasım 2014 BEN ÖLÜM Ben ölüm... Herkes korkar benden. Herkes tarafından dünyanın en kötü olayı olarak algılanırım. Gidenin ardından acının tarifsiz kaldığı cenazeler yapılır, benim yüzümden. İnsanlar, artık içlerine sığmayan acılarını dışa vurabilmek için yürekleri parçalayan ağıtlar yakarlar. Boğazlar düğümlenir, yutkunmak güçleşir. Gidenin acısı aylarca, yıllarca kalır geride kalanlarda. Zaman geçmek bilmez, yaşamak manasız hale gelir. Giden geminin yokluğuna bir türlü inandıramaz kendilerini limanda kalanlar. Bütün bu yaşattıklarıma rağmen, kulağınıza çok garip gelse de ben gerçekte iyi biriyim. Aslında benim bu kadar kötü algılanmamın sebebi en büyük düşmanım olan “yaşam”dır. Yaşamın uzunluğuna ve dışarıdan bakıldığındaki güzelliğine; yaşamdaki kısa süreli aşk, heyecan, mutluluk gibi duygulara aldanır insanlar. Oysa içine bakıldığında ne zorluklarla, acılarla, üzüntülerle doludur bu hain düşman. İnsanlar doğduğundan beri onlara sorumluluklar yükler. İnsanlar, bebekliklerinde zorla yemek yemek, uyumak zorunda kalırlar. Biraz büyüdüklerinde ilkokula başlamalarıyla birlikte, bitmek tükenmek bilmeyen en az 16 sene olup 25 ve üstü yıllara kadar çıkabilen eğitim serüvenine yelken açarlar. İlkokulda, lisede, üniversitede saatlerce bir sırada oturup ders dinlemek zorunda kalırlar. Ödevler, ders kitapları, sınavlar, küçük sınavlar en yakın dostları olur. Okulun onlara yüklediği sorumluluklardan kendilerine yeterince zaman ayıramazlar, eğlenemezler, arkadaşlarıyla vakit geçiremezler. Bütün bunlar yetmezmiş gibi kalp kırıklıkları, aşk acıları, sıkıntılar da peşlerini bırakmaz. Ardından, yaşamın kurduğu bu oyunda var olmaya devam edebilmek için işe girerler ve ömürlerinin son yıllarına kadar gece gündüz demeden saatlerce çalışırlar. Daha sonra, evlenip çocuk yapmalarıyla birlikte bu kirli oyuna bir kişi daha kazandırırlar ve bütün zamanlarını sıkıntılara, zorluklara, güçlüklere göğüs gererek çocuklarını büyütmekle geçirirler. Yaşlanırlar, yaşamlarının son yıllarına doğru emekli olurlar. İki kuruş emekli maaşıyla bu oyun bitene kadar geçinmeye çalışırlar. Aslında, dışarıdan bakıldığında yaşam; aşk, mutluluk, heyecan, sevinç sembolü iken onun o üzerindeki parıltılı örtüyü kaldırdığınızda bütün bu bahsettiğim sorumluklar, zorluklar, acılar, güçlüklerden başka bir şey değildir. Bu sinsi düşman insanlara bu kadar ağır sorumluklar yüklerken, onlara türlü acılar, sıkıntılar çektirirken ben dünyanın en kötü şeyi olarak algılanırım; yaşam ise dünyanın en değerli ve güzel şeyi. Oysaki, ben yaşam gibi insanlara ağır sorumluluklar yüklemem; kalp kırıklıkları, kederler, zorluklar yaşatmam. Ben, onları bu kirli oyundan kurtarmak ve onların gözlerini açmak için didinir dururum. Bu uğraşının sonunda kısa bir an gelir; kalbin durması, nefesin kesilmesiyle yaşam sona erer. Yaşamın sona ermesiyle insanları, yaşamın yarattığı bütün zorluklardan, kirli oyunlardan kurtarıp onları sonsuz bir yolculuğa gönderirim. Ama bu asla görevimin bittiği anlamına gelmez. Ben, son bir kişi dahi kalmayana kadar bu kirli oyunla mücadele ederim. Ben ölüm… Ben asla kötü biri değilim. Bu anlattıklarıma rağmen sizin yine de fikrinizi değiştiremeyeceğimi ve yaşamın oynadığı bu kirli oyuna uymaya devam edeceğinizi biliyorum. Aslında sizlere de hak veriyorum. Yaşam, dışarıdan öyle güzel gözüküyor ki ona kanmamak elde değil. İşte bu yüzden siz hain düşmanıma kanmaya devam edeceksiniz, ben ise her zaman gözünüzde dünyanın en kötü olayı olarak kalacağım. Ancak, ben hiçbir zaman pes etmeyeceğim ve hep gizli bir kahraman olarak kalacağım. Sizi düşmanımın oynadığı bu kirli oyundan kurtarmak için sonsuza dek savaşacağım. Not: Yaşamın oynadığı bu oyuna kanmaktan son derece mutluyum. Sadece ölüme bir de bu açıdan bakmanızı istedim.
2
Sudenur SOYSAL GÜZELLİK Mİ ÇİRKİNLİK Mİ HAVUZ BAŞINDA MANKENLİK Mİ? Güzellik insanların önem verdiği bir niteliktir. Gerek iç güzellik gerek dış güzellik olsun aranılan bir nitelik. Kimse çirkin olmak istemez ya da kimse çirkin bir karaktere sahip olmayı tercih etmez. Örneğin 2017’de sinemaya uyarlanmış, dillerde eskimiş Güzel ve Çirkin masalı da iç güzelliğin önemini vurgulamak amacıyla anlatılmış, kültleşmiş bir eser. Mesela hep yine geçmişten dilimize düşen “İç güzelliği yüzüne yansımış.” ifadesi de güzellik kavramını nasıl da yüceleştiriyor. Güzellik düşüncelerimizde illa ki iyilik, hoşluk sembollerini çağrıştırır. Bazıları bir gökkuşağı düşünür güzellik denilince. Bazıları kibar bir davranış düşünür. Bazıları sevgililerini düşünür. Bazılarının aklına Monet’nin bir eseri düşer. Güzellik kavramı böylesine çeşitlenmişken neden hepimizin ağzından aynı şekilde çıkıyor? Güzellik aslında nedir? Bu soruya verilen cevabı değerlendirirsek, güzelliğin sembolü güzel olmak için mi var olmuş yoksa biz ona güzel dediğimiz için mi güzel? Güzel olma amacıyla var olsaydı bir önceki soruya herkesin cevabı o olurdu değil mi? Bunca çeşitlilik güzel olan şeyi bizim güzel yaptığımızı ifade eder. Küçüklüğümüzden kalma bir oyuna dönüştürdük hayatımızı. Ebe seçilen çocuğun “Güzellik.” Diye bağırmasını duyuyor gibiyim. En güzelini seçerdi çocuklar arasından, yaftalardı onu bir bakıma. Artık o güzel olurdu. Biri bizi güzel diye etiketledikten sonra güzel olarak devam ediyoruz hayatımıza. Yeri geliyor biz ebe oluyoruz. “Çirkinlik.” Diye bağırıyoruz ve en çirkinini seçiyoruz. İşte o an o çirkin oluyor. Bu oyundan sonra artık o bir nitelendirmeye sahip oluyor: çirkin. Güzeli biz güzel yaptıysak bizim güzel yapmadıklarımız aslında bizim yüzümüzden güzel değiller. Güzel ve Çirkin adlı eserde de “Çirkin” karakteri biz onu güzelliğin tam tersi olarak gördüğümüz için çirkin, “Güzel” karakterini de biz kendi düşüncelerimizle güzel yaptık aslında. Bu etiketleri ne de kolay yapıştırıyoruz bazılarının üstüne. Canlı cansız nasıl da yargılıyoruz böylesine hissizce. Hayatın her dakikasını önyargıyla besliyoruz. Zaten çoktan düşüncelerle zehirlenmiş dünyaya bir de biz ne gözlerle bakıyoruz. Bakışımız değil zehirli olan görüşümüz. Yargımız, eleştirimiz dünyaya asit yağmuruymuşçasına yağıyor. Değdiği varlığı geri dönüşü olmazcasına etkiliyor. Üstüne üstlük yeni doğanlarımıza öğretiyoruz bu bakış açısını. Zehirli geçmişi geleceğe taşıyoruz. Güzellik yok aslında. Olmayan şeyin karşıtı da olamayacağı gibi çirkinlik diye bir şey de yok. Güzelliği biz yarattık. Biz yaftaladık güzelleri. Bir akrebi çirkin bulurken bir insanı güzel bulabilmemizin sebebi ne? İki varlık da kendine özgü, ikisi de biz onları etiketlemeden önce saf. Akrebin zehrinden korkuyorsak insanın da zehirli bir dili yok mu? Tarihte kaç kişi insan elinden ölmüş kaç tanesi akrebin sokuşundan? İkisi de tehlikeli, ikisi de aynı aslında. Bizim yargımız onları şu an bulundukları noktaya getiren. Eleştiriyoruz. Her varlığı birbirinden ayırıyoruz. Hepsini farklı farklı değerlendirip boş nitelendirmelerle anıyoruz. Bu yaptığımız da bir nevi ırkçılık değil mi? Yeri geliyor insan ırkını başka canlılardan ayrı tutuyoruz. Yeri geliyor milliyetimizi başka milliyetlerden üstün görüyoruz. Yeri geliyor cansız varlıkları üstüne akıl sarf etmezcesine sınıflandırıyoruz. Yeri geliyor tek bir olumsuz olayın sebebini onun tüm benzerlerine genelliyoruz. Yargılıyoruz. Biz varlıkları sınıflandırıyoruz. Sonra bizden sonra gelenlere varlıkları kendi nitelendirmelerimizle öğretiyoruz. Onlar da geçmişten başlayan bu amansız döngüye gelecek nesillerle devam ediyorlar. Buna bir dur demenin zamanı çoktan geldi de geçiyor. Hepimiz buna bir son vermeli ve objektif bir şekilde görmeyi sağlamalıyız. Hiçbir varlık bir başkasından üstün değil. Hiçbir şey tek bir kelimeyi yansıtmaz. Çirkin prens çirkin değil. Belle güzel değil. Güzellik güzel değil. Çirkinlik çirkin değil. Biz öyle dedik diye hiçbir şey öyle değil. Etiketliyoruz, etiketleniyoruz. Eleştiriyoruz, eleştiriliyoruz. Empati yapmıyoruz. Sempati duymuyoruz. Tek yaptığımız beyinsizce yargılamak. Geçmişten gelen nitelendirmeleri düşünmeden kullanıyoruz. Sırf bize benzemiyor, farklı diye ya da bize öğretilenlerle örtüşmüyor diye yeni nitelendirmelerle varlıkları kısıtlıyoruz. Bizim çirkin dediğimiz o noktadan sonra varlığını çirkin olarak sürdürüyor. Halbuki çirkin olan o değil onu çirkin yapan biziz.
3
Mars’ta Yaşam mı? Hayatım boyunca evrende sadece Dünya’da yaşam olduğunun iddia edilmesini bencilce buldum. Evrende neden Dünya’dan başka bir yerde yaşam olmasındı ki? Evrende sadece bizim yaşadığımızı düşünmek, kendimizi evrenin sahibi olarak görmek bana mantıklı gelmiyordu. Dünya’da yaşam varsa başka gezegenlerde de olmalıydı ve biz başka gezegenlere seyahat edebilmeliydik. Bu hayallerim için Jules Verne’e bir teşekkür borçlu olabilirim, hayallerime bir kapı açtı bana daha çocukken. Ve bu hayallerin en büyüklerinden biri Mars’ta hayat olduğunu duymaktı. Bundandır ki ‘Marslı’ filmi vizyona girince çok şaşırmakla birlikte çok sevindim. Benim gibi düşünen başkaları da vardı. Hem de gezegeni bile benimle aynı düşünüyordu. Bu filmin kitap uyarlaması olduğunu duyunca kendime çok kızmıştım kitabı daha önce duymadığıma. Fakat o kadar merak etmiştim ki koşarak gittim filmi görmeye. Benim düşündüğümden çok daha farklı bir yaşamdı bu. Farklı bir yaklaşımdı uzayda hayat konusuna. Benim küçükken hayal ettiğim yaşam bizimki gibi orada da insanların, kentlerin, yaşam alanlarının olduğu bir hayaldi. Yaşadığımız hayatın aynısının başka yerde olduğunu düşünüyordum. Başka bir ülke gibi, başka bir gezegen. Çocuk aklı işte... Öyle bir yaşam olsa çoktan haberimiz olurdu diye düşünüyorum şimdi. Hayalimle çok örtüşmemişti film başta, fakat ilerledikçe ve aklıma yattıkça kendi hayalimden daha çok sevdim ve benimsedim. Mark Mars’ta tek başına kalakalmıştı ve hayatta kalabilmesi için besine ihtiyacı vardı. Elinde bulunanlar onu uzun süre hayatta tutabilecek miktarda değildi. Elindeki patateslerle daha fazla patates yetiştirmeye karar verdi. Bir bilim ve biyolojik gelişme tutkunu olan ben bu kararı verdiğinde ilk başta çok anlamsız buldum. Sonuçta Mars’ta su yoktu, bitkileri neyle sulayacaktı? Bunu bile mi düşünememişti filmi yapan veya kitabı yazan kişiler? Benim bile aklıma gelecek kadar basit bir şeydi bu. Yine saçma bir bilim kurgu film yapmışlar, diye geçirdim içimden. Fakat izledikçe beni etkilemeyi başardı; hatta öyle yerler geldi ki hayatla birleştirmeyi başardım bazı şeyleri. Mark o kadar bilgiliydi ki patatesleri sulamak için hidrojenle oksijeni birleştirip su yaptığında benim ilham kaynağım oldu bir anda. Benim için önemli olan o an o filmi izlerken bunun gerçek olup olmaması değildi. Önemli olan verdiği mesajdı. Yılmamak, vazgeçmemek. Her zaman bir çıkar yol bulabilmek. Benim için o an önemli olan Mars’ta yaşam değildi veya Mark’ın patates yetiştiyor olması da değildi. Benim filmde gördüğüm şey vazgeçmenin seni öldüreceğiydi. Çocukluk hayalimin gerçeğe döndüğünü izlemek için girdiğim filmden iki saat öncesine oranla daha dolu ve daha olgun çıktığımı hissettim. Bana bir şeyler katmıştı, o an ne kattığını dile getiremezdim sorsanız. Fakat üzerine düşündükçe anladım ki bana asla pes etmeme motivasyonunu aşılamıştı. Bazen insanlara hayatlarında bir şeyleri değiştirmesini söylemek yeterli gelmez. Onlara, bunu anlayabileceği bir şekilde göstermeniz gerekir. Bana da böyle oldu işte. Anlayabileceğim şekilde gördüm neden vazgeçmemem gerektiğini. Filmde ölmemek için, Dünya’ya geri dönebilmek için mücadele etti Mark, bense ondan hedeflediğin şeye ulaşmak için vazgeçmemek gerektiğini öğrendim. O mücadele ettikçe ben de kendi hedeflerime yaklaşıyordum sanki. İçimi kaplayan his buydu. Sonunda Mark yeterli süre boyunca hayatta kalmayı başarmıştı ve onu Mars’tan almak için astronot arkadaşları gelmişti. İşte bu azmin zaferiydi, yılmamak Mark için sonucunu vermişti. Hayatta kalmayı, evine dönmeyi başarmıştı. Belki izleyen başka kimse için bana ifade ettiği anlamı ifade etmeyecekti bu film. Belki de çocukken bu konuda fazla hayal kurmamdan kaynaklanmıştı fakat bu sadece bir film değildi benim için. Başarıya açılan bir kapıydı. ‘Azimle çalışırsan uzayda bile hayatta kalabilirsin, onun için hedeflerine ulaşmak için çok çalış Hilal’ demekti benim için. Bu etki bende aylardır sürüyor ve sürmeye uzun süre devam edecek diye düşünüyorum. Ben hayalime inanmayı bırakmadım, belki gerçekleşmedi ama bana daha büyük, daha önemli bir güç verdi. İnanmaktan vazgeçme.
4
Bir Şehrin İki Yakasında "İki büyük cihanın kesinti noktasında, Türk vatanının ziyneti, Türk tarihinin serveti, Türk milletinin gözbebeği İstanbul, bütün vatandaşların kalbinde yeri olan şehirdir."1 - Mustafa Kemal Atatürk İstanbul, Konstantinopolis, Stanpol, Byzantion… Daha nice isimlerle anılabilecek kadim bir şehir. Bir Ankaralı olarak şehrin hızlı ve yorucu yapısına burun kıvırsam bile İstanbul, hem tarihi hem de içinde sakladığı mistik havasıyla beni kendine hayran bıraktırıyor. Belki İstanbul’u evim gibi sevemeyeceğim asla, ama orada atan 13 milyon kalbi, toprağın altında yatan acı, kader, mutluluk ve hasreti aklımdan çıkaramayacağımı da adım gibi biliyorum. Doğu ve Batı’yı bir araya getiren kadim İstanbul hepimizin içini yansıtmıyor mu zaten? Kendimizi ve aidiyetimizi yok saymamız mümkün mü? Kendimize katılacak bir saf ararken ikilemde kalmıyor muyuz? Türkiye’de vatandaşlara kendilerini nereye ait hissettiklerini sorsak hiçbir verinin ortaya çıkmayacağı, Doğu’nun Batı’ya, Batı’nın da Doğu’ya üstün gelemeyeceği bir sonuca ulaşırız. Bu sonuç bizi Türk halkının kalbine götürür; ‘’Doğu ile Batı arasında sıkışmışlık’’. Asla karar verilemeyecek, ezelden beri devam eden bu iç savaş kıyamete kadar sürecek beklide. Toplum olarak asla bir gruba alınmayacağız belki. Batı bizi barbar, Doğu’da kafir görecek diye çekiniyoruz. Avrupalı bir düşman, Ortadoğulu güvenilmez bir komşu olarak hatırlayacak bu halkı. En büyük korkumuzda bu değil mi zaten? Bu topraklarda binlerce yıldır yaşayan gayr-ı Müslimlerin bu topraklardaki kültürlerini ve yerlerini uzun zaman önce belirlemeleri onları bizden ayırarak benzer içsel çatışmalara girmelerine sebep olmamakta. Özellikle, İstanbul’da yaşayan Rum ve Ermeni halkı için bu aidiyetsizlik geçerli değil. Biz yüzyıllardır birlikte yaşadığımız komşularımızın aksine hala kararsız bir şekilde taraf aramaktayız. İçimizde dönen tüm bu karmaşaya bakınca benim aklımda şöyle bir resim oluşuyor; koca İstanbul sanki bizim yüreğimizde doğduğumuz anda kurulmuş, tüm cümbüşüyle içimizde yaşamaya devam ediyor. Fuat Chausson’da İstanbul’u kalbinde taşıyanlardan. Aidiyet arayışı esrar alemlerinden deliliğe uzanan bir yol kuruyor, İstanbul’da bu yolun bir durağı oluyor. ‘’Herkesin bir evi, bir toprağı var. Ben gökyüzünde uçan kimsesiz bir tohumum. Bütün rahimler ölü benim için.’’(Gülsoy, 291) Bu sözlerle anlatıyor kendi içindeki kaybı, bizim içimizde ki burukluğu, en kadim şehir olan İstanbul’un çaresizliğini… Belki ben de bir Fuat’ım, belki de siz de bir Fuat’sınız. Ben içindeki Doğu Batı savaşını umursamasam bir taraf seçsem ya da arayış içinde dolaşmaya devam etsem bile durum asla değişmeyecek, asla bir yere ait olmayacağım, kimse nedensiz yere arasına almayacak beni. ‘’Rahimler’’ benim için de ölü olacak. Zaten hayatın benim sorunlarına ayıracak vakti yok. Hayat ben bir karara varsam da devam edecek, toz olup vatanın toprağına karışsam da asla durmayacak. İtiraf etmek istemesek de bu hepimiz için geçerli değil mi? Kendimize yalan söylememiz neyi değiştirecek ki zaten? Murat Gülsoy’un yapıtı benim defalarca sorduğum sorulara yanıt vermedi. Ama bu soruların cevaplanması 1 Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri. Ankara: Uludağ Üniversitesi Yayınları, 2007 s. 85-86. gerektiğini de düşünmüyorum zaten. Benim nereye ait olmam gerektiği cevaplanmasa bile ben hayatıma devam edebilirim. Aynı hayatın benim cevaplarıma ihtiyacı olmadığı gibi. Fuat’ın izlediği yolu geçirdiği hadiseleri ve dönemi düşündüğümde kendimin aynı yola girmeyeceğimi söylemem saçmalık olur. Benim bugün rahatça içimde bizi yiyip bitiren kararsızlığı yenebilmemin nedeni belki benden önce gelenlerin bu içsel savaşı benim yerime vermeleri ve boşa kürek çektiklerimi anlamak olmasıdır. ‘’ Tekerrür eden şey aslında tarih değil, işlenen hatalardır’’2 diyen II. Abdülhamid bu duruma parmak basmış olmuyor mu? Tek tekrar eden şey hatalarımız. Aidiyetsizliğimizi sona erdirme hatası bizi asıl yaralayan şey. Cevapsız soruların peşinden gitmeyi bıraktığımız zaman toplumca rahatlayacağımıza gönülden inanıyorum. Hem kim bilir o zaman geldiğinde İstanbul bile çaresizliğin zincirlerini kırar belki. Benim için Murat Gülsoy soru cevaplamamış olsa bile tüm yurdun içini kurcalayan ve benim uzun zamandır unutmuş olduğum ‘’Doğu’’ ve ‘’Batı’’ savaşını hatırlatmış oldu. Bir yandan Avrupa birliğine katılmak için Batı’ya uyum sağlama çabaları, bir yandan Doğuda ki nefret ve savaş. Hepsi hayatımızı bir şekilde ekliyor. Bu iç ve dış savaşlar süre dursun ben günübirlik olarak ‘’Gölgeler ve Hayaller Şehrine’’ gitmeyi ve boğazı izlerken içimdeki arayışı unutup gönlümdeki İstanbul’u ve içinde bulunduğum İstanbul’u bir araya getirmek istiyorum. Herkes Doğu ve Batı arasında karar vermeye dursun, ben anın tadını çıkaracağım. Zaten bir taraf seçmeye gerek var mı ki? Kaynakça: Gülsoy, Murat. Gölgeler ve Hayaller Şehrinde. İstanbul: Can Sanat Yayınları, 2014. Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri. Ankara: Uludağ Üniversitesi Yayınları, 2007 s. 85-86. Kısayürek, Necip Fazıl. Ulu Hakan İkinci Abdülhamid Han. İstanbul: Hacegan Yayınları, 2007. 2 Kısayürek, Necip Fazıl. Ulu Hakan İkinci Abdülhamid Han. İstanbul: Hacegan Yayınları, 2007
5
Kutay Kalafat 21302082 TURK 101-52 Seda Uyanık Tanrıverdi 26.09.2014 AMİRİM Behzat amirimle, dört sene önce bir Pazar akşamı, televizyon dizisi sayesinde tanıştım. Öylesine samimi, öylesine bizdendi ki daha ilk dakikadan bağımlısı yaptı beni. Daha önce izlediğim hiçbir Türk dizisine benzemiyordu. Kadrosunda daha önceden de çok beğenerek izlediğim Erdal Beşikçioğlu, Nejat İşler, Ege Aydan gibi isimlere ekranda yeni olmalarına rağmen çok tecrübeli görünen Fatih Artman, İnanç Konukçu, Berkan Şal eşlik ediyordu. Hem benim gibi doğma büyüme Ankaralı olması hem de benim gibi Gençlerbirliği taraftarı olması Behzat amirimle güçlü bir bağ kurmamı sağladı. Uzun bir süre boyunca Behzat Ç.’yi sadece bir televizyon dizisi sanıyordum; ta ki internette kısa bir araştırma yapana kadar. İşte o zaman farkına vardım, Amirim sadece bir dizi karakteri değil aynı zamanda Emrah Serbes’in roman serisinin de baş karakteriydi. Yine tuhaf bir heyecan kaplamıştı içimi. Hemen bir kitabevine gittim ve iki kitabın birer kopyasını edindim: Her Temas İz Bırakır ve Son Hafriyat. Önce serinin ilk kitabı olan Her Temas İz Bırakır’ı okumaya başladım. Kitap, dizi kadar hatta belki diziden de sürükleyiciydi. Ben; kitap okumayı beceremeyen, hemen sıkılan biri olmama rağmen inanılması güç bir biçimde iki günde bitirmiştim kitabı. Hatta kendime kızmış: “Neden bu kadar hızlı okudum da sindire sindire bir iki haftada bitirmedim ki?” demiştim, çünkü kitap diziden çok daha farklı bir tat bırakmıştı damağımda. Kitapla dizi arasında büyük farklar olmasına rağmen dizideki oyuncular o kadar iyi seçilmiş, o kadar iyi işlenmişti ki karakterler, kitabı okurken gözümde canlandırmak hiç de zor olmamıştı. Hiç ara vermeden ikinci kitaba, Son Hafriyat’a, geçtim. İkinci kitap da ilki kadar akıcı, samimi, içten ve sürükleyiciydi, işte o zaman anladım ki hiç bir şey tesadüf değildi ve bütün bunlar tamamıyla Emrah Serbes’in hayal gücü, yazı kabiliyeti ve insan kimyasını çok ama çok iyi anlaması ve işlemesiyle alakalıydı. Artık Emrah Serbes’in farkındaydım ve hemen araştırmaya koyuldum. Araştırdıkça daha çok sevdim Emrah Serbes’i. Ankara Üniversitesi, Dil-Tarih Coğrafya Fakültesi, Tiyatro Teoremi ve Tarihi Anabilim Dalı Bölümü mezunu yazıyordu belki özgeçmişinde ama bence çok daha fazlası olmalıydı, sadece bir okulu bitirmek kadar basit olmamalıydı bu fenomeni yaratmak, en azından her mezunun böyle bir başyapıt yaratabilmesi bu kadar kolay olmamalıydı. Daha da çok araştırdıkça anladım ki zaten hiçbir şey göründüğü kadar basit değildi. Afilifilintalar’daki metaforlarına, kısa öykülerine bir göz gezdiren herkes demek istediğimi rahatça anlayabilir ( Daha sonra bu yazıları “Hikayem Paramparça” adlı kitapta topladı). Son olarak şunu söyleyebilirim, Emrah Serbes bir bağımlılıktır, bir kere yazılarının tadına varan kimse onu bırakamaz, ister roman, öykü, deneme ister dizi, film olsun hiç farketmez. Kitaba geri dönecek olursak, Son Hafriyat ilk kitaba nazaran Behzat amirimin biraz daha geride kaldığı, Red Kit’in ön plana çıktığı bir kitap. Ama sanılmasın ki Amirim eskisi gibi cinayet peşinde koşmayacak, Harun’a laf sokmayacak, “Saçma sapan konuşma la!” demeyecek. Biraz geç konuşacak ama konuşacak merak etmeyin. Biraz da Red Kit’ten bahsetmek gerek sanırım. Hani o Amerikan filmlerinde izlediğimiz kötü adam olmasına rağmen acayip bir karizması olan, zeki mi zeki, amacı uğruna ölmesi gerekirse gözünü hiç kırpmadan ölebilecek, bazen iyi adamlardan bile daha çok seveni olan karakterler vardır ya hah işte Red Kit öyle bir karakter, hem de yüzde yüz Türk malı. Red Kit kinini yıllarca içinde tutan, intikam peşinde olan bir adam. Bakalım bu özellikler Red Kit’in Behzat amirimden kurtulmasına yetebilecek mi?
6
Savaş Asla Değişmez / Alptuğ Albayrak İnsanoğlu olarak hep daha fazlasını isteriz. Durumumuz iyi de olsa kötü de olsa bu böyledir. Tüm savaşlara bakarsak hepsinin başlıca sebeplerinden biri budur. Bu bir içgüdü olabilir mi? Daha fazlasını isteme içgüdüsü. Hiçbir şeye yetinememe, daha fazlasına sahip olma dürtüsü. Bu durum bazı kitap, film ve oyunlarda çok güzel bir şekilde dile getiriliyor. Mesela Dmitry Glukhovsky,nin yazdığı Metro 2033 adlı kitapta Dünya bir nükleer savaş sonucunda harabeye dönmüştür. Çok az kişi hayattadır ve hayatta olanlar yeraltında yaşamak zorundadır çünkü yeryüzünde radyasyon ve radyasyon sonucu oluşan canavarlar vardır. Böyle bir durumda beklenen nedir? Eğer mantıksal olarak düşünürsek insanların yapması gereken şey geçmişten ders alıp hiç olmadığı kadar birbirine tutunmasıdır. Ama bunun yerine insanlar yine savaşı seçmiştir. Daracık metro tünellerinde birbirleriyle savaşmayı. Ama bu bir kitap, gerçekte böyle olmaz diyebilirsiniz. İyimser bir yaklaşım olur bu. Ne yazık ki ben hiçbir zaman iyimser olamadım. Ve gelecekte de böyle bir savaşın kaçınılmaz olduğunu düşünüyorum. Bu savaş istiyorum anlamına gelmesin. Ben de herkes kadar nefret ediyorum savaştan. Ama döngünün değişmediğini de biliyorum. Belki de bu yüzdendir ne zaman Fallout'taki “War, war never changes.”(Savaş asla değişmez.) lafını duysam tüylerim diken diken olur. Çünkü günümüzde de durum çok farklı değildir. Eğer şöyle bir bakarsak savaşların ana konsepti aynıdır. Özellikle günümüzdeki savaşlar için geçerli olan bir şey de çıkar uğruna yapılan savaşlardır. Bir toplumun çıkarı değil; bir veya birkaç kişinin çıkarı için. En kötüsü de bu birkaç kişi uğruna savaşanların durumdan bihaber olmasıdır. Onlar büyük bir değer uğruna savaştıklarını sanarlar. Çöldeyken görünen sanı gibi güzel gelir ama aslında gerçekte hiç de öyle değildir. Ne yazıktır ki kolaydır insanları kandırılması. Hitler’in propaganda bakanının da söylediği gibi: "Yalan ne kadar büyük olursa, inanan da o kadar fazla olur." Bu konularda söylenen yalanlar da senin, benim söyleyeceğim yalanlardan çok çok daha büyüktür. Peki, nedir bizi savaşa sürükleyen. Her savaş için farklı bir neden söylenmiştir değil mi? Her tarafın farklı bir idealı vardır. Herkes haklıdır kendisine göre. Bazıları ise ne için savaştığı bilmez, sadece emre itaat eder. Burada çok önemli bir şey çıkıyor ortaya. Herkesin sorması gereken bir soru: “Neden?”. Bu soru benim gözümde diğer sorulardan çok daha önemlidir. Bir insanın kendisini sürekli bu soru ile sınaması gerekir. Çünkü insan düşünmesi gereken bir varlıktır. Düşünmediğimiz zaman insan olamayız. Bu soru da düşünme yolundaki en büyük engeli kaldırır. Yaptığı işlerde bir neden aramayan insanların bir robottan farkı kalmaz. Peki ya “Savaş barıştır.”(1984, George Orwell) diye sloganı olan bir partinin yönetimine ne demeli? Savaşı barışla aynı tutmak ve bunu tüm insanlara inandırmak işlenebilecek en büyük suçlardan birisidir herhalde. İşte buradan da yola çıkarak bazı insanları kandırmak kolaydır. Birkaç kafası çalışan, gerçeği kavrayan kişiden kurtulduktan sonra işler çocuk oyuncağıdır. Ve işin kötüsü bu sadece bir bilim kurgudan ibaret değil gibime geliyor. Beynin yıkanması, mantığın yok edilmesi gerçekte de olması olağan şeyler. Yani insanı insan yapan şeylerden ayrılması. Sadece insan görünümlü bir et parçası, bir kukla haline getirilmesi. İşin en kötüsü de bu süreci anlayamamak ne hale geldiğini kavrayamamak. Savaş, aslında içinde olmadan anlaşılamayacak bir şey. Ne kadar kitap okursak okuyalım, ne kadar araştırsak araştıralım asla yaşamadan hissedemeyeceğimiz bir şey. Sizleri bilmem ama ben pek de hissetme taraftarı değilim. Oyunlarda, filmlerde gördüğüm; kitaplarda okuduğum yeter de artar benim için.
7
Bugünlerde benim şansımdan mıdır yoksa çok sık rastlandığından mıdır metrolarda çalan gençlere pek çoğunuz gibi geçen günlerde ben de denk gelme fırsatını yakaladım. Genelde Ankara'da gideceğim bir yer varsa metro kullanmayı tercih etmemin yegane nedenlerinden biri bile sayılabilecek olan bu güzel dinletilerden size de bahsetme gerekliliğini duyuyorum. Hiç beklenmedik bir yer ve zamanda bu güzel dinletiyle ilk karşılaşışım aslında sıradan bir metro yolculuğuyla başladı. Yine bazı gençlerin kulaklıklarını takıp çoğununsa oturup yalnızca varacakları durağa kadar hayatlarını gözden geçirmelerine yarayan o muhteşem sessizlik içerisindeki gergin boşlukta, bir gitar telinden çıkan sıralı notalar herkesin kulaklarını muhteşem bir müzik ziyafetiyle doldurdu. Gelen güzel müziğin sahibini bulmak için yolcuların gözleri birer birer çevresindekileri taradı ve en sonunda siyah giyimli elinde gitarı sanki evinde söylercesine bir rahatlıkla gitarına eşlik eden kızı buldu. Belki de çok yoğun ya da kalabalık hayatlarının içinde kendini unutmuş halde yaşayan bu insanlara, müzik dünyada hala güzel şeylerin yaşandığına dair bir umut kapısı açmıştı. Çoğu yabancı kızın söylediği şarkıları dinlerken ben de kulaklıklardaki müziğe ara verip kızı dinlemeye başladım. Öncelikle gitardan çıkan çıplak notalar metro vagonunun duvarlarını yankılı bir sesle doldururken sonra bu yalınlığa amatör müzisyenin sesi dahil oldu. Söylediğişarkılarla her kitleden insana hitap etmeyi planlamış olan kız bilindik notalar üzerinde parmaklarını gezdirirken tüm yolcuların da dikkatini toplamayı başarmıştı. Kimisi yerinde sessizce dinlerken kimisi de kendi kendine mırıldanarak şarkıya eşlik ediyordu. Müzik zevkiniz ne kadar farklı olursa olsun sizi kendine çeken şarkılar arasında duraklar hızla akıp gitti. Kızdan dinlediğimiz bu küçük konser boyunca metroda da oldukça sıcak bir ortam oluşmuştu. Bilirsiniz özellikle son günlerde yaşadığımız fazlasıyla hararetli dönemlerden sonra toplumca bir paranoya herkesin içinde gizliden gizliye baş göstermişti. Bu bombacı mıdır acaba, yoksa şu adam beni kesip en yakın çöp kovasına atar mı gibi evhamlardan birbirimizi unutmuş ve insanlığımızı soğutmuştuk. Ama vagonun içinde yankılanan müzik bir an bütün bu evhamları bir kenara bırakıp aslında birbirimizden o kadarda farklı olmadığımızı yeniden hatırlatmış gibiydi. Zaten şahsen ben neden toplu taşıma araçlarında ya da toplu yerlerde insanların yüzlerine ifadesiz bir maske takıp ne diye öyle gezindiklerini hiçbir zaman anlayamayan bir insanım. Niye bir insan bir başkasından bir günaydın ya da iyi akşamlar gibi küçük mutlulukları saklar veya bir diğerinin yüzüne insani duygularını göstermekten bu denlisine korkardı? İşte o gün, o vagonda çalınan birkaç nota beni hem bunları düşünmeye iterken hem de aramıza koyduğumuz mahkeme suratlı taş duvarların o kadar da kalın olmadığını göstermişti. Sıkıcı ve tekdüze olan alışılmış yolculukları oldukça eğlenceli konvoylar haline getiren bu gençleri ise kendilerine olan özgüvenleri ve bu müthiş yetenekleri için tebrik etmek lazımdı. Sonuçta eline bir gitar alıp, herhangi bir metroya atlayıp, duraktan durağa çalmak kulağa tam gençlikte yapılacak yeterince çılgınca ama bir o kadar da eğlenceli bir iş gibi gelse de herkesin cesaret edebileceği bir eyleme pek benzemiyordu. Bu dinleti bittikten sonra birkaç kere daha metroda farklı farklı amatör müzisyenlere rastladım. Genel olarak şarkı repertuvarları fazla değişmese de ( bilindik Karadeniz türküleri ya da son zamanlarda oldukça popüler olan slow şarkılar) o sessizlik duvarını aşıp ortamın havasını daha sıcak bir aile ortamına çeviren bu insanların emeklerini en içten dileklerimle takdir etmekten kendimi alamıyorum. Özellikle son günlerde toplumca yaşadığımız gergin dönemler ve insanların birbirinden gittikçe uzaklaştığı günümüz düşünüldüğünde bu gençlerin yaptığı müzik herkesi bağdaştırmakta çok önemli bir rol oynuyor. Müziğin evrenselliğini kullanarak hem insanların arasında sıcak bir atmosfer yaratıyor hem de şarkılarıyla kulağınızın pasını siliyorlar. Bu başka şehirlerde nasıldır bilmem ama benim şehrim Ankara'nın sevilesi yanlarından biri denebilir. Bu genelde insanlarının soğukluğu ve sertliğiyle nam salmış Ankara'ya gelen yabancılar için de oldukça güzel bir paradoks. Aslında bu şehrin insanı soğuk değil, eğer müzik terimleriyle söylemek gerekirse yalnızca doğru tellere dokunmayı bilmek gerek.
8
Zihnimizdeki Engin Deniz “Çocukluğumuzda sahip olduğumuz en büyük güç nedir?” diye düşündüğümde hayal gücünün önemi her şeyden daha çok ağır basıyor. Bir gün prenses olup prensini aramayı, ertesi gün kovboy olup atını gün batımına sürebilmeyi sağlayabilecek başka ne olabilir ki hayatımızda? Gerçeği ilk önce hayal gücümüz yardımıyla var edebiliriz. Ancak daha sonra dış dünyaya aktarabilir ve bir gerçeklik oluşturabiliriz. Fakat hiçbir şey mükemmel olamayacağı gibi bu büyük gücün olumsuz bir yanı da, büyüdükçe hayal gücümüzün zayıflamaya başlamasıdır. Bence bu durum insanları, keskin bir bıçak gibi, hayal dünyasını geniş tutabilen ve hayal gücü zayıf olanlar olarak ikiye ayırıyor. Gün geçtikçe, hayal gücümüz zayıflama tehlikesiyle daha da fazla yüz yüze geliyor. Buna rağmen, hayal dünyası rengarenk, canlı ve muazzam zenginlikte olan insanlar da var. Geniş hayal dünyası kişisel özellik ve yeteneklerle çok yakından ilişkili olmasına rağmen, hayal gücümüz tozlu birer raf olmaya da mahkum değil tabii ki. Çevremdeki insanlardan yola çıkarak yapabileceğim gözlemlere dayanarak, hayal gücü zengin diye nitelendirebileceğim kişilerin belli başlı ortak yönleri var. En çok yaratıcılıklarıyla öne çıkan bu kişiler daha birçok açıdan kendilerini hayatta başarılı kılacak özelliklere sahipler. Yaratıcı oldukları gibi, estetik anlayışları da yüksektir. Bulundukları her ortamda, katıldıkları her aktivitede, yaptıkları her işte özgün kişiliklerini ortaya koyarlar. Özgünlüğü sağlayabilmek adına yalnız çalışmayı da tercih ederler. Çevreye karşı duyarlı ve empati kurma yeteneklerini oldukça geliştirmiş olurlar. Hayal gücü sosyal yönleri geliştirdiği gibi analitik düşünceyi de etkiliyor. Gözlem ve analiz gücünü yükseltirken akıl yürütebilme ve problem çözme yeteneğini de artırıyor. Bilgi çağının da artık yaratıcı ve hayal gücü geniş insanları değerli kılmasının nedeni bu yetkinliklerin daha ender olmasıdır. Hayal gücüme daralma imkanı tanımamak adına çok çaba sarf ediyorum. Bunu sağlayabilmek için, hayal gücü ve yaratıcılık üzerine yapılan araştırmaları ve yazılanları yakından takip etmeye çalışıyorum. Genel olarak hayal gücünün genişliği ve yaratıcılığın aynı yönde ilerlediği üzerine yapılan yorumlara alışık olduğumdan, bu konunun farklı bir bakış açısından yorumunu gördüğümde, okuduğum diğer yazılardan daha çok ilgimi çektiğini söyleyebilirim. Zülfü Livaneli Konstantiniyye Oteli adlı kitabında bir hayli konunun üzerinde dururken beni ayrıntı sayılabilecek bir cümle uzun uzun düşündürdü. Ana karakterlerden Emre Karaca’nın aforizmalarını okurken hiç beklemediğim bir konuyu, hiç tahmin etmediğim bir perspektiften önümde buldum: “Hiçbir şeyden korkmayan kişinin hayal gücü yok demektir.” (Livaneli 299). İlk okuduğumda çok da fazla anlam içermeyen bu cümle üzerine düşündükçe derinleşmeye, benim için hayal gücüne farklı bir boyut kazandırmaya başladı. Korkularımızın kötü tecrübeler, travma gibi yaşanmışlıklara dayanan nedenleri olduğu gibi bilinmezlikler de korkuların başlıca sebebidir. Tüm yönleri hakkında bilgi sahibi olmadığımız bir konuda kaçınılmaz bir şekilde hayal gücümüz devreye giriyor. Eğer yeteri kadar geniş bir hayal gücüne sahipsek bilinmezin sonucunda olması mümkün senaryolar üretip korkular geliştirmeye başlıyoruz. İnsanoğlunun eski çağlarda doğa olaylarını yanlış yorumlayarak doğaüstü nedenlere bağlaması hayal gücünün ilk örnekleri diyebiliriz bence. Insanlar, gök gürültüsü, deprem gibi olaylara bilgi eksikliği ve çaresizlik içerisinde olağanüstü anlamlar yüklemiştir. Fakat zamanla mantıklı açıklamalar ve bilgi birikimi ile hayal gücünün ürünü olan yorumlardan uzaklaşılması ana karakterin aforizmasını kanıtlar nitelikte olduğunu düşünüyorum. Günümüz dünyasında yoğun tempo ve rutin gündelik yükümlülükler arasında kayboluyoruz. Bu sırada, en önemi gücümüz olarak kabul edebileceğimiz hayal dünyamızın çiçeklerini sulamayı unutuyoruz. Fakat yaratıcılık gibi bilgi çağının aranan özellikleri ancak geniş hayal dünyası ve gelişmiş hayal gücü ile elde edilebilir. Bizim için bilinmeyenleri korkuya dönüştürebilecek gücü olmasına rağmen hayal gücünü geliştirmemek kişinin kendi zararına olacaktır. Ekin Bayram Kaynakça: Livaneli, Ömer Zülfü. Konstantiniyye Oteli. İstanbul: Doğan Kitap, 2015
9
Yiğit Abbas YILMAZ MEVSİMLERİN RUHU Günlük hayatımızdaki koşuşturmacalar arasında pek fark edemesek de mevsimlerin bizim üzerimizde pek çok etkisi vardır. O günkü hava durumu nasılsa, bir anda kendimizi o havanın bize hissettirdiği duygular içinde buluveririz. Örneğin o gün yağmur yağıyorsa, herkeste bir depresiflik ve içine kapanma, hatta tabiri caizse bir bıkkınlık sezilir. Her ne kadar hava durumunun veya mevsimlerin bizi etkileyemeyeceğini veya günlük yaşantımızı çok fazla değiştiremeyeceğini düşünsek de durum bunun tam tersidir. Yaşadığımız çevre her mevsimde farklı bir çehreye bürünürken biz de kendimizi bu duruma adapte olurken buluruz. Yeryüzü, her mevsimle birlikte bize farklı bir yüzünü gösterir. Kah umut doludur, kah üzgün ve karamsardır. Bazen de o da bizler gibi ne yapacağını bilemeyen, kararsız biri oluverir bir anda. Mevsimlerin belki de en umut dolusu ve iyimseri olan ilkbahar, bizi çiçek açan ağaçlarıyla, yemyeşil ve tomurcuklanmış yapraklarıyla neşe içinde karşılar, hatta tüm sevecenliği ve neşesiyle bizi kucaklar. İlkbaharın bu pozitif enerjisi ister istemez biz insanları da etkiler ve bir anda hayata olumlu bakan, gelecekle ilgili iyimser düşüncelere sahip olan ve çevresine daima neşe saçan insanlar olup çıkıveririz bu güzel mevsimde. Rengarenk çiçek açmış ağaçlar bize yaşamanın güzelliğini, doğanın akılalmaz çeşitliliğini ve canlılığını hatırlatır. Ancak her mevsim, zamanı geldiğinde biter ve o geçiş dönemlerinde kararsız bir yapıya bürünür. Sabah hava çok güzel ve güneşliyken, aynı günün akşamı şimsekler çakıp yağmur yapabilir. Mevsim geçişlerinde bu kararsızlık ve dengesizlik elbette biz insanların yaşantısını da etkiler. İlkbahar da bu duruma üzülerek bir an önce görevini yaza devretmek ister aslında. Böylece mevsimlerin en rahatı ve belki de en tembeli yaz giriverir hayatımıza. Çoğu insanın tatil dönemine denk geldiğindne ve havalar çok sıcak olduğundan yaz da bu duruma ayak uydurur, tatilin tadını çıkarır ve bize güneşli, eğlenceli, biraz da uçarı yanını gösterir. Son iki mevsim ise ilkbahar ve yaza göre daha içine kapanık ve depresiftir. Sonbahar geldiğinde, yapraklar sararmaya ve dökülmeye başlar. adeta evren yaşlanmaya başlar ve yaşlanmayı hazmedemeyerek kızgınlığını, küskünlüğünü ve öfkesini bize yağmurlarla ve fırtınalarla gösterir. Ancak, bence sonbahar mevsiminin de kendine özgü bir güzelliği vardır. Her ne kadar bize öfkeli yüzünü göstermiş olsa da bu durum geçicidir ve kış geldiğinde mevsimler de bize huzurlu, sakin ve babacan yanlarını göstermeye karar verirler. Çünkü artık yaşlandıklarını kabul etmişlerdir ve bu durumla barışık olmayı öğrenmişler ve ruhu olan her varlık gibi onların da yaşlanabileceğinin bilincine varmışlardır. Kar yağarken, insanların içi o mükemmel beyazlık sayesinde huzurla dolar. Kış mevsimi bize adeta yaşlanmanın çok doğal bir süreç olduğunu ve yaşamımızı huzur ve barış içinde geçirmemiz gerektiğini hatırlatır. Kış geldiğinde, ağaçların yaprakları dökülmüş olabilir, çiçek açmıyor olabilirler ancak yine de içleri umutla ve huzurla doludur. Çünkü her sene olduğu gibi bu mevsimin de geçici olduğunu bilirler ve sabırsızlıkla ilkbaharın gelmesini, yeniden o rengarenk ve capcanlı hallerine kavuşmayı beklerler. Mevsimlerin hiçbir zaman aynı kalmaması, bize de hayatımızda hiçbir şeyin daima stabil kalamayacağını, hatta tam tersine bazen değişikliğe ve yeniliğe ihtiyacımız olduğunu hatırlatır. Durum böyleyken evrenin bizim iyiliğimiz için çalıştığı, yaşadığımız çevreyi daha güzel ve huzurlu bir yer haline getirmek için uğraştığını anlarız. Mevsimler de evrenin bu işleyişine ayak uydurarak biz insanlara bazen neşeli, bazen üzgün yanını gösterir, ancak her zaman bizi düşünürler ve bizim kendilerine rahat bir şekilde ayak uydurmamızı sağlamak için ellerinden geleni yaparlar. Biz insanlar da evrenin bu işleyişine ve mevsimlerin değişimine ayak uydururuz ve duygu, düşünce ve hissiyatlarımız mevsimden mevsime değişiklik gösterir.
10
Ali Suvarioğulları ZOR DA OLSA DEVAM ETMEK Hayatımızın büyük bir kısmı zorluklara göğüs germekle geçiyor. Yaşımıza, yaşadığımız yere ve hayata göre öyle durumlar çıkıyor ki karşımıza, bazen çoğumuz çıkmazda kalıp umutsuz hissedebiliyoruz kendimizi. İçten içe o zorluğu aşabileceğimizi bilsek de bunun ne zaman olacağı, nasıl ve hangi koşullar altında olacağı soruları yiyip bitiriyor bizi. Kendime gelecek olursam, kısa zaman öncesine kadar, başıma gelen en küçük olay bile beni çabucak umutsuzluğa sürükleyebiliyordu. Çoğu kişinin basit olarak nitelendirebileceği durumlar, bana dünyanın en büyük zorlukları gibi geliyordu ve zamanımın büyük kısmını bunları düşünmekle geçiriyordum. Bazen de, her ne kadar bunların geçici sıkıntılar olduğunu ve emek harcarsam aşabileceğimi bilsem de, kendimi bir türlü motive edemiyor ve mutsuzlukla geçiriyordum günlerimi. Ne zaman ki bu zorlukların bize deneyim veren durumlar olduğunu anladım, o zaman onların üstesinden daha kolay gelmeye başladım. Olumsuz olayların hayatıma kattığı zorluklarla daha kolay mücadele etme sürecim Ali Lidar sayesinde başladı diyebilirim. Alengirli Şiirler kitabının “Kışa Rağmen Koş!” şiirinde çok güzel iki mısra vardı: “Kışa rağmen durma koş dökülsün son gazeller/ Eteklerinde artık taş yerine kar topla” (60). Şiir kitaplarının üzerimde etkisi her zaman yadsınamayacak kadar çok olmuştur, ama bu dizelerin yeri bende çok başka… O kadar umutsuz bir anımda okudum ki bu şiiri, beni hayatım hakkında düşünmeye ve üzerine kafa yorup zorluk sandığım olayları yeniden gözden geçirmeye itti. O aralar problemim, bir dersimden aldığım düşük nottu. Günlerdir bunun hakkında ne yapacağımı, ikinci sınavdan da düşük alıp dersten kalırsam ne olacağını, aileme nasıl açıklayacağımı düşünüyordum. Sonra bu şiiri okudum ve “hayat devam ediyor” dedim. Artık üzerinde bir etkim olmayan bir durumun, gelecekte sebep olabilecekleri üzerine bu kadar kafa yormak yerine, bunu nasıl düzelteceğim hakkında düşünüp, düzeltmeye çabalamalıydım. İkinci sınavımın düşük olmasından korkmak yerine o sınava çalışmaya şimdiden başlamalıydım. Çaba göstermeden geleceği düşünmemin, bugünüme hiçbir faydası yoktu. Bense oturmuş günlerdir, başarısız olduğum bir sınav hakkında ne yapacağımı düşünüyordum. Buna kafa yorarak saatlerimi harcadığım o beş günde çalışsaydım, birçok eksiğimi kapatmış olurdum. Olumsuz bir şey oldu mu, bütün odağım o oluyor ve geriye kalan her şeyi bir anda unutuveriyordum. Kaygılı bir insandım yani, belki dünyanın yüzde doksanının sorun etmeyeceği şeyleri olması gerekenden fazla düşünüp beynimi yoruyor, vaktimi boşa tüketiyordum. Bütün bunları anlamamı da, ciddi anlamda bir şiirin iki dizesi sağladı. Belki de bilinçaltımda hep bildiğim ama kabullenemediğim bir gerçeği başka birinden duymak bana iyi geldi, bilemiyorum. Fakat bu şekilde bir uyarıya ihtiyacım varmış. Kendimi toparlamaya ve bundan sonra sorunlarım için üzülmeye değil, onları çözmek için çabalamaya karar verdim. Çok basit bir örnek üzerinden açıklamış olabilirim, ama hayatımın geriye kalanında hep aklımda olacak bir ders aldım. Ortalama yetmiş yıllık bir ömür yaşıyoruz ve dert edinip kafa yorduğumuz her şeyi belirli bir süre zarfı içinde unutuyoruz. Yarın bir gün unutacağımız bir şeyi düşünmek için kıymetli vaktimizi harcayıp kendimizi yormak hem bedenimiz hem zihnimiz için çok zor. Kendimizi bu olayın tekrarlanmaması için geliştirmek, bu olayı bir deneyim olarak görmek ve düzeltebileceksek durumu düzeltmeye çalışmak varken, değiştiremediğimiz durumlara takılı kalmak için hayat çok kısa. Bir alanda başarısız mı oldum? Olsun, bu benim yolumda bir engel olmamalı. Tüm engellere rağmen bunları aşmak için bir yol bulup yoluma emin adımlarla devam etmeliyim. Kışa rağmen durmamalı, koşmalıyım! Kaynakça Lidar, Ali. Alengirli Şiirler. İstanbul: İthaki Yayınları, 2015. Kitap.
11
Zerdali Ağacı Daha ufacık bir çocukken oynamak için çok fazla bir seçeneğimiz yoktu. Arkadaşlarımız bizim oyuncaklarımız, bahçelerimiz ve sokaklarımız ise bizim oyun alanlarımızdı. Çocukluğumun bir kısmı şehirde, bir kısmı ise köyde geçmişti. Şehirde geçen zamanım çok zevkli olsa da köyde geçirdiğim zamanlarım paha biçilemezdi çünkü çok geniş bir oyun alanımız vardı. Bütün çocuklar hiç bir kavga, kıskançlık olmadan vaktimizi geçirirdik. Gece vakti dışarı rahatça korkmadan çıkabilir, gün ağarana kadar saklambaç oynayabilirdik. Ailelerimizin gözleri arkada kalmazdı. Kendimizi kaybederdik adeta saklambaç oynarken. Saklambaçta ebe olan arkadaş, herhangi birini başkası zannederek sobeler ise ‘çamlak çömlek patladı’ diye bağırırdık köy camiisinin önünde, tekrar başlardık oynamaya. Sırf çamlak çömlek patlatmak için bütün saklanan arkadaşlar hırkalarımızı birbirimize verirdik ki ebe bizi hırkanın sahibi sansın. Dedelerimiz yatsı namazından çıkar, bize tatlı tatlı sataşırlardı. Yerlerimizi ebeye söylerlerdi. Bütün köy koca bir aile gibiydik kısacası. Kocaman bir bahçemiz vardı, köyün bütün çocukları ile arada sırada bizim bahçemizde piknik yapar ve oyunlar oynardık. Koca bir zerdali ağacımız vardı bahçede. Oldukça yaşlı olan bu zerdali ağacına yıllar önce yıldırım düşmüş ve yarılmıştı. O günümüzde kalaslar ve çiviler ile yapılan ağaç evler gibi, doğal olarak şekil almıştı babacan ağacımız. Babacan diyorum çünkü çocukluğumuzda bizi hep kucaklardı, yaramazlıklarımıza ses çıkarmayan yaşlı bir dede edası ile kavuklarının arasında zıplayıp oyunlar uydurmamıza izin verirdi. Asker olurduk, ağacımız bize siper oluverirdi. Pilot olurduk, bu sefer uçağımız oluverirdi. Hayallerimizin en büyük destekçisiydi o konuşamayan ağaç. Evlerimizden küçük kilimler getirir sererdik içine oturabilmek için. Gölgesi bizi kavurucu yaz sıcaklarından korurdu. Bazen kendimizi kaybeder sabahın en erken saatlerinden, gecenin en geç saatlerine kadar sohbet ederdik ağacın içinde. Ağaç, köyün neredeyse tamamını görebilmemizi sağlayacak yüksekliğe sahipti. En tepesine her zaman ‘gözcü’ görevine bir arkadaşımızı koyardık. Başıboş gezen köpekler geldiğinde gözcü arkadaşımız haber verirdi bize, hemen ağacımıza sığınırdık, korurdu bizi. Bir dalına ise salıncak yapmıştık, birkaç metre halat ve iki adet yastık il , sıra ile sallanırdık salıncağımızda. Bazen daha arkadaşlarım gelmeden kitabımı alır giderdim ağaca, hem onu dinlemeye çalışırdım, hem büyük bir keyifle kitabımı okurdum. Belki de bu kadar kitap okumayı sevmemin sebebi, o ağaçta kitap okurken aldığım tarif edilemez keyiftir. Köyden her ayrılacağımız zaman koca bir kova suyu gider dökerdim dibine. Belki yetmezdi ona bir kova su ama benim içim biraz olsun rahat ederdi. Sonraki her gelişimde koşarak ‘’yerinde mi acaba?’’ diye bakmaya giderdim. Şimdilerde içim acısa da o zamanlar ehemmiyetini anlamadığımdan bana oldukça eğlenceli gelen bir olayı anlatmak isterim. Köyün imamının çocuğu Mehmet, birgün elinde küçük bir meyve bıçağı ile geldi bahçemize. ‘’Hadi ismimizi zerdali ağacına kazıyalım, yıllar sonra geldiğimizde isimlerimizi görür bu günleri hatırlarız’’ dedi. Yaklaşık 10 – 15 çocuk sıra ile aldı eline o bıçağı ve kazıdık isimlerimizi ağaca. Aramızdaki en beceriklimiz olan Ufuk, Günalan ( köyümüzün adı) hatırası yazısını kazıdı isimlerimizin hemen altına. Şu anda 21 yaşında, hayatımı düzene koymuş bir yetişkin olarak, zaman zaman köyü ziyaret eder çocukluğumu, anılarımı hatırlar hüzünlenirim. Çocukluğumun en büyük hatırası olan zerdali ağacı ve içine kazıdığımız isimler hala o özlem duyduğum hatıralarımdaki gibi sapasağlam durmakta. Umarım zamanı geldiğinde çocuğumun da böyle güzel hatıralara sahip olmasını sağlayacak bir zerdali ağacı olur ve o da aynı dileği kendi çocuğu için diler…
12
Ahmet Faruk Saz Vefanın Sıcaklığı Yaz sıcağının kavurduğu Antalya’da o gün yaptığımız hazırlık Alzheimer hastası olan aile büyüğümüzü ziyaret içindi. Vefa duygusu ile yola çıkan grubun sessizliğinin sebebi belki de geçmişten gelen anılarda kaybolmalarıydı. Yolda giderken onun bizi artık hatırlayamadığını ve tanıyamadığını düşününce yüzümde hüzünlü bir tebessüm belirdi. Ömrümüzün bu anına kadar olan yaşanmışlıklarımızın içinde biriken iyilikleri yad ederek kara gün dostu olma sırası bizdeydi artık. Hepimizin başka anılarını paylaştığı koca çınarın bizlere yaptığı iyilikler onu yalnız bırakmamıza izin vermiyor, ismi anılınca yüzümüzde tebessüm beliriyordu. Ömer Amca hepimize emeği geçmiş yüz yaşına yakın koca bir çınardı. Yanına gelince ona sarılıp ellerinden sıkıca tuttum. Bana derin denizlerde kaybettiğini bulacakmış gibi baktı. Durdu, düşündü. Yüzündeki mahcup ifadeden anlamıştık bizi yine hatırlayamadığını. Kahvemiz bitince asra yakın zamanı görmüş gözleri sevgiyle ışıldadı. Onun yanından ayrılırken vefa duygusunun verdiği huzur ve sıcaklık yüreğimi sarmıştı. Asırlık çınarları gülümseten, dostluğun asaletine inanarak verilen emeğin sonucu olarak gönülden yapılan ikramdır vefa. Günümüzde az hatırlansa da bazen unutulsa da dostluk, sevgi ve hatır gibi değerlidir vefa. Hızla ilerleyen zaman makinesinin taşlarının öğütemediği, tozlu raflara kaldıramadığı bir duygudur. Çınar Ağacı filminde ömrünü evlatlarına adayan bir annenin vefayı kalbi yoruluncaya kadar görememesidir bana tüm bunları düşündüren. Kaybolmasın, hatırlansın, dostlukları sağlamlaştırsın istediğim için vefayı ve vefakarlığı yazmak istedim. Görülen iyilikleri unutmayarak aynısıyla veya daha güzeliyle karşılık verip kişinin kendisinin karşılık beklememesidir vefakarlık. İnsanlar arasında vefa yaygınlaşırsa toplumda güven ve huzur artar. Vefakar insanlar dostluklarında sebat eder ve sözlerini yerine getirirler. Halden anlayarak söyletmeden yardıma koşmayı bilirler. İnce ve latif bir cevher olan dostluklarında kıymet bilirler. Bu kadar güzel değerleri içinde barındıran vefa, sadece dostlara değil, diğer milletlere ve geçmişe de duyulur. Ömer Amca, bizi hatırladığı zamanlarda cumhuriyetin kurucusu olan Atatürk ve arkadaşlarını büyük bir gururla anlatıp onları hayırla yad ederek bize de geçmişe vefa duymayı öğretirdi. Vefanın en güzel örneklerinin yaşandığı Kurtuluş Savaşı’nda, Atatürk’ün bakanlarından olan Dr. Rıza Nur, hatıralarında, Hindistan Müslümanları’nın gönderdiği para ile ordunun ihtiyaçlarının karşılandığını yazar. Aynı dönemde Pakistan’dan gelen bir buçuk milyon sterlin Ankara Hükümeti’nce Büyük Taarruz’un mali kaynağı olarak kullanılmıştır. Pakistan ve Hindistan Müslümanları’nı yardıma sevk eden duygu, Osmanlı Devleti döneminde Türk milletinden ve devletinden gördükleri iyiliklerdir. Milletlerarası vefayı gösteren bu yardımları, Türk milleti de unutmayarak her iki ülkeye de zor anlarında yardım etmiştir. Bunlar bize vefanın milleti, dili ve ırkı olmadığını gösterir. Bir diğer güzel vefa örneğini ise yakın zamanda Nobel Kimya Ödülü’ne layık görülen bilim insanı Aziz Sancar, bu ödülü kazandığında yaptığı açıklamalarda kendisine ilk tıp eğitimini veren anavatanı Türkiye’ye ve Türk milletine minnettar olduğunu belirterek göstermiştir. İnsanı yücelten değerler içinde yer alan vefa duygusunun kaybolmaması için emek vermek, özen göstermek, sebat etmek, karşılık beklememek gerekir. Vefakar insan, içinde kışın ayazında esen bir fırtına kopsa da, yüreğindeki yara sızlasa da, dost bildiklerini sırtında taşırken gülümseyebilendir. Üstüne dostun oturduğu taşın altında eli dururken onun hatasını küçük görüp elinin acısını ona hissettirmeyendir. İnsanı yücelten ve erdemli kılan duygulardan birisi olan vefayı kaybetmediğimiz sürece değerimiz artar. İyiliğini, yardımını gördüğümüz insanlara ve varlıklara karşı kalbimizde oluşan bu duygu, bizi pusulasını şaşırmış gemiden kurtarıp diğer insanlarla beraber, değerlerimiz ile yaşamamızı sağlar. KAYNAKÇA Çınar Ağacı. Yön. Handan İpekçi. 2011. Bursa, Türkiye: BKM Film, 2011. DVD.
13
Ceren GÜVEN Güzellik Algısı Sorunsalı Güzellik nedir? Bazılarına göre dışı güzeldir bir insanın, bazılarına göre ise içi. Kimisi güzel bir çift göze hayran kalır, kimi ise dudaktan çıkacak birkaç anlamlı kelimeye. Peki hangisi doğdudur güzelliği tanımlamak için; hepsi mi yoksa hiçbiri mi? Aslına bakarsanız tanımlanabilir mi güzellik tam olarak? Bu dillere destan olmuş kelimenin var mıdır bir somut kavramı? Mesela benim için kalbin sıcaklığı ya da içten bir gülüş yeterlidir bir insana güzel demek için. Ama bir yandan da başka bir insan için hiçbir şey ifade etmez belki benim düşündüklerim. Peki bu durumda ne kadar doğrudur insanlara güzellik kavramını biçmek. Bir insanın beğenmediğini diğeri beğeniyorsa o insana güzel diyebilir miyiz? Ya da hakkımız var mıdır bir insana güzel veya değil demek için. Ne yani güzel demediğimiz bir insan çirkin midir? Eğer bir insan güzellik kriterlerimize uymuyorsa çirkin midir ya da kötü müdür? Değildir tabii ki de demek isterdim ama biz yani insanlar bazen acımasız ve nankör olabiliyoruz diğerlerine karşı. Mesala davranışlarını beğenmediğimiz bir insana karşı oluşturduğumuz önyargı kötülük değil midir aslında? Evet belki bunu kötülük için yapmıyoruz yada kimseyi kırmak değil amacımız ama karşıdaki insan biraz bile olsun anlarsa ona ön yargılı olduğumuzu ne hisseder? Açık yüreklikle söyleyebilirim ki ben hiç iyi hissetmem, biraz incinirim belki biraz üzülürüm. İşte tam burada empati devreye giriyor aslında benim için. Hemen diyorum ki ön yargılı davranmamalıyım belki beğenmediğim yönlerinin yanında bir çok güzel yönü de vardır. Belki beni daha iyi bir insan bile yapabilir diye düşürüm hep. Benim için bu olayın canlı örneği ise şuan dostum dediğim insandır. Onu ilk gördüğümde çok büyük bir önyargı oluşmuştu bende. Onun çok burnu havada bir insan olabileceğini düşünmüştüm. Ama gelin görün ki onu tanımaya başladıktan sonra bütün önyargım kalktı ortadan. Şimdi kesinlikle diyebilirim ki onun varlığı beni çok daha iyi bir insan yapıyor. İşte bu olay, karşıdaki insanın bir çok güzelliğini görmemi sağlar çoğu zaman. Aslına bakarsanız biraz da toplumumuzun hatası insanlara karşı ön yargılı olmak ya da güzellik derecelerine göre değerlendirmek onları. Keşke herkesi sadece insan oldukları için sevebilsek, önyargılarımızdan arınabilsek belki o zaman kimse zorlamaz kendini daha güzel olmak için ya da daha güzel konuşmak için. Kimse numara yapmaz belki de daha çok öne çıkmak için. Çünkü bilirler ki onları sadece kendileri oldukları yani bir insan oldukları için seveceklerini. O zaman belki de herkese güzel deriz çünkü herkesin vardır güzel bir tarafı. Belki bir gülüş, belki bir bakış, belki de birsöz. Sorsak mesela bir insana güzellik nedir diye? Belki bugün mavi gözler der, peki yarın aynı şeyleri söyleyebilir mi? Ben hiç sanmıyorum. Benim için güzellik sürekli değişen bir kavramdır. Benim için güzellik, güzel bir gülüştü dün ama şimdi bugün karşılaştığım o tatlı amca sayesinde tatlı bir çift söz oldu bir anda. Belki de yarın çok farklı bir özellik olacak. Bu insan doğasında olan bir özelliktir. Bir fikrin çok çabuk değişmesi sadece insanlara özgüdür. Bu bile bir güzellik değil midir aslında? Düşünsenize bir sürü şeyi sevebiliriz bir sürü şeyden hoşlanabiliriz belkide. Ve bu sadece bizim düşüncemiz olur başka kimse karışamaz. Bu satırları yazarken bir kez daha düşündüm güzellik nedir diye? Ama kesin bir yargıya varamadım yine. Çünkü bence güzellik herkese göre değişebilen, çok farklı algılanabilen bir kavramdır. Halil Cibran'ın çok güzel bir sözü var beni bu konu hakkında düşünmeye iten; "Çirkinlik diye bir şey varsa o da, gözlerindeki önyargılı ölçeklerdir". Bu güzel cümleden yola çıkarak diyorum ki güzellik kavramı belirli kalıplara sokulmamalıdır, güzellik herkestir, herkese göredir, kendine özgüdür yeter ki karşımızdaki insanı öryargısız değerlendirebilme cesaretini gösterebilelim. Önyargılarımızdan kurtulabilirsek eğer bir gün, inanıyorum ki bir güzel söz yetecek ondan sonra.
14
ROXANE OLMAK ZOR “Ne yapmak gerek peki?” (Rostand) Tüm benliğinle dünyada yer edinebilmek mi yoksa gururunun derinliklerine sinip kendini gizlemek mi? Cyrano gibi bir aşık olmanın, aşkı için kendi duygularını hiçe saymanın anlamını kavramak güçtür. Peki ya aşk, Cyrano’nun kendini hiçe saydığı kadar yüce bir duygu mudur? Çirkin bir burnun bütün güzel duygulara mani olabileceğine inanmak güçtür. Koca bir kalbin yanında küçük bir kusurun yaşanabilecek tüm güzel anlara engel olması, gerçekler gün yüzüne çıktığında ise artık her şey için çok geç olması… Büyük bir ikilemin kapısını açar Cyrano. Güzellikle aklın sonsuz çatışması, kazananın belli olmadığı o zorlu yarış… Kendi duygularımızın başka bir bedende yaşaması, bize ait olan kelimelerin başka birinin dilinde hayat bulması ve gerçek sandığımız hislerin avuçlarımızın içinden kayıp gitmesi sevginin yüceliğini perde arkasında bırakır. Yaşanacak tüm güzel anlar ertelenir farkında olmadan. Bazen yetersiz kalan bazen ise her duyguya, düşünceye tercüman olan sözcükler bir kalbi çarptırabilecek kadar güçlüdür. Acı olan ise gerçek olan sözcüklerin görünüşün altında gizli kalmasıdır. Güzellik kimin nasıl gördüğüyle ilgilidir. Asıl mesele nasıl bakacağını bilmemektir. Sözcükler olmadan güzelliğin anlamsız olduğu anlar vardır ve bu anları yaşamak isteyen cesur insanların, çetin duygular karşısında zaaflarından utandığı zorlu zamanlar... Kelimeler ise en güzel aynadır bakmayı bilen için. Hepimiz farklı senaryoların başkahramanlarıyız. Özel kelimelerimiz, kurmaya çalıştığımız güzel cümlelerimiz var aslında. Kimimiz kaybeden, kimimiz defalarca düşen, kimimiz seven ama sevilmeyen ya da sevmeyi bilmeyen... Bazıları korkak, bazıları ise sesini duyurmak için sonsuza kadar bağıracak... Kendi çirkinliğimizin arkasına saklanmak ne kadar doğru? Belki dünyada ki tüm kötülüklerden daha güzeldir yüzümüz. Başka bir mevsimdir, başka bir iklimdir ve aslında her insan yeni bir renktir. Baktığımız yüzle duyduğumuz sesin bir olmaması korkutur elbet. Zordur gerçek sevginin kaynağının hangisi olduğunu anlamak. Sevginin yüceliği karşısında şapka çıkarır tüm duygular. Bilse sevgili gerçeğin yüzde değil gönülde olduğunu, aşk acı çekmekten öte yaşanılması gereken bir duygu olur çıkar karşımıza. Roxane bile yazılan mektuplara, Cyrano’nun kelimelerine aşık olmuştur fark etmeden. Söylenen sözler olmadan, duygular dile getirilmeden anlamsızdır tüm sevgiler. Yüzyıllardır çoğu aşığın en büyük dostudur edebiyat belki de, ya da dünyada var olmanın, gerçekten insan olmanın temelidir. Yeni notalarla kendi şarkını yazmak ve kulak vermektir müziğin ritmine. Notalarda dans etmeye çağrıdır kim bilir belki de. Roxane olmak zor, Roxane gibi sevilmek de zor. Ama kim ister kayıp duygularla yaşamayı, sevdiğin insanı son nefesinde tanımayı? Kaybetmeyi göze alamağımız duygulara sahip çıkamayacak kadar korkak olmak, sesini duyurmak için çabalamak ama her şeye rağmen susmak... Herkes hayatında bir kez teslim olmak , karşılıksız sevildiğini bilmek ister. Sonsuz güven duygusunun içinde kaybolup, kim olduğunu nerede olduğunu unutmak ve kalbinin sesini dinlemek ister belki de sadece. Ya da kimsenin beğenmediği yüzü beğenecek birini arar insan. Herkesin görmediğini gören ve duygularını hakeden birini... Cyrano’nun kötü saatleri vardır. Kendini çirkin hissettiği kötü saatler... Aşkını içinde yaşar ve bilse bile gerçekte Roxane’nın kalbinin kendisine ait olduğunu, koca burnunun, gururunun arkasında saklı kalır yaşanmamış tüm güzel anlar. “ Varsın küçücük olsun fütuhatın, fakat bil, Onu fetheden sensin, yoksa başkası değil.” (Rostand) Sonsuzluk duygular için yetersiz bir kavram. Beden ayrılsa bile ruhtan, yaşamaya devam eder tüm güzel duygular. Başı boş gezen ruhlar, sahip çıkar yarım kalan sevgilere. Geride kalan en büyük tesellidir bu sevmeyi bilene. Ama yine de Roxane olmak zor, Cyrano’yu bulmak zor... Herkesin içinde var aslında bir Cyrano. Kiminin burnunda kiminin açılmayan gözlerinde kiminse duymayan kulaklarında, tutmayan bacaklarında. Çünkü var herkesin bir zaafı kimsenin görmesini istemediği, ömrünün sonuna kadar gizlemeye yemin ettiği. “Varsın boyun olmasın bir söğüt kadar. Bulutlara çıkmazsa yaprakların ne zarar?” (Rostand) Herkesin hayatında var aslında bir Roxane. Sonuna kadar bağlandığı, yarım kaldığı, yarım bıraktığı... İşte bu yüzden Roxane olmak zor, Roxane gibi sevilmek zor. Kaynakça: Cyrano De Bergerac. Edmond Rostand. Yön. Işıl Kasapoğlu. Çev. Sabri Esat Siyavuşgil. Cüneyt Gökçer Sahnesi. Ankara. “Cyrano De Bergerac (1950)” replikler.net y.y. 8 Haz. 2011. Web. http://www.devtiyatro.gov.tr Irmak KOCABAY 21602475
15
Hiç Değişmeyen Toplum Günün bütün yorgunluğunu atıp sakin ve romantizm barındıran bir film izleyeceğinizi düşünürken, aksine birden içine girdiğiniz diyaloglarla kendinizi toplumsal eleştiriler içinde bulduğunuz bir başyapıt Gün Doğmadan. “Buradan 300 kilometre ötede insanların ölmesi, kimsenin bu konuda ne yapacağını bilmemesi ya da bu konuyu umursamaması beni deli ediyor.” Celine’in tramvayda Bosna Savaşı’na atfen kullandığı bu sözler, 1995 yılından bu yana toplumda aslında hiçbir şeyin değişmemiş olduğu gerçeğiyle yüzleştiriyor bizi. Kendisine ait olmayan sorunlara karşı kayıtsız kalan, üzerinde çokça düşünülmesi gereken bir hayatı sorgulamadan yaşayan bireyler… Şimdi belki 300 değil ama 1000 kilometre uzaklıkta tansiyonu düşmek bilmeyen bir coğrafyanın ortasında acımasız bir savaş devam ediyor. Günışığı görmemiş, özgürce ve doyasıya koşamamış çocukları olan bir coğrafya. Onlar kendilerine sığınacak bir yer, bir yurt ararken; biz sımsıcak evlerimizde, ailecek yediğimiz akşam yemeklerinde onlara sadece televizyon karşısında acımakla yetiniyoruz. Belki gerçekten ne yapacağımızı bilmiyoruz ya da gerçekten umursamak istemiyoruz. Ne yazık ki 21. yüzyılın insanları olarak insanlıkta gelebildiğimiz nokta buradan fazlası olamıyor. Sonra savaşın 21. yüzyılda aldığı başka bir şekline kendi sokaklarımızda şahit oluyoruz. Olmadığı söylenen bir savaşın figüranları olarak harcanıyoruz. Çünkü bugün şehirlerin göbeklerinde, hava limanlarında, otobüs duraklarında; içinde bombalar patlatılan bir yılın sonbaharındayız. Her bir sabahına yeni ölüm haberleriyle uyandıkça tepkisiz kalmaya başladığımız; ölümün istatistiksel bir öge haline geldiği zamanların. Ardı ardına patlayan bu bombaların aslında, masum insan bedenlerinden çok insani değerlerimizi paramparça ettiği bir kaos ortamındayız. Buna karşın ne bir mücadele ne bir başkaldırı söz konusu hayatlarımızda. Mücadele edemiyoruz. Mücadeleyi kime karşı yapacağımızı bilmiyoruz. Çünkü kimin iyi kimin kötü neyin doğru neyin yanlış olduğunu sorgulamaktan aciziz. Medyanın bize dayattıklarını kabullenmekle yetiniyoruz. Kendi doğrularımızı seçemediğimiz sürece kazanamayacağımız bir savaşın piyonları olmaktan fazlası olamıyoruz. Toplumda derin yaralar açan, bizi gün geçtikçe daha da ayıran sorunları görmezden geliyoruz. Farklı seslere tahammül edemiyoruz. Farklı bir ses olmuyoruz, olamıyoruz. Kalıplara sığınıyor ve kendi fikirlerimizi değil söylemeyi düşünmekten bile çekiniyoruz. Ve bu da bizi iyiden iyiye sıradanlaştırıyor, "aynılaştırıyor". “Babam hayalperest tutkularımı sürekli olarak paraya odaklı mesleklere dönüştürüyordu.” Celine’in bu isyanı bize hiç de uzak değil. Bize büyüyünce ne olacağımız sorulduğunda hep bir meslek adı söyleme zorunluluğu hissettik. Bu mesleklerde kimimiz doktor kimimiz öğretmendik. Sonra bu meslekler daha çok para kazananlarla değişti mimar, mühendis, avukat oldu belki. Ancak doğru cevap asla verilmedi: Mutlu olmak. Herkesin asıl istediği mutlu olmakken neden cevabı başka yerlerde arama ihtiyacı hissettik? Hayallerimizi yaşamak mutlu olmaya yettiği sürece neden daha fazla para kazanmayı bir kriter haline getirdik? “İnsanlar sürekli teknolojik aletlerin ne kadar harika olduğundan, bize daha fazla zaman kazandırdığından falan bahsediyor. Kazanılan zamanı kullanamadıktan sonra ne önemi var ki… Mesela ben kimsenin “bilgisayar işlemcim bana zaman kazandırdı şimdi bir zen manastırına gidip biraz takılacağım.” dediğini duymadım.” Jesse’nin teknolojiye karşı tutunduğu bu tavır 90’lardan kalma olsa da günümüze çok daha net uyarlanabilir. Akıllı telefon çağının ulaştığı son noktada, elimizden düşmeyen bu aletler; hayatımızın bir parçası olmaktan çok hayatımızın ana yaşam maddesi olmaya başlıyor. Telefonu yanında olmadan nefes dahi alamayacağını söyleyen gençlerin bulunduğu bir dönemde daha da içimize kapanıyoruz. Tüm samimiyetimizden ödün verip daha mükemmeliyetçi olma yolunda narsistleşiyoruz. Sosyal medya hesaplarının bizi nasıl yönettiğine şahit oluyoruz. Böylelikle akıllı telefonlarımız bizden daha akıllı olmaya devam ediyor. İşte böyle karamsar bir toplum eleştirisi, tarihi Viyana sokaklarının görkemli ev sahipliğiyle eşsiz bir fikir şölenine dönüşüyor. Filmin beklenenin aksine romantizmi bir amaç değil araç olarak kullandığını açıkça gözlemlerken gün hiç doğmasın ve keyifli sohbet hiç bitmesin istiyorsunuz. Güneş tüm kızıl ve turuncu tonlarını yansıtırken şehrin üstüne, saatler önce birbirine tamamen yabancı olan iki kişinin duygusal vedasının bir parçası da siz oluyorsunuz; Yüzünüzde saf ve umut dolu bir gülümsemeyle. Kaynak Linklater, Richard. Gün Doğmadan. 1995. Columbia Pictures. DVD. Sena Özyapı
16
Ecem Başak Albayrak, 1 CEVABINIZI ESİRGEMEK İSTEMEYECEĞİNİZ O AN Küçümsemekten utanacağım hayal gücünüzle kendinize bir oda yaratın. Kocaman olsun. O kadar kocaman olsun ki duvarları süsleyeceğiniz her bir eser hayal gücünüze daha da tapınmanızı sağlasın. Her bir eserinizi nefesini tutarak gözlemleyin. Hissediyor musunuz? O heyecanı, duygu birikimini, dolup taşmışlığı hissedebiliyor musunuz? 13 Şubat 2016 sabahında ben çok iyi hissettim. Nasıl mı? Yılda bir kez, Ankara ATO Congresium’da gerçekleşen 2. ARTANKARA – Çağdaş Sanat Fuarı bu güzel hisleri kalbime serdi. Sanatı, insanlığın müthiş büyüsüne kapılmış olan insanları ağırlayan bu fuar, birçok sanatçıya da ev sahipliği yaptı. Aynı zamanda hem sanatçının hem de ziyaretçilerin bire bir tanışmalarını sağladı. Ziyaretçiler adeta sanat eserleri karşında kendilerindeki yeni benliklerini keşfettiler. Fuarın ambiyansı bir şölen edasında idi. Dünyanın birçok yerinden gelen sanatçılar, sanat eserlerindeki kültür çeşitliliğini de bir o kadar artırıyor. Ele alınmayan konu neredeyse yoktu. İnsanların kendilerini her türlü dünyada bulabilecekleri bir sergiydi. İnsanlığın acı gerçeklerinden tutun da renkli hayal dünyalarını gözümüze çarpıtan her türlü eser mevcuttu. “İsimsiz”, Raşit Altun. ARTAnkara Çağdaş Sanat Fuarı, 13.03.2016 tarihinde benim tarafımdan çekilmiştir. Ecem Başak Albayrak, 2 Raşit Altun’a ait olan bu sanat eseri fuarda bulunduğum süre içerisinde ilk gözüme çarpan tablo oldu. Renk bütünlüğünün birbiriyle karışımı beni bambaşka bir dünyaya götürdü. İlk bakışta gözümüze çarpan renkli, su balonu görünümlü cisim bana renkli bir maceraya giriş kapılarını açtı gibi hissettim. Tabloyu daha da yakından incelediğim zaman baloncuğun etrafında duran gölgemsi çizgilerin aslında insanlar olduğunu gördüğüm anda geçirdiğim şok inanılmazdı. Sanat eserine olan hayranlığım bir basamak daha arttı; çünkü sanat eserinin değerini anlamak adına kendisini daha yakından incelemek gerektiğini bana bu eser öğretti. Bu sayede hem çoklu görüş açısınınn büyüsüne kapıldım hem de eserin bana anlattığı hikayeyi benimsedim; çünkü kendisi tam olarak arzuladığım hayatı temsil ediyor: Herkesin kendi renklerine doyamayacağı zevkli bir dünya. İnsanların böylesine bir dünya kurmasına yardım etmek için elimden geleni yapardım. Aynı Raşit Altun’un işe bu sanat eserini yapıp insanlara buluşturarak başlaması gibi. Sanat eserine baktıkça içimdeki coşku giderek artıyor. Umarım sizler de benimle aynı hisleri paylaşıyorsunuzdur. “İsimsiz”, Adil Kerem Sarıkaya ARTAnkara Çağdaş Sanat Fuarı, 13.03.2016 tarihinde benim tarafımdan çekilmiştir. Hacettepe Üniversitesi Seramik Bölümü öğrencisi Adil Kerem Sarıkaya’nın bu üç sanat eseri fuarın son kısımlarında yerlerini almışlardı. Bu sanat eserleri ile karşılaştığım anda nefesim kesildi. İnsanlığın çok farklı bir tarafıyla karşılaşmışım gibi hissettim. Bir kurtuluş Ecem Başak Albayrak, 3 mücadelesine ait üç yüz ile karşılaşmıştım. Arzuladığım renkli dünyanın geçiş sürecini acıyla fark ettim. Bir anda gerçek dünyanın ne kadar çirkinleşmiş yüzlerinin hayatlarımızı ellerinde tuttuklarını hatırladım. En önde duran heykel bana toplumun umutlarını kara bir örtüyle kaplayan diktatörleri hatırlattı. Gerek heykelin rengi gerek ise heykelin insanlara karşı bakışı, duruşu ve konumu bu hissiyatımı destekledi. Arkada duran iki heykel ise acılar içerisinde kendi benliklerini bulmaya çalışan iki insanı hatırlattı. Sanki maskeler onları öylesine kaplamış ki kendi benliklerini bulmaları için gölgelerini bir kenara bırakmaları gerekiyor. Sanırım bu toplumumuzun tam olarak ihtiyacı olan şey: kendi benliklerini bulmak. Bu heykeller kalbimin kabuk bağlayan yaralarını sızlatıyor. Bir yandan da kendi çabalarımı hatırlıyorum ve iyiliğimi bulmak adına bir umut kaplıyor içimi; çünkü biliyorum ki ben de böylesine bir süreçten geçmiştim. Toplumun da böyle bir süreçten geçmesi gerektiğine inanıyorum. Ancak bu şekilde daha iyi bir dünyaya sahip olacağımızı düşünüyorum. Bu sergide gördüğüm her eseri size açıklamak isterdim ama bazı anlar sözlere yetemeyecek kadar sihirliydi. Yazıya dökmeye çalıştığım an o fuardaki sanat eserlerinin bana verdiği hislere yazı başında da kapılırdım ve orada yapmak istediğim ama yapamadığım şeyi hatırlardım: cevap vermek. Doğru okudunuz. Orada ruhumu doldurup taşıran bütün sanat eserlerine bütün içtenliğimle cevap vermek isterdim. Hayal gücüme güç katan bu eserleri selamlamak isterdim; çünkü sihirle kaplanmış bütün beyaz duvarları ancak böylesine bir eylemle onurlandırabilirim gibi hissediyorum. Umarım bir dahaki fuar geldiğinde bu isteğimi gerçekleştirebilirim. Eğer siz de kendinize ve insanlara cevap verme hakkınızı kullanmak isterseniz, bu sergiye gitmenizi şiddetle tavsiye ederim. Bu terapiyle kendinizi baş başa bırakın ve insanlığınıza bir adım daha yaklaşın.
17
Şerbetçi 1 Ömer Gökalp Şerbetçi 21502438 Başak Berna Cordan TURK 102/05 BUZUN ÜZERİNDE BİR DELİ İnsan yaratılışı itibariyle içinde mucizeler barındırarak dünyaya gelir. Milyonlarca farklı özelliğin sayısı milyarları bulan farklı dizilişinden birinin tek sahibi olarak var olmaya başlamak insanın hayatta gerçekleştireceği mucizelerin habercisidir. Bu mucizeler, insan hayatını yaşanılabilir kılan ve dünyanın ayaklarımızın altında döndüğünü bize hissettiren olaylar silsilesidir. Mucizeyi ise Hz. Musa’ya saygısızlık etmemek için denizi ortadan ikiye ayırmak olarak değil de bir et parçasının gerçekleştirdiği eylemler bütünü olarak nitelendirmek istiyorum. İlk nefes alışımız bir anne için mucize, bir baba için oğlunun kendi tuttuğu takımı desteklemeye başlaması bir mucize, bir öğretmen için öğrencilerinin okumayı öğrenmesi bir mucize. Sıradan eylemler gibi olsalar da bu fiillerin başlangıç kıvılcımı o kadar çarpıcıdır ki mucize ismini de bundan dolayı benden alırlar. Ancak bu çarpıcılık hayatımızın bir evresinde o kadar yoğunlaşıyor ki belki de kilometrekarelerce kara parçasından oluşan koca dünyamızın her noktasında bir kesimin öncelik görmesine sebep oluyor. Bu evre çocukluk olarak adlandırılır; pespembe, kapkaranlık, mutlu veya hüzünlü olarak nitelendirilebilir. Ancak çocukluğun ve çocukluktan çıkış zamanının milyarlarca insanın yaşamının en önemli -en mutlu değil- parçası olmasının sebebi, sahip olduğu mucizeleri hızlıca harcamasıdır. Yani hayatımızdaki her kilidin anahtarının basıldığı bir zaman dilimi oluşudur çocukluğu önemli kılan. Çocukluk dönemini yazının geri kalanında delilik dönemi olarak adlandırmak istiyorum. Ne de olsa çocukken yaptıklarımız birer delilik ürünüdür yetişkinler dünyasında. Şerbetçi 2 Sanki kendileri hiç deli olmamış gibi, sanki nefes alarak geçirdiği her 24 saatin birkaç saniyesinde o günleri, deliliği özlemiyormuş gibi davranmaları ilginç bir davranıştı. En ilginci buydu işte hepimiz çocuktuk neden yetişkinliğe geçiyorduk ki? Çocukluğumuzun son mucizesi miydi bu? Delilik olarak adlandırmamın sebebi, gerçekten de yaptığımız şeylerin pek azının farkında olmamız veya farkında olsak dahi farkında olmayan biri gibi yargılanıyor oluşumuz. Bu bilinçsizlik halinin kontrolü, soyadımızı aldığımız babamız ve kemiklerimizin derinliklerine sevgisini sütle aşılayan annemiz tarafından sağlanıyor. Bu kontrol edilme ve içimizdeki kontrolsüzlük isteği tıpkı buz tutmuş bir göl gibi. Anne ve babamız tarafından gölün üzeri buzla kapatılmış ve bazı kısımları onlar tarafından delinmiş. Buzun altındaki yaşam, saç telimizden parmak izimize kadar kodlanmış benliğimizden balıklar içermekte. Şanslı, diye tabir ettiğimiz çocuklar, ebeveynlerinin çocuklarıyla oynadığı Rus ruletinden sağ çıkanlardı. Peki, merminin çocukluğunu yani bütün yaşamını götürdüğü çocuklar ne yapmalıydı? Buzları kırmak çok temel bir içgüdü haline geliyordu onlar için. Tekrar karşımıza çıkıyor işte, tabiri caizse bindiği dalı kesen, sıcak ayaklarını ölüm soğukluğundan ayıran buzları kırmaya çalışan bir deli. Buzları kırmaya başladığımız yaşlar, genellikle ergenlik çağıyla başlıyor ve çocukluğumuzun bitişini simgeliyor bu çağ. Korkunç bir bilinçlilik hali sarıyor vücudumuzun her bir noktasını. Gölün her yerinde çatlaklar, her yerde kanlı yumruk izleri... İnsanı çıldırtan kararlar silsilesi. Çocukken yapılmış, içimize işlenmiş her şey bu kalın buz tabakasında. Altında neler olup bittiğini öğrenememek delirtiyor bizleri. Her şey o kadar pusludur ki o anlarda hiçbir şey net değildir ve en tehlikeli göz hastalığıdır bu yanılsamalar. Şerbetçi 3 Nefes alan, yürüyen, yemek yiyen tonlarca fiziksel mucizelere imza atmış bu et yığını yıllarca nasıl kontrolsüz olduğunun, nasıl da başkaları tarafından resmedildiğinin farkına varması o kadar acı vericidir ki… Çocukluk bu yüzden günümüz İstanbul’unda kaybolmak gibi: Tehlikeli, etkileyici ve acımasız. Boğaziçi’nin büyüsünün yerini milyonların ayak seslerinin korkutucu senfonisine bırakışı tıpkı okuduğumuz romanın peri masalıyla başlayıp bunun ardından gelen bir Stephen King hikayesi ile bitişi gibi. Delilik gerçekten de tehlikeliymiş, gerçekten de bu deliliğin tedavi edilmesi gerekirmiş düşüncesine kapılıyor insan. Yetişkinliğe geçiş oluyor bu tedavi süreci. Bu tedavi düşüncesi bizden; kontrolümüzü sağlayan fikirlerin, kimselerin peşinden gitmeye devam etmemizi istiyor. Bu devamlılık çoğu zaman bize yüklenen ideolojiler, meslekler oluyor. Çoğunluğun tersine, bunlar gerçekten de bizim sahibi olduğumuz eşsiz genetik kodumuzla bir yapboz parçası gibi birleşiyor. Çoğunluksa malum halde yüzmeye çalışıyor boğulacağını bile bile. Buzu kıracak mısın, bir sonraki kışı mı bekleyeceksin, gölü donduranın kendi benliğimiz olduğuna mı inanacaksın yoksa delik deşik olmuş buz parçasının üzerinde yürümeye devam mı edeceksin ve bu yolculuk seni suya mı düşürecek yoksa hayalini kurduğumuz portakal çiçeklerinin içine mi götürecek? Bu sorular, sorgulamalar ve birtakım cevaplar Les Quatre Cents Coups(400 Darbe) filminde 12 yaşındaki Antoine tarafından önce perdeye ardından zihnimin unutulmayacaklar kısmına yansıtılıyor. Tam anlamıyla çocuk diyebileceğimiz Antoine, o yaşta o bilinçsizlik halinden kaçmaya çalışması, kendini ailesinden ve onu oluşturduğuna inandığımız çevresinden kopma çabası… Filmin son Şerbetçi 4 sahnesinde Antoine babası tarafından bırakıldığı ıslahevinden kaçar ve koşar, sadece koşar Antoine. Öyle bir koşuştur ki bu neye ulaşacağını bilmeden, nerenin son durak olduğunu kestirmeden yapılmış bir acil çıkıştır. Ama Antoine filmin ve koşusunun sonunda bana öyle bir bakış atmıştır ki bir çocuğun mucizelerinin bitişini, buz gölünün tam ortasında yapayalnız kalışını ve içinde bulunduğu dünyadan daha da soğuk bir hiçlik suyunun içine düşüşünü haykırır bu bakış. Çocukluk ve çocuklar neşe, mutluluk, kıvanç, gurur kaynağı olarak bilindiler ama hepimiz unuttuk o bakışları attığımız zamanı; hiçliği, endişeyi, küçüklüğü, dünyanın büyüklüğünü, suyun soğukluğunu…
18
KİMİN İÇİN? Bütün hızıyla zaman, bütün büyüklüğüyle dünya, bütün hırslarımızla biz insanlar hayat karşısında oldukça duyarsız yaşamaya devam ediyor, kendi ‘ben’ imiz için çırpınıyor duruyoruz. Hayatta insana değer katan her ne varsa yarınımız uğruna heybemize atıyor, özümsemek yerine sadece bilmeyi tercih ediyoruz. Ancak aslında hayatın ne kadar yaşamaya değer, bencilce harcanmayacak kadar kısa, tek başına yaşanmayacak kadar küçük olduğunu unutuyoruz. İşte bütün bunları hatırlatan küçük bir odanın, küçük kalplerin ve kaybettikten sonra değeri anlaşılan küçük hayatlarımızın filmi “Room” adeta akıntıya kapılmış bizlere sadece durup nelere sahip olduğumuzu hatırlatan, benliklerimizi sorgulatan türden. Aynı zamanda sadece kendi bireysel ihtiyaç ve arzuları için yaşamak isteyen, bu bencil söylemleri oldukça sıklıkla ve ruhsuzca, bilinçaltına kazındığı üzere, dillendiren biz yeni nesle derin mesajlar da içeriyor. İşte bütün bunlar ruhlar üzerinde derin soru işaretleri bırakıyor: Ne için yaşıyor, nereye gidiyorum? Dünya tek kişilik ve sadece kendim için yaşamaya değer mi? Öldükten sonra bu dünya için bir anlam ifade etmeyecek ve hiç yaşamamış gibi olacaksam niye bugün buradayım? İnsanın kafasını kurcalayan adeta bir kurtmuşçasına düşüncelerine dolandıktan sonra onu içten içe tüketen bu sorular ancak varlığımızı, benliğimizi, isimlerimizi iyiye ve değerli hayatlara ittikçe yani bizler için adeta bir tetikleyici oldukça anlamlıdır. Aksi takdirde akıp duran hayatla birlikte tükenmek, hiç yaşamamışçasına ölmek kaçınılmaz sonumuz olacaktır. Bir annenin evladı uğruna ayakta kalması, evladını yaşatmak uğruna kendinden vazgeçmesi veya evladı uğruna yine evladından vazgeçmesi… Akıllarımızı dumura uğratmakla kalmayıp ruhlarımızı sıkıp bunaltan bu ikilemlerle yüz yüze geliyoruz ilerleyen sahnelerde ve kendimize şunu sormaktan alıkoyamıyoruz: Ben olsam ne yapardım? Sanki sadece bu durumda düşünmemiz gerekirmişçesine, sadece bu durumda değerlerimizi gözden geçirip, yaşama ihtimalimizin olmaması rahatlığıyla, en vicdanlı cevabı veriyoruz. Oysa her gün karşılaşmıyor muyuz bu iç burkan ikilemlerle? Patlayan bombalara ah vah ederek sadece vakit ve vicdan öldürmek mi, vaktimizi aksiyona döküp daha iyi bir dünya için vicdan muhasebesi yapmak mı? Bir şeyler öğrenirken, bir şeyler kazanırken sadece kendimizi düşünmemiz, insanlık veya indirgemek gerekirse toplumumuz adına hiçbir şey yapmamamız; bebeğini zulüm görmesine rağmen yanında tutup ondan yine onun için vazgeçemeyen bir annenin yaptığından farksızdır. Anne evladını nasıl yaşatmayı tercih edememişse bizler de insanlığı, bize ait olan toplumu yaşatmayı tercih edememiş olur, kendi benliklerimizle tükenip yok olmaya mahkûm olur ve çevremizi de buna mahkûm ederiz. Hayat akıp giderken küçük bir odanın ‘tepe penceresinden’ baktığımızda bu acelenin, koşuşturmanın, her şeyle tek başımıza mücadele etmeye çalışmanın ve bunu başarı olarak adlandırmanın ne kadar anlamsız olduğunu tekrar anlıyoruz. Kendimiz uğruna harcadığımız yılların başkaları için anlamı en fazla birkaç saat gözyaşı… Ancak başkaları için döktüğümüz en ufak gözyaşı damlası onlar için bir ömür, onlardan sonrakiler için bir umut kırıntısı olabilir böylelikle insan gözünde sınırlı olan hayat ruhlarda yeşerir ve sonsuzluğa kavuşur. İşte bütün bunlar bize açıkça gösteriyor ki, bizleri ve ruhlarımızı iyileştiren şey paylaşmaktır. Bilindiği üzere iyiye dair her şeyi paylaşmak güzellikleri arttırır; ruhumuzu bunaltan ne varsa yine paylaşmak içimizdeki güzellikleri arttırdığı gibi çevremizin kirlenmesine de engel olur. Unutmamalıyız ki, insan sosyal ve etkilenen bir varlıktır. Çevre ve olaylar insanların üzerine, insanlar da çevre ve olaylar üzerine tesir eder. Bu yüzden akmakta olan kum taneciklerini kendimize saklamanın bir fayda vermeyeceği açıktır. Ancak onları adeta bir tohummuşçasına yeryüzüne saçmak, yeşermeleri adına bir umut olmak ve hatta gölgelik veren bir ağaç olmak için başkaları uğruna toprağın altına girmek bizleri, hayatlarımızı anlamlı ve unutulmaz yapacaktır. Ancak bu şekilde zaman mekan kavramlarını aşabilir ve ancak bu şekilde ömrümüzü değerli hale getirebiliriz.
19
Bir Leyla İle Mecnun Hikayesi Yoğun bir günün sonunda işten ya da okuldan çıkmışsınız boğucu akşam trafiğini atlattıktan sonra eve varabilmiş yemeğinizi yemiş günlük işlerinizi bitirebilmiş ve sonunda dinlenmeye vakit bulabilmişsiniz diyelim. Ne yapardınız ? Eminim ki çoğumuzun cevabı televizyon izlemek olacaktır. Yayın akışının büyük bir bölümünü kapsayan dizilerle karşılaşacağınız aşikar.Türk dizileri hakkında konuşmak gerekirse, benim gözümde tamamen insanları uyuşturmak ve sorgulamalarını engellemek için oluşturulup kurgulanan yayın kuşağıdır. “Zengin kız fakir oğlan, köylü Ege kızının yaşantısı, zengin fabrikatörün mutsuz ve şımarık çocukları” gibi basmakalıp ve sürekli tekrar eden temalara sahip bu dizilerin süresi en az 2-2.5 saat civarı. Sizce her hafta bu kadar uzun süreli bir yapım çekmek ne kadar sağlıklı ? Dizilerin sağlam temellere oturmamasının en büyük sebeplerinden biri uzun tutulan dizi süreleri. Senaristlerin her hafta yazması gereken bölüm süreleri yaratıcılıklarını zedeliyor ve yukarıda bahsettiğim basmakalıp temalara yönelmek zorunda kalıyorlar. Bu durumun oyuncuları ve dolayısıyla da yapımcıları etkilediğinden eminim. Bu olayların hepsi dizi kalitesini tamamen düşüren faktörler... Bu yazıda Türk dizilerinin ve yayın akışının yukarıda bahsettiğim gibi olan bazı temel problemlerin sebepleri nelerdir ve nasıl çözüm bulabiliriz sizlerle onu paylaşmak istiyorum. Dediğim gibi dizilerdeki temel sorunların başında dizilerin süresi bulunuyor. Kendi gözlemlerini dayanarak söyleyebilirim ki bu kadar uzun süreli diziler sadece Türkiye’de daha doğrusu bu çoğrafyada bulunuyor. Amerika’daki ya da Avrupa’daki dizileri ele alacak olursak sürelerinin ortalama 40-50 dakika olduğunu görüyoruz ve bu yapımlar dünya çapımdaki yapımlar özellikle ülkemizde de büyük bir kesime hitap ediyorlar. Aynı zamanda bu dizilerin elde ettiği gelirler bizim klişe dizilerimizden kat kat fazla. Peki çok değerli yapımcılarımız ve yönetmenlerimiz neden hala böyle yapımlar çekmekte ısrar ediyorlar? Benim düşünceme göre insanlarımızın bilinçlenmesini ve düşünmesini istemiyorlar. Çünkü dünya veya ülke gündemiyle alakalı bir konuda halkın bir fikrinin oluşmasını istiyorsanız 40-50 dakikalık dizide vereceğiniz bir mesaj hem diziye bir kalite katarken hem de amacı olan bir şeye dönüştürülmüş oluyor. Ama bizim ülkemizde 2.5 saatlik bir diziyle halkı uyutmak daha kabul edilebilir olarak görünüyor. Yapımcılarımız izlemesi gereken yol reklam gelirleri ve halkı uyutmak yönündeki amaçlarından vazgeçip işlerine odaklanmasıdır bence. Her hafta bir film çekmekten vazgeçip acilen dizi çekmeye başlamalılar. Dizilerimiz hakkında bahsetmiş olduğum diğer bir sorun da konu ve içerik kalitesiydi. Genel olarak dizilerimizin konularına baktığımda görüyorum ki hep aynı temalar üzerinden gidiliyor. Yukarıda örnek verdiğim yabancı dizilerin konuları hem kendine has hem de çok ilgi çekici ve olağan dışı konular. Sorunu senaristlerimizde olduğunu kesinlikle düşünmüyorum çünkü yeteneklerini sorgulayacak seviyede olmadığımı biliyorum. Ama konu kalitesi bakımından bu kadar düşük dizilerin ortaya çıkmasına da bir yandan başka bir sebep bulamıyorum. Ülkemiz gayet orijinal bir ülke. Ülke gündemimize odaklanıp oradan ilginç hikayeler üretmek hem daha gerçekçi hem de daha kaliteli yapımlara olanak sunacaktır. Sadece yapımcıları, yönetmenleri ve senaristleri de suçlamak onlara haksızlık tabi ki. Halkımızın da televizyon karşısında oturup uyuşmayı ve tüm hayatını televizyona göre ayarlamayı kendine yakıştırması da göz ardı edilebilecek bir şey değil. Televizyonda saçma evlilik programları ya da sıkıcı dizilerdense bizi sorgulamaya ve yaratıcı olmaya sürükleyecek yayınlar aramak bu sorunların düzelmesinde büyük bir rol oynayacağına eminim. Televizyon sadece bir eğlence ve kafa dağıtma aracı değildir bunu bilinçlenmek ve duyarlılık yaratmak için kullanmak mutlaka parlak bir geleceğe yol açacaktır. Koyun gibi yaşamayı bırakmak başkalarından çok bizim elimizde Berkay Özşeker 21601679
20
Her Şeyden Önce Sen Her gün, her hafta, her ay hayatımıza yeni insanlar giriyor ya da çıkıyor. Arkadaşlar, sevgililer, dostlar… Peki, bu insanların hayatımıza etkisi cidden ne boyutta? Bir insan hayatımızı ne kadar değiştirebilir? Geçenlerde izlediğim “ Me Before You” adlı film bunu ciddi manada sorgulamama neden oldu. Her şeye sahipken bir kaza sonucu boynundan aşağısı felçli kalan bir insanın ötanazi kararını etkileyecek boyutta bir etkiden bahsediyorum. Bu durum, hayatımızdaki insanları aldığımız kararları denetleyen bir kontrol mekanizmasıymış gibi görmeme neden oldu. Cidden, aldığımız kararlar ya da yaptığımız seçimler onlar tarafından denetlenip ne yapıp ne yapmamamız gerektiği söylenmiyor muydu? Farkında mıydık bu durumun ya da ne kadar etkileniyorduk bu durumdan bilmiyorum. Ama ortada bana ilginç gelen bir durum vardı. Hayatımıza giren her insanla biz de değişiyorduk. Yaşam şeklimiz, dünyaya bakış açımız, alışkanlıklarımız nerdeyse aklınıza gelebilecek her şey değişiyordu bize dair. Bu bizim değişim arzumuzdan daha çok “Eğer değişmezsem onu kaybedeceğim” düşüncesinin kafamızın içinde sürekli at koşturmasından kaynaklanıyor bence. Etrafıma baktığımda birilerini kaybetmemek için değişen her şeye ayak uydurmaya çalışan ama bunun karşılığında kendi benliğini kaybetmeye başlayan insanlar görüyorum. İşin komik yanı ise sen onu kaybetmemek adına değişirken, kendinden tavizler verirken en sonunda duyacağın şey yüksek olasılık “Sen çok değiştin” olup yine kendinle baş başa kalacaksın. İşte bu noktada sorgulamaya başlayacaksın. Seni sen olmaktan uzaklaştıran insanın hayatındaki yerini, onu kaybetmemeye uğraşırken kendi benliğini kaybedip onun hayatını yaşadığını fark edeceksin. Hiç kimse başkasının hayatını yaşamaya gelmedi ki dünyaya… İnsan biri için ne kendini değiştirmeli ne de birini değişmeye zorlamalı. Her şey bittiğinde kendi hayatına döneceksen ne diye bu değişim çabası anlamıyorum. Ortak noktalarda buluşup beraber kararlar almaktansa kendini bu hengamenin arasında sürekli bir şeylere ayak uydururken bulmak mutlu edecek mi seni? Eğer edecekse durma devam et ama etmeyeceğini sen de biliyorsun. Hiçbir insan benliğini kaybetmekten mutlu olmaz çünkü. Seni sen yapan şeyleri bir başkası için değiştiremezsin. Bunlara toplumun kötü alışkanlık dediği şeyler bile dahil. İstediğin kadar biri için sigarayı bırak o gittiğinde geri başlayacaksın. Ne zaman ki aldığın kararları kendin için almaya başlayacaksın o zaman fark edeceksin biri için değişmenin aslında kendini kandırmaktan farksız olduğunu. Kendini kandırmaya devam ettiğin sürece olmadığın biri olarak yaşamaya devam edeceksin ve gün gelip dank ettiğinde “Ben ne yaptım?” ya da “Gerçek ben bu muyum?” dememek için kendine yalanlar söylemeyi bırak artık. Kim olduğunun, neler yaptığının, neleri sevip, neleri sevmediğinin farkına var. İnsanların karşına geçip “Bu sefer farklı, ben farklıyım, sen farklısın” demelerine aldanma. Farklı olmaya da çalışma kendin ol sadece. Bütün iyi ve kötü özelliklerinle kendin ol. Seni böyle kabul etmeyip seni değiştirmeye çalışacak insanları da hayatında tutma ve sen de onlarını değiştirmeye çalışma. Eğer uymuyorsanız birbirinize zorlamanın bir manası yok, sonuç olarak kimse kimsenin hayatında illa olmak zorunda diye bir kaide yok. Mesele karşındaki insanı zıtlıklarıyla kabullenebilmekte, onu olduğu gibi hayatında istemekte, değiştirmek için onu zorlamamakta. Böyle birini hiçbir zaman bulamadım ve asla da bulamayacağım diye de üzülme. Dünyada yedi milyar küsur insanız. Hadi bunun yarısıyla hemcins olsan geriye kaldı üç buçuk milyar insan. Elbet seni sen olduğun için isteyecek biri çıkacaktır. Çıkmadı mı? Yine üzülme bu sefer de eşsiz bir insan olmanın tadını çıkar. KAYNAK Moyes, Jojo. Me Before You. 2016. Metro-Goldwyn-Mayer. Film
21
Görkem TÜZEL 21602845 YETİNEBİLMEK Hep en yüksekte ben olmalıydım, en iyi ben olmalıydım. Olmadığımda ne mi olurdu? Çıldırır, delirirdim. Hayatla ilgili bütün motivasyonumu kaybederdim. Yorucu değil miydi? Çok yorucuydu. Hatta bazen yatağıma uzanıp hiçbir şey düşünemiyordum. Bir insan için düşünememekten daha kötü ne olabilirdi? Bu konudan ne zaman birilerine bahsetsem ailemi suçlar, bu hırsın sebebini onlar olarak görürlerdi. Oysa ailem beni ne okulda ne de katıldığım yarışma ve etkinliklerde hiçbir zaman hırslı biri olmaya itmemişti. Beni kimseyle karşılaştırmaz, çalışmaya zorlamaz, en iyi olmam konusunda hiçbir eğilim göstermezlerdi. Nasıl her insanın bir ham maddesi olursa benimki de buydu. Kimisi ağırbaşlı kimisi yaramazken ben doğam gereği hırslıydım. Başlarda beni başarıya götürenin hırsım olduğuna inanmıştım. Ortaokulda sınav başarısına göre sınıflar ayarlanırken beni ilk sınıfta olmayı hak etmeme rağmen ikinci sınıfa koymuşlardı. Köpürdüm ve koşarak bunlardan sorumlu öğretmenin yanına gidip sebebini sordum. Yedi yıl geçse de aradan söylediği cümleyi asla unutamadım: “ Seni ikinci sınıfa koyduk çünkü o zaman daha çok hırslanıp çalışacağını düşündük. ” . Sinirim geçmemişti hatta artmıştı çünkü öyle olduğunu ben de pekala biliyordum. Düşmek, geride olmak beni daha da çok çalışmaya itiyordu, öyle de oldu. Günde en az üç saat ders çalıştım ve bir sonraki sınavda okul birincisi oldum. Benzeri bir durum da lisedeyken hazırlık sınıfımda yaşandı. Bir arkadaşım İngilizcede beni geçince bütün hafta dışarı çıkmadan çalışıp tamamen onu geçmeye uğraştım. Cümlenin son kısmı çok önemli çünkü kendim için çalışmadım, onu geçmek için çalıştım. Hırsımın beni ileri taşıdığını fark ettiğim o yıllarda onu daha da benimsedim. Yeni bir ortamda, yeni insanlarla tanıştığımda kendimle ilgili anlatacağım ilk şey hırsım ve onun sayesinde elde ettiğim başarılarım olmuştu. Farkında değildim, bu hırs beni çok yanlış yerlere götürüyordu. Son duraktı: mükemmeliyeçilik. Dedim ya farkında değildim. Farkınaysa çok acı vardım. Yine hazırlık yılımda o zamanlar çok yakınım olan bir arkadaşımla bir grup çalışması sebebiyle tartıştım. Onu öyle sinirlendirdim ki sınıfı terk etti ve tam kapıdayken bana tek bir cümle söyledi: “Yeter bu mükemmeliyetçiliğin, herkes hata yapabilir. “ . Çok utandım. İnsan kendisiyle ilgili farkında olmadığı bir gerçeği başkasından duyunca o insandan uzaklaşır. Ben de hızla soğudum o arkadaşımdan ; ama günlerce aylarca düşündüm. Şimdi bile arada aklıma gelince içimi sıkar bu sözler. İçimdeki canavarla tanıştığım gün, o gün oldu. İnsanın hamurunu tamamen bozup baştan yapması ve o hamurun tekrar şekil alması, şeklin tutması mümkün müdür? Bunu bilmiyordum ama denedim, hala deniyorum. Bu yolda bana en önemli adımları arkadaşlarım ya da ailem attırmadı. Hiç beklemeyeceğim, kırk yıl düşünsem aklıma gelmeyecek bir insandı. Aklıma gelmezdi çünkü tanımıyordum bile. Lise ikiydim, bir proje sebebiyle tanıştım Hasan Ali Toptaş’la. Bir ay boyunca onun Gölgesizler romanını okuduk ve daha sonra kendisini ODTÜ’de ağırlayıp onunla kitap hakkında konuştuk. Hasan Ali Toptaş’la okul projesi dışında iki kez daha konuşma fırsatı yakaladım. Biri TED Ankara Koleji’ nin edebiyat sempozyumuydu. Birçok yazarla tanışmıştım ama Hasan Ali Toptaş farklıydı. Taşrada büyümüş, sonra kitaplarıyla taşranın dışına fışkırmış bir çocuktu o. Farklıydı benden. Ben olsam daha da enginlere koşmak için can atar daha iyisi için çabalardım. Küçükken kafasında çıkan bir yara sebebiyle onunla dalga geçilince içine kapanmış, uzaklaşmıştı somutluklardan. Ben olsam benimle dalga geçen çocukları yenebileceğim yollar arardım. Birkaç kitabı basılmamış reddedilmişti. Ben olsam en iyi olamadığımı düşünür ve pes ederdim, o etmemişti. Farklıydı benden, çok farklıydı. Hata yapmak, düşmek onun için olağandı. Birçok yazar gibi kendini kelimelerin efendisi, sayfaların hükümdarı olarak görmüyor aksine kendini kitabın altında ezmekten çekinmiyordu. Bu yüzden “Bir roman karşısında en perişan okur o romanın yazarıdır.”(Toptaş 222) diyordu. Oysa hükmetmek benlikti, yönlendirmek, istediğim yoldan gitmesini sağlamak. İpler benim elimde olmalıydı. Evet bana örnek olabilecek birçok insan vardı bu konuda. Düşmeyi, en iyi en güzel olmamayı kabullenebilen birçok insan vardı ama çok azı Hasan Ali Toptaş gibi bunu diliyle söylemeden belli edebiliyordu. “Kendimi herhangi bir yere ait hissetmiyorum.Ne bir şehre, ne bir ülkeye, ne de dünyaya.”(260) diyordu kitapta.Benim de asıl sorunum buydu. Tüm bu hırsın, çabanın, mükemmeliyetçiliğin sebebi ait olabilmek, ait hissedebilmekti. Başlarken Yalnızsın, Bitirdiğinde Daha da Yalnız isimli söyleşiler kitabını okurken bunun bir kez daha farkına vardım. Kitapta yer alan söyleşilerde anlattıklarını kendinden de dinlemiş olduğum için okurken onun sesiyle canlandı kafamda. Kendinden emin ama egoya gidecek kadar yüksek olmayan, zaman zaman titreyen sesini duydum kulaklarımda. Önsözde “ Yeryüzüne susmaya gelenler sınıfındanım diyen bir insanın, hakikaten, bu kadar konuşmaması gerekirdi.” (9) yazmıştı. Oysa onu üç kez kendi ağzından dinlemiş bir insan olarak ben, çok konuştuğunu düşünmüyordum. Ben çok konuşurdum asıl. Eğer o kendi öz ve sade anlatımını çok görüp bundan rahatsız oluyorsa benim başımı taşlara vurmam gerekirdi. Kendini anlatırken de büyüklükten , fazlalıktan kaçıyordu. Oysa ben kendimi enginlere sığdıramaz, taşırırdım. Hep en önlerde, başlarda olma arzum beni büyük yargılara yönlendirirdi. Sonradan anladım ki Toptaş’ın söyleşilerden birinde söylediği gibi “Yargılar iyi bile olsa, her zaman korkunç[tu]. ” (11). Bu bana Yunan septist Timon’un “epokhe” yani yargıyı askıya alma terimini anımsattı. Timon’a göre ataraxia yani en yüksek mutluluğa ulaşmanın yolu yargıyı askıya almaktır. Toptaş’la Timon arasında böyle bir bağ kurup ideolojileriyle benim için değerli olan bu iki insanı aklımın bir köşesine koydum. O günden itibaren her türlü büyük sözden, “En iyi benim.” demekten, “Yapamadım.” demekten ve en önemlisi “Yapamazsam bu benim için son olur.” demekten vazgeçtim. Beni yıkanın yapamamak değil, yapamadığım zaman her şeyin biteceği kararına varmakmış, onu anladım.Toptaş yine söyleşilerinden birinde “Ben, kendim olacağıma gölgem olmak isterdim.Hayatın içinde solgun solgun dolaşmak.Her herkese dokunmak hem de kimseye dokunmamak. Ağırlıksız olmak... Belki başka bir Hasan Ali vardır da ben onun gölgesiyimdir.” (27) diyor. Bu satırlardan sonra ben de kendimden biraz daha uzaklaşıp gölgeme yönelmeye karar verdim. Üstümdeki ağırlığı bunun kaldıracağından şüphem olmadı. Hayatın içinde bir koşuşturma, bir kazanma isteği olmadan “solgun solgun” dolaşmak, size nasıl anlatayım, çok rahatlatıcıydı. Sabah o gün nasıl ön plana çıkacağımı düşünmektense sabah beşte kalkıp güneş doğarken esen hafif rüzgarı hissetmeyi tercih ettim. Başlarken Yalnızsın, Bitirdiğinde Daha da Yalnız'daki satırları okudukça daha da farkına vardım, beni bu konuda etkileyen insan Hasan Ali Toptaş'tı. Toptaş bulutların üstünde olmaya meraklı değildi, sadece bulutların üstünü görse ona yeterdi. Ben de yetinmeyi öğrendim onunla. Kaynakça: Toptaş, H. A. (2014). Başlarken Yalnızsın, Bitirdiğinde Daha da Yalnız. İstanbul: İletişim
22
Korkut 1 Cemre Korkut 21202427 Kentsel Tasarım ve Peyzaj Mimarlığı TURK 102-1 Başak Berna Cordan 13.07.2015 İNSANA VERİLEN SAFÇA DEĞERİN GÜCÜ John Steinbeck’in, Amerika tarihindeki en büyük ve sıkıntılı göçünü ele alan kitabı Gazap Üzümleri’nde birçok ailenin yaşadığı dramı, Joad ailesi üzerinden anlatmıştır. Ailenin büyük oğlu Tom Joad, cezaevinden çıkıp ailesinin yanına döndüğünde California’ya gitmek için olan yolculuklarının telaşını görür ve ilk başta bu yolculuğa karşı çıkar. Ancak ailesi artık makineli tarıma geçilmesiyle çiftlikte insan gücüne ihtiyaç duyulmadığını ve bu nedenle yaşadıkları çiftlikte bulunamayacaklarını açıklayarak Tom’u ikna ederler. Yolculuk başında her aile gibi Joad ailesi de California’da daha iyi bir yaşama, hatta belki refah içinde olacak bir yerleşik yaşama sahip olma umuduna sahipti. Yolculuk ilerlediğinde karşılaştıkları sorunların yanı sıra sıcak ve dayanılmaz hava koşulları, büyük aile üyelerinin kaybı ve daha birçok sıkıntı bu umutlarını kırmaya başlamıştır. Büyük California göçünde çiftçilere sözü verilen yaşamın bedeli ilk başta göç edenlere sadece uzun bir yolculuk olarak gözükmüştü. Ancak yolculuk devam ettikçe yaz mevsiminin kavurucu özelliği, aileler genelde kalabalık olduğu için erzaklarının yetmemesi, aile büyüklerinin koşullara olan dayanıksızlıklarından dolayı vefat etmeleri, hamilelerin ve çocukların dayanma gücünün şartlar zorlaştıkça azalması ve bazı dış etkenler aslında California’da iyi bir yaşama sahip olmanın o kadar da kolay olmadığını göstermektedir. Yolda karşılaştıkları sıkıntılar ve yolculuğun birçok sebepten dolayı çekilmez hale gelmesinin sonucu olarak çoğu ailenin çatlamasına yol açan göçün sonunda sözü verilen yaşama ulaşılamaması da yaşanılan yolculuğun en can alıcı noktası olsa gerek. California’da umdukları imkanları bulamadıkları gibi, fabrikaların normalde çalıştıklarının iki katı işçi alması ve daha çok kar elde etmek için işçi aranıyor ilanları karşılaştıkları boşa çıkan vaatlerin sadece bir kısmını oluşturmaktadır. İşçilerin karın tokluğuna bu fabrikalarda çalışmayı kabul etmesi de göçte insanların nasıl bir sefalet çektiğini ve sonucunda ise ellerinde avuçlarında kalanları, zaten parçalanmış olan ailelerini daha da parçalanmaması için korumak uğruna kabul ettiklerini özetler niteliktedir. Korkut 2 Daha büyük bir açıdan değerlendirilecek olursa, Amerika’nın bu göçü kapitalizmin sonucu olarak emekçi insanların mutlu olamayacağı, emeğinin veya kitapta da ele alındığı gibi vaat edilenlere ulaşılamayacağı bir sistem uygulandığı görülmektedir. Hızlı bir sanayileşmenin başlangıcına ayak uydurmayı amaçlayan, sanayi öncesinde geçimini topraktan sağlayan ailelerin bu süreçte nasıl mücadele ettiklerini ve sıkıntılar içinde nasıl perişan olduklarını özetlemektedir Gazap Üzümleri. Yolculuk sırasında insanların morallerini yükseltmek amacıyla düzenlenen eğlencelerine hükumetin askerleri tarafından müdahale edilmesi de sistemin katı bir şekilde uygulandığının bir göstergesi olabilecek niteliktedir. İnsanlar her şeye rağmen ufacık şeylerle mutlu olabilecekken buna bile müdahale edilmesi, hükumete göre bu insanların umut denen bir şeye asla sahip olmaya haklarının dahi olamayacağı şeklinde yorumlanabilir. Kapitalizmin bu insanların sevkini ve inancını ilk başta yüksek tutup daha sonrasında her türlü ufak kazançla da yetinebilecek duruma düşüren oyunları karşısında çoğu insan yaşadığı yerdeki yönetime ve sisteme olan inancını yitirmektedir. Bu rağmen bazı insanlar ileride daha iyi bir hayata sahip olacakları düşüncesiyle morallerini yüksek tutmaktadırlar. Bu tip insanlar mücadeleye ve ailelerini bir arada tutmak için ve hem kendisi hem de ailesi için daha iyi bir gelecek sağlamak amacıyla çaba sarf etmeye devam etmektedir. Kapitalizmin kölesi olmayı kabul etmek yerine, karşılarına çıkan ya da kendilerine sunulan kısıtlı imkanları en iyi şekilde değerlendirip, oldukları seviyeden emekleriyle yükselip gelinebilecek en iyi seviyeye gelmek için çalışırlar. Ancak bu şekilde, kapitalizmi kabul etmeyip, onu görmezden gelerek; daha doğru bir deyişle de kapitalizmin katı sistemini kabul eden bir sistemin parçası olmayı reddederek hem huzura hem de başarıya, ufak adımlarla da olsa ulaşma olasıklıklarını elde edebilir duruma gelebilirler. Gazap Üzümleri’nde de bu ufak adımlar insanların karşılaştıkları zorluklar karşısında bile yola devam etme çabalarıyla özetlenebilir. Umutlarını yitirmek istemeyen insanlar kayıp verseler de, hem ailevi hem de bireysel olarak yıpransalar da, birbirlerine verdikleri değer ve moral sayesinde yola devam etmek için direnmektedirler. Yolculuklarının sonunda umduklarını bulamayacakları olasılığında bile sevdiklerine tutunup onları hayatta tutabilecek daha iyi yaşamın o küçük olasılığının peşinden gitmeye devam etmektedirler. Kitabın sonunda Joad ailesinin hamile üyesinin açlıktan ölmek üzere olan hiç tanımadığı bir adamı emzirmesi, her insanın yaşamının bir değeri olduğunu temsil Korkut 3 etmektedir. Kapitalizmin sert ve kırılamayacağı düşünülen zincirlerine karşın, saf ve çıkarsız insanların birbirlerine hayatlarını devam ettirebilmesi için yaptıkları iyilikler ve yardımlar devam ettikçe, kapitalizm denilen sistemin timsahları, hiçbir zaman asıl amaçlarına ulaşabilecek kadar güçlenemeyecektir.
23
Beni Siz Delirttiniz ! Normal ne demek? Kim belirliyor en normal olanı? Fark ettiyseniz “en” normal olanı dedim. Nasıl yani? Normal olmanın da mı “en” i var? Çok ilginç değil mi? Yaptığımız hareketlerin, giydiğimiz kıyafetlerin, aklımızın en ücra köşesinden geçen belki çok çılgınca belki de toplumda çok ayıplanacak düşüncelerin normal olup olmadığını başkalarıdan öğrenmek. Bana söyleyin kim koydu bu “normal”in kriterlerini! Hayır, anlamadığım nokta şu benimle ilgili en ufak fikrin yokken sen kimsin ki giydiğim kıyafetten ya da saçımın şeklinden benim anormal olduğum tanısının koyuyorsun? Benim görüşümde insanoğlu her daim mükemmeli kovalayan ancak mükemmel zannettiği şeye ulaştıktan sonra onu normal olarak nitelendiren, adeta küçük bir çocuğun abur cubur dükkanında en sevdiği şekeri aldıktan sonra daha fazlasını ve daha renklisini istemesi gibi, aç gözlü bir varlıktır. Ancak, kimsenin fark edemediği konu, ne kadar toplum içinde yaşasak da, her birimiz birer bireyiz. Hepimizin mükemmel olarak kabul ettiği ve ulaşmaya çalıştığı hedefi birbirinden farklı. Her bir bireyin keyif aldığı ve kendine yaşam tarzı olarak kabul ettiği şeyler farklı olabilir. Bundan daha doğal ne olabilir ki? Herkesin ulaşmayı hedeflediği şeyler aynı olsaydı, kalıplardan çıkan sabunlardan ne farkımız olurdu ki? Tabii ki hedeflerimiz, sevdiğimiz ya da ilgilendiğimiz şeylerde benzerlik olabilir ama benim lafım o “popüler kültür” adı altında, o kültür diye nitelendirilen sabun kalıplarına o kalıplara uymayan kişileri sokmaya çalışanlara. Size ne kardeşim? Siz popüler kültürün kölesi olmaya devam edin ama bırakın o modaya ya da artık ne olarak nitelendiriyorsanız o şeye başkalarını uymaya zorlamayın. Bırakın o adam kendi tarzını koysun, sizden farklı düşünsün. Ha eğer size zarar veriyorsa yaptıkları, yargılayın hatta yerin dibine sokun ama ucu size dokunmayan her değneği kendinize doğru çekmeye çalışmayın. Bu düşüncelerimin oluşmasını sağlayan büyük etkenlerden biri de yakın zamanda okuduğum, Oktay Uludok’un, 40 Şizofrenden Bir Öykü adlı yapıtı oldu. Yazarın kendi kafasında dolanan kırk farklı karakterin her birinin düşünceleri ve hayata bakış açıları o kadar farklıydı ki, bir an dönüp kendime baktım benim bile aklımdan dile getiremeyeceğim birçok düşünce geçerken, ben kimim de insanları düşüncelerine göre yargılayacağım? Kitabı okuduktan sonra hayata ve hayatın içindeki “normal” kavramına bakış açım tamamen değişti. Herkesin normal olduğu bir ütopya düşünün. Her ne kadar ütopya desem de, öyle bir yerin distopya olduğunu anlamak için profesör olmaya gerek duyulacağını hiç sanmıyorum. Herkes normal olduktan sonra, normal olmanın kendisi anormal olmayacak mı? Şimdi aklınızda bir bahçe canlandırın, eğer o bahçe sadece sarı lalelerden oluşsaydı mı daha güzel görünürdü, yoksa birbirlerinin arasına karışmış manolyalar, laleler, menekşelerin oluşturduğu bir bahçe mi? Belki o sarı laleler çoğunluğu oluşturabilir ama o bahçeyi güzel yapan her bir çiçeğin bir arada olmasıdır. İşte o sarı laleler toplumdaki çoğunluğu oluşturuyor, diğer çiçekler ise çoğunluğun kendilerini göre normal saymadıkları bireyleri. Sonuç olarak, evet ben sizen farklı düşünen bir deli olabilirim ya da sokakta acıyarak baktığınız anormal çocuk ama bana sakın yaklaşıp da sizin normal olarak içerisinden kendinize göre normal sayılan gözlüğü takmaya çalışmayın. Çünkü kendim sürekli şunu soruyorum: “normal olmanın kendisi ne kadar normal ki?”. Gün gelir benim düşüncem ya da hareketlerim size zarar verir, o “gözlüğü” takan her bir kişinin suratıma okkalı birer tokat atmasın izin vermezsem namertim ama hiçbir şey yokken beni kolumdan tutup kendi dünyanıza çekmeye çalışmayın çünkü sizin dünyanızda benim için oksijen yok. O “normal” olarak gördüğünüz dünyanızda ben yaşayamam. Ha bu arada bana deli gözüyle bakanlara da bir çift lafım var: “ beni siz delirtiniz! ”. -Berk Mehmet Gürlek Kaynakça Okay Uludok, 40 Şizofrenden 1 Öykü
24
Ege Marangoz Marangoz - 1 21402342 TUR 101 Section 20 Başak Berna Cordan Ödev 5 16.12.2014 MASKELİ DEVRİM Voila! Evet, kendisini gayet iyi tanıyoruz. Dünyanın neresinde iyi ya da kötü amaçlı bir devrim ya da var olan düzeni yıkma çabasında olan insan varsa hepsinin yüzlerindeki maskelerde görüyoruz onu; gerek haber bültenlerinde, gerek gazetelerde, gerekse sokak eylemlerinde… Kendisi, günümüz dünyasının despotizm ve baskıyla savaşı için, başka birçok soyut söylem ve basmakalıp ideolojik kaygılardan ziyade, daha evrensel, daha somut bir maskot, bir idol. Ve gerçek adını bile bilmiyoruz. Onu sadece sarfetmiş olduğu tek bir rumuzla tanıyoruz: V. Peki sırrı ne? Adını, yüzünü bile bilmediğimiz, kurgusal bir karakter olduğunun farkında olduğumuz maskeli bir adamın, insanlar üzerindeki tüm bu nüfuzu nereden geliyor? Bu soruya sağlıklı bir yanıt bulabilmek için, her ne kadar kendisi daha eski ve ilk formu yine İngiliz Alan Moore ve David Lloyd’un yarattığı nispeten meşhur çizgi romanın baş karakteri olsa da, kendisinin dünya ile en büyük çaplı etkileşimine bakmamız gerekiyor: James McTeigue’nin epik filmi V for Vendetta’ya. Filmin konusu, esasen 2020’li yılların sonunda kaotik bir dünyada, halkı terör ve salgınlardan kurtulmak için despot ve faşist bir yönetimden medet uman karanlık bir İngiltere’de, içten içe memnuniyetsizlik duyan ancak baskıdan korkan Evey isimli bir kızın, gizemli, sofistike ve hayatının tek bir amacı olan, ismi V olan bir adamla tanışması ve hayatının bu tanışıklık sayesinde geçirdiği radikal değişim. V, Evey’i kurtarıyor, ona yeni bir yol gösteriyor, ve ona acı çektirerek korkusuzluğun gerçek bedelini öğretiyor. Gerçekten de, elindekileri takdir etmeyi bilen, korkusuz, özgür ve bir şeyleri değiştirme gücüne sahip bir birey ya da bir toplum ancak acı, yokluk ve bunalımla harmanlanabiliyor. Ne yazık ki biz, günümüz insanları olarak çoğunlukla hayatı bilinçsiz bir bakış açısıyla irdeliyoruz ve bize edilen kötü muamele ve dayatılan yaptırımlara sırf toplumun huzuru bozulmasın diye ses çıkarmıyoruz. Ancak savaşlarımızda bu kadar seçici olmak iyi değil; filmde de açıkça gördüğümüz gibi, düzene ve barışa kavuşmak uğruna bizi insan yapan temel duygu ve özgürlükleri göz ardı edebiliyor ve onlara saygı duymayanlara ses çıkarmayı gerekli görmeyebiliyoruz. Ta ki bıçak kemiğe dayanana dek; peki ya o zamana kadar hakkını aramadıklarımız sonunda onları aradığımızda artık orada değilse? Filmin, ve o maskenin nüfuzunun bu denli etkili olmasının sebebi, bu sorunu adamakıllı, dolandırmadan ele alması ve çözüm yolunu göstermesi. Çözüm aslında basit: “Dayatmalardan ve onları dayatanlardan korkmayın, onlar ancak sizin izin verdiğiniz sürece varlar.”. Filmdeki despot iktidar bunun mükemmel bir örneği. Sözde birliğe ve düzene ( korku asla gerçek bir birleştirici amacı olamaz zira) bir saldırı tespit ettiği anda onu bastırmak için bildiği tek davranış şekline başvuruyor: şiddet, sansür ve yıldırma. Ancak bu nihayetinde Marangoz - 2 onun sonu oluyor, çünkü tüm bu eylemler korku yaratmak için var, ancak korkunun kaynağını gören ve onu defedenleri korkutmaya çalışmanın faydası ne olabilir ki? Silahlarla korkutmaya çalıştığınız insanlar korkuyu asıl yaratanın silahın içindeki kurşunlar olduğunu, onlar bitince savunmasız kalacağınızı biliyorsa onlara karşı ne yapabilirsiniz? Elbette böyle bir düşünce yapısını benimsemek kolay değil, yukarıda belirttiğim gibi buna giden yol acılar ve zorluklarla dolu. Ancak ödülü paha biçilemez; zira ancak bunu başardığınız an tamamen özgürsünüz ve hiçbir sınır tanımıyorsunuz demektir. Maskesindeki mistik, alaycı gülümsemenin altında acı çeken ve sadece kendisi için değil, acı çekmiş ve küçük düşürülmüş tüm yol arkadaşları için insanlık adına intikam alma isteğiyle yanıp tutuşan bir adamın ironisi en sağlam bu şekilde anlatılabilir ve anlaşılabilir. Ve siz de kendsinin izinden gitmek, onu ilham almak istiyorsanız, sizi sonuna kadar takdir ediyor ve bir gece 1812. Overtür eşliğinde, havai fişekleri izlerken o maskeyi değil, onun altındaki kurşun geçirmez fikirleri görmenizi diliyorum.
25
AŞK Türk romancılığının önemli bir parçası, Servet-i Fünun Edebiyatı’nın en önemli ismi olan Halit Ziya Uşaklıgil’in en çok tanınan eseridir Aşk-ı Memnu. Romanın yazılmasının üzerinden yüz yıldan fazla zaman geçmiş olmasına karşın, günümüzde hala popülerliğini ve önemini korumaktadır. Öyle ki, geçtiğimiz yıllarda Halit Ziya’nın bu önemli eserinden uyarlanılarak bir dizi bile yapıldı, ancak romanın ana konusu dışında kısmının dizide pek de iyi yansıtıldığını söylemek doğru olmaz. Zaten bir eseri okumanın verdiği hazzı televizyon veya sinemada yakalamak oldukça zordur. Bunun sebebi ise, okuduklarımızı kafamızda canlandırarak hayal gücümüzle ulaştığımız noktalara, bir şeyleri izleyerek varmamızın mümkün olmamasındandır, çünkü sinema ve televizyonda başka insanların bize sunduklarını takip etmek mecburiyetinde kalırız ve bu durum hayal gücümüzü belirli bir noktada tutar. Okumak ise kendi zihnimizde canlandırmamıza açıktır. İlk olarak Batı etkisinden önce sade ve kaba olarak nitelendirilen Türk romancılığı, Halit Ziya Uşaklıgil’in ardında yeni bir soluk kazanmıştır adeta. Aşk-ı Memnu içerisindeki güzel betimlemeler, süslü ve ustaca anlatımı ile dikkat çekiyor. Romanın belirli bir karaktere sahip olduğu okudukça anlaşılıyor. Olaylar arasında yapılan çevre betimlemeleri çok ayrıntılı ve güzel. Örneğin bir oda betimlemesinde kendinizi o odanın içinde hayal edebiliyorsunuz ve betimlemeler doğrultusunda sanki ortada durup kafanızı sağa, sola çevirdikçe detayları kendi gözlerimizle görüyormuş hissine kapılıyorsunuz. Çevre tanımlamasının bu denli kuvvetli olması okurken aldığınız hazzı arttırıyor ve olayları takip etmenizi kolaylaştırıyor. Elbette Halit Ziya’nın tek başarısı bu değil. Çevre betimlemelerinin yanı sıra insanların betimlemeleri de harika. İnsanlar her ne kadar aynı şeyleri okusalar da zevkleri doğrultusunda farklı şeyler hayal ederler. İnsan yüzünün güzelliği görecelidir nasıl hayal edildiği her zaman tahmin edilemez fakat benim fikrime göre Halit Ziya’nın başarılı ve güzel betimlemeleri romanın karakterlerinin fiziki yapıları ve hareket etme biçimleri konusunda birçok insana benzer düşünceler hissettirmiştir. Buna ek olarak karakter analizleri ve duygusal betimlemeler de çok etkileyici. Mesela Bihter ve Behlül isimli karakterlerin düştüğü zorlu durumlar sırasında yaşadıkları gergin anları sanki o anı kendiniz yaşıyormuşçasına kalp atışlarınızda hissedip gerilebiliyorsunuz. Günümüzde gazetelerde okumaya, televizyonlarda görmeye alışık olduğumuz entrikalı olayları Aşk-ı Memnu’da okuduğumuzda o dönemde her şeyin ne kadar zor olduğunu anlayabiliyoruz. Hiçbir zaman geçmişi bu günki dünya olarak göremeyiz fakat bu günki gerçekler o zamanlarda da vardı. Eskiden insanların bilgiye ulaşabilecekleri yollar okudukları şeylerden elde ettikleri yada başkalarından duyduklarıydı. Halit Ziya eserleriyle insanımızın yaratıcı düşünmesine ve olaylara farklı bakış açılarıyla yaklaşabilmeyi göstermiştir. Bu anlamda Batılı tekniği Türk romanına faydalı olmuştur. Çevre ve karakter analizleri doğrultusunda okuyucunun hayal gücünün gelişmesine, farklı ve detaylı düşünebilmesine yardımcı olmuştur. İkinci olarak eski Türk romancılığının basit ve sade yapısından farklı olarak Aşk-ı Memnu’da özenle hazırlanmış süslü, sanatlı ve şiirsel bir anlatım mevcuttur. Bu özenle hazırlanmış, ince ince işlenmiş sanatsal anlatım çok zor ve usta işidir. Aşk-ı Memnu’nun önemi bu şekilde daha da artmıştır, ancak bu değerli özellikler maalesef romanın dili günlük hayatta kullandığımız dilden uzak ve oldukça ağır bir dile sahip olmasına neden olur. Halit Ziya Uşaklıgil bunu fark ederek daha sonradan eserini kendisi sadeleştirmiştir. Buna rağmen günümüzde Aşk-ı Memnu’yu yeni baskılarda mevcut olan küçük açıklayıcı notlar ve bazı kelimelerin anlamlarının günümüzdeki karşılığı olmadan yüzde yüz anlayabilmek mümkün değil. Bu olayda eserin yazılmasının üstünden yüz yıldan fazla zaman geçmesinin de etkisi var fakat, dilin anlaşılmazlığının asıl sebebi süslü ve sanatlı anlatımların yoğun biçimde kullanılmasıdır. Okuma konusunda çoğu ülkenin gerisinde kalmış durumdayız ve bu konuda çok ilerleme kat edemedik. Her şeye rağmen Aşk-ı Memnu gibi bizim için önemli olan ve örnek teşkil eden eserleri okumalıyız. Eser yüz yılı aşkın süre önce yazılmış olmasına ve çok ağır bir dile sahip olmasına rağmen edebiyatımız için bu denli önemli bir eseri günümüz insanının okuyabileceği hale getirmek için çalışan insanlarımız olmasından dolayı çok memnunum. Böyle olayları önemsemeli ve kıymetini bilmeliyiz. Halit Ziya Uşaklıgil’in Aşk-ı Memnu romanının kesinlikle okunması gerektiğini düşünüyor ve herkese tavsiye ediyorum.
26
İlteber Ayvacı 21301365 TURK101.41 Ben birine hiç mektup yazmadım... Ben hiç birine mektup yazmadım. Kalemimi kelimelerimin hakimiyetinden çıkarıp duygularımı kağıdıma aktarmadım, aktaramadım. Hele ki birine, ona karşı hissetlerimi içimde barındırdıklarımı hiç mi hiç mektup yazarak söylemedim, söyleyemedim. Çünkü hep korktum. Evet doğru duydunuz korktum. Ben duygularımdan onların gücünden korktum. Hangi insan tereddütsüzce yazabilir ki duygularını? Yada hangi insan sansür koymadan yaşar kendi benliğinde.. ve o benliği başkasına açar. Sanırırım bu nedendir ki Franz Kafka’ya karşı hayranlık duymaya başladım. Bir erkeğin – gerçi cinsiyet fark etmeyen duygular ortaya girince- hiçbir kısıtlayıcı unsur olmadan kendini ifade etmesi ve bunu sevdiği kadına aktarması belki de cesaretin aşk tarafından kırıldığının en güzel kanıtlarından biridir. Sonu ne olacak nasıl olacak kavuşabilecek miyiz demeden nasıl yaşınılıyorsa o an, olduğu gibi öylece ifade etmek belki de bu hayattaki en güzel ve özel yeteneklerden biridir. Aşkın iki kişi arasındaki bağdan ötürü ortaya çıktığı söylense de insan aslında kendi bencilliğini ve en önemlisi yalnızlığı bırakamayan bırakmaya korkan br varlıktır. Birazcık insanların içine girdiğinizde onları keşfetmeye başladığınızda bunu çok kolayca farkına varabilirsiniz. İşte ben de o insanlardan biriyim. Hayatımda ne olursa olsun kendimi düşüncelerimi sansürsüzce başkasına açmakta o kadar çok zorlanıyorum ki bu yüzden hayatta bencil yanımı ve yalnızlığı seçen benliğimi yaşıyorum. Ama bir kez de olsun mektup yazmayı deneyeceğim ve bu mektubum kısa ve öz olacak. Tahmin edebiliyorum kime olduğunu merak ediyorsunuz haklısınız da merak etmekte ama bu birine değil bir hisse bir duyguya ben Franz kafka ile Milena’nın sahip olduğu adını imkansız koyduğum aşka mektup yazacağım. …. Nasıl başlayacağım nereden başlayacağım bilemiyorum. Aklımda o kadar düşünce o kadar his o kadar cevaplarını arayan sorular var ki hepsini harmanlayıp sunmak şimdi çok zor geliyor bana. Ne de olsa ilk defa mektup yazıyorum. Hele ki şimdi karşımda imkansız olunca daha da birbirine karışıyor kelimelerim. Merak ediyorum ve soruyorum sana.Sen imkansız, imkansızlığı barındıran aşk! nasıl bu kadar kuvvetli bir güce sahipsin? Nasıl oluyor da sonu belli olmayan bir yolda insanları bir araya getiriyorsun? Hani insanoğlu kendine armağan edilen beş duyusunu kullanarak bişiler elde etmek ,onları yaşamak ister ya sen nasıl oluyorda onlara gereksinim duymadan ruhları bir araya getirebiliyorsun? Şimdi karşındayım küçük bir çocuk gibi. adeta o küçük çocuğun babasından beklediği cevaplara açlığı gibi açım simdi senin cevaplarına. Kendi benliğimde yalnızlığımda kaybolurken nasıl oluyor da birini hayatımın ayrılmaz parçası yapabiliyorsun. Ey aşk sana soruyorum sen nasıl kavuşmanın imkansız olduğunu bile bile insanları kendi kölen haline getirebiliyorsun? .. Denedim ama yine olmadı.Ne olmadı diye soracaksınız biliyorum.Görmediniz mi hala? sorular soruyorum hala kendimi ifade edemiyorum. Belki gerçek hayatta bunu birine karşı yapmak zor gelecek bana ben Franz Kafka’nın kendine ait güvenine,sevgisine sahip olamayacak kadar güvensiz hissediyorum ama deneyeceğim ne olursa olsun bir kez daha.. …. Ey aşk! Ey imkansızı her zaman kendine idol olarak benimseyen aşk işte karşındayım. Ben sana senin sahip olduğun güce körü körüne tutkuyla bağlıyım. Ey aşk önünde diz çökmeye hazırım. Beni de imkansızlığın içine alsan da içtenlikle yaşamaya hazırım. Çünkü anladım ki bu aşk iki kişiden çok iki ruhun arasında .. ve anladım ki senin gücün insanlaeın ruhlarından aldığın özütlerde saklı. İşte karşındayım bir Franz Kafka veya Milena değilim ama en az onlar kadar sana saygım, büyülü gücüne tutkum var. Ve eminim ki günün birinde seninle hesaplaşacağız ve bu sefer sen imkansız olmayacaksın. … Her ne kadar tam aktaramasam da bir şeyler söyleyebilmek de güzel. Franz Kafka ve Milena aşkkı gözlerin görmediği kalplerin ise göz görevi gördüğü ruhlarının evlerini oluşturduğu kalemlerinden dökülen kelimelerin ise bu eve giden yolların taşlarını meydana getirdiği dillere destan bir aşktır. O kadardır ki onlar aşkın ismini imkansız değil, imkansızın ismini aşk koymuşlardır,.
27
Korkuyu Beklerken Hayaller kuruyorum. Mutlu olduğum, içinde hüzün barındırmayan ve kısa bir süreliğine de olsa hayatımı mükemmelmiş gibi gösteren hayaller. Gerçekliğe dönmek, o kusursuz hayallerden sıyrılmak zor oluyor elbette. Bambaşka bir dünyanın içindeyim çünkü. Kendi hayatımda olan biten ne kadar olumsuzluk varsa yok oluyor birden. Yenilgilerim, kaçışlarım, çaresizlik içinde sürüklenişlerim, başarısızlıklarım, kayıplarım… Hepsi yok oluyor. Bunların yerini saf mutluluk ve huzurdan ibaret bir hayat alıyor. “Evet, mutluyum artık!” diyorum. Sonunda istediğim hayata, yaşamak istediğim o rüyaya kavuşuyorum. Hayaller her zaman mutlu eder beni. Hayallerimden uyanıp dünyama açtığım zaman gözlerimi, kendimi uçsuz bucaksız bir mutluluk denizinde yüzmüş gibi hissederim. Kitaplar da böyledir işte. Bir kitabı okuyarak kim bilir kaç farklı hayal denizinde kulaç atmışımdır bu zamana kadar? Kaç kitabın içerdiği hayali kendi hayalim bilip mutluluk duymuşumdur? Belki de yüzlerce. Evet, okuduğum kitaplarla mutlu olan bir insanım. Her hikayeden kendimi mutlu edecek çıkarımlar yaparım. Kendi hayatımdan farklı hayatlara tanık olma şansını yakalıyorum böylece ve farklı insanların mutluluklarıyla mutlu oluyorum. Kitap okumaktan beklentim de farklı insanların yaşamlarındaki bir parça haline gelip onlarla mutlu olmaktır fakat yakın zamanda bu beklentimi yerle bir edecek bir kitapla tanıştım: Oğuz Atay-Korkuyu Beklerken. Onca beklentim, mutluluk hayalim bu kitapla yok oldu gitti sanki. Mutlu hayaller beklerken öyle bir karmaşanın içinde buldum ki kendimi hikayelerden sonra uzun süre kendime gelemedim. Karakterler negatif kişilerden oluşuyordu: Mutsuz insanlar, dışlananlar, çaresizlik içinde intihara sürüklenenler, akıl sağlığını yitirmiş olanlar… Şaştım kaldım içinde bulunduğum vaziyete. Gerçek dünya zaten birçok sorunu barındırıyordu ve böyle hikayelerle kendimi daha da üzmek istemiyordum. Kitapları okumadan bırakmak huyum değildir. Kendimi ikna ettim ve başladım yeniden okumaya. Bazen bunalarak bazen içim sıkılarak okudum fakat insan sonradan anlıyor Oğuz Atay’ın yapıtlarının değerini. Bir türlü dikiş tutturamayan onca insanın öyküsüne rağmen zevk alarak okuduğum kitaplardan biri oldu Korkuyu Beklerken. Her sayfada diken üstündeydim. “Acaba bu hikayedeki bahtsız kişi kim?” sorusu sürekli beynimi meşgul etti. Gerçeklikten uzaklaşmaya çalışan insanları tanıdım Atay’ın hikayelerinde. Çoğu zaman da öyle hayatlara tanık oldum ki dünya bu insanların suratına kapılarını çoktan kapatmıştı. Çaresizlik içindeydi herkes. Yaşamak zor, ölüm kurtuluştu. Yadırganan, toplumun dışına itilen o kadar insan gördüm ki bu hikayelerde kendi hayatıma – sadece monotonluğundan şikayet ettiğim hayat- şükreder oldum. En çok Unutulan’dan etkilendim mesela. Öyle büyük bir çaresizlik ve sessiz yakarışlar gördüm ki Unutulan’da, kendi hayatımı sorguladım. Belki benim de üzdüğüm birileri vardı bu dünyada. Sonucu hikayeki gibi ağır olmasa da belki istemeden zarar vermiştim insanlara. Peki ya öyleyse bunun pişmanlığını yaşayacak mıydım? Yoksa hayatıma kaldığım yerden devam mı edecektim? Babama Mektup öyküsündeki gibi yıllar geçtikçe babama mı benzeyecektim yoksa? Korkuyu Beklerken’i okurken hayatımı sorgulamamak mümkün değildi. Belki biraz fazla hayal ürünüydü hikayeler ama ben de yaşıyordum zaman zaman çaresizliği, arada kalmışlığın dayanılmazlığını, yalnızlığı ve başarısızlığı. Kendi hayatımı sorguladım durdum böyle. Kendimi hikayelerdeki kahramanlarla kıyasladım. Meğer kitaplar sadece mutluluktan ibaret değilmiş. Bir kitap, içinde ne kadar farklı duygu barındırıyorsa ve insana kendini sorgulatıyorsa insanda sonsuz bir etki bırakıyormuş. Bu sefer hayaller yok. İnsanın kanını donduran bazı talihsiz hikayeler var. Kendini ifade edemeyen, gerçeklerin acımasızlığından kaçmaya çalışan, dünyadaki yerini bir türlü bulamayıp çaresizlik için kıvranan insanlar var. Bu hikayeler sayesinde insanlığın karanlık yüzünü gördüm ve anladım ki kitapların görevi sadece mutlu edip, mutlu hayaller kurdurmak değilmiş. Bir kitabın düşündürmesi ve o kitabı okuyan insana kendi hayatını sorgulatması gerekliymiş. Bir kitaptan etkilenmek böyle oluyormuş aslında. Alışılmışlardan ve kalıplardan sıyrıldım Oğuz Atay’ın Korkuyu Beklerken’i ile. Yaşamak ile yaşamamak arasındaki ince çizgide gidip gelen ve kaplumbağa misali kabuğunda yaşayan onca insanın hayatına tanık olmamı sağlayan Oğuz Atay’a bir teşekkür borçluyum, öyle değil mi?
28
ANORMAL OLAN KİM? Sabah kalk, okula git, ödevlerini yap, ders çalış ve tekrarla… Derslerine sıkı çalış, öğretmenlerinin anlattıklarını ezberle ve sınavda aynılarını tekrar et. Tebrikler, sınıf birincisisin! Peki neden sınıf birincisi olmak için çabalıyoruz, birinci olmasak ne olur? Neden sürekli bir yarış içerisindeyiz? Aynı şeyler, aynı konular hakkında yarışıyoruz. Hayal gücümüzün, farklı bakış açımızın bir önemi yok; sadece bize söylenenleri yapmalıyız ve bize söylenenleri yapabilmek zorundayız, çünkü bunları beceremeyenler aptal olanlardır(!). Bir çocuk düşünün, dokuz yaşında. Ona söylenenleri anlayamıyor, okumakta ve yazmakta zorluk çekiyor fakat uçsuz bucaksız bir hayal dünyasına sahip. Etrafındakileri bu hayal dünyasına göre yorumluyor ve başkalarının göremediği şeyleri görebiliyor. Ama derslerinde başarısız olduğu için etrafındaki çoğu kişi tarafından aptal olarak nitelendiriliyor ve onunla alay ediliyor. Taare Zameen Par isimli bu film bana böyle bir çocuğun ne kadar eşsiz birisi olduğunu ve yapabileceklerinin sınırının olmadığını fark ettirdi. Toplumumuzda belirli kurallar, normlar var ve bütün insanların bu kurallara uyması, bu normları itiraz etmeden kabul etmesi bekleniyor. Ancak böyle bir beklenti içine girdiğimizde bütün insanların birbirinden farklı olduğu gerçeğini göz ardı etmiş oluyoruz, insanların özgürlüğünü kısıtlıyoruz. Eğitim, bu normların oldukça yaygın olduğu toplumsal alanların başında geliyor. Bütün bu normları kabullenip, herkesin yaptığı şeyleri yapmamız isteniyor. Öğrenciler sanki birer yarış atı gibi görülüyor, sürekli birbirimizden daha iyi performans göstermemiz bekleniyor. Özellikle anne ve babanın böyle bir beklenti içinde olması öğrenciyi büyük bir stres altında bırakıyor. “Acaba başarısız olursam, anne ve babamı hayal kırıklığına uğratırsam ne yaparım?” diye düşünmeden edemiyorsunuz. Bu şekilde öğrencileri sürekli bir yarış içinde tutan eğitim sistemini doğru bulmuyorum. Çünkü her insan farklı düşünür, farklı hayal eder ve farklı davranır. Her insanın kendisine özgü bir yeteneği vardır. Her insanın aynı şekilde davranmasını beklemek yerine kendilerine özgü yeteneklerini açığa vurmalarına fırsat verilen bir eğitimin gerektiğini düşünüyorum. Filmde de bu konu çok etkileyici bir biçimde ele alınmış. Bu etkileyici senaryo, özel yeteneklerini açığa vuran insanların dünyayı değiştirerek daha iyi bir yer haline getirebileceğinin farkına varmamı sağladı. Her insanın içinde dünyayı değiştirebilecek çok özel bir kişinin yattığını anladım, yeter ki onu dışarı çıkarabilecek bir fırsat bulsun. Anormal kavramına bakış açınızı değiştiren bir film bu. Anormal olarak nitelendirilen birinin aslında kendisine özgü özelliklerini sergilediğini anlıyorsunuz. Onları anormal olarak nitelendirerek onlara haksızlık ettiğimizi anlıyorum. Anormal olanlar aslında onlar değil, birbirini taklit eden insanlar, yani bizleriz. Toplumsal kurallara uygun hareket etmeye çalışırken kendimize özgü özelliklerimiz kaybediyoruz ve birbirimizi taklit ediyoruz. Ayrıca filmdeki kahramanımız Ishaan’ın “normal” olarak tanımlanan dünyaya uyum sağlamasında çok büyük emeği olan öğretmenin de bizim için bir model olması gerektiği kanısındayım. Öğretmenler, çocukların sahip olduğu bu yetenekleri sergilemesinde çok önemli etkenlerdir. Öğrencilerin bakış açılarını genişletmekte ve hayal dünyalarını açığa vurmalarında hayati rol oynarlar. Bunun gibi daha çok öğretmene ihtiyaç duyuyoruz bu yüzden filmdeki öğretmen karakteri bizim için önemli bir model. Özetlemek gerekirse, bu filmi izledikten sonra toplumumuzda bulunan belirli kalıplara uygun yaşamaya çalışarak eşsiz özelliklerimizi yok ettiğimizi anladım. Özellikle eğitim alanındaki bu kalıplar çocukların bu eşsiz özelliklerini açığa çıkarmasına engel oluyor, hayal dünyasını ve özgürlüğünü kısıtlıyor, belki de dünyayı değiştirecek kişiliklerin oluşmasına engel oluyor. Daha iyi bir dünya için bu kalıpları yıkmalı, kendimiz olmalıyız ve bize özgü olanı açığa vurmalıyız. Ahmet Canberk Baykal
29
BAZEN SIKICI, HER ZAMAN GERÇEK AŞK Cümlelere “keşke” ile başlamak gibi can sıkıcı durumlar vardır ya hani, maalesef bazı cümle başlarına bu kelimeyi getirmeden başlayamadığınız kötü durumlar da vardır. Okumayı bitirdiğim anda Milena’ya Mektuplar da bende kocaman bir “keşke” halini aldı. Dedim ki keşke yalnızca Kafka’nın yazdığı mektuplar değil de, ona karşılık olarak Milena’nın yazdığı mektuplar da olsaydı. Çünkü gerçek hayatta da nasıl yüz yüze yapılan bir konuşmada karşı tarafı dinleyememek insanlar için çok büyük bir eksiklikse, böylesine büyük bir aşkta da karşı tarafın sessiz kalması o derece sıkıntılı bir durum. Hatta daha kötü bile diyebiliriz ya da en kötüsü... Kafka’nın aşkı gibi bu denli güçlü ve müthiş bir aşkla sevdiğimiz kişiden karşılık alamamak son derece olumsuz bir durum olsa gerek ki bu da bizi oldukça kötü etkiler hatta bunalıma bile sokabilir; kısacası ruhsuz bir insan haline gelebiliriz. Kafka’nın yaşadıkları da sanırım bunlardan ibaret. Milena’ya Mektuplar, ruhu fazla huzursuzlaşan hatta ruhsuzlaşan bir aşk adamının yaşamış olduğu ikilemleri, güvensizleşmeyi açığa çıkaran tarzdaki mektupların kitabı olmuş. Karşılıklı aşk yaşayan tarafların çözebileceği özel olayları barındıran bu kitap, edebi anlamda Franz Kafka’nın başka yapıtlarına göre biraz daha alt düzeyde kalmış bence. Kafka, gerçek hayatında atlatılması zor dönemlerden geçmiş bir insan olmasına rağmen, kendine kalmasını isteyebileceği bir olayı bizim büyüte büyüte izlememize müsade etmiş. Bu durum kimine göre ilgi çekici bir hal alabiliyorken kimine göre de sıkıcı olabilir. Bana biraz sıkıcı geldi ama bu sıkıcılık içerik anlamında değil. Bu kitapta sadece Kafka’nın kendisini ve yaşadığı aşkı tanıyorsunuz. Gerçi zaten tüm kitaplarda yazardan bir parça vardır ya da bütün kitaplar yazarın bir parçasıdır ama bu “aşk” dediğimiz mevzu bizim farklı bir kimliğimizi ortaya çıkarır. Kafka’nın Milena’ya Mektuplar kitabında da onun ortaya çıkan diğer kimliğini tanıyorsunuz. Bana sıkıcı gelen olay bu. Edebi anlamda sıkılmak istemezseniz bu kitabı okumadan önce Kafka’nın kendini anlatmadığı diğer kitaplarını okumanızı tavsiye ederim. Aslında Milena’ya Mektuplar bir aşk kitabından ziyade bir “Franz Kafka’yı ve onun aşkını tanıma” kitabıdır ve oldukça ayrı bir alanda yürümektedir. Bir de korku unsuru var tabii. Kitabı okuduktan sonra korkunun ne kadar kötü bir duygu olduğunu anladım. Huzursuz olma durumu da diyebiliriz buna ama kitabın yazarı Franz Kafka olduğu için her türlü duyguyu, düşünceyi hatta en derin aşkı bile bulabiliyorsunuz bu kitapta. Gerçek hayatta karşılaştığınız durumlara karşı nasıl hareket etmeniz gerektiğini bilmek için, okunması oldukça faydalı ve gerekli kitaplardan biridir Milena’ya Mektuplar. Okunması aynı zamanda ilginç de kitaplardan biridir çünkü yazarının, tüm kağıtların ve tüm yazıların ortadan kaldırılması gibi bir vasiyeti vardır. Böyle bir vasiyeti bulunan bir adamın, aşkına yazmış olduğu mektuplarını okuma duygusu; gerçekten ilginç... Bu eserin başka bir açıdan da farklılığı var. Milena’ya Mektuplar’ı okuduktan sonra başka hangi mektup kitabını okursanız okuyun, bu kitaptaki mektuplar aklınızda kalıyor. Yani bu mektuplardan dolayı insan diğer mektuplarda da Franz Kafka tarzı yazılar bekliyor. Başta da söylediğim gibi sadece tek taraflı bir aşkın anlatıldığı bu eser başlarda sizi sıkabilir hatta yazarın kendisini okumaktan tüm kitap boyunca bile sıkılabilirsiniz o yüzden benim tavsiyem Milena’ya Mektuplar’ı okumadan önce Kafka’nın daha farklı türdeki kitaplarına biraz göz atmanızdır. Birkaç farklı kitaptan sonra bu kitaba yönelmek eminim herkesi daha fazla tatmin edecektir. Aybars KARASU, 21200733 Turk 101-1 Milena’ya Mektuplar/Franz KAFKA 23.10.2014
30
YAŞAMIN SATIR ARALARI, AMERİCAN BEAUTY 26.09.2014/Ilgın ÇAMOĞLU/21301978 Bir öyküde, bir romanda, bir filmde ya da bir sanat eserinde satır aralarına ne kadar çok şey sığdırılabilir? Yaratılmış karakterlerin yaşamları, gerçek hayata derinlemesine dokunabilir mi? Bana bu soruları sorduran, şu güne kadar yaptıklarımı sorgulatan bir film izledim geçen akşam. Üzerine saatlerce düşündükten sonra Sam Mendes’in yönetmenliğini yaptığı, 1999 yapımı ödüllü “American Beauty” filmini yalnızca bir film olarak adlandırmanın haksızlık olduğuna karar verdim. Çünkü herkesin hayatını bir yerden yakalayabilmiş, içinde sayılamayacak kadar çok mesaj olan, insan zayıflıklarını muhteşem karakterlerle birleştiren, üzerine sayfalarca yazı yazılabilecek bu yapım yalnızca bir film değil, insan hayatına gizlenmiş satır aralarıdır belki de. Filme daha yakından baktığımızda, her karakterin zayıflıkları olduğunu ve bu zayıflıkları saklamak için başka karakterlere büründüklerini görüyoruz. Karakterlerin yüzlerindeki bu maskeler, onları güçlendirmek yerine mutsuz ve daha zayıf bireyler haline getiriyor aslında. Böylelikle kurdukları ilişkiler, aile yaşantıları, istedikleri ve yaptıkları da sorunlu oluyor. Örneğin, Burnham ailesi ilk bakışta her şeye sahip, güzel bir yaşamları olan bir aile gibi gösteriyor kendini. Ancak kapıdan içeri girdiğimizde, muhteşem güllerle kaplı bahçelerinin ve oldukça iyi görünen aile ilişkilerinin kocaman bir maske olduğunu görüyoruz. Anne Carolyn, başarı takıntısını gizlemeye çalışan, hırslarının içinde boğulmuş, yaptığı iş dışında hiçbir şeyden memnun olmayan dağılmış bir kadın. Baba Lester, çalıştığı işten memnuniyetsiz, kendine özgüveni azalmış, eşine saygı duymayı bırakmış ve istediklerini gerçekleştirememiş bir adam. Evin çocuğu Jane ise, kendini beğenmeyen, ailesini sevmeyen ve ailevi sorunlarıyla baş edemediği için savrulan, kaybolmuş küçük bir kız. Filmdeki diğer çarpık aile ise Fitts ailesi. Anne akıl sağlığı yerinde olmayan, konuşmayan, kendi yarattığı dünyasında yaşayan bir kadın. Baba Colonel, kendi zayıflığını gizlemeye çalışan ve bu yüzden oğluna çok yüklenen, kendiyle barışamamış homoseksüel bir asker. Oğulları Ricky ise, baba baskısından kaçışı uyuşturucu kullanıp satmakta bulan, kendiyle yüzleşmekten korktuğu için sapıklık derecesinde insanları röntgenleyen, psikolojik sorunları olan bir çocuk. Bahsettiğim karakterlere bakarsak eğer, çok çarpıcı bir sonuçla karşılaşıyoruz. Bu karakterlerden hiçbiri kendiyle yüzleşemiyor, kendini sevemiyor ve hepsi bir maske takıyor, sonrasında da her biri başka yerlere savruluyor, sorunlu ilişkiler içerisine giriyor. Kimisi kızının arkadaşına karşı çarpık hayaller kuruyor, kimisi kırılganlığını gizlemek için yalan söylüyor, kimisi de aldatıyor. Filmde hayatın güzelliklerini en çok görebilen, onlar için yaşadığını söyleyen Ricky bile aslında sadece gerçeklerden, gerçek güzelliklerden saklanıyor. Film birçok çarpık hayatı birleştirmiş senaryosunda. İnsanların gerçekleştiremedikleri hayallere ve bunlardan kaynaklanan mutsuzluklarına, kendi sorunlarından kaçmak için başka karakterlere sığınmalarına, korkularıyla yüzleşemedikleri için maske takmalarına ve en önemlisi tüm bu hayat karmaşası içerisinde gerçek güzellikleri kaçırmalarına değinmiştir. Ve asıl vermek istediği mesaj ise şudur: Ne zaman öleceğimizi bilemeyiz, belki yarın belki yıllar sonra. Ancak zaten önemli olan aslında ne zaman ya da nasıl öleceğimiz değildir. Önemli olan, ölmeden önce halinden memnun olabilmek ve “Harikayım!” diyebilmektir. Ve eğer bir insan sabah uyandığında kendini mutlu hissetmiyorsa, başka birinin hayatını yaşıyorsa ne zaman öleceğinin bir anlamı yoktur, o zaten yaşamıyordur. Her ne kadar senaryosu çarpık olarak adlandırılabilecek potansiyele sahip olsa da, filmi incelerken ya da üstünde düşünürken yapılması gereken şey satır aralarını okumak. Senarist bize yozlaşmış Amerikan yaşantısını göstermeye çalışmıyor aslında. Asıl başarmaya çalıştığı, çarpıcı olayları anlatıyormuş gibi görünmekle beraber, her insanın içinde duyabileceği güvensizlikleri, korkuları ya da kaçış isteğini bu filmin her dakikasında göstermek ve insana yaşadığı hayatı sorgulatmak. Film bittikten sonra insan düşünmeden edemiyor; “Hayatta istediğim yerde miyim?”, “Kendim için neler yapıyorum?”, “Korkularımdan saklanıyor muyum?”, “Gerçekte ben kimim?”.
31
1 Ezgi Hamuryen Turk102 Section21 Gönenç TUZCU 09.10.2014 Gerçek Aşkların Arasına Mesafe Girmez Ne vakit gerek dizisi gerek filmi yapılsa her alanda ve her zaman ses getiren yapıtlardan biri oldu şüphesiz Çalıkuşu. Usta yazar Reşat Nuri Güntekin’in kaleminden takvimlerin 1922’yi gösterdiği yılda çıkan eşsiz romanlarından sadece biridir. Okuduğum bu roman genç, yaşlı, aşık hatta aşık olmayan her kesime hitap edebilecek ve dahası sayfalarında insanın kendisini bulabileceği hayattan bir kesit gibidir. Kitabın genel bir özetinden söz edecek olursak eğer roman Anadolu’da geçen hem tatlı hem de acıklı bir aşkı konu edinmiştir ve aynı zamanda bu aşk üzerinden de o zamana dair bilgiler de veriyor. Çalıkuşu samimi aşk hikayesiyle, üslubuyla ve o tarihlerin güzel yaşantısıyla okurken hiç sıkılmadığım tabiri caizse bir solukta bitirdiğim bir roman oldu. Neredeyse hiç şüphesiz ‘’böyle aşk kaldı mı ?’’ diyerek Feride’yle Kamran’ın arasındaki kusursuz aşka her sayfada şahit oldum. Feride’nin içinde hiçbir zaman büyümeyen çocuk ruhunu kendime benzetmem romanı benim için daha anlamlı ve sürükleyici kıldı. Bazı kitaplar var ki 2 insanı anılarına götürür Çalıkuşu da bunun en iyi örneklerinden biri. Herkes çocuktu yaramazdı belki ama bazı insanlar büyünce bile en ciddi olması gereken yerlerde dahi çocuk ruhlarına teslim olur. Okurken Feride’nin Kamran’a karşı beslediği ciddi duyguları bile arkadaşlarına yaptığı oyunla ortaya çıkarması beni hem güldürdü hem de bu denli çocuk oluşuna inandırdı. Bence Feride’nin arkadaşlarına Kamran konusunda olmadık bir yalan söylemesine gerek yoktu ama Ferideydi o aşık olamaz bağlanmaktan da ödü kopardı. Feride genç bir kız olarak Kamran’la olan ilk ciddi ilişkisinde çocukluk yapmaktan bir türlü vazgeçemiyordu. Bence bunun sebebi Feride’nin temiz kalpli saf bir kız oluşundandır çünkü çocuk ruhlu kalan kimse her zaman masum biridir. Fakat romanda yer yer gördüm ve anladım ki bu çocukça davranışlar beraberinde güzel bir ilişkinin bozulmasına sebep olan sorunları da getiriyormuş. Örneğin, bence Feride’nin Kamran’la olan münasebetinde ona karşı olan çocukça davranışları Kamran’ı yoruyordu ve akabinde de ayrılıklara sebep oluyordu. Bana göre Feride’nin Kamran’la Münevver arasındaki sözde ilişkiyi 3.bir şahıs tarafından duyduktan sonra Kamran’ı hiç dinlemeden düğüne 3 gün kala köşkü terk etmesi yaşına göre yapılabilecek en büyük çocukluktu. Bu kadar keskin kararlar vermeden önce insanların karşı tarafı dinlemesi gerektiğinin taraftarıyım çünkü bazı şeylerin geri dönüşü olmayabilir. Sevgi ve aşk bulunması en zor yitirilmesi de en kolay şeydir o yüzden emin olmadıkça vazgeçmemek lazım. Feride’nin yıllar sonra bile o eve dönmemesinden onun ne kadar gururlu ve inatçı bir kız olduğunu anladım. Böyle güzel bir bayanın tek başına yaşamasının günümüzde de olduğu gibi o zamanda birçok zorluğu vardı elbette. Fakat bugün de Feride gibi güçlü bayanlarımız yalnız yaşamanın gerektirdiği zorluklara göğüs gererek “kadın zayıftır” kanısını toplumumuzda hızla değiştiriyorlar. Ne tek başına bunca yıl yaşamanın zorlukları ne de sıla özlemi en zor olanı biricik Kamran’ından severek ayrılmasıydı onun için. Kader denilen anne karnından çıkar çıkmaz yazılandır. Onların kadirinde de kavuşmak yazılmıştı bir kere. Bana göre gerçek sevginin arasına mesafeler girmez ki zaten onlar da mesafelere ve daha önce yaptıkları evliliklere rağmen hep birbirlerini sevmişlerdi. Bazen başka bedenlere yöneliş gerçeklerden kaçıştır. Çalıkuşu’nu okuduğum süreç içerisinde anladım ki ne kadar gerçeklerden uzağa gidersek gidelim kaderimizden kaçamayız. Son olarak bazen biraz acı çekip olgunlaşmadan güzel olan şeylerin kıymetini anlayamayacağımızın kanısına bu romanla vardım.
32
Batuhan Baş Zaman Dediğin Nedir Ki? Zaman dediğimiz olgu, fikrimce birçok kişi için farklı anlamlara gelebilir. Kimi insanın aklına yeni bir başlangıcı getirebilir ya da yeni gözlerini açan bir canlıyı. Zamana olumlu yaklaşamayan kimi insan içinse zaman ölüm demektir belki de. Fransız yazar Jean Chesneaux, “Zamanı Yaşamak” adlı kitabında zamanın ona neleri çağrıştırdığını anlatmış. Zaman kavramının akla siyasi olguları getirebileceğini hiç düşünmezdim ama Fransız yazar bunun mümkün olabileceğini bile göstermiş kitabında. Zamanın nasıl hızlı geçtiğini herkes bilir ama yazar, onun yanı sıra zaman kavramına akla gelemeyecek anlamlar katmış. Kitabı okuduktan sonra oturup düşünüyor insan zamanın neyi ifade ettiğini. Benim için zaman ne demek? Bence zaman, doğumdan ölüme kadar geçen süreç içindeki başarımlarımızdır. Zamanın sözlük anlamı, “Bir işin veya bir oluşun, içinde geçtiği, geçeceği veya geçmekte olduğu süre, vakit” olarak geçer Türk Dil Kurumu’nun sözlüğünde. Ben bu tanım içerisindeki yapılan işi ya da var olan bir oluşumu, başarılan bir iş ile değiştirmek istedim yukarıda yaptığım yeni zaman tanımında. Zaman kavramı bir işin başarısızlığı ile kaybolan bir olgu değil midir? Hatta vakit kaybetmek, vakit öldürmek, vakit harcamak gibi zamanın boş yere kullanılması anlamında kalıplar vardır Türkçemizde. Bu kalıplar, zamanı doğru kullanırsak bir işi başarabileceğimizi göstermez mi bize? Başka bir deyişle, zaman beraberinde başarı getirirse zamandır denemez mi? Zaman için yaptığım bu öz fikirli tanımım, geçen zamanın başarılı olmadığı sürece kaybolacağını savunuyor. Ben, bu tanımımla yeni bir yaklaşımda bulunuyorum zamana. Başarılı olmak göreceli bir kavramdır hepimiz için. Kimisi hayaline kavuşmak olarak görür başarıyı. Kimisi hayal kurmaz, anlık bir eylemi başarıdan sayar. Kimisi anlık bir eyleminin sonuçlarını başarıdan sayar. Kimisi sonuca bakmaz, eylem başarılı olsa da sonuç başarısızdır ve aslında zaman boşa gider. Kimisi anlık bir eylemi başaramazsa zaman kaybolup gider. Kimisi ise hayaline kavuşamaz, hedefler yalan olur, koskoca bir ömür sonsuz gelir ve diğer ihtimallerde de olduğu gibi zaman yine kendini bulunduğu yerden siler. Başarılı olamayan insanları zamanın kendisi istemez. Neden zaman bu insanları bulundurmaz ki kendi içinde? Zamanın içindeki başarısız insanlardan bahsetmeyen biziz. Zamanı buna biz zorladık, o vermedi bu kararı. Başarısız insanları anlatmak bahsetmeye değmeyen hikayeler gibidir. O hikayelerden bahsetmek bile zamanı boşa harcamaktır, başarısızlıktır. Boş bir muhabbet olur yapılan sohbet. Geçen süreç, insana hiçbir şey katmadığı için başarısızdır, ölüdür. Zaman, içinde başarıları taşır geleceğe. Başarı mı zamanı var eder yoksa zaman mı başarıyı? Peki, her ikisi de birbirinden besleniyor olabilir mi? Düşünmeden, bu sorunun derinine inmeden cevap verirsek zamanın başarıyı ortaya çıkardığı aşikar. Bu cevap mantıksız, tamamen yanlış bir cevap değil ama başarının zamanı var edebileceğini de göz önünde bulundurabiliriz. Zaman olmasaydı, yapacağımız bir iş olmazdı hayatımızda ki bu başarının olamayacağı bir dünya demek olurdu. Hareketsiz, duraklamış bir dünyadır başarının olmadığı dünya. Dolayısıyla başarı olmadan da zaman olmaz. Başardıklarımız, bizim zaman içerisindeki yolculuğumuzun yakıtıdır. Nasıl bir arabanın yakıta ihtiyacı varsa zaman içindeki yolculukta ilerlemek için de bizim başarı ile beslenmemiz lazım. Bu da başarı olmadan zaman içerisinde kaybolacağımızı gösterir. Zaman olgusuna başka bir bakış açısı ile bakmayı denedim sizlerin huzurunda. Jean Chesneaux gibi zamanı farklı bir yere koydum. Zaman kavramının bana ilk çağrıştırdığı şey başarı olduğu için başarının, zaman kavramının var olmasında büyük bir etkisinin olduğunu gördüm. Zaman kavramına başarılı ve yeni bir yaklaşımda bulunabildim mi diye düşünüyorum şuan. Eğer bu anlattıklarım başarılı bir inceleme değilse kendi yazıma göre zaman kayboldu demektir. Beni zaman içerisinde var eden başarı zaman değilse, başarısızlığım beni zaman içerisinde yok etmiş olur eğer zaman başarı demek değilse. KAYNAKÇA: Chesneaux, Jean, Zamanı Yaşamak Türk Dil Kurumu, Türkçe Sözlük
33
Su BULU YABANİ BEYİN On binlerce yıldır, yüz binlerce insan, bin, binlerce... Gereksiz sayılar bunlar. Diğer sayfaya geçtiğimizde aklımızda bir önceki sayfada bir sayı olduğu bile kalmıyor, bırakın sayının kendisini. Bu yüzden diğer yazdıklarına odaklanmak zorundayız roman yazmaya soyunmuş felsefeci psikoloğun. İnsan beyninin geçmişten bugüne neler değiştirdiğinden çok, kendisinin nasıl değiştiğine odaklanarak bir kitap yazılmasının gerekliliğini fark ederek bize Evcilleşmiş Beyin adlı kitabını yazmayı uygun görmüş Bruce Hood. İnsan beyni ona göre kendini taşıyabileceğimiz büyüklükte tutmaya devam ederken, mükemmelliğinden de hiçbir şey kaybetmemeye uğraşmış. Evrim sürecinde vücudumuzun dikleşmesi ve küçülmesi beynin küçülmesine de sebep olsa, sorun çözme yeteneğimiz artmış ve olaylara bakış açımız genişlemiş. Zeki yaratıklar büyük beyinliymiş evet ama insan küçük beynini de maksimum düzeyde verimli çalıştırmayı başaran yegane varlıkmış. Yine de Hood’un bahsettiği değişime bilimsel değil de insancıl yönden bakarsak ne göreceğimiz daha büyük bir soru. İnsan beyni insan değiştikçe değişti. Peki insan çağlar boyu nasıl değişti? Beynimiz bizi olduğumuz insan mı yaptı yoksa olduğumuz insana dönüştükçe beynimizi şu anki haline gelmeye mi zorladık? Evcilleştirme hayvanların beyinlerini küçültüp düşünce yapılarını tamamıyla değiştiriyorsa, bizim evcilleşmenin çok ötesinde büyüklüklerde yaşadığımız sayısız değişimler, beynimizde nelerin değişmesine yol açmıştır? Sorunun cevabını bilim adamlarına değil, beynimizin kendine sormak gerekiyor. Bilim kurgu filmlerindeki yaratıcılar ve onların nihai soruları gibi hayal ettiğimiz kafalarımız, bize tam da burada engel olmak istiyorlar işte! Aslında sorabiliriz ama onlar bunu bilmemizi, kendi yeteneğimizin farkına varmamızı istemiyorlar. Hood da hiç alışık olmadığımız türdeki kitabını o kısımda biraz bilim kurguya çeviriyor zaten. Daha alışıldık bir dille yazılmış sayfaların arasında, beynimizin derinlerinden bir yıldırım çarpması gibi geliyor daha büyük soru: Kontrol kimde? Kafamın içine bilmediğim şeyleri uzaktan yerleştirmeye çalışan bir yazar, beynimizi uzun vadede istek ve ihtiyaçlarımıza göre şekillendirdiğimizi söylerken, içimden kararlarımı etkileyen beynin gücünü yabana atmamam gerektiğini söyleyen sesler yükseliyor. Tam bilmediğim bir konuda uzun düşünmeye zorladığım beynimin de ısrarıyla bağırmaya yeltenirken bitiyor kısa kitap. O an anlıyorum kitabın da yazarın da beynimin de benden hiçbir şeyi sorgulamamı beklemediğini. Sadece gerçekleri önüme koyup öğrenmemi istiyorlar. Devamını getiremediğim yerlerde de yeni kitaplar okumamın zorunluluğu yapışıyor yakama. Kitap bitse de cevabını bulamadığım soru yine de tekrar geliyor aklıma: İnsanın yaşadığı değişimi mi yaşıyor beyin? İnsan acımasızlaştıkça beyin de bir ‘fury’ dövmesi yaptırıyor mu sağ lobuna? Ya da hiç duymadığı bir şeye şaşırırken adamın biri, beyni de içerde esnermiş gibi açıyor mu kılcalların arasını? Birbirini şekillendirdiğini söylediğimiz iki şeyden biri hakkında gram bilgimiz yok ve varsayımlarımızı yine de hiç değiştirmeden ilerletiyoruz. Bilim bu kadar çaresiz kalıyorsa, beynimiz on binlerce yıldır bize yaşamadığımız şeyleri izletiyor olamaz mı? Haberimiz bile olmaz! Daha korkutucusu, bu konuda otorite sandığımız kişilerin bizim sorduğumuz soruları bile soramıyor olmaları. Hem normalden fazla deliyim ben! Kim durduracak şimdi beynimden gelen ve daha da şiddetlenen bağırtıları? Kim benim normalden farklı olmayan ama bana hep normalden farklı seçenekler sunan beynim hakkında kitap yazacak? On binlerce yıldır hakkında öğrendiğimiz şeylerin ceviz kabuğunu doldurmadığı beynimiz hakkında okumaya çalışıyoruz kendimize sormak yerine. Yaptığımız, ölmek üzere olan insanları tartıp, öldükten sonraki ağırlıklarıyla karşılaştıran ve ruhun ağırlığını bulacağını sanan bilim adamınınkinden farksız. Bilimi olmaz beynin. Cevaplamak istediği zaman zaten siz sormasanız da cevaplar. Nasıl mı? Önce ölülerin ruhlarını tartmaya çalışmayı bırakmanız lazım...
34
Murtaza Üzerine Bir Avuç Düşünce / Mehmet Günçavdı 22 Eylül 2014 Orhan Kemal... Toplumcu gerçekçi, devrinin aynası, yazılarıyla bizi büyüleyen büyük üstat. Toplumun içinden çıkmış, halkla beraber acı çekmiş, halkla beraber büyümüş bir yazarımız. Hemen hemen hepimizin roman ve öyküleriyle tanıdığı Orhan Kemal, aynı zamanda Büyük Bekçi Murtaza’nın da yaratıcısı. Murtaza ki ne Murtaza! Okuyan hepimizi fabrika nemine boğan, kah güldüren kah düşündüren kara mizah. Kitabın kapağını kapattığımızda kulağımızda çınlayan “Almışım amirlerimden terbiye, görmüşüm kurs!” repliğinin sahibi Bekçi Murtaza’yı anlatır bu başyapıt. Ülke genelinde binlerce satmış, halen yeni baskıları yapılan, Orhan Kemal’in ibaresiyle ilk başta uzun hikaye olan ama uğraşlarla romana dönen bir eser. Murtaza hayattan ilginç beklentileri olan, dayısının kahramanlık hikayelerinden etkilenip dayısı gibi olmaya çalışan ama şartlar el vermediği için elinden gelenin en iyisini yaparak bekçi olan bir kişi. Bekçilik görevini bir vatan görevi olarak gördüğü için kıdemli bir asker gibi davranır ömrü boyunca. Kendi iyi niyetince ülkeyi ileriye götürecek tek şeyin disiplin olduğunu düşünür. Bu düşüncenin getirisi sonucunda insanlara emretmeye, onları disiplin altına almayı düşünür. Bu baskıcı tutumundan dolayıdır ki kimse sevmez Murtaza’yı, karısı ve çocukları bile. Murtaza ise sevgisini ve umudunu küçük oğlu Hasan’a verir. Büyük oğlu Hasan’ın onda yarattığı hayal kırıklığını küçük Hasan’ın gidereceğine inanır. Bununla birlikte küçük Hasan babasının ona karşı sevgisini kullanmaktan ileri gitmeyerek, babasını hoş sözlerle kandırıp gerçekte bambaşka bir kişilikle hareket eder. Kitap boyunca katı bir aile babası olarak görülen Murtaza’nın aslında ailesine karşı bir şevkat hissi vardır ama Murtaza disiplinci yapısından taviz verip de bunu gösteremez. Bu disiplinci tutumdan dolayı kızının ölümüne neden olur istemsizce ama kızı ölmeden önce sarfettiği çabadan, parasının son kuruşuna kadar kızı için harcamasından nasıl bir aile babası olduğunu anlayabiliriz. Murtaza her ne kadar Balkan göçmeni olsa da bu özelliğiyle bir Anadolu erkeğini çağrıştırır bize. Murtaza tip olarak tam görevini yansıtır. Geniş omuzları ve gövdesi, sürekli çatık kaşları ve pos bıyığıyla klasik bir bekçi imajı canlandırır zihnimizde. Bu sert duran mizacından dolayıdır ki insanlar şaşırmaz zaten Murtaza’nın karakterine. Bunun birlikte sertliği içinden gelmez Murtaza’nın. İdealleri ve görevi yüzünden böyle görünmek zorundadır. Zira her ne kadar dışarıdan sert, gözü pek gibi görülse de Azgın üzerine yürüdüğündeki tavrı bize Murtaza’nın aslında çok da cesur bir karakter olmadığını gösterir. Murtaza’nın davranışları insanlara örnek teşkil eden davranışlar olarak görülse de aslında kurallara bu denli bağlı olmanın kötü sonuçlarını rahatlıkla görebiliyoruz. Kurallara uymanın her zaman mutluluk getirmeyeceğini, aksine insanı toplumdan uzaklaştıracağını gözler önüne seriyor Murtaza. Paraya tamah etmeyen kişiliği Murtaza’yı onurlu biri kılarken aynı zamanda ondan çok şeyler götürüyor. Göç ettikten sonra diğer hemşerileri gibi mal, mülk peşinde olsa belki annesini parasızlıktan kurtarabilecek belki de kızı bir fabrika köşesinde çalışmak zorunda kalmayıp daha uzun yaşayabilecekti. Kitap bitince insanı ikileme sürükleyen bir nokta bu. Paraya tamah edip onurundan kaybetmek mi daha iyi, yoksa paraya önem vermeyip onurlu bir şekilde yaşamak mı? Elbette ki cevabı kişiden kişiye göre değişir ama Murtaza’nın karşılaştığı üzücü olaylar bizi biraz da paradan yana düşünmeye itiyor. Dönemin siyasi çekişmelerini görebildiğimiz kitapta aslında siyasetin ne gibi kötü amaçlara hizmet edebileceğini farkediyoruz. Uzun uğraşlar sonucunda fen müdürünün aklına bir türlü giremeyen işçiler, siyasi farklılıkları kullanarak fen müdürünün Murtaza’ya karşı düşüncelerinin değişmesine neden oluyorlar. Halbuki Murtaza bir partiyi ya da düşünce akımını savunmuyor, Murtaza sadece kendisinin üstü olarak gördüğü insanları destekliyor. Bununla birlikte sırf kendine rant sağlamak için Murtaza’ya karşı isyan başlatan Nuh’un halkın gözünde nasıl büyüdüğünü şaşkınlıkla görüyor ve aslında politikada başarılı olan insanların halkı en iyi kışkırtan insanlar olduğunu fark ediyoruz kitapta. Aslında onurlu olmanın siyasette pek önem ifade etmediğini, önemli olan şeyin kitlelere duymak istediklerini söylemek olduğunu gerçekçi bir kurguyla yüzümüze vuruyor Orhan Kemal. Sonuç olarak “Murtaza” dönemini başarılı bir şekilde yansıtan, yeri geldiğinde derin derin düşündüren, yeri geldiğinde gerçekçi şiveleriyle okuru kendi içine çeken bir Türk roman klasiğidir. Yayımlanmasının üzerinden 62 yıl geçmiş olmasına rağmen hala içinde günümüz gerçekleriyle karşılaşabileceğimiz roman, kahramanı Murtaza üzerinden toplum eleştirisi yapan Orhan Kemal’in nadide bir eseridir.
35
YAPAMAYACAĞIM HİÇBİR ŞEY YOK! Django Unchained izledikten sonra ben… Bir kitabı okurken, bir filmi izlerken, bir resmi incelerken ve bir fotoğrafa bakarken kendimi oradaki insanların yerine koymak, onların neler hissettiğini anlamaya çalışmak ve bir şekilde hissetmeye çalışmak benim için hobi gibi bir şey. Django Unchained izledikten sonra da tam olarak bunu yaptım. Kendimi Django’nun yerine koydum ve ekranda kendimi görmeye çalıştım. Bunu yaparken de aklımdaki tek soru “Ben olsam ne yapardım?” oldu. İntikamı, hırsı, özgürlüğe ulaşma isteğini ve bu amaçlarla üstesinden gelinen her türlü zorluğu, adil bir yaşam ve aşkına kavuşmak için göze alınabilecekleri ve bir insanı harekete geçirebilecek her türlü şeyi hissettiğimi söylemekten hiç çekinmiyorum. Hayatım boyunca sevmediğim kızgınlık-öfke-nefret üçlüsünü bile aynı anda bünyemde barındırabileceğimi fark ettim ve aslında neden bu üçlüyü sevmediğimi de tekrar görmüş oldum. Django, zenci bir köleydi ve başkaları için göze aldığı şeyler gerçekten kanımı dondurdu. Ben de yıllarca hor görülmüş olsam, dışlansam beni hor görenleri, ırkçılıkla dünyayı yönetebileceklerini sananları, insafsızları gözüm kapalı öldürürdüm sanırım... Belki bu davranışımla onlardan bir farkım kalmazdı ama yine de diktatörlüğün ve kötülüğün devam etmesine göz yummaktan iyidir diye düşünüyorum. Mutlak güç ve gücün yanından ayıramadığı tutkunun da tadını almadım değil filmde. Gücü elinde tutmaya çalışırken insanları- yani zencileri ve köleleri- ölüme sürüklemek neden diye çok düşündüm. İnsanlar nasıl bu kadar acımasız olabiliyor aklım almıyor gerçekten. Güce sahip olmak, sürekli söz geçiren olmak, liderlik vasfı olmadan liderlik yapmaya çabalayan insanları anlamakta bir kez daha güçlük çektim. Ya bende bir sorun var, bütün bu anlamsızlıkları anlayamadığım için, ya da diğer insanlarda bu anlamsızlıkları anlamlı hale getirmek istedikleri için. Filmi izlerken gözüme 1800’lü yıllarda Amerika’nın (film Texas’ta geçiyor) sosyal düzeni gözüme çarptı. Böyle tarihî şeyleri değerlendirirken o çağda yaşıyormuş gibi değerlendirmek gerekir bunun farkındayım ama ben hiçbir zaman bunu yapamadım ve yapma taraftarı olduğumu da söyleyemem. Kölelik ve ırkçılık bana göre hiçbir çağda kabul görülmemesi gereken iki şey. Sen güçlü ol diğerlerini ez, dışla ve hatta öldür ama onların hiçbir hakkı olmasın, ses çıkaramasın ve ölmemek için sana itaat etsin. Oh ne güzel dünya. O zamanlarda empati diye bir şey yok muydu sanki? Bence yaşayan herkes empati kurabilme yeteneğine sahip, yeter ki istesin. Gerçi bu güç sahibi sevgili(!) insanlar azıcık vicdanlı olsa öldürmezlerdi, dünya barışı için yaşarlardı. Maalesef öyle olmadı ve bu saatten sonra olacağını da hiç sanmam. Güçlü olmak çok güzel ve karşı konulamaz bir his ve eminim ki herkes bunun farkında ama güç illaki kötü amaçlarımızda kullanılmak için değildir değil mi? En basitinden ülke yönetiminde rol alanlar düşünülebilir sonuçta çoğu ülkede güç onların elinde. Barışçı bir cumhurbaşkanı olsa ve gücünü barışı, adaleti, eşitliği sağlamak için kullansa fena mı olur? Tabii ki de hayır. Sahip olduğumuz her şeyi kötüye kullanmaya çalışsak vay halimize yani… Şunu da itiraf etmeliyim ki, filmde beni cezbeden şey kesinlikle Django’nun sessiz sakin ve çok zaman geçmesine rağmen aldığı intikamları ve bana verdiği o eşsiz heyecandı. Zaten “İntikam soğuk yenen bir yemektir.” diye boşuna dememişler! Adalet ve özgürlük taraftarı olayım ama adil ve özgürlükçü olmayanı öldürüp bu işten kurtulayım düşüncesi çok yersiz bir düşünce. Amdem br yola baş koydun, en azından sosyal düzene de birkaç rötuş yap da birkaç değişime öncülük et. Her ne kadar özgürlüğü savunsa da tamamen bencillik etmek bu olsa gerek. Anladım ki güç herkesin gözünü kör edebiliyormuş. Ben olsam, halkı örgütler, bilinçlendirmeye çalışır ve ayaklanma çıkartırdım. Aman ben paçayı kurtardım geri kalanını başkası düşünsün tarzı düşüncelerle de kimsenin karşısına da çıkmazdım. Her zaman olduğu gibi, aşk (koşulsuz bir şekilde yaşanan tabi ki) gözlerimin önündeydi. aşık olduğum, hayatımı birlikte geçirmek istediğim biri için hemen hemen her şeyi göze alabilecek biriyim ben. Henüz öyle bir şey yapmadım, yapamadım ama sevgilimin işkence çeke çeke öleceğini bilsem herhalde bir dakika bile düşünmeden onu kurtarmak için her şeyi yapmaya ve her zorluğu aşmaya çalışırdım. Belki bu çok aşırı fedakarlık ve gereksizlik olarak nitelendirilebilir ama seven anlar bence. Anladım ki güç bazı insanlar için sahip olunabilecek en yüce şeymiş ve hayatlarının odağına gücü koyan insanlar için başka şeyler hiç mi hiç önemli değilmiş; bir insan başkalarının ne hissedeceğini, ne düşüneceğini hiç umursamadan da hayatını devam ettirebiliyormuş ve aşk her zaman her şekilde hiçbir koşul beklemeden yaşanabiliyormuş…
36
İnci / Kamil KARADAĞ Bu kitap ile birlikte insanların gerçek yüzlerini görme imkanı buldum. İnsanoğlu var olduğundan beri değişmeyen tek bir şey vardı… Ne kadar doyumsuz oldukları. Belki de bu insanlığın suçu değil de yaşadığımız dünyanın zalimliğinin bir sonucu hatta bir zorunluluğudur. Gelen tavsiyeler üzerine okuduğum yazarı John Steinbeck olan İnci adlı kitabın beni nasıl etkilediğini sizlerle paylaşmak isterim. Aslında bugüne kadar beni gerçekten etkileyen kitap sayısı oldukça azdır. İnci adlı bu kitap da bunlardan birisi. Bu kitap sayesinde çevremdeki her şeyi bir kez daha sorgulama fırsatı buldum. Kitap sayfa sayısı bakımından diğer romanlardan oldukça kısa olmasına rağmen kitabın içeriğinin hiç de öyle olmadığını okuyan herkes fark edecektir. Bir kitapta yaşanılan olayların gerçekliği beni her zaman o eseri okumaya itmiştir. Yazarın gözlem yeteneğinin bir hayli güçlü olduğunu da yaptığı betimlemelerden anlıyoruz. Roman Kino adında yoksul bir inci avcısı ve ailesinin başından geçen olayları anlatmakta. Aslında her şey Kino’nun denizden büyük bir inci çıkartmasıyla başlıyor. Bu kitapta paranın kokusunu aldıktan sonra değişen doktor gibi adaletsiz bir dünya yer almakta. Aslında bu dünya bizim çok yakından bildiğimiz bir dünya… Doktorun “Yerli çocukların akrep ısırmasını tedaviden başka işim mi kalmadı? Doktorum ben, baytar değil.” sözleri ise bu adaletsizliği kanıtlar nitelikte. Yoksul insanların hayatlarının bir inci kadar değeri olmadığını düşünen bir zihniyetten nefret ediyorum. Gözü paradan başka bir şey görmeyenlerin insanlık için her zaman utanç kaynağı olduğunu düşündüm. Romanı okurken bu tür olayların gerçekte de yaşandığını bilmek romanı çok daha etkili hale getirdi benim için. Denizin sunduğu bir hediye olarak görülen incinin onlara güzel bir hayat sunacağını düşünen Kino ve ailesi, yanıldıklarını çok geç anladılar ve elbette sonunda bir bedel ödemek zorunda kaldılar. Bu eseri okurken gözümüze çarpan bir şey de apaçık bir sınıf ayrımı olduğudur. “Karıncalar çalışmaya başlamışlardı bile. Kimileri büyük, parlak ve kapkara gövdeli, ötekiler küçük, daha açık renkli, ama hepsi tez canlıydılar. İri bir karıncanın kazarak hazırladığı kum tuzağından kaçıp kurtulmaya çalışan küçük bir karıncayı izlerken Kino düşünüyordu. Tanrı karıncaları yaratırken bile ayrım gözetmişti.” cümleleri bu konuda haksız olmadığımı gösteriyor. İnsanların böylesine acımasız ve para düşkünü olmasını sağlayan şeyin içinde bulundukları bu durum olduğunu düşünüyorum. Doktor bu kadar hırslı ve açgözlü olmasaydı belki de Kino ve ailesi hayalini kurdukları hayata kavuşabileceklerdi. Kitabın son kısmında gözünü para hırsı bürümüş insanlardan kaçmanın bir kurtuluş yolu olduğunu düşünen bu aile yaşadıkları yerden ayrılma kararı alıyorlar fakat peşlerindeki insanlar inciye sahip olabilmek için bir bebeğin ölümüne sebep oluyorlar. Ben de dahil kitabı okuyan çoğu kişi mutlu bir son bekliyordu belki de ama bu zalim dünyada bu denli kötü insanlar varken iyilerin hayatta kalması pek de beklenen bir şey değildi aslında. Zenginlik insana şan, şöhret ve güzel bir hayat sunabileceği gibi sizi yıkıma uğratarak daha dibe vurmanızı da neden olabilir. Belki de hayatınıza şekil verecek kişi çoğu zaman sizin düşmanınızdır. Para ya da değerli bir eşya… Kesinlikle hiçbiri bir insanın hayatından daha değerli değil, olmamalı da… Değerli bir eşyanın insanlara sadece mutluluk ve huzur getirebileceğini düşünmek en başından beri bir hataydı. Bize huzur ve mutluluk sunacağını düşündüğümüz şeyler belki de tam tersi bir amaç için hayatımıza girmiş olabilirler. İki karton kapak arasında yaşanan umut ve hüsranın harmanlandığı bir dünya…
37
Mehmet Çakmak 1 21302354 TURK101-13 / 6. ödev – Son metin Başak Berna Cordan 10.12.2014 AMERİKAN GERÇEĞİ Amerikan Güzeli, 1999 Amerikan yapımı 5 dalda Akademi Ödülü’ne layık görülmüş bir filmdir. Yönetmenliğini o yıllarda adını çok duyurmamış, sonraları Hayallerin Peşinde filmini de yönetecek olan Sam Mendes yapmıştır. Filmin başrollerinde ise 2 Akademi Ödüllü Kevin Spacey, 4 adaylığı bulunan Annette Bening gibi isimler vardır. Film orta yaş krizine girmiş bir babayı, başarı peşinde koşan bir anneyi, ergenlik döneminde bir kız çocuğunu anlatır. Bir süre sonra olaylara uyuşturucu bağımlılığı nedeniyle iki yıl tedavi görmüş bir oğlan ile onun dışarıdan homofobik görünüp aslında gey olan albay babası da dahil olur. Amerikan Güzeli çok iyi bir materyalizm eleştirisidir. Filmin geneline nüfuz eden tüketicilik ve hırs konuları aile çerçevesinde senarist tarafından güzel ele alınmış, yönetmen tarafından ise bizlere başarılı bir şekilde aktarılmıştır. Tüketicilik günümüzde birçok insanın mücadele ettiği veya bağımlısı olduğu önemli bir kavramdır. Pek çok insan bir başkasından daha zengin, prestijli veya herhangi bir açıdan daha üstün görünmek adına ihtiyacı dahi olmayan birçok şey alıyor. Üstelik çoğunlukla da ne kadar para verdiklerini sorgulamaksızın muhtemelen etikette yazan fiyatı hak etmeyen fakat bir yerinde insanlar tarafından “prestijli” olarak nam salmış markanın logosu bulunduğu için o fiyata Çakmak-2 birçok alıcı bulabilen ürünleri alıyorlar. Tüketmek bundan bir süre önce “ihtiyaç” kelimesiyle ilişkilendirilirken, yani insanlar ihtiyacı olmadığı sürece bir şeyler satın almaktan kaçınırken, günümüzde “zevk” veya “gösteriş” kelimeleriyle daha çok örtüşmeye başlamıştır. Peki neden? Neden insanlar kendilerinin oturup rahat edecekleri bir kanepe yerine misafir geldiğinde nereden aldıklarını söyleyip gösteriş yapabilecekleri bir kanepe almak istiyorlar? Neden insanlar daha kalitesiz olmasına rağmen göğsünde küçük bir amblem bulunan bir tişörte aynı renk ve daha kaliteli bir tişörtün iki katı para veriyorlar? Tüketim çılgınlığı gitgide büyüyor ve önlem alınmazsa da böyle devam edecek çünkü insanlar mutluluğu başkalarının onlar hakkında iyi şeyler söylemesinde arıyor ve bu yüzden etikete içerikten daha çok önem veriyor. Çakmak-3 Hırs ise tüketim konusuyla ilişkilendirilebilecek, bu çılgınlığın nedenleri arasında sayılabilecek önemli bir husus. Nitekim insanların başkalarına kendilerini beğendirme çabası tamamıyla hırslı olmanın bir sonucudur çünkü hırs, insanın başarıyı arzulaması ve rekabeti hayatının her alanına dahil etmesi demektir. Ders veya sınav gibi alanlarda hırslı olmak belli bir seviyeye kadar faydalı olsa da insanın hırsı hayatının merkezine koyması hem kendine hem de etrafındakilere büyük zarar verir çünkü insan başarılı olmak adına her şeyi yapmayı mübah görür ve yanlış şeyler yapabilir. Filmde de Carolyn Burnham’ın evli olmasına rağmen sırf başarılı olma uğruna saygın bir iş adamı ile yatması veya ailenin küçük kızının arkadaşı Angela Hayes’in havalı görünmek için herkese yalan söylemesi, bu kişilerin hırslarına engel olamamalarından kaynaklanır. Filmin yapıtaşlarından bir diğeri ise aile. Amerikan rüyası, Amerika’da herkesin mutlu, güzel ve refah içinde olduğunu savunan mükemmelliyetçi bir görüştür. Hollywood yapımı filmlerde de genelde villada oturan, zengin, köpekleri olan ve herkesin güzel veya yakışıklı olduğu ailelerle bu fikir aşılanmaktadır. Amerikan Güzeli’nde ise bu kavrama yöneltilen çok net bir eleştiri vardır. Dışardan mutlu ve refah içinde görünen bir ailenin içten içe çöküşünü konu alır. Her şeyin o kadar da mükemmel olmadığını, sorunların her zaman var olduğunu gösterir. Mutlu olmayan bir aileye sahip mutlu olmayan bir babanın kendi mutluluğu adına yaptığı bazı atılımlar ailesini yıkıma sürükleyecek ve herkesi olduğundan daha mutsuz hale getirecektir. Amerikan Güzeli, günümüzdeki insan ilişkilerini ve bu bağlamda şekillenen insan psikolojisini konu alan başarılı bir yapıttır. Tüketicilik, hırs gibi herkesin sıkıntısını çektiği konuları Çakmak-4 anlatan film, ailenin toplumun yapıtaşı olmasından da faydalanarak güzel bir toplumsal eleştiri yapmakta ve insanı kendini sorgulamaya itmektedir.
38
TARİHE YOLCULUĞUM Diana Gabaldon'ın Yabancı ile başlayan, şimdilik 6 seriden oluşan kitaplarını okumak ilginç ve düşündürücüydü. Bu serinin kitaplarını okurken beni en çok etkileyen Claire'in geçmişe yolculuğu oldu. Her şey Claire’in bir kaya oyuğundan geçerek kendisini XVIII. yüzyıldaki vahşi bir savaşın ortasında bulmasıyla başlıyordu. Merak edip kendime sordum: “Acaba geçmişe yolculuk mümkün olsaydı, ben hangi yüzyıla gitmek isterdim? ”. Beynimdeki saatin çarkları geriye dönmeye başladı. Önce aklıma Türklerin Anadolu’ya geçmeleri geldi. Malazgirt Savaşı’nı düşündüm. Kendimi bir savaşın ortasında düşünmek hiç hoşuma gitmedi. Doğrusunu söylemek gerekirse, savaş ortamını hayal etmeye bile pek dayanamadım. Kan, ölüm, bağrışmalar, metal sesleri… Çok fena oldum. Sonra düşündüm acaba atalarımız niye gelmişler bu topraklara diye, mecburiyetten mi yoksa kalplerinin sesini dinledikleri için mi? Orta Asya’daki anayurdun olumsuz şartları göçe zorlamıştı deniyor. Ben buna çok katılmıyorum. Sanki gideceğiniz yerde size hoş geldiniz, buyurun diyecekler! Ben bu göçlerin nedeninin insanın ruhunda var olan keşfetme ve merak duygusu olduğuna inanıyorum. Bu duygu bence hiç sönmeyen bir ateş gibidir. Hepimizde var olduğuna kesinlikle inandığım bu duygu sayesinde tarihte yeni yerler bulundu, yeni yurtlar kuruldu. Anadolu kapılarına atalarımızı yönlendiren de budur sanırım. Malazgirt Savaşı’nın 1071’de yaşandığını hatırlayınca o kadar eskiye dönmeyi tercih etmemem gerektiğine karar verdim. Evimizin salonunda, duvarda asılı padişah tuğralı seramik tabağı görünce Osmanlı dönemine gitmemin daha doğru olacağını düşündüm. Öyle ya, üç kıtaya yayılmış koskoca bir imparatorlukta yaşayacaktım. İçimden bir ses “Fatih mi, Yavuz mu, Kanunî mi?” diye sordu. Tereddüt ettim. Burada seyirci joker hakkımı kullanmak istiyorum. Evet, söyleyin bakalım, hangisini seçeyim? Üçü de muhteşem zaferler ve topraklar kazanmışlar. Savaş, hep savaş! Yok, sanırım bunlar da bana göre değil. Savaşları, çatışmaları hiç sevmiyorum. Başkasına sebepsiz yere zarar vermeyi doğru bulmuyorum. Günümüzde de çatışma ve savaşların hiç eksik olmaması aklın kaba güce hala tam olarak üstün gelemediğini gösteriyor bence. XXI. yüzyılda bunların yaşandığına inanamıyorum. Aklını kullanarak uzayda yol alabilen insanın günümüzde savaşları önleyecek yolu bulamaması beni çok şaşırtıyor. Her gün ekranlarda gördüğümüz çatışmalar sizi de rahatsız etmiyor mu? Kuşkusuz etmeli… Aklımızı ve gücümüzü bilim, sanat ve insani değerleri geliştirmeye daha çok vermiş olsak belki de bu kadar savaş yaşanmazdı. Nitekim Cumhuriyet öncesi tarihimize baktığımda; üzgünüm, ama bazı savaşlardaki önemli zaferlerimiz dışında fazla övünecek eserlerimiz, buluşlarımız olmamış gibi. En muhteşem dönem olan Kanunî döneminde bile acaba hangi keşfi yapmışız, neleri icat etmişiz? Sonraki dönemlerimizde, tüm dünyada kabul görmüş kaç tane bilimsel kitap yazmışız? Neyin patentini almışız? Buna ben çok iç açıcı bir yanıt veremiyorum ne yazık ki. Şanlı tarihimizdeki başarılarımız sadece kazanılan savaşlardan ibaret olmamalı. Bilim, sanat, spor ve teknoloji gibi önemli alanlarda tarihe not düşecek daha çok başarıya ihtiyacımız olduğuna eminim. Cumhuriyet ve Atatürk ile bu yola girdiğimize ve her türlü aksaklığa rağmen bu yolda ilerlediğimize inanıyorum. Bu nedenle, iyisi mi ben o kadar eskiye değil, Atatürk’ün dönemine gideyim… Modern Türkiye’nin kuruluşuna tanıklık etmek müthiş bir deneyim olurdu benim için. Hem Atatürk’le karşılaşıp sohbet eder hem de bugünkü ülke ve dünya sorunlarına ilişkin bilgi verip onun önerilerini alırdım. Barışı sağlamak ve insanlara daha faydalı olmak umuduyla yapmak isterdim bunu. Çünkü kalkınma barış ortamında olur, savaş ortamında değil. Hemşire Clair’in geçmiş zamana yaptığı ilk yolculuğunda, kendini bulduğu o ilkel ortamda, mesleki bilgisini kullanarak mucizeler yaratması ve sonra günümüze dönerek doktor olup tekrar geçmişe dönmesi ve sevdiklerini tedavi etmesi gibi ben de hastalanan Atatürk’e ilaç vermek isterdim. Belki sağlığına kavuşurdu da dünya tarihinin akışını biraz olsun barış yönünde değiştirebilirdim böylece… Bütün bunlar güzel, ama birden endişelenmeye başladım. Sanırım geçmişe yolculuk çok da iyi bir fikir değil. Çünkü hangi devirde yaşarsak yaşayalım zorluklar ve güzellikler hep birlikte var olacaktır. Bugünün sorunlarından kaçıp geçmişe sığınmak istemediğim gibi bugünkü teknolojilerden de uzak kalmak istemiyorum. Her şeyin çok karanlık göründüğü dönemlerde bile mutlaka insanın yüzünü güldürecek olaylar vardır diye düşünüyorum. Aynı şekilde, çok mutlu dönemler de can sıkıcı ve üzücü olayları içlerinde barındırır bence. Örnek vermek gerekirse; Mondros Ateşkes Antlaşması gibi bir hüzünden Cumhuriyet, modern bir ulus ve devlet doğdu… Öyleyse günümüze odaklanıp barış ve huzur için daha çok kafa yormamız daha doğru olur bence. Değiştiremeyeceğimiz geçmişle ilgili hayaller kurmaktansa etki edebileceğimiz geleceği biçimlendirmek daha mantıklı olur görüşündeyim. Hem bence insanlık ve bu Dünya hala varsa yine de barış savaşa üstün gelmiş demektir. Bazen ben de geçmişteki güzelliklere kavuşmak veya geçmişteki yanlışları doğrularıyla değiştirmek arzusunu kalbimde hissetsem de her an akıp gitmekte olan zamandaki yolculuğumuzun yönünün hep geleceğe doğru olduğu gerçeği sanırım hiç değişmeyecektir. Beni duydun mu Claire? Hikmet Çağan Şahintürk
39
Baki 1 Yağmur Baki 21102595 TURK 102- 11 Ahmet Kaya 09.12.2014 Son Durak Ön yargı… İnsanların bakış açılarını kısıtlayan durum. Ön yargılarımızdan kurtulmamız gerekmiyor mu artık? Zenci ve iri olduğu için bir insan her türlü suçu işleyebilir mi? İki küçük kıza tecavüz ettiği ve öldürdüğü düşünülen fakat karanlıktan korkan bir zenci ve iri olan adam. Hani bir durum vardır ve insanlar der ki; ben gerçek olanı gördüm, kendi gözlerime mi yoksa sana mı inanacağım diye. Bu şekilde küçük düşünmek kötü olmaktan başka bir şey değildir. Ya senin gördüğün şey gerçek değilse, ya gözlerin yanılıyorsa nereden bilebilirsin ki? Asıl önemli olan görünenin altında bilinmeyeni görebilmektir. Birinin nasıl biri olduğunu bilmeden, onun gerçek düşüncelerini umursamadan yargılamak, suçlamak ve ölüme sürüklemek çok kolaydır. Stephen King’in aynı adlı romanından uyarlanan ve yönetmeni Frank Darabont, “Yeşil Yol” 1999 yapımı olan filmde, insanlara birçok duygu yoğunluğunu yaşatmıştır. Ölüm, hastalık, iyilik ve kötülük konularını insanların içine işleyen bir biçimde gözler önüne sermiştir. Bu hikaye, görevi hapishanedeki idama mahkûm edilmiş suçluları son yolculuklarına uğurlamak olan Paul Edgecomb’un ve suçsuz olduğu halde idam mahkûmu olan John Coffey arasında geçmektedir. Yeşil yol… İdam mahkûmlarının son yolculuğu olarak görülen işte o; hapishane yolu! Ölüm, her insanın elbet bir gün yaşayacağı bir durumdur. Fakat insanın ölüm tarihini, saatini ve ne şekilde öleceğini bilmesi çok farklı bir durum olsa gerek. Öyle bir ortam düşünün ki suçluların ölümünü izlemeye gelen seyircilerle dolu ve içinde kocaman bir elektrikli sandalyenin bulunduğu, idam cezasına çarptırılmış kişilerin acımasızca cezalandırıldığı bir oda. Ölüm yavaş yavaş yaklaşır onlar için. Yalnızca birkaç dakika sürecek ve beyinlerinden başlayarak tüm vücutlarına elektrik verilecektir. Söylenilen tek bir söz vardır o sırada; o bir katil, o kötü ve suçlu bir insan. Bu yüzden onlara göre, acımasızca ölmeyi hak ediyordurlar. Peki, gerçekten hiç suçu olmayan ve sadece iyilik yapmaya çalışırken, yanlış anlaşılan bir insanın o sandalyeye oturması kararını veren insanlar kötü ve suçlu olmuyorlar mı? İşte bu noktada insanlar karşılarındaki insanları dinlemeyi denemeli, önyargılı olmamalı ve sadece gördüklerini zannettikleri olayın ne anlama geldiğini bilmeden inanmamalıdırlar. Filmde, John Coffey; işlediği inanılan bir suç yüzünden idam edilmeye mahkûm edilmiş biridir. Olağanüstü bir güce sahip, çevresinde bulunan rahatsız insanların sağlığına kavuşması için yardım ediyor ve gücünü bu yönde kullanıyordur. Ayrıca iri bedenine rağmen çok büyük, yumuşak sadece sevgi barındıran bir kalbe sahiptir. Herkes onu acımasız bir katil olarak görür ama aslında acımasız olan kendileridir. Karanlıktan korkan ve sürekli ağlayan bir insan nasıl iki küçük kıza zarar verebilir ki? Yanlış bir anlama insanın ölümüne bile neden olabilir. Bu olay günümüzde bile olabiliyor. Suçsuz olduğu halde hapishane de yatan birçok insan var. İnsanlar, sadece kendi bildiklerine inanıyorlar. Başkalarının nasıl olduğu, ne düşündüğü hiç önemli bile değil. Gerçekleri görmek, görmeyi istemek çok önemli iyi bir insan olabilmek için. Çünkü suçsuz insanlara inanmadığımız ve gerçekleri görmeye çalışmadığımız zamanlarda onları kaybetmeye devam edeceğiz. Bu filmde en çok etkilendiğim yer Coffey’nin “lütfen ışıkları kapatma karanlıktan korkuyorum patron” dediği yerdi. Keşke toplumumuzda her suçlu onun gibi iyi bir insan olabilse. Bu yüzden, böyle iyi insanları kaybetmemeliyiz ve onları tekrar topluma kazandırmalıyız. İnsanların hayatları boyunca yaşadıkları iyi ve kötü şeyler vardır. Bu şeyler bizi takip eder ve bizimle beraber geleceğimize ta ki bugüne kadar gelir. Şimdi nasıl biriyiz iyi mi kötü mü? İyi insan olmak çok da kolay değildir. İyi insan, önyargılarından arınmış, insanları dinleyen ve onları direk suçlu olarak görmeyen kişidir. İnsanları direk yargılamak yerine, onları anlamak ve dinlemek gerekmektedir. “Yeşil Yol” işte bu noktada bize birçok mesaj vermektedir. Filmde çok fazla etkileyici sahne vardır ve başından sonuna kadar duygulandıran bir filmdir.
40
İçimizdeki Tanrıçalar Oldum olası kitap okumayı severim. Kitapların beni dünyanın farklı yerlerine götürüp bir tur attırdığını, bana farklı insanları ve hayatları, yaşamın benim görmediğim taraflarını anlattığını düşünmüşümdür hep. Aynı zamanda kendimi aramayı da severim kitaplarda. Karakterlerin kişiliklerinden, söylediklerine, giyimlerine kadar her şeylerinde kendimi ararım. Ece Temelkuran’ın Düğümlere Üfleyen Kadınlar’ını okuduğumdaysa satırların arasında sadece kendimi değil tüm kadınları buldum. Temelkuran öyle güçlü anlatmış ki bizi, her sayfada kendimi tekrar tekrar bularak kitabı tamamladım. Küçümsendiğimiz, ötekileştirildiğimiz, objeleştirildiğimiz, yerimizin genellikle erkekler tarafından belirlendiği, onlar tarafından sınırlarımızın çizildiği bu dünyada kadın olmak ne zor ve meşakkatli bir iş oysaki. Hakkımız olanı bile bir lütufmuş gibi alıyoruz. ‘‘El alem ne der’’ diye düşünüp her gün mahalle baskısına maruz kalıyoruz. Zor iş kadın olmak, çok zor. Her birimiz en az bir kere demişizdir belki de keşke erkek olsaydım diye. Kadınlığımızdan utandığımızdan değil, canımızdan bezdirdiklerinden. Ve bu sadece erkeklerin yapmış olduğu bir şey değil, tüm suç onlarda değil. En kötüsü de kadının kadına yaptığı baskı. Hatırlıyorum da lisemdeki aşırı muhafazakar müdür yardımcısı dizlerimde olan okul eteğimi görüp ‘‘eğer başına bir şey gelirse nedenini başka yerde arama’’ gibi bir söz söyleyip tüylerimi diken diken etmişti. Böyle bir söz 16 yaşındaki bir kıza nasıl bu kadar rahat söylenir inanamamıştım. Oysa beni en iyi onun anlaması gerekirdi, o da bir kadın. Biz kadınlar beraber çekiyoruz sineye tüm yaşananları. Bize laf atılıyor sokaklarda, biz ikinci sınıf insan muamelesi görüyoruz, birbirimizi en iyi biz anlıyoruz. Hemcinsim bile böyle kolay bir şekilde yargıladıktan sonra insan oturup iki kere düşünüyor. Ne zaman kadınlar kurtulacak bütün bunlardan? Ne zaman gerçekten eşit olacağız diğerleriyle? Erkeklerin baskısına ise hepimiz alıştık artık. Ne acı böyle bir şeye alışabilmemiz. Sessiz kalmayı aşıladılar bize, susmayı. Oysa hak ettiğimizden çok az bile kötü davranıldığında HAYIR diyebilmemiz lazım. Dünyadaki sınırlarımızı kendimiz belirlememiz gerekiyor eğer onlara izin verecek olursak kaybolacağız çünkü. Birçok dinde, millette kutsal sayılan anneler, ‘‘Cennet annelerin ayakları altındadır’’ denen anneler ve tüm müstakbel anneler boyunduruk altında yaşamaya mahkûm kalacak sesimiz çıkmazsa çünkü. Oysa Temelkuran’ın dediği gibi her kadının içinde bir tanrıça var, mucizeler yaratmayı bekleyen. Bir kadın sevdikleri için dünyayla savaşacak kadar güçlüdür. Bir kadının aşil topuğu ise sevdiklerinden gelen darbelerdir. Aksi takdirde içimizdeki tanrıçayı kimse yenemez. O güçlü, fedakar, sevgi dolu kadınlar hapsediyorlar tanrıçalarını. Soluyor kadının çiçekleri, gençlikleri, güzel tebessümleri kadına dayatılanlar yüzünden. Milyonlarca kadın katlediliyor dünyada durmadan, hepimizin içindeki tanrıçayı tek tek avlayıp öldürüyorlar. Boş bir kabuktan ibaret kalıyoruz günden güne, eksiliyoruz. Tek çaremiz var o da bu tavra izin vermemek. Gerek erkeklerin baskısına, gerek diğer kadınların baskısına susmamamız gerekiyor. Biz bu tavrı sineye çektikçe, yaptıklarının doğru olduğunu düşünüyorlar çünkü. Böyle gördüler, böyle büyüdüler, böyle eğitildiler çünkü. Bunu değiştirmek bizim elimizde. İçimizdeki tanrıçayı yaşatmak adına HAYIR demek sadece bizim elimizde. Yazımı çok sevdiğim ve hayatımda uygulayacağıma söz verdiğim bir alıntıyla bitiriyorum. “Bir: Asla yapmadığınız bir şey için özür dilemeyin. İki: Kendinizi gereğinden fazla açıklamaya çalışmayın. Üç: Asla başarılarınızı hafife almayın. Dört: Hiçbir zaman lafa 'Yanlış düşünüyor olabilirim ama...'diye başlamayın. Beş: İstemediğiniz sorulara asla cevap vermeyin. Altı: Hayır demekten kaçınmayın. Yedinci kuralı ise kendiniz koyacaksınız. Bu her tanrıçanın hakkıdır.” Kaynak: Ece Temelkuran – Düğümlere Üfleyen Kadınlar Serra Çetin
41
İnsanlık Dramı Başrolleri Kurtlar Vadisi dizisi oyuncularından oluşan Kurtlar Vadisi Filistin 2010 yılında Raci Şaşmaz tarafından çekilmiştir. Kendinden önce çekilmiş olan Kurtlar Vadisi Irak gibi yüksek bütçeye sahiptir. Filistin ile İsrail arasındaki savaşı konu alan film savaş sırasında Filistin halkının çektiği hüznü ve sıkıntıyı açıkça gözler önüne seriyor. Kurtlar Vadisi’nin film serilerini bir sosyal sorumluluk projesi olarak da tanımlayabiliriz. Kurtlar Vadisi Filistin insanların vicdanına dokunmayı ve savaşın getirdiği vahşeti göstermeyi amaç edinmiştir. Ülkemizi derinden etkilemiş olan Mavi Marmara olayı ile başlamıştır film. İnsan hakları savunucusu olduğunu iddia eden ülkelerden hiç biri Filistin halkına yardım eli uzatmaya cesaret edememiştir. Fakat Türkiye Cumhuriyeti’nden İnsanı Yardım Vakfı aracılığıyla Filistin halkına yardım etmeyi amaçlayan bir kafile yola çıkmıştır. Olay kafilenin şehit edilmesi ile sonuçlanmıştır. Filistin’e yardım etmekten aciz olan ülkeler Mavi Marmara olayında da acizliğini sürdürmüştür. Film bu insan katliamına sebep olan komutanı öldürmeyi planlayan özel ekibimizin serüvenine odaklanmıştır. Özellikle 2000 yılından sonra büyük gelişim gösteren film sektörünün en yeni olanakları kullanılarak çekilmiştir film. Filmin ilk sahnesinden son sahnesine kadar bu kalite göze çarpmaktadır. Önceki Kurtlar Vadisi filmlerine kıyasla film müziklerinde ve görsel kalitede yüksek derecede bir artış olduğu aşikar. İsrail Devletinin gerek dini gerek politik sebeplerden dolayı var olmakla ilgili korkuları artmıştır. Kendilerine vaat edildiğini düşündükleri bölgelerdeki Arap nüfusunun İsrail halkını istememesi bu işgalin ana nedeni olarak gösterilebilir. İnsan haklarını göz önünde bulundurmadan insanları hayvanlardan daha aşağılık varlıklar olarak görmeleri de dünya genelinde hep tepki çeken bir husus olmuştur. Ne var ki kapitalist gücü elinde bulunduran bir güce karşı ne yapabilirsiniz ki… Dünya genelinde yardım seferberliği ilan edilmesi gerekirken ne Müslüman ülkeler ne de komşu ülkelerinden yardım alamamıştır Filistin. Dünyanın bu acı işgale sessiz kalışı kabul edilecek bir durum değildir ve bu olay insanlığın çıkarları doğrultusunda ne kadar ileri gidebileceğini göstermektedir. Mavi Marmara’daki insanlarımızın da şehit edilmesi ve bu olaya Türkiye Cumhuriyeti dahil hiçbir ülkenin ses çıkaramaması da ayrıca düşünmemiz gereken başka bir noktadır. Mavi Marmara’daki kafile şehit olacağını bilerek bu yolculuğa çıkmışlardı fakat “bir mumun yanması binlercesine umut ışığı yakar” düşüncesi hakimdi. Bu olay kısa süreli bir paniğe yol açsa da, yeteri kadar çok insan kitlesini etkileyememiştir. İsrail Devletinin çocuk, kadın veya erkek ayırmadan Filistin halkına zulüm etmesi ancak kendilerine dönecek bir zulümdür. Koşullar ne kadar zor olsa da Filistin halkı direnişini sürdürmüştür. 2014 yılında tekrar Filistin ve İsrail arasında çatışmalar olmuştur. Bombalanan Filistin halkı hala direnişini sürdürmektedir. Mısır’ın Filistin’e açılan yardım tünellerini kapatmasına rağmen boynunu eğmemiştir. Bu köklü direnişe rağmen dünya genelinde hala Filistin halkına yardım eli uzatan bir ülke olmamıştır. Yardım eli bulamayınca ellerini birbirine kenetleyen Filistin halkı haklı davasında bir gün aydınlıklara elbet çıkacaktır. Savaşların dünya üzerindeki vahşeti artırdığı açıktır. Ayrıca insanların katledilmesi hukuk ve hak düzenlerini altüst etmektedir. Zulüm gören de zarar görüyor, zulmeden de zarar görüyor, çocuklar öldürülüyor hatta hapishanelere atılıyor. Uluslararası insan hakları ve uluslararası hukuk düzeni bu kadar ileri seviyedeyken bu kadar çok yıkıma neden olan savaşlar neden çıkıyor ya da bu savaşlara neden engel olmak için hiç adım atılmıyor? Anlaşılması gerçekten güç ve insanların üstünde çokça düşünmesi gereken sorulardır. Taha Alli 21302489 Türkçe 101-48
42
Vincent van Gogh’u “Yıldızlı Geceler”de Yaşatmak... 26.09.2014 / Side İnaç Bugün aldığım bu defter, görür görmez beni bundan üç yıl öncesine, 2011 yılının haziran ayına götürdü. İlk yurt dışı deneyimimi yaşadığım o yaz, sürprizlerle ve bir o kadar da tesadüflerle doluydu. Tüm bu deneyimlerime ev sahipliği yapan ülke ise dünyanın en ünlü ve en çok beğenilen sanatçılarından biri olan Van Gogh’un doğup büyüdüğü Hollanda’dan başka bir yer değil. İşte benim Vincent van Gogh ile gerçek anlamda tanışmam o yaz gerçekleşti. Doğduğu yer, insana yaşanmışlıklarını katar; böyle büyütür, şekillendirir insanın hayatını. İnsan da öyle bir canlıdır ki; başarılarını, eserlerini, yarattığı her şeyini kısacası tüm kimliğini bırakır onu bugünkü insan yapan yere. Vincent, belki de o uçsuz bucaksız lale bahçelerinde tanıştığı renklerle güneşi sarıya, gökyüzünü maviye boyadığı ilk resimlerini çizerken ileride “Van Gogh” imzasıyla çocukluğunu geçirdiği yerin gururu olacağından habersizdi. Hollanda’ya gittiğimde okulda öğrenilen, kitaplardan veya internetten okunanların aslında ne kadar eksik kaldığını fark ettim. Öğrendiğimiz her şeyin ne kadar yüzeysel olduğunu gördüm. Van Gogh’un doğduğu yerin Hollanda olduğunu elbet biliyordum ama ben bu gezide fark ettim ki sadece bir isim olarak değil; bir coğrafya olarak Hollanda, Van Gogh’a bir hayat sunmuş, onu lale bahçelerinde büyütmüş. Bu gibi detaylar, bana onun hayatını derinlemesine inceleme fırsatı sundu. Hakkında duyduklarımdan, okuduklarımdan çok farklı bir Van Gogh’la tanıştığımda, her şeyin yerinde ve tamamen doğru, detaylı bir şekilde öğrenilmesi gerektiğini anladım. Doğrusunu söylemek gerekirse, Vincent van Gogh’un her yaşıyla, her eseriyle ve her bakış açısıyla tanıştım; en önemlisi de onu her açıdan anlamaya çalıştım. Amsterdam’ın merkezinde yer alan “Van Gogh Müzesi”, dikkat çeken mimarisiyle birlikte ünlü ressamın hiç keşfetmediğim sözleriyle, eserleriyle kısacası hayatına dair tüm detaylarla beni buluşturarak ilk girdiğim andan itibaren büyüledi. Müzenin bu büyülü havası koskoca bir günümü sıkılmadan orada geçirmem için yeterli oldu. Vincent van Gogh’u “Yıldızlı Geceler”de Yaşatmak... 26.09.2014 / Side İnaç Müzede geçirdiğim bu büyüleyici günün akşamında arkadaşlarımla birlikte film izlemeye karar verdik. Seçtikleri film, Woody Allen’ın yazıp yönettiği “Paris’te Gece Yarısı” adlı filmdi. Filmin afişini görene kadar Paris’te geçen sıradan bir romantik komedi olduğunu düşünmüştüm. Afişi gördükten sonra, bu filmin sıradan bir film olamayacağını anladım. Afişteki arka plan, birkaç saat önce müzede gezerken Van Gogh’un en çok beğendiğim tablosu olan “Yıldızlı Geceler”di. Müzede bu tabloyu ilk gördüğümde, karamsar olduğum zamanları düşündüm. İçim sıkıldığında hep gökyüzüne baktığımı ve yıldızların ışıltısının bana hep umut verdiğini düşündüm. İşte bu tablo, gördüğüm an içimdeki umudu canlandırmaya yetmişti. Sonra Van Gogh’u düşündüm, bu tabloyu nasıl bir bağlamda, nasıl bir psikolojiyle yaptığını merak ediyordum. Açıklamasını okuduğumda, bu manzaranın Van Gogh’un Paris’te kaldığı hastanede, odasından görünen manzara olduğunu öğrendim. O zaman tabloya baktığımda hissettiklerimin, Van Gogh’un duygularıyla benzer olduğunu anladım. İnsan bazen olduğu yerden, etrafındakilerden hatta kendinden bile kaçmak ister. Ben o an ilk defa, kendimden yıllar önce, bambaşka topraklarda yaşamış bir insanla aramdaki mesafelerin kapandığını hissettim. Aynı duyguları hissedebilmenin, ortak şeyler paylaşabilmenin zamanın ve mekanın ötesinde bir eylem olduğunu o gün anladım. Bu afişi gördükten sonra, filmi büyük bir merakla izledim. Filmin hissettirdikleri, bir anlamda tablonun bende uyandırdığı duygularla benzerdi. Evlenmek üzere olan bir çiftin Paris’e gitmesini ve orada başlarına gelen olayları anlatan film, izleyenleri zamanda geriye götürerek Hemingway, Salvador Dali gibi ünlü isimlerle tanıştırıyor. Ana karakterin sarhoş bir halde Paris’te kaybolması ve ünlü isimlerle birlikte zamanda yolculuğa başlaması, günümüze geçememesi bana tablodaki döngüyü hatırlattı, gökyüzündeki yıldızların döngüsü... Hastane odasının penceresinden gördüğü manzarayı yansıtan Van Gogh’un bu tablosunun, bitmek bilmeyen, geri dönüşü olmayan bir geceyi yansıtmak için bu filmin afişine seçilmiş olabileceğini düşündüm. Van Gogh’la geçen koca bir günün ardından bu filmi de izlemek, her şeyi daha da pekiştirdi. Ben artık biliyordum ki; ne zaman umutsuzluğa kapılsam ‘gökyüzündeki yıldızlar’, bana umut vermek için ışıldayacaklar.
43
Evin Kutlay Bil ama Yap da Çok bilen çok mu yanılır yoksa eninde sonunda yanılmaktan, yanlış çıkmaktan korktuğu için hiç mi risk almaz? Ne hissettiğini ve nasıl hissettiğini bilen birisi nasıl olur da bir şey, gerçekten de bir şey her şey olabilir bu, yapmadan durabilir veya yapmadığını bilerek yaşayabilir? Ama gerçekten de günlük hayatımızda da bu böyle, en bilgililer sadece biliyor ve tabi ki bilme ve farkında olmak çok önemli erdemler fakat somut bir harekette veya var olan durumu daha iyiye götürme çabasında olmadıktan sonra bilmeyle cahilliğin pek bir farkı yok aslında. Bence bu bilme yapma ikilemin en güzel altını çizen eser Lois Lowry’nın The Giver’ı çünkü her ne kadar aktarıcı, bence ona böyle seslenmek en doğrusu, anılara ve gerçek duygulara sahip olsa da onları sadece bir sonraki vasisi Jonas’a geçiriyor. Düşünün bazen neler olabileceğini bilmek sizin de cesaretinizi kırmaz mı, o başlangıç vuruşunu yapmaktan alıkoymaz mı sizi? Beni koyar, hatta bazen veya çoğunlukla “keşkelerimin” ana kaynağını yapmayı arzu edip de kafamdaki sorular ve zihnimden hesapladığım onlarca potansiyel kötü sonuçlar sebebiyle yapmadıklarım oluşturur. Bu durum bence sadece benim için geçerli değil, sonuçta yadsınamayacak “cahil cesareti” diye bir şey var. Peki, bu durum neden böyle? Bence cevap basit ama uygulayabiliyor muyum o tamamıyla ayrı bir sorunsal, muhtemelen hepimiz bir şeyi yapıp yapmamaya karar verirken “En kötü ne olabilir ki?” sorusunu kendimize soruyoruz. İşte farklılıklar burada ortaya çıkıyor cesur azınlık genelde bu soruyu geçiştirirken sözde bilgili ve farkında çoğunluk ise başkalarının tecrübelerinden, filmlerden kısaca her türlü kaynaktan öğrendiği felaket senaryolarını aklına getiriyor. Ama aslında bizim özellikle şu an, ne yaptığını bilen cahillere ihtiyacımız var. Neden mi? Çünkü şu an öyle zorlu ve akıl almaz zamanlar geçiriyoruz ki en cesurlar bilgi, akıl ve sağduyu sahibi olmadan sokaklara fırlamaya dünden razı olan cahiller. Yalnız burada entelektüeller cahillerin pervasızlığını suçlamakla kabahatlerinden bu kadar kolaylıkla sıyrılamazlar çünkü bir şey yapmayıp kenardan “cıklamak” aslında en büyük suç. Bence bu durdum şöyle işliyor: Daha bilgisiz olanlar yani kaybedecek şeyi az olup onları riske etmeyi göze alanlar inandıkları şey uğruna risk almaktan çekinmiyorlar. Cıklayan bilgililer ise kendilerine çok değer verdikleri için böyle bir riski almaya tenezzül etmiyorlar. Ama belki de bilgili olmalarının temel nedeni kendilerine verdikleri değerdir. Doğru bildiklerin uğruna savaşmayacaksan ansiklopedilerce bilgiye zihninde en sahipliği yapmanın anlamı nedir? Tribündeki seyirci olmanın ne gereği var, önemli olan sahaya çıkıp oyununu kendi bildiğin doğrularına göre oynamak bütün mesele. Tabii ki söylemek gerçeğe uygulamaktan çok daha kolay. O zaman bir yerden başlamak lazım, peki nerden? Bence ilk olarak, başkalarının tecrübelerini harfi harfiyen uygulamaktan vazgeçilmeli, yok işte “O böyle dedi sonra ona şöyle yaptılar” gibi cümlelere kulaklar tıkanmalı, “O oysa ben de benim ve benim doğrularım, benim bilgilerim ve benim yöntemlerim farklı, bu nedenle sonuçta farklı olacak.” cevabı verilmeli. Diyelim ki bir riske girdin ve doğru olduğuna inandığın şeyi yaptın ve sonuç sana önceden olacağını söyledikleri şekilde gerçekleşti, o zaman sen yine de kazançlısın çünkü en azından çaba gösterdin. Bence cahil yani bilgisiz olanla, bilgili ama yapmayan arasında pek bir fark yok çünkü eninde sonunda bilgili olan da “hayat cahili” oluyor. Sadece bilip susmak ya da var olan durumu onaylamamak bence iki yüzlülüktür çünkü sen elinde belki de en değerli araç olan “bilgiyi” elinde bulunduruyorsun ama sadece onu bulunduruyorsun. Dünyayı daha iyi bir yer yapmak için kullanılmadıkça bilmek sadece nefes alan ansiklopedi olmaktır bence ve onun için zaten internet var. Bilgi paylaşıldıkça çoğalır ama en önemlisi harekete kazandırıldıkça yaşamın ayrılmaz bir parçası olur. Sadece “aktarmak” yetmez, risk alıp ellini de kirletmek lazım çünkü hiçbir sanat eseri sanatçısının elleri kirlenmeden oluşmaz.
44
Mehmet Selim Özcan O İş Bende Olmamalı Bugün salı ve şu an kütüphanedeyim. Her zaman olduğu gibi işlerimi son güne hatta son saatlere bırakmanın vermiş olduğu sıkıntı var üzerimde. Zamanımı düzgün kullanamıyor olabilirim. Ya da zamanımı yapmak istediğim şeylere ayırdığımdan yapmak zorunda olduğum yükümlülüklerime vakit kalmıyor da olabilir. İstediğim gibi yaşamaya çalışmamın beni zor durumda bıraktığının da farkındayım. Peki, böyle yaşamaya devam edecek miyim? Muhtemelen. Pişman olacak mıyım? Kesinlikle. Zorunluluklarım yüzünden üzerimde saçma bir baskı hissediyorum. Haz etmediğim olaylara ayak uydurmaya çalışmaktan yoruldum. Gereksiz sorumluluklardan daraldım. En mutlu anlarımda gelecekte yaşayacağım olası zorlukları ve zorunlulukları düşünmekten de nefret ediyorum. Hayatımı kontrol eden tek etkenin benim tercihlerim olmasını istiyorum. İsteklerim olmuyor ve ben gitgide farklılaşıyorum. Peki, bu farklılık bana zarar veriyor mu? Çok. Bu gidişatı durdurabilecek miyim? Sanmıyorum. Farklılaşmama bağlı olarak belli bir haftalık rutinim var. Kendim kurmadığım, yapmak istemediğim işlerimin hepsini zorla yaptığım bir rutin. Şu an o rutinin en zorlu ve sıkıcı günündeyim. Yazmak istemediğim bir yazıyı, yazmak istemediğim bir üslup ve konuyla yazıyorum. Nasıl yazmam gerektiği hakkında oturup düşünmek için vaktim vardı. Ama dediğim gibi, yapmak istediklerim arasında oturup düşünmek yoktu. Ne yazık ki yazdığım yazıda kitabın içeriğinden bahsetme zorunluluğum var. Kitap, iki apartman sitesinin birbirleriyle yaptığı gereksiz münakaşaları anlatan ve sırf para kazanmak için üzerinde hiç düşünülmeden yazılmış anlamsız bir yapıt. Kısacası okuyan her insana zaman kaybı. Genellikle başladığım kitapları yarıda bırakmadığımdan bu kitabı da bitirme zorunluluğu hissettim ve bitirdikten sonra aklımda tek düşünce vardı: Bu kitap Türkçe ödevi için uygun bir kitap değil. Bu düşünce biraz canımı sıktı. Gereksiz bir kitap okumuştum ve kitap, ödeve konu edebileceğim herhangi bir orijinallik taşımıyordu. Başka bir kitap daha okuyabilirdim. Hatta kitap bile değil, bir film seçip filmin içinde geçen evrensel temayı klişelerle doldurup anlatabilirdim. Fakat sonra kitabın başlığının garip bir şekilde ilgimi çektiğini fark ettim. O yüzden şu an okuduğum kitabın sadece başlığından yola çıkarak içimi dökmeye çalışıyorum. Biraz daha bahsedersem hissettiğim şeylerden, rahatlayacağıma inanıyorum. Rahatlık bana başarı sağlayacak mı? Hayır. Başarı bana rahatlık sağlayacak mı? Umarım. Rutinlerim belki değişir. Benim asıl gelecek için de hedeflerim, planlarım var. Ama canımı sıkan şey, bu hedef ve planlarıma ulaşmak için ilerlemem gereken yolun kendim tarafından çizilmemiş olması. Tabii ki kendi yolumu çizebileceğim hedefler belirlemek de benim elimdeydi. Yapmadım. Yapamadım daha doğrusu. Çizeceğim yolun mükemmel olmaması ihtimalinden korktum. Seçimlerimi yaparken kendime yeterince güvenmiyorum belki de. Şimdi de göze alamadığım kararların sonuçlarından yakınıyorum. Sanki zorunluluklarımı başkası bana dayatmış gibi. Farkındayım böyle bir dayatma olmadığının. Kendim seçtim onları. Bir bakıma yine kendim çizdim yolumu. Tabii çizdiğim yol başka insanların çizdiği yolla birleşen ufak bir patika gibiydi ve başka insanların yolları benim yollarım, onların istekleri benim zorunluluklarım haline geldi. Yol düzgün bir yere varacak gibi mi? Evet. Yoldan sapmak istiyor muyum? Hem de nasıl! Başka bir yola sapmak da riskli aslında. Çünkü genel olarak hazır olmadığım değişikliklerin bana duygusal ve fiziksel acı verdiğini düşünüyorum. Bu yüzden en ufak sürprizlerden bile, iyi kötü fark etmez, hoşlanmam. Yapmak istemediğim bir iş bile olsa, önceden durumdan haberdar olup kendimi hazırlamak isterim. Büyük ihtimalle bu isteğim hayatta gerçekleşmeyen isteklerimden en büyük ve en acı olanı. Çünkü kontrolümde olmayan çok şey yaşadım ve gerçekleşmesine mani olamadığım bu olaylar beni çok yıprattı. Yıprandığımı belli ediyor muyum? Asla. Yıprandığımı anlayan var mı? Bilmiyorum. Bir zorunlu olarak yaptığım işi daha bitirmek üzereyim. Yazının ilk hali böyle değildi tabii. Bazı kısımları değiştirmek zorundaydım çünkü kendimi anlatırken aşırıya kaçıp, yazdığım yazının belirli kriterlere göre değerlendirileceğini unutmuşum. Yine de keyif almadım desem yalan olur. Yazarken kendimle alakalı çok şey öğrendim. Şimdi önemli olan, öğrendiğim bilgiler ışığında nasıl bir hayat sürdüreceğim. İstemediğim işlerin beni değiştirmesine izin verecek miyim? Zorunluluklarımdan kaçmak istemeyi sürdürecek miyim? Tercihlerimin getirdiği sonuçlardan yakınmayı bırakıp, daha düzgün tercihler yapmaya uğraşacak mıyım? Sürekli başıma gelen sürprizlere alışmaya çalışacak mıyım? Bu soruların cevabını dürüstçe verebilecek miyim?
45
Mustafa ASLANBAY Mutluluk İçin Unutmak Duygusal travmalar yaratabilecek olaylar yaşadığından beyin anomalisi olan bir adam düşünün. Bahsettiğimiz bu adam tıpta “Blunted Affect” olarak tabir edilen hastalığa sahip. Gündelik hayatı herkes gibi fakat adamın eksik duyguları var. Yani bütün insanlarda bulunan ego, dostluk, aşk, pişmanlık, öfke, kıskançlık, nefret gibi duygulardan yoksun. Olası yaşanabilecek kötü durumlar için beyin duygulara kapatılmış. Aslında yaşanan olayları travmatik düzeye ulaştıran hastanın beynidir. Her insanın olaylardan etkilenme derecesi farklıdır. Hasta birey ise istemsizce beynine uyum sağlar. Tuhaf geliyor kulağa. Böyle biri olabilir mi ki dediğinizi duyar gibiyim. Aslında bu adam yaşadığı travmalardan dolayı duygularına ket vurmak zorunda kalmıştır. Her şeyi hissediyor fakat manevi anlamda hiçbir şey hissetmiyor. Duygusal küntlük yaşıyor diyebiliriz. Bir nevi duyarsızlaşma ya da çevreye yetersiz tepki verme durumudur. Çevrede olan bitene “Ben zaten hissetmiyorum” gözüyle bakar. Herkesin yaşadığı duygusal çöküntüler olmuştur. Bu çöküntüler akıl sağlığı normal olan bir bireyde duygulara ket vurma boyutuna ulaşmaz. Normal birey çöküntüyü en az hasarla atlatmaya çalışır. Hastalığa sahip olan bireyse duyguları unutarak acıların dineceğini zanneder. Onun için mutlu olabilmenin tek yolu unutmayı başarabilmektir. Yok sayılan şeyler kişiye acı vermeyecekmiş gibi unutabildiği kadar mutlu sayar kendini. Ondandır ki duyguları eksik yaşar. Unutmak bu birey için bir kurtuluştur ancak sistemsel olarak gerçekleştiğinden kendini duygusal dünyada kaybeder. Karmaşık gibi gözükse de durum unutmaktan ibaret. Travmanın boyutuna göre değişen bir kayıtsızlık vardır hastada. Özellikle aşka bağlı olan travmalar çok güçlüdür. Duygusal dengenin bozulmasındaki en önemli faktör olduğu düşünülmektedir. Karşılık bulamayan aşklar, yaşanamayan aşklar, yarım kalan aşklar... İnsanoğlunun kolay atlatamadığı çöküntülerdir. Mutluluğu doruklarda yaşama hevesinde olan insan, aşkı mutluluğun nirvanası zanneder. Oysa aşk, zannedilenin aksine mutluluğu kursakta bırakır. İnsan aşkla sağlayacağı mutluluğa hep geç kalır. Bu geç kalınmışlık cereyanda bırakır kişiyi. Acısı unutulmaz hale gelir. Tabi kimin için unutulmaz? Bahsettiğimiz adam için değil tabi ki. Adamımız unutarak mutluluğa ulaşıyor. Unuttuğu kadar var sayıyor kendini. Gerçekten mutluluğa ulaşıp ulaşmadığı, yöntemin doğruluğu fikrimce tartışmaya açık değil. Ne de olsa psikiyatrik bir rahatsızlık söz konusu. Sadece tüm bunlar aklıma şu soruyu getiriyor; hasta unutmaya çalıştığını da unutabiliyor mu? Bu soru kafamı kurcalamaya devam ederken size en az aşk travmaları kadar bahsetmekten zevk aldığım çocukluk travmalarından bahsedeceğim. Çocukluk travmaları duyarsızlaşmada ciddi bir pay sahibi. Çocukken yaşananlar hiç silinmez akıllardan. Henüz yeni yeni hayatı anlamlandırmaya çalışan gözlerin gördükleri, ileride neler yaşanacağının fragmanı gibidir. İlk gösteriminden itibaren kurgusuyla hayretlere düşürecek filmin fragmanı... Çocuk, ani duygu değişimlerine bebeklikten alışkındır. Fakat anlamaya başladığı hayatta ani değişim istemez. Yıpratan duygu değişimlerine yer yoktur küçük dünyasında. Olmamalıdır da. Olması durumu anomaliyi tetikler. Nihayetinde çocuk duyguların en temizini yaşar. Onun körpe yüreğinde açılacak yara duygularının saflığını etkiler. Kimi zaman saflığını etkilemekle kalmayıp travmalara yol açar. Tüm bunlar elde edemediği hayalleri olan birinin ya da çocukluğunu duygu değişimlerinde boğularak geçirmiş birinin portresini çizer akıllara. Ressam siz değilsiniz. Ressam portrenin sahibi. Herkes kendi portresinin ressamı. Akıllara çizilen portrenizden siz sorumlusunuz. Asla bu demek değildir ki insan kötü deneyimlerinin tek sorumlusudur. Sadece ortaya çıkan sonuç kişinin ta kendisidir. Sonuç olarak bu hastalığı anlamak ve çözmek için bir roman yazmak gerekebilir. İyi kaynaklar incelendiğinde güzel veriler toplanacağına eminim. Psikolojik yönleri dışında insana kendini hatırlatan yanları olduğundan hem bir araştırma konusu hem de yaşamdan bir parça aslında.
46
Yusuf DÜZEN Bağımlılık mı? Bu yazımda sizlere bağımlılıktan söz etmek istiyorum. Daha doğrusu bağımlı bir arkadaşım hakkında konuşacağım. Bağımlılık neymiş bir bakayım dedi. Bağımlılık, bir nesneye, kişiye ya da bir varlığa duyulan önlenemez istektir yazıyor Vikipedide. Peki gerçekten önlenemez mi? Kime göre önlenemez? Bana göre bir kişi eğer bağımlıysa biraz da olsa farkındadır bu bağımlılığının. Ama bundan vazgeçmek istemez belki de. Belki de başkalarının onun bağımlısı olduğunu düşündüğü şey onu mutlu eden tek şeydir, kim bilir? Onun hayattaki bazı şeylerden kaçış şeklidir o bağımlılık olarak adlandırılan olay. Bu bağımlılıklar, alkol, sigara, kumar, oyun, yemek, seks, alışveriş ve benzeri olgular olabilir. Ama bazen bu bağımlılık daha fazlası olabilir ve can sıkabilir. Mesela oda arkadaşım Serkan’dan bahsedeyim. Serkan bir CTIS öğrencisi. Kendisi sabah on birde uyuyup akşam beşte kalkıp bir bağımlılığın artık yazılımla vücut bulmuş hali olan LOL oyununu saatlerce bıkmadan oynuyor ve hatta onunla ilgili videolar, yayınlar izliyor. Yemek ve uyku düzeni bozuk değil çünkü yok! Sabahlıyor, uyumuyor, yemek yemiyor azimle oynuyor. Ve bağımlı olmadığını iddia ediyor. Geçen günlerde bırakma kararı aldı ve sadece otuz saat dayanabildi. Görseniz otuz saat onun için aslında çok büyük bir başarı. Günde en az on iki saatini bu oyuna ayırıyor, hatta uyumadığı ve derste olmadığı her dakikayı desek daha doğru olur. Onu bir kota canavarı olarak adlandırabiliriz. Bir ülkenin internet verilerini tek başına değiştiren bir insan kendisi. Serkan’ı aslında Çin’e yollamak lazım. Mesela Çin’de gençlerin bilgisayar başında günde 3 saatten fazla zaman harcamamaları için düzenlemeler yapılıyor. Çünkü kabaca on milyon bağımlı genç olduğu söyleniyor.Nüfusu on milyon olmayan ülkeler var! Ama Serkan bir haftada Çin’de ortalama bir şehrin genç nüfusunun bilgisayar başındaki maksimum zaman geçirme hakkını tek başına kullanıyor! Aynı zamanda interneti sömürerek Bilkent’in muhteşem internetinden yüksek hızda faydalanmamızı da önlüyor. Artık hareketleri, konuşması ve hatta bakışları farklılaşmaya başladı. Ödev yapacağım dediğinde ilk başta hayrete düştük ama baktığımızda oyun oynarken arada bir de ödev kağıtlarına bakıyordu. Bu adamla nasıl koca bir yıl geçirilebilir ki? Diğer oda arkadaşımız Sümer bu sene ilk defa yurtta kalıyor. O da Serkan’la aynı bölümde ama o Serkan’dan farklı. Şu an Sümer, Serkan’a İngilizce dil bilgisi anlatmaya gitti ve Serkan oyun oynuyor. Durum içler acısı. Sadece üç hafta oldu ama tüm yurt Serkan’a acımaya başladık. Yanına muhabbet etmeye gidip insan olduğunu hatırlatmaya çalışıyoruz ama bizi tersleyip oyun oynadığını ve rahatsız etmemizi istemediğini söylüyor. Çaya çıkalım diyoruz izdivaç programında sınıyor kendini. Bağımlılığı insani bağlar kurmasını, onları geliştirmesini önlüyor. Hatta bu oyun yüzden sevgilisinden ayrılmış ve hiç pişman değil. Oyun aşkının bir eşten daha önce geldiğini savunuyor ve bu konuda oldukça ciddi. Psikolojik destek alması gerektiğini, hayatın bu kadar da bir metre karede geçmeyeceğini anlatmaya çalışıyoruz. Ama biz bunları anlatırken hala ekrana bakıyor ve söylediklerimize en ufak bir tepki bile vermiyor. Dışarı çıkmaya hatta tuvalete gitmeye eriniyor. Tuvalete adeta ışık hızında gidip geliyor. Onu bu oyuna bağlayan şey ne olabilir ki? Serkan sadece buz dağının görünen ufak bir parçası. Onun gibi ne kadar yardım eli bekleyen, kendini hayattan soyutlamış insan var acaba? İnsanın bazen hayattan kaçmak, insanlardan uzaklaşmak, farklı şeyler yapmak istemesi normaldir. Ama neden ruhunu bir alete satar? Neden körü körüne ona bağlanır. Tüm bunların cevabı Serkan’da olabilir ama bizimle konuşmadığı için bilmiyoruz…
47
Berkay Erkan SORGULUYOR MUYUZ? Neden güveniyorum, neden umut ediyorum, neden seviyorum neden ağlıyorum… Peki, neye inanıyorum, daha önemlisi neden inanıyorum? İnsanın ayırt edici özelliği aklıdır, dolayısıyla sorgulama yeteneğidir. Bu yüzden ısrarla, bir kalıba sokmaya çalıştığımız tüm o düşünce topluluklarımızı önce beyin süzgeçlerimizden geçirmeye davet ediyorum hepimizi. Dinleri dogmatik kurallar bütünü olarak göstermeye çalışan tüm bakış açılarını ezip geçerek sorgulamaya en çok ihtiyaç duyulan asıl alanın inançlarımız olduğunu önümüze koymak istiyorum. Ancak bu şekilde zihinlerimizi sürekli soru soran bir çocuk gibi açık tutabileceğimizi ummalıyız. Önce inanç kavramı nedir sorusunu soralım o zaman. Eyüp Erdoğan’a göre, “inanç, nesnel olarak yeterli kanıtlara sahip olmayan bir anlatıyı öznel olarak yeterli bulmaktır”(İnanç Uykusu, 2016, 21). Yani somut bir heykel yok elimizde; marifet kanıtlar olmadan delillerin peşinde iz sürerek hakikati aramakta öyle görünüyor ki. Benim tanımıma göre ise inanç, her öznenin yaşamının o anına kadarki birikimleri, izlenimleri, deneyimleri ile kalıtsal birtakım özelliklerinin bir araya gelmesi ile şekillenen çok yönlü bir kavram. Bu tanımda ise öyle bir özellik var ki beyinlerimizi sorgulamaya açmamızın gerekliliğini gözler önüne seriyor: izlenimler. Nasıl yani izlenimler? Platon’un mağara metaforunu hatırlayalım. Mağaradaki insanlar gerçekliklerin sadece gölgelerini görebiliyorlar. Biz de yetişme sürecinde bir mağarada yetiştiysek düşüncelerimiz o mağaranın bizlere sunabileceği kadar kısıtlıdır işte. Bu bağlamda, neden-sonuç zinciriyle sağlam bir şekilde güverteye bağlanmamış, yalnızca adeta bir gelenek gibi aşılanmış davranışlar maalesef kişinin inancının temellenmesinde negatif bir rol oynuyor. Çünkü bu davranış kalıpları ileride kafa karışıklıklarına ve pişmanlıklara yol açabiliyor. Bunun yerine ise her taşı üst üste koyarken mantık çerçevesinde ilerlemek var. Kulağa çok daha akıllıca geliyor. Bir birey dininin gereklerini yapıyorsa veya yapmıyorsa önce nedenini öğrenmeliyiz. Eğer inançlı bir birey değilse bunu nelere dayandırıyor ve gerçekten objektif kalabiliyor mu, yoksa en korkuncu, gözleri açık mı uyuyor? Öte yandan inanıyorsa, bir yola kendini adadığını düşünüyorsa bunun sebeplerini saf bir biçimde zihninde canlandırabiliyor mu? Ne olabilir olası olumsuz senaryolar? Sevapları toplayıp kumbarasına mı atacak? Yoksa yukarıda bir yerde olduğunu düşündüğü tanrısına iyi mi görünmeye çalışıyor? İslam dinindeki abdesti yakından incelemek istiyorum. Namazlardan önce abdest alınır. Sorguladık mı neden? Temizlik gibi görünüyor ama şunu hatırlatayım suyun olmadığı yerlerde kumu yüze kola sürerek teyemmüm denilen bir abdest çeşidi de var. Bilimsel olarak düşünüldüğünde vücuda sürülen bu su, kum maddeleri statik elektriği boşaltmaya yardımcı oluyor. Bu somut örnekte anlatmaya çalıştığım nokta bakış açımızı geniş tutabileceğimizden şüphemiz olmaması gerektiğidir. Genel olarak ise benim gözlemlerimce, değiştirilmemiş dinin gerekleri insanların ancak hakikati arayışlarında kolaylaştırıcı birtakım çalışmalardır. Bu çalışmalar bütünü-ibadet olarak da daraltılabilir- önerilerden ibarettir, zorlama değildir. İşte bu noktada şu farkı görmemiz gerekiyor: bu ibadetleri şekil olarak robotlar da papağanlar da yapabiliyorsa insanı ayırt eden bir özelliği olmalıdır. Tam burada devreye düşünmek yetisi giriyor. Beyinlerimizin bize sunduğu muhteşem sorgulama kabiliyetimiz bizi ileriye götürebilecek olan faktör olarak gün yüzüne çıkıyor. İnsan düşünüyor, ilişkilendiriyor, sonuç çıkarıyor, ders alıyor. Tüm anlattıklarımızı toparlamak gerekirse, “İnanç Uykusu” nun verilmek istenen ve açıkçası tüm içtenliğimle katıldığımı söylemem gereken mesajı kitabın son satırlarında şöyle ifade edilmiş: “İyi olan ister doğal ister yapay olsun, ister halis ister tahrif edilmiş olsun bir dine neden inandığını ya da inanmadığını merak etmek ve anlamaya, öğrenmeye çalışmaktır”(155).
48
Mavi Limon ve Sorgulayan Çekirdekleri Kültürümüzde epey yer edinen o güzide satıcıların “Abicim, tanesi elli kuruş be ya, veriyim bi’ file?” sözleriyle özdeşleşen limonlarımızı bilirsiniz hepiniz. Ama bu limon biraz farklı, masmavi kabuğuyla sizi içten içe meraklandırıyor tabi. Ama ikiye bölüp derunisini görmeniz için de doğru cevaplamanız gereken bir sorusu var sizlere: “İçimin de dışım gibi mavi olduğunu iddia ediyorum, dediğimin doğruluğuna inanıyor musunuz?” İhtirasla limonun içini görmek isteyen bir birey olarak cevabınız ne olurdu? Kanaatimce insanların ekseriyeti bu soruya trajik bir şekilde evet cevabını verecektir ve bu şaşılası limonun içini görme şerefine maalesef erişemeyecektir. İçinde sorgulayan kıpır kıpır çekirdekler ihtiva eden limonumuz, kesilip çekirdeklerini dökme fedakarlığını yalnızca böyle bir önermeye hiçbir kanıt olmadığı için inanmayıp hayır diyenlere gösterecektir, aynı Bertnard Russell’ın “Sorgulayan Denemeler” kitabına daha ilk cümlesinden bu paradoksal gözüken doktrini kabul ederek başlamamız gerektiğini söylediği ve bunun günümüzün problemli dünya düzenine temelden bir değişim ve gelişim getireceği yönündeki uzlaşmacı tezlerini sunduğu gibi. Kitabı okumaya başladığınız gibi, hiç olmadığı kadar sorgulamaya kalkışmanız ve bunun sonucunda nöronlarınıza kadar hissettiğiniz huzur sizi sonbahar rüzgarındaki kızıl yapraklar eşliğinde bir yolculuğa çıkarıyor ve şimdiye kadar kapalı camlar ardından etrafa ilgisiz yaptığınız seyahatlerden farklı olarak yoldaki tüm duraklarda duran üstü açık bir arabada, politikadan dini inançlara, geçmiş deneyimlerden geleceğe yönelik tutarlılığı çok yüksek tahminlere kadar limon ekşisinin biraz da acımtırak olan birçok tonunu tatma imkanı sunuyor. Yolculuk boyunca da, aynı limonların sadece ılıman iklimlerde yetişmesi gibi, yazarın da tartışılan konulara Pyhrro’nun savunduğu abartılı kuşkuculuk yerine ılımlı ve tamamıyla tarafsız yaklaşımı sizi ütopik ve sadece hayalini kurabileceğiniz bir dünya kavramından soyutlayıp, bir an önce uygulamaya geçirmek istediğiniz ve etrafınızdaki insanlardan limonlara kadar tüm canlılara anlatma isteğiyle dolduğunuz fikirlere bürüyor ve içinize sığmayan bu fikir yığınının taşan kısmı gözlerinizdeki parıltıdan okunuyor. Belki de benim yetişme tarzım kitap hakkındaki görüşlerimin abartılı görünmesine sebep olmuş olabilir. Yanlış hatırlamıyorsam henüz iki veya üç yaşımdayken annemin bana yaratıcının çok büyük olduğunu söylemesi üzerine ona boyu iki metreden uzun olan komşumuz Uzun Ömer kadar büyük olup olmadığını sormam bir ihtimal bendeki limonun erkenden mavileşmeye başladığının ve çekirdeklerinin entropisindeki çabucak artma isteğinin göstergesidir. İnançları gündüz düşlerine benzeten bir yazarı dini, politik veya herhangi bir inancına sıkıca bağlı bir fert iki farklı şekilde değerlendirebilir, bu farklılık da sıkıca kelimesindeki ince ayrıntıda gizlidir. Eğer sıkıca kelimesi savunduğu şeyi bırakmama isteği ve kendini doğru yolda görme arzusu ise, bu kitapta geçen “gündüz düşleri” benzetmesi okurun kitabı elinden fırlatmasına bile sebep olabilir, bu gruptaki insanların limonları hep sarı kalacaktır ve belki de içi hiç açılmadığı için tadı başka üstün insanlar tarafından belirlenecek ve hep öyle kalacaktır. Buna mukabil eğer sıkıca kelimesi kişinin inancını sorgulamadaki sıklığını ve görüşlerinin kendine özgü olma konusundaki hassasiyeti belirtiyorsa yazarın bu benzetmesi onun inandığı şeyde bir kusuru keşfetmesine yol açsa bile inancını sorgulamasından dolayı elde edeceği kazanç bu olumsuzluktan kat be kat fazla olacaktır ve o şahsın limonunda kendine has yeni bir çekirdek oluşmasına ve bu nedenle de limonunun tadının değişmesine ve limon bahçelerindeki çeşitliliğin doğal olarak artmasına sebep olacaktır. Zaten beyaz rengi güzel kılan içinde çeşit çeşit tüm renkleri barındırması, dünyayı güzel kılanın da türlü türlü renk, dil, kültür ve yaşam tarzına sahip insanları barındırması değil midir? Daha hiç bahsetmediğim; yazarın Çin’e olan haklı hayranlığı, politikada aslında batı ülkelerdeki bağnazlığın ve fanatikliğin ummadığımız kadar çok olması, faydacılık ve milliyetçilik gibi kavramlarının göreceliliğinden dolayı tercih edilmemesi gerektiği, bilimin doğaya verdiği önem kadar insanın kendisine de değer vermesinin zorunluluğu gibi dikkat çeken hususlar; denemelerdeki tek renk ve genel geçer kalıplar yerine bizde yalnızca sarı değil, sarı ve mavi arası nihayetsiz tonda limoni fikir çeşitliliği oluşmasına imkan sağlıyor. Faydalanmamak ne haddimize… Fatih Serdar Sağlam 21300972
49
AYCAN ERGİN Ekmek Karası Sevgi “Kuşlar gibi uçmayı, balıklar gibi yüzmeyi öğrendik, ancak çok basit bir sanatı unuttuk: Kardeşçe yaşamayı…”(Martin Luther King) Neydi kardeşçe yaşamak sahiden?.. Neydi kardeşlik? Neydi sevmek? Sorgusuz sualsiz... Karşılıksız ve baki... Neydi insanı insanca bağrına basmak? Hepsini unuttuk. Her şeyi yaktık yıktık, çürüttük de keşke diyorum keşke çocuklarımıza dokunmasaydık, zehrimizi bulaştırmasaydık onların gözleri sebepsizce gülen masum yüzlerine, karışmasaydık o masum çocuk sevgilerine, karışmasaydık kardeşliklerine. Yapamamış insanoğlu, onları da almış dipsiz karanlık kuyusuna... Ölmeye yüz tutmuş, gün sayar olmuş ağacın, dibinde ne var ne yoksa kurutuşu gibi yakmış kavurmuş. Ona muhtaç olan en zararsızı bile, melek yavruları bile, düşünmeden kurutmuş geçmiş. Dipsiz kuyusuna kendi gidemez, ölümün sessiz sonsuzluğuna yalnız varamaz olmuş. Çığlığıyla herkesi başına toplar onları da yanında götürür olmuş. Bu sıralar en çokta çocukları kurutmuş, çocukları çağırmış sessiz sonsuzluğuna, dipsiz karanlıklarla dolu kuyusuna. Ne yazık... Oysaki ne çok şey öğrenebilir insanoğlu bir çocuktan... Ne çok şey edinebilir ondan... Sevginin en masum hali gibi, kardeşliğin en güzel yanı, en doğru yolu gibi... Nasıl yaşanır kardeşçe? Nasıl sevilir? En güzel onlar gösterir! En güzel onlar hatırlatır! Tuna Akçay ödüllü fotoğrafıyla adeta bunu kanıtlamak istemiş, susun demiş susun! Onlar konuşsun, onların masumluğu konuşsun, dünya sussun, insanoğlu sussun, sadece dinlesin bir kere olsun dinlemeyi, öğrenmeyi bilsin, sevgi nemenem bir şeydir tadına varsın demiş ve adeta bir kareyle dünyayı, anı susturup gözyaşlarına kutup yıldızı olmuş. Durmuş da nereden aklına gelmişse sormuş, dünyanın en güzel cevabını alacak olduğu soruyu sormuş; “Söyle bakalım, kardeşini ne kadar seviyorsun?” Ve cevap, insanın içini sarmaş dolaş bir sıcaklıkla doldurup taşırıveren, gözlerini sevginin masumluğuyla ıslatan bu kareye dönüşüvermiş. Çok da güzel, pek de ala olmuş. Ekmeğin karasına bulanmış masumlukları... Ellerine bulaşmış, masumlukla bulanmış ekmeğin karası... Ama o kararan elleri kadar kimse olamamış masum. O ekmekler ne kadar kararmışsa o kadar taşlaşmış insanoğlunun kalbi... O kadar sevemez olmuş kendinden başkasını. İsrail askerleri tarafından vurulan Gazzeli bebeği... Suriye'de IŞİD saldırılarında yıkılan binadan çıkarılan biraz daha şanlı olsa da bunu bize alabildiğine sorgulatacak diğer bir miniği... Herkesin çok çok iyi bildiği ve sözde içini dağlayan; ama bir daha hatırlama zahmetinde bile bulunmadığı, ülkesinde yaşanan amaçsız savaştan kaçıp kurtulma yarışında yenik düşen masum, küçücük, minik bedenini yaşamın ve savaşın yorgunluğu; ölümün dinginliğiyle ege sahillerine kavuşturan Aylan Kurdi bebeği... Ve daha nicelerini... Sevemez olmuş insanoğlu! Sevmek nedir bilmediğinden, kardeşçe ve insanca nasıl yaşanır bilmediğinden onca masum melek olmuş. Her biri kendi cennetine kavuşmuş. Melekler azaldıkça da, bu dünya daha da çekilmez olmuş. Bu fotoğraf karesi bu kadar çirkinliğin arasındaki güzellileri anımsattı, gülümsetti, gözden akan yaşçıklara yol açıverdi. Dinlendirdi, durdurdu düşündürttü. Mutluluk, sevgi, dostluk ve kardeşlik, sıcacık bir ekmeğin lezzeti gibi hala dillere destan dedirtti. Bir şey oldu sonra. Bu küçücük kareyi hayranlıkla süzerken cama konuvermiş küçük, yalnız kelebeği fark ettim. O camdaki kelebek olsaydım da yalnızlığımı onların sıcaklığıyla sarsaydım dedim içimden, bir damla düşüverdi gözümden. Benim de kardeşim var, var da uzaklarda biraz. Hem çok da iyi anlaşamıyoruz, öyle çok da sevmiyor gibi beni zaten. Ben mi? Ben çok seviyorum. Sevilmez mi can zaten, sevilmez mi ömürlük dost. Ama abla olmak; daha çok sevmek, daha az sevilmek demek olsa gerek. Olsun! Bu kadar çirkinlikler arasında sevilmek de güzel sevmekte. Ne kadar sevildiğinin ya da ne kadar sevdiğinin ne önemi var? Sevilmeden de sevebilsek, özde kardeş olmadan da kardeş olunabileceğini artık öğrensek yetmez mi? Bu iki masum minik gibi, ekmeğin karasına saklanmış masum sevgilerimiz olsa yetmez mi? Yeter de artar bile! Yararlanılan Kaynaklar Fotoğraf http://i.internethaber.com/images/gallery/7034/1.jpg
50
UYKUMUN YANINA GİTMEK Sabahıngene olmuş beşi.Ahbapolduğum karanlıkla muhabbetimizdebitti.Sessiz sessizbirbirimizebakıyoruz. Sanki misafirlikte“ehadi kalkalım” kısmına gelinmiş deev sahibi“dahakarpuz kesecektik”diyor.Kendileriyle muhabbetimizokadar iyi ki uyku beni kıskanıpterk etti. Hergece aynı terane. Sanki gündüz dertleryokmuş gibi geceye de derdi ben ekliyorum. Uyuyamıyorum. Saat oluyor bir,iki, üç,dört, beş.Karanlıktazaman dahahızlı geçiyor.Aynı zamanda daha sessizve sakin. Haftanınbir ya daiki günübarışıkolabiliyorum uykuyla. Kötübirilişkimizvarama birbirimizden kopmamız imkansız.Uykunun önceden beni yenilediğini,dertlere karşı her gece beni dahadirençli kıldığına inanıyordum. Sonrabaktım, geceleri dedertlenmeye başlamışım. Sınavlar,hatunlar bana darbe vurdukçauykuma güvenim kalmadı. Neredeydi oeski uyku? Hani hergece beni dertlerden kurtaran okoca yürekli sevgili? Yediay önce bunabir silleçaktım. Ogünden beri ayrıyız.Gene dekıyamaz gizliden okşar saçlarımı dabiranda bilincimikaybederim. Gözlerimi açtığımdasabah olur. Gerçekten düzelmek istedim onunla. Psikiyatriste gittim. Sebebini sordu doğal olarak. Sınavda birsoru birsorudurdeyip gece beşlere kadar çalıştığımgünler,YGS ve LYS’min aradan aylar geçmesinerağmen imkansız vekomik denilecek seviyede kötügeçtiği günler,planlarımındışına sapınca neyapacağımı bilemeyip detasa aradığım günler, günler,günler.Bir seneoldu. 365gün.300günden fazlasının4-4.5 saat uykuyla, 100gün civarının2-3 saat uykuyla geçtiğini söyleyebilirim.İnsanı okadar dakötüyapmasa dabir yerden sonra, eninde sonundailginç birnoktaya geliyorsunuz. İnternette araştırma yaparken az uyuyan bilim insanlarınınlistelendiği birsite görmüştüm.YokSigmunt Freud dört saat uyurmuş da, yok DaVinci sabah namazından sonrakahve çekirdeklerini sek içermiş de.Derdim içimden buadamlar nasıl yaşıyor. Hayat nelere gebeymiş.Psikiyatristegitmeden önce, iki haftaboyunca günde 1.5-2 saat uyku ileyaşadım.Vebuadamları bilimadamı yapan şeyi çözdüm. Oilginç noktaşuki, gün24saat, ben uyuyorum 2saat, bu22saat nasıldoluyor?Az buzdeğil.Psikiyatriste gitmesebebim banagünlükyaşamımda birsıkıntıçıkardığı için değildi üstüne üstlük. Sanki7saat uyumuşgibi gayet dikkatli, güniçindeaktivitelerden yorulmayan biriydim. 22saat ne yapacaktım ben. Bunun için gittim. O bilim adamları yapacak şeyler buluyorlar. Birşeylere çabalıyorlar.Benim iseoara derslerim yoğunlaşmamış,odadakilerle pek tanış değiliz, birazyalnızım, yeni gelmişim üniversiteye. Ne yapabilirdim?Beni uykuya barıştır dedim doktora. Eczanede satılan küçükpembeşekerleri uykuya hediye edersem banadöneceğini söyledi .Pek severlermiş.Gerçekten deöyle oldu. Fazlahediye vermeyeyim de ilerdebeklemesin dedim kendimce. Çıtayı fazla yükseltirsem sürekli isterbuhuysuz dedim. Huyu kurusun. Geneküs bana. Bu sefer de okulunve O’nunderdi bastıbana. Kıskandı dertleri, boynunu büktüvekoşarak uzaklaştı gene.Amasorun bende. Farkındayım. Sorun ne mi?Onu daOnur Çalı anlatsın,ne güzel demiş öyküsünde, “Şimdiye kadar yanlış yapmıştım. Uykuyu çağırmaya çalışmıştım. Oysa yapmam gereken şey,uykumun yanınagitmekti.”(Çalı 87). ccccccccccccccccccccccccccALINTILANMIŞKAYNAKLAR Çalı,Onur.HumaKuşları.1.sted.İstanbul:AlakargaYayıncılık,2015.87.Print.
51
GÜZELLİKLER KIYISINDA Ay ne kadar da güzel bir şeysin sen. Gözlerimi alamıyorum senden. Ben böyle bir güzellik görmedim. Bayıldım resmen sana. Bir çocuk. Bir kız. Belki bir çiçek. Çok düşük ihtimal ama belki de bir köpek. Muhtemelen bunlardan birinden bahsettiğimi düşünüyorsunuz. Aklınızda ilk canlanan şey bunlardan biri değil mi? Mümkün mü başka bir şey olması? Bir araba? Yok canım canlı bir şeyden bahsediyorsunuz işte. Peki öyle olsun. Peki ya bir erkek? Ay erkeğe güzel denir mi yakışıklı derdiniz o zaman. Bir tişört olamaz mı mesela? Bir tişörte de bu kadar iltifat biraz fazla. Siz ne düşündünüz bilmiyorum ama ben bir taştan bahsediyordum. Hayır o takıcıların sattığı rengarenk olanlardan da değil, bildiğiniz her gün yolda geçerken rastladığınız, belki arada ayağınızla şöyle bir vurduğunuz ya da ''Off araba da amma sallandı ne taşlı yolmuş'' diye feryat ettiğiniz ama güzellik kategorisinde düşünmeyi aklınıza bile getirmediğiniz taştan bahsediyorum. Garipsemeyin öyle. Herkesin ilk aklına gelecek ''güzelliklerin'' dışında bir şeye güzel demek suç mu? Hep herkes gibi düşünüp onların kabul ettiği doğruları mı benimsemeliyim. Çok yaygın bir inanış güzelliğin göreceli olduğu yönündedir. Güzellik göreceli deyince insanlar yalnızca güzelliğin kriterinin tartışılabilir olduğu algısına sahip. Aslında neye güzel demek istediğimizi de biz seçmeliyiz. Bir sandalye, bir köpekbalığı hatta bir havalandırma borusu bile biz istersek güzel olabilir. Bu algının olmayışının asıl nedeni güzelliğin yalnızca alışkanlıklardan ibaret olmasıdır bence. Eğer bir resim yerine bir pencereye güzel demeye alışmış olsaydık o zaman hep pencere sergilerine gidip hayran hayran pencereleri yorumluyor olurduk. Geçenlerde son yüzyılda değişen güzellik algısıyla ilgili bir video izledim. Videoda kadınların kıyafet ve yüz tiplerini değiştiriyorlardı. Videoyu hiç yadırgamadan izledim çünkü mutlak bir güzellik olduğu fikri benim de zihnime işlemişti. Daha sonra okuduğum ''Mucize (Palacio, 2012)'' isimli kitap bu konuyla ilgili bilinçaltımda oluşmuş olan tüm yapıları yıktı geçti. Hikaye aslında dış güzelliğin iç güzelliğin sınırlarını yıktığını göstermek için yazılmış. August adında on bir yaşında herkesten farklı görünen bir çocuğun kendini toplumun güzellik algıları çerçevesinde çirkin kabul etmesi ve bu duruma alışmasıyla insanlara iç güzelliğin önemini keşfettirmesini anlatıyor ancak ben bu konuya farklı bir pencereden bakmayı tercih ediyorum. Bence toplumun on bir yaşındaki bir çocuğa böylesine sabit bir bakış açısı kazandırarak kendini toplumun fikirlerince bir yerlere yerleştirmesine neden olmak çocuğun perspektifini kısıtlamaktan başka bir işe yaramıyor. August'un ''çirkinliğini'' kabul edip iç güzelliğe inandırılması yerine kendi farklılığının güzelliğini fark etmesi gerektiği ve ana fikrin bunun temeline kurulmasının daha sağlam bir mesaj vereceği kanısındayım. Böylece güzellik kavramının doğru kullanılışının herkesin güzel kabul ettiğinden ziyade öznel bir değişkenliğe sahip olduğu gerçeği daha net bir biçimde aktarılmış olurdu. Sonuçta güzellik bu kadar sübjektif bir kavramken onu genel geçer algılarla kısıtlamak çok çelişkili değil mi sizce de? August bu durumu çok basit bir şekilde açıklamış:'' Benim sıradan olmamamın tek sebebi kimsenin beni öyle görmüyor oluşu'' August toplumun algısının ona bir değer biçtiğini bilse bile bunu kabulleniyor. Toplumun kendince oluşturduğu güzellik algısı ise aslında kusursuzlaştırma dürtüsünden geliyor. Bu nedenle kusursuzluk ve güzelliği aynı kefeye koyuyorlar ama farkında değiller ki bir şeyin güzelliğinin kriteri kusursuzluk değildir. Neyi güzel olarak değerlendireceğiniz yalnızca size kalmıştır. Alışkanlıkların veya başkalarının sizi yönlendirmesine izin vermeyin. Kendi güzelinizi kendiniz belirleyin. Kaynakça Palacio, R. (2012). Mucize. Londra: The Bodley Head.
52
Merçe Kaan Olcay 21602289 GEÇMİŞ YORGUN GÖZLER GELECEK HIZLA YAKLAŞAN SANİYE İBRESİ Hayatımızda hep üç farklı zaman dilimi olmuştur: geçmiş, gelecek ve şimdi. Her zaman endişemizin gelecek olduğunu düşünürüz; sonuçta nelerin olacağını ne tahmin edebiliriz ne de bilebiliriz. Ama ya bu yaşadığımız zaman dilimi hakkında neler hissediyoruz? Aslında şu an yaptığımız her davranış, aldığımız her karar bir şekilde geleceği etkilemez mi? O zaman bizim esas endişemiz şu yaşadığımız an olmalıdır, geçmişteki pişmanlıklarla gelecekteki umutları birleştiren bu bilinmez ve karışık an. Bu anın ne kadar içindeyiz peki? Bu anı yaşarsak mutlu olabilir miyiz yoksa geleceğe odaklanarak yaşamamız mı doğru? Yaşamımızdan her saniye bir anda gelecekten şimdiye dönüşüp aynı anda da geçmişteki bir anı haline gelirken, biz ne yapmalıyız? Kimi insanlar vardır, hayatı anı anına yaşar. Onlar üç zaman dilimine sahip değildir; her şey yaşadığı anda biter. Bu saniyeyi ne kadar eğlenceli yaşarsa o da o kadar tatmin olur hayatından. Bir şey denemek isterse dener, çünkü zaten şu an yapmazsa ne zaman yapacak, öyle değil mi? Geçmişten kalma pişmanlıkları, gelecekle ilgili bir planları yoktur. Tıpkı zamanın aktığı bir nehir gibi nereye gittiğini bilmeden, önüne çıkan her engelin üstesinden aynı şeyi tekrarlayarak aşmaya çalışarak ve sonunda nereye varacağını bilmeden akar. Aktığı yol önemli değildir, esas önemsediği şey akarken yaşadığı adrenalin, heyecan ve yoğun duygulardır. Bu kişiler sınıfın hazırcevap öğrencisi, partilerin aranan yüzü ve şehrin kalp kıranı olarak farklı hayatlarda ama aynı kişisel özelliklerle karşımıza çıkabilir. Hayat felsefesi “Şu an yap, sonra hatırla.” Olduğu için onlara o “sonra” asla gelmez; çünkü o sonranın arkasında gerçeklerin bulunduğunu bilir. Şu anın ardında bilinmezliğin uçurumunun dibine bakmaktan korkarlar aslında. Sonranın ardında alınması gereken kararlar, yerine getirilmesi gereken sözler ve mutlu edilmesi gereken insanlar vardır. Ama aslında amaçları yalnız bir kurt gibi kendi efendileri olmak ve kimseye bağlı kalmadan herkesin hayatından bir yel gibi geçip bir şeklide herkeste bir iz bırakmaktır. Öte yandan bunun tam tersine yaşayan insanlar da vardır. Geleciği şimdi gibi yaşayan, bilinmeze bağımlı insanlar. Bu kişiler için endişeler hep gelecek üzerine kuruludur. On yıl sonra nerede olacağı, gelecekte nerede okuyacağı, beş yıl sonra kendini nerede gördüğü soruları bu insanların en korktukları sorulardır. Her şey düzenli ve programlı olmalıdır; yaşanacak tüm olayların olabilecek tüm sonuçları, varılabilecek bütün yolları düşünemezlerse asla mutlu olamazlar ve düşüncelerini sürekli bu programı oluşturmak için harcayarak kendilerini yorarlar. Aslında bu insanlar da gelecekten korkmaktır, ama onlar geleceğin gerçeklik payından değil, geleceğin bilinememesinden korkarlar. Tıpkı düzen hastası insanlar gibi düzeni belli olmayan olaylar, böyle bir yaşam şekli onlar için dayanılmazdır. Bu yüzden bu kişiler tekdüze aynı hayatı yaşamı yaşamayı tercih ederken, anı yaşayanlar her günün farklı olduğu bir hayatla ancak mutlu olabilir. Her iki kişilik aslında birbirinden çok uzaktadır; ama eğer bu karakterle bağlı iki ayrı kişi karşılaşırsa çok güzel sonuçlar da ortaya çıkabilir. Anı yaşayan geleceği ve gerçekçiliği, geleceği yaşayan da şimdinin değerini anlayabilir. Şu an dökülen yaşlar gelecekteki olayların mutlu bir habercisi olabilir, fakat bunu ne a-şu an yaşayan kişi görebilir ne de gelecekle ilgilenen bir diğeri. Biri şimdiki üzüntüye odaklanır, diğeri ise şu anın aslında geleceğe ne kadar etkisi olduğunu fark edebiliriz. Ama yan yana olamadıkları sürece bu olay gerçekleşemez, birbirlerini Ying ve yang gibi tamamlamaları lazımdır. Hayatı ne geçmişte bıraktığımız “keşke”ler ile ne gelecekte planladığımız “acaba”larla doldurmalıyız. Her ne kadar anın içinde bulunmak da önemli olsa da her şeyi ayarında ve gerektikçe yaşamalıdır. Sonuçta kimse biraz eğlenmeye hayır diyemez, ama önemli olan bu eğlencenin sonrasında varacağı yeri de bilmemiz lazım. Kimse son durağının nere olduğunu bilmediği bir yolculuğa çıkmaz. Hayatımızda hep ”A “ noktasından “B” noktasına karşı bir yarış vardır, ama B noktasını göze alamadığımız sürece A noktasından da yola çıkamayız. Buna benzer şekilde sadece A noktasının çevresinde dolanan kişi de B noktasını hiçbir zaman bilemeden boş bir şekilde yaşam geçirir. Her zaman dilimi kendine has özelliklere sahiptir; bu yüzden sadece birine bel bağlayarak yaşamak bir hata olur. Hayatımızın her anı çok kıymetlidir; geçmiş hatırlatıcıdır, şimdi muhteşemdir ve gelecek doğacak güneşlerle doludur. Kayan her yıldız geçen yeni bir saniyedir ama bir kişi her anı kendinden emin olarak ve korkmayarak ancak sevebilir. http://wmuk.org/post/no-spectacular-now-was-not-directed-john-hughes Kaynakça Ponsoldt, James. Muhteşem Şimdi. 2013. 21 Laps Entertainment. Film.
53
Kasideyi kim yazmalı? Açıkça söylemek gerekirse, gezi kitaplarını pek de sevmem. Bir alanı kendin gezmek varken ikinci elden o keşif hissini yaşamaya çalışmak, çok güzel bir yemeği mikrodalgaya atıp aynı lezzeti vermesini beklemek gibi bir şey benim için. Atıyorum, Barselona’yı anlatan bir kitap olsun. Yazar La Rambla caddesini arşınlayıp, Sagrada Familia’ya kasideler yazıyor. Onun kelimelerinden Barcelona’nın ruhunu hissetmektense, o kasideleri yazanın kendisi olmasını kim istemez ki? Tabii söylemek lazım ki, hukukçular eğer bir şey için “kural olarak” derlerse, o kuralın kesinlikle bir veya birden çok istisnası vardır. Diyeceğim odur ki, Friedrich Schrader’in kaleminden çıkan az çok gezi kitabı sayılabilecek İstanbul da benim bu kuralıma bir istisna oldu. Kitap, büyük hayranlık duyduğum bir şehre bambaşka bir zamanın merceğinden bakıyordu, bu beni ne kadar çok etkilemiş olsa da, sanırım kitabın beni kendine bu kadar aşık etmesinin sebebi İstanbul’a duyduğum büyük hayranlığı tekrar tekrar körüklemesiydi. Ama düşünmeden de edemedim, neden bazı uzamlar bizim için özeldir ve onlara bu kadar bağlanırız? Eninde sonunda uzayda belli bir hacmi kaplayan bir kütle yani ama şimdi İstanbul’a ucuz bilet bulmak için çekilen çileler de az değil. Bağlanırız tabii İstanbul’a falan ama inkar edilemeyecek bir gerçek var ki o da insanların mobil oluşudur. Bir kişi hayatına bir kıtada başlayıp, kıtaların tozunu aldıktan sonra kendisini çok farklı köşelerde bulabilir. Ama geçtiği her yerle, adımını attığı her toprak parçasıyla özdeşleşmez. Esasında toprak parçasıyla özdeşleşmez galiba ama o toprağın yetiştirdiği insanlara, yemeklere, kültüre bağlanır. Peki, o kültürü neden içselleştirir? Neden saçma sapan bir anda insanın canı çok belirli bir şekilde kokan bir yemeği ister mesela, hatta aşerir? Bu sorunun cevabı da anılarımızda gizli. Ya da en azından benim için öyle. Bir yerde benim duygu dünyamda ne kadar güzel bir iz bırakmışsa benim için o kadar bağlayıcı oluyor. Buna katılabilecek kişilerden biri de Virginia Woolf olurdu sanırım. Keza Woolf da on üç yaşına kadar gittiği yazlığı, anılarında hep daha az sıkıntılı daha güzel bir yer olarak kaldığından daha sonraları yazmak için tekrar gitmiş. Orası onun biraz daha güvenli hissettiği bir mekan olarak kalmış olmasa hayatında olan biten her şeyden kurtulmaya gitmezdi diye düşünüyor insan. Tabii Schrader kalemi bir başka soruyu daha kafalara üşüştürüyor. Kitabında İstanbul’un seneler önceki yerelleriyle sokakta ayaküstü yapılmış sohbetleri (belki de röportaj da denebilir) okudukça kültür olgusu hakkında da düşünmemek elde değil. O kadar farklıyız ki birbirimizden… Her şehir hatta her ilçe o kadar biricik, o kadar kendine has ki acaba gerçekten birbirimize bağlı olduğumuz daha geniş çaplı bir kültür var mı diye kuşku duymadan edemiyorum. Yani “Türk kültürü” deyince ne anlamak lazım acaba? Ege yöresinin birçoğu sarışın mavi gözlü vejetaryen olmaktan bir tık uzaktaki insanlarının oluşturduğu kültürden mi bahsediyoruz acaba yoksa İç Anadolu’nun bağrından kopmuş kara saçlı kara gözlü bir yerlere yetişmek için hep pek bir acelesi olan insanlardan mı? Ankara’da bile Çayyolu’nda oturan birinin “kültür” olarak yansıtacağı şey eminim ki Batıkent’te oturandan fersah fersah uzak olacaktır. O zaman ne kültüründen bahsediyoruz ki? Bir sürü farklı şiveyle konuştuğumuz ortak dilde belki de bizi birbirimize bağlayan. Tabii sadece bir resmi dil var ama onlarca başka dil de konuşulmuyor değil ülkede. Kitap okurken kafaya birbiri ardına doluşan küçük küçük sorular kadar eğlenceli bulmaca az vardır. Ama İstanbul konusuna dönmek gerekirse, belki de bu şehir için söylenmiş en güzel söz Yahya Kemal’den çıkmıştır. Bilirsiniz bu hikayeyi elbet... Sormuşlar Yahya Kemal’e Ankara’nın en çok neyini seversiniz diye, cevap şahane: İstanbul’a dönmesini severim. Kaynakça SCHRADER, Friedrich, İstanbul: 100 Yıl Öncesine Bir Bakış, çev.: Kerem Çalışkan, Remzi Kitapevi, İstanbul, 2015
54
BAK BİRİ DAHA KAYBOLDU, GÖRMEMEYE NİYETLİ GÖZLERİMİZİN ÖNÜNDE... Athena'nın en büyük hatası 21.yüzyılda yaşayan bir 22. yüzyıl kadını olması ve bu gerçeği hiç gizlememesiydi... Deidre ''Edda'' O'Neill Varoluşumuzdan beri herşeyin kadından geldiğini bildiğimiz halde neden bütün filmlerde Tanrı erkek karakter olarak gösterilir? Neden Tanrı denilince erkekmiş gibi düşünürüz? Ataerkil toplum yapısı yüzünden mi yoksa hayal gücümüzden mi? Erkek ırkına bu gücü kim verdi? Kim erkeğin daha kudretli olduğunu beynimize yerleştirdi? Antik Yunanlar bile her şeyin Gaia adı verilen titandan geldiğini bilseler de , neden oğlu Zeus'a ibadet ederlerdi? Bilinmez...Fakat körü körüne inanılır! Aksini savunan ve güçlü kanıtları olan insanlar da antik çağlardan beri dışlanmış,''cadı-büyücü'' denmiş ve vahşice katledilmiştir.Tıpkı ''Portobello Cadısı'' olarak anılan Şirin Halil,namıdeğer '' Athena'' gibi.. Hayatını sevmeye ve sevginin gücüne adamış,karşılaştığı her türden zorluğa göğüs germiş ve bunları Tanrı'dan, ona göre ''Yüce Ana''dan, bir lütufmuş gibi kabul eden bir kadın olarak karşımıza çıkıyor Athena.Yaptığı her işte başarılı olan,gerçekten tanıyan herkesin etkilenebileceği kusursuz güzellikte bir kadın...Yaşama amacını erken yaşlarda keşfeden ve bu amaç için elinden gelen her şeyi yapan,bir yandan da tek gerçek aşkı oğlu için kendini paralayan bir kadın... Dünyada binlerce yıldır değişmeyen tek bir şey olduğunu anlatıyor bu hikaye bize.Yobazlık! Fakat bizler,yine de her şeyin değiştiğine bir şekilde kendimizi ikna ederiz.Ne de olsa kendine yalan söyleyebilme becerisine sahip tek canlı varlık türü bizleriz! Yobazlık diyordum ; değişmemiş! Nedeni de sürü psikolojisi! Toplumumuz yüzyıllardır bize ne dayattıysa körü körüne inanmışız,araştırmak,dinlemek ve bildiklerimizin yanlış olduğununun söylenmesi hayal kırıcı ve zor olduğundan ; sadece eskiden beri bildiğimizin doğruluğuna inanmayı seçmişiz.Bu uğurda canlar almışız.Dinsiz demişiz,cadı-büyücü demişiz,ama hiç dinlemeden.Sürgün etmişiz,öldürmüşüz.Bizim bu iflah olmaz yobazlığımız bizi daha da köreltmiş.Athena gibilerin dünyadan olamayacağını düşünmüşüz.Onun yüceliğini,bilgeliğini görememişiz.İnsanlığa yardım edebilecek canlı-kanlı biri varken,biz ölülerden, hacılardan- hocalardan,azizelerden medet ummuşuz.Yardımını geri çevirmek bir yana dursun, bir de onun inanç özgürlüğü ve özel hayatını hatta yaşama hakkına bile saygı göstermemişiz,katletmeye hallenmişiz ! Peki kim bu Athena ? Romanya'da bir çingene tarafından yetimhane kapısına bırakılıp,Lübnan'lı ; politik olarak güçlü bir aile tarafından evlat edinilen bir kız ; çocukluğundan beri savaşın içinde büyümüş,hayatın birçok zorluğunu çok erken yaşta tatmış bir yavrucak.Herkesten farklı olduğu için her zaman dikkat çeken büyüleyici bir genç kadın Athena ! Tanrının nitelikleri ve varoluşu hakkındaki gerçeği daha genç kızken öğrenen Athena,daha o yaşta ne yapması gerektiğini, dünyevi gerçeklik dışında, kendi manevi dünyasını nasıl yaratacağını görmüş ve birçok kişiyi bu konuda aydınlatmış birisidir.Dokunduğu her hayatta güzel izler bırakmış,insanlara kendileriyle ilgili gerçekleri ; içlerindeki gücü göstermiş bir kadındır.Peki,insanların Athena'yla derdi neydi ? Sadece yobazlıkları! Dünyadaki tek gerçekliğin sevgi olduğunu söylese de sadece nefretle karşılaşmış,anlattıklarının gerçekliği yadsınamaz olsa da dışlanmıştı Athena.Bizler ona bunu yaptık ! Ne kadar medeni olduğumuzu söylesek de,yobaz bizler! Onu görevinden,hayatının amacından zorla koparmışız biz! İnandığı herşeyi terk etmesine zorlamışız hunharca.. Eksik olmasınlar,başımızdaki din adamları tıpkı sahnesini paylaşmak istemeyen,yaşlandığı için ona duyulan ilginin azaldığını düşünen ve bu korkuyla yanıp tutuşan kart assolistler gibi, genç yetenekli ve gerçekten dindar bir kadının önünü kesmişler ! Bizler, birçok şeyi kolay kabul edemediğimiz gibi bizden ayrı da olsa yaşamasına izin vermiyoruz.Müdahale edip,zarar veriyoruz.Sırf inandığımız şeylerin doğruluğunun mantıklı bir şekilde inkar edilmesine katlanamadığımız için...Yobaz geldik,yobaz gidiyoruz... Alper Topcuoğlu
55
YILDIZLARARASI YOLCULUĞUN PERDE ARKASI Yıldızlararası(Interstellar), belki de bu yılın vizyona giren en etkileyici filmi olabilir. Sadece bilim kurgu hayranlarını değil, tüm sinema severleri üç saate yakın bir film süresi olmasına rağmen koltuklarına çivilemeye başardı. Bu kadar etkileyici ve popüler bir film hakkında yazmak yalnız bana zevkli gelmemiş olsa gerek ki, vizyona girdiği günden beri internet ortamı filmi anlatan yazılarla dolu. Kimisi filmde kullanılan bilimsel kavramların (solucan deliği, karadelik, Einstein’in izafiyet teorisi gibi) birebir fizikteki anlamlarıyla örtüştüğüne değinmiş hayranlıkla. Kimisi filmdeki duygusallıktan, aile bağlarından veya sevgiden etkilenmiş. Kimi yazılar ise filmin aslında havada kalan sorular içerdiğini, ucu açık bırakıldığını belirtip filmi eleştirmeyi seçmiş. Belki biraz kibirli bir söylem olacak ama ben bütün bu yorumlardan, film eleştirilerinden çok daha farklı ve gerçekçi bir açıdan filme bakacağım. Bence film baştan sona kapitalizmin ve kapitalizmin sıcak yuvası olan Amerika’nın reklamını yapıyor. Hem de bunu o kadar etkili ve kusursuz bir yolla yapıyor ki, filmi izlerken farkına dahi varamıyoruz. Modern bilimin insanda uyandırdığı merakın, gelecekteki dünyanın bilinmezlerinin ya da bir baba ile kızının arasındaki duygusal ilişkinin ardına saklanan bu sessiz propaganda, birkaç adım uzaklaşıp tüm tabloya dikkatlice baktığınızda gözler önüne seriliyor. Film aslında tam karşı tarafta yer alıyormuş gibi başlıyor. İnsanoğlunun aşırı tüketimi, doğayı hor kullanması, kaynaklarını acımasızca harcaması başına öyle bir sorun getirmiş ki artık yerküre bir sonraki nesle yaşam sunamayacak hale gelmiş. İnsanlar tarlalarında sadece mısır yetiştirebiliyor. Hayat kalitesi bugün olduğundan çok daha kötü bir durumda. Bütün teknolojik lükslerimizden, akılllı telefonlarımızdan, son model arabalarımızdan vazgeçmek zorunda kalmışız. Tabî ki NASA’nın yaptığı uzay araştırmaları da çok fazla kaynak tükettiği için askıya alınmış. Tam bugün yaptığımız hataların, aşırı tüketimin Dünya’mıza zarar verebilme potansiyeline sahip olduğunu düşünmeye başlamışken, ana karakterimiz bütün haşmetiyle film kurgusunda boy gösteriyor. İnsanoğlunun bilim ve teknolojiyle doğanın hatta evrenin oluşturduğu bütün zorlukların üstesinden gelebileceğine inanan eski bir astronot ve mühendis olan kahramanımız, film boyunca hırslı, biraz bencil, karar verirken oldukça materyalist ve faydacı düşünen, sürekli başarıyı ve gelişmeyi,ilerlemeyi savunan bir figür olarak kapitalizmin insanoğluna aşılamaya çalıştığı özellikleri birebir taşıyor. “Beşinci boyuttan varlıklardan gelen yardım” fikriyle bize Tanrı kavramını sorgulatan film, bitime yakın bazı bilimsel gerçekliklerden faydalanarak, fiziğin cevap veremediği soruları da hayal gücüyle kurgulayarak aslında o varlıkların da etkisiz olduğu ve insanoğlunu kurtarmak için gelen yardım elinin de aslında yine insanoğlunun eseri olduğunu ilan ediyor. Yok olan Dünya’dan kaçmayı başaran insanlar yeni bir yaşam alanı kurmayı da başarıyor ve kaynakların tükenmesi, iklim değişiklikliği, aşırı tüketim gibi günümüzdeki endişelerin hiçbirinin insanoğluna mani olamayacağı vurgulanıyor. Filmde Dünya’dan sadece kilometrelerce uzak değil, aslında görelilik teorisine göre yıllarca da uzakta olan bir gezegene giden astronotların neden Amerika bayrağını indikleri tepeye diktikleri ise oldukça düşündürücü. Dünya yok olmak üzere iken ve insanoğlunun tek ve oldukça imkansız gibi duran bir kurtuluş şansı varken, bir milletin ya da ülkenin kimliğini, sembolünü taşımaya devam etmek ne kadar doğru bir davranış? Tüm insanlığın kurtuluşu ya da tüm dünyanın yok oluşu gibi imalarda bulunan filmin tüm dünyayı Amerika olarak görüp tüm insanlığı da Amerika vatandaşları olarak algılaması da bir o kadar düşündürücü. Söylemek istediklerim Yıldızlararası’nın kötü bir film olduğu ve izlenmesini tavsiye etmediğim demek değil. Gerçekten de son zamanlarda izlediğim ve beni heyecanlandıran ender filmlerden. Film, üstüne düşünebileceğiniz, merak edip araştırabileceğiniz, arkadaşlarınızla sohbetlerde bahsedebileceğiniz pek çok konu sunuyor. Tüm bunlara rağmen filmde yapılan kapitalizm ve Amerika reklamının da farkında olmak bir o kadar önemli bence.
56
Elif Ilgın YAPICI 21502094 BİR YOLCULUĞUN HER ANINI YAŞAMAK İlk kez ailemle başka şehre gitmek için yola çıktığım günü unutamıyorum. Hızla akan yolu, ilk kez gördüğüm ve neden bizim yaşadığımız yerde böyle şeyler yok diye hayıflandığım altın sarısı bozkır manzaralarını, önce çok küçük bir parçası sonra bir anda büyüleyici biçimde bütünüyle ortaya çıkan uçsuz bucaksız düzlüklerin yarattığı hissi bugün gibi hatırlıyorum. Belki de çocukluğumda böylesine büyülendiğim için çok seviyorum yolculuğa çıkmayı. Bu nedenle Antonii Tabucchi’nin, Yolculuklar ve Öteki Yolculuklar kitabını büyük bir iştahla okudum. Onunla dünyayı gezerken, nihayet bu konuda beni anlayan birisi var diye düşündüm ve bu düşünce ile çocukluğumun saf duygularını bana yeniden yaşatan yazara derin bir hayranlık duydum. Özellikle kitabın adındaki yolculuk ayrımını ve bu ayrımın nedenlerini çok iyi bildiğimi düşünüyorum. Örneğin Kapadokya’ya iki kez gittim ve ikisinde de sanki ilk kez görmüş gibi büyülendim. İkinci gidişimde zerre azalmayan heyecanımın sebebi elbette o yerin muhteşemliğinden çok ilkinde farklı, ikincisinde farklı bir insan olmam ve gördüğüm manzaranın da buna göre değişkenlik göstermesiydi. Tabucchi, bunu fark ettiğini bildiğim tek insan oluşuyla beni çok etkiledi. Yolculukları ben de iki sürece ayırıyorum. İlki gideceğin yere varma, yani yol süreci. İkincisi ise hedefe ulaştığın ve vardığın yeri keşfetme süreci. Her ikisinden de büyük tat alıyorum. Yoldayken, o an, yolculuğa çıkmış olmamın bilgisi tuhaf bir biçimde mutlu ediyor beni. Yoldaki çizgilere bakmak, bozkır, deniz, uzun bitkiler, kısa bitkiler, göçmen kuşlar ve birçok şey... Tüm bunlar aslında düşüncelerimin arka fonu oluyorlar. Yanından geçtiğimiz traktörlerin, koca koca tarlaların içinde minicik görünen insanların düşüncelerime dokunduğunu hissediyorum. Kendimi orada hayal ediyorum, bir tarladayım ya da bir traktörün arkasında seyir halindeyim. Nasıl olurdu acaba? Böylece yol boyu, nereyi görsem orada olmaya heveslenerek, değişik hayallere dalarak ilerliyorum. Bunların yanı sıra, yolculuk sürecinin her anından keyif almak ve sizi o andan koparacak her türlü gerçekten uzak, hayata dair tüm kaygıları geride bırakmış olmak ferah bir duygu veriyor insana. Kaygılar yaşadığınız yerde kalmış, siz hepsini uyutup, yolculuğa çıkmışsınız gibi. Evden çıkarken epey birikmiş çöpleri atmayı ya da bir banka kartını unuttunuz diyelim, geri dönemeyeceğinizi biliyorsunuz ya, işte harikalık burada. Olan oldu rahatlığı. Çünkü ben çoktan gittim… Bir yere vardıktan sonraki süreçte de yine benzer duyguları yaşar insan. Eğer yolcuysanız, garip bir özgürlükle donanırsınız. Bugün hiçbir şey yapmadan denize bakacağım diyebilir ya da bütün gün yeni yerin sokaklarında keşfe çıkabilirsiniz. Size kalmış. Kimseye bir şey açıklama derdiniz yok. Yolcuyum ben dersiniz, ne istiyorsam onu yaparım! Bu duyguları derin şekilde yaşayabilmek için, Tabucchi’nin de belirttiği gibi, karın ağrısı gibi fiziksel sıkıntılardan arınmak, yol yorgunluğu üzerine duş almak gibi ihtiyaçların hepsini gidermek gerekir. Hemen, tüm sorunları ve ihtiyaçları, yanınızda taşıdığınız bavulla birlikte odaya bırakıp dışarıya çıkmalısınız. Artık gerçek anlamda özgürlüğü tatma vakti, kimse tutamaz sizi! Bir yolculuğun ne zaman biteceğine ise yolculuk devam ederken karar verilmesi gerektiğini düşünüyorum. Belli bir dönüş tarihi olduğunda hazda azalma yaşanması kaçınılmaz. Bu nedenle ne zaman dönmem gerektiğini bilsem de bilmezlikten gelmeye çalışırım. En uygun dönüş vakti, evi özlediğinizi fark ettiğiniz gündür. Ergenlikte ailemle çıktığım yolculuklarda zavallı annemle babamın başının etini az yemedim bu yüzden. “Odamı özledim, gitmek istiyorum!” Umarım bu cazgırlığımı sevimli bulmuşlardır. Uzun lafın kısası bir yolculuğun dönüşü de, diğer tüm aşamaları gibi önemlidir. Buna da dikkat ederim. Şimdiden geleceğimi görebiliyorum, yolculuk fikriyle yaşayacağım ben. Bir sigara molası gibi ihtiyaç hissedeceğim buna. Kim bilir, belki de Tabucchi’nin ruhunu hissedebilmek için, onun izlediği güzergahı izlerim. Bunu düşünmek bile şimdiden heyecanlandırıyor beni…
57
BENIM AKLIMDA Bilkent Ortaokulu’nun Çok Amaçlı Salon’unda bir hafta süre ile açılan Enes’in Aklında sergisinin ardındaki Enes benim. 6 senedir resim dersime giren hocam ile beraber açmıştık. Yaptığım tüm tablo, heykel, ahşap oymalarının bir arada sergilendiği bir galeri açmak ve bu galeriyi sadece benim adıma yapmayı bana 6. sınıftan beri teklif ediyordu ama ben bir türlü zaman bulamıyordum ve hep geciktiriyordum her zaman yeni şeyler ekleyebileceğim düşüncesiyle. Tam da bu nedenden dolayı 8. sınıfın sonunda açabilmiştik sergiyi. Okul müdürü birinci sınıftan sekizinci sınıfa kadar öğretmenler dahil herkesi Çok Amaçlı Salon’a davet etmişti. Ben açılışın akşam yapılacağını sandığım için öğlen teneffüsünde resim atölyesindeydim ve önlüğümle bir yağlı boya tablo üzerinde çalışıyordum. Hiç beklenmedik bir şekilde bir arkadaşım atölyenin kapısını açtı ve herkesin beni beklediğini söyledi. Ardından ben şaşkınlıkla önlüğümü bile çıkaramadan bir üst katta sağda olan Çok Amaçlı Salon’a koştum ve açılış konuşmasını ellerim boyalı bir şekilde resim önlüğü ile yaptım. Eğer planlasaydım bu kadar yerli yerine oturamazdı herhalde. Her ne koşulda olursa olsun, insanın kendi sergisinin yani sadece kendinin eserlerinden oluşan bir açık sergisinin olmuş olması çok büyük bir ayrıcalık. İnsanlar genelde bu tür olaylara bir grubun parçası olarak katılırlar ama benimki bireysel olarak tüm yükünü benim sırtladığım bir olaydı ve bu nedenle benim ve ailem açısından çok özel bir dönemdi. Sürekli kendi sergimin başında oturuyordum ve insanlardan gelen soruları cevaplıyordum. Bu insanın egosunu okşayan bir durum. Onlarca insanın kendi vakitlerinden ayırıp sadece ve sadece senin emeğini incelemek için toplanması gerçekten de alışılmış bir durum değil. Bu önemseniyor olma duygusu her şeye bedeldir benim için. Çok sıradanmış gibi gözükse de bir şahsın emek harcadığı şeye başkalarının ilgi göstermesi çok sihirli bir durum. Bu ilgi gösterme eyleminin ilk aşamalarda bir yorum yapma veya eleştiri sunma tarzında olması gerekmiyor bile, sadece üç hafta uğraşıp yaptığım bir heykele birinin yakından bakması veya dokunması bile fazlasıyla yeterli oluyor bu duyguyu uyandırmak için. Belki de bir mühendis olmamı sağlayan şey budur. Ortaya insanların ilgi gösterecekleri, fayda sağlayacakları, sevecekleri, vakit geçirecekleri ve kim bilir belki de hayatlarını emanet edecekleri bir ürün koyma gücüne sahip olmak. Sanat bölümlerini nedense hiç aklımın ucundan bile geçirmedim. Ömrümün sonuna kadar çıplak bir şekilde sanatla uğraşmak ve kendimi bu konuda geliştirmek bana çok uzak gelen bir durum. Bana göre, sanat bir araç olmalı, ortaya konulan ürünün bir sıfatı olmalı, kendisi değil. Potansiyel bir bilgisayar mühendisi ve geçmişte bu konu üzerinde çok proje ve çalışma yapmış biri olarak söyleyebilirim ki sanatçı bir kişilik, bu iş dalında insanı diğer milyonlarca mühendisten ayırabilecek bir şey. Steve Jobs bunun çok bariz bir örneği. Steve Jobs ’un eseri olan Apple ve Apple ürünleri hiçbir teknik açıdan piyasada lider olmadı ama her zaman piyasanın rakipsiz kralı oldu. Bunun tek bir açıklaması olabilir o da Steve Jobs ‘un idealist sanatçı yönü bir diğer bakış açısından ise basitlikteki güzelliği görebilme gücü. Bugün, Apple firması dünyanın ülkeler dahil en güçlü 10 ekonomisinden birisi. Yaratıcılığın ve sanatçı ruhun bir sıfat olarak yapılan mesleğe ne kadar değer katabileceğini kanıtlayabilecek bundan daha güçlü bir kanıt olabileceğini sanmıyorum. Orta okulda bir sergi açmak ile Steve Jobs olunur demiyorum ama bu kesinlikle solda sıfır bırakılabilecek bir olay değil. Bilkent tarihinde ilk defa Sanat Gecesi zamanı bir sınıfın hatta bir yaş grubunun yerine sadece bir öğrencinin sergisinin açılması hiç de alışılmış ya da küçümsenebilecek bir şey değil gerçekten. Bazı insanlar sanatın gereksiz ve hiç kimseye faydası olmayan bir şey olduğunu düşünüyorlar. Bence yanılıyorlar. Sanat direkt olarak insanın duygusal sağlığına hitap eden bir kendini ifade etme çeşidi. Bunu diyen insanlar da evlerini süslüyor, duvarlarını renk renk boyuyorlar, yüzlerce çeşit kıyafet alıp dövmeler, makyajlar yapıyorlar. Hepsinin ortak amacı kendini ifade edebilmek ve biz insanlar kendimizi ifade etme yeteneğimizi yitirirsek hepimiz birbirimizin kopyası oluruz ve bizi biz yapan özelliklerimizi sadece nüfus cüzdanımızda yazanlara indirgemiş oluruz. Enes Yıldırım 21602725 Section 36
58
Alkın Tolga KAYBOLAN NESİLLERE AĞIT Hayattaki gayelerimizin, koşturmacalarımızın aslında bizi şekillendiren düzene ait sanrılar olduğunu düşündüğüm, devasa bir toplum içinde gitgide bireysel faydacılığa saplanmamızdan bir kez daha tiksindiğim bir akşam okumaya başladım Abim Deniz’i. Can Dündar’ın, Deniz’in -erkek kardeşi başta olmak üzere- birçok yakınının anlattıklarıyla oluşturduğu dupduru ve iç yakan bir kitaptı bu. Amaçları yalnızca aydınlık bir toplum, bağımsız bir ülke ve eşitlik olan, döneminin tüm aydın gençlerinin hikayesiydi bu aslında, Denizler özelinde yazılmış olsa da. Yalanlarla, hilelerle, intikamcı duygularla bile mütevazı bir toplumsal hareketin önüne geçemeyen, nihai çareyi gencecik insanları darağacında sallandırmakta bulan haşmetli (!) devlet büyüklerinin de tarihe bıraktıkları bir utanç vesikasıydı ayrıca. İnsanların nasıl bu kadar acımasızlığa, körlüğe saplanabildiklerine daima hayret eden ve bunlara asla anlam veremeyen biri olan ben, devasa bir öfke duygusunun içinde buldum kendimi bir kez daha. Ama yine de dönüp dolaşıp en çok kendimi, bizleri sorguladım. İnsani duygularını kaybetmiş, acımasız bir kitleye öfkelenmenin ya da kaybettiğimiz güzel insanların arkasından yalnızca ağlayıp durmanın pek bir manası kalmıyordu çünkü. Esas önemli olan şey, bizim ne yaptığımızdı. Sahiden bu kadar çaresiz miydik, bu kadar teslim olmuş muyduk her gün küfrettiğimiz düzene ve onun temsilcilerine? Daha güzel, hakkaniyetli, aydınlık günleri umut ederek kendi hayatlarından bile tereddütsüz vazgeçebilmiş insanların ardından, nasıl da kolaylıkla yenilgiyi kabullenmiştik, bırakmıştık doğruluk arayışını! Zamanla halkına ve tüm dünyaya dair ümitlerini yitiren ve bireyciliğe yönelen çoğu kişide olduğu gibi, ben de fazlasıyla ümit ve iyimserlik sahibiydim aslında bir zamanlar. Yirmi yaşına bile henüz basmamış bir insanın, bir zamanlar ümitlerinin olduğundan ve bunları zamanla kaybettiğinden dem vurması bile vaziyetin vahametini gösteriyor aslında. Daha gençliğinin başında, sesinin en gür çıkması gerektiği yaşlarda çoktan ununu eleyip, eleğini asmasına sebep veren bu karamsarlık nereden geliyor insana? Bunu salt kişisel tembelliğimize bağlamak çok da akıllıca değil elbette. Belki de kısıtlı ömürlere sahip bireyler olarak, ömrümüzü bir şeyleri değiştirmek ve devrimler gerçekleştirmek uğruna heba edeceğimizi düşünüyoruz. Hoşumuza gitmese de mevcut yozlaşmış düzene her gün küfretsek de belirsiz yarınlar için mücadele ederek belki de hayatımızı karartmaktansa, mevcut durumun devamlılığını ehvenişer sayıyoruz. Bununla da kalmıyor, hayatımızın kurtuluş yollarını da hep bu düzenin gösterdiği noktalarda arıyoruz. Kendimizi entelektüel açıdan geliştirmekten ziyade hayatı yüksek not ortalamalarıyla, muhteşem kariyerlerle, mevkilerle, makamlarla anlamlandırmaya çalışıyoruz, zira toplum düzeninin bizden beklediği tam olarak bu. Fakat bunun yanında, bu düzenin yanlış olduğunu ve değişmesi gerektiğini düşünmekten de vazgeçmiyoruz. Zaten bunun kanıtı da bizlerin aksine sistemin dayattıklarını reddederek ilerici fikirlerini eylemlerle de göstermiş ve kendi devrimci hayatlarını topluma bağışlamış insanlara duyduğumuz hayranlık. Bu yürekli insanları yad ederek, kendi yılgın ideallerimizin de arkasından el sallıyoruz, bir bakıma hiçbir zaman gerçekleşemeyecek olmalarına gözyaşı döküyoruz. Fikirlerinin toplumun çoğunluğu için yok hükmünde olduğunu bilmek, toplumu aydınlık günlere taşımak için sunduğun çözümlere en başta toplumun ta kendisinin karşı durduğunu görmek, yılgınlıkların en büyüğü belki de. Bu gerçeği Denizler de, ideallerinin peşinden koşup hayatını sistemin zalimliğine kurban veren diğer birçok devrim gönüllüsü de muhtemelen biliyordu. Buna rağmen, fikirlere kurşun işlemediğini göstermek istediler insanlara. Charles Dickens’in İki Şehrin Hikayesi romanının kahramanı Sydney Carton’un bile bile giyotine gitmesi gibi, Pir Sultan Abdal’ın zalim Hızır Paşa’ya boyun eğmeyip idama yürümesi gibi, onlar da inandıkları değerlerden son ana kadar vazgeçmediler. Dönemin şartlarında toplumun onları haklı görmeyeceğini, peşin yargılarla olumsuz biçimde yaftalayacağını bildikleri halde, ileri nesillerin onları haklı çıkaracağını, mücadeleyi nihayete erdireceğini öngördüler. Yazık ki tarih onları haklı çıkardı ama yeni nesillerde mücadeleyi sürdürecek motivasyonun zerresi kalmadı. Onların nesli, fikirleri uğruna can verip kaybolurken, bizim neslimiz ise yenilgiyi kabullenişiyle, sonsuz karamsarlığıyla kayboldu. Onların neslinden geriye ise, ölümsüz fikirler ve bu kubbede bırakılan bir hoş seda kaldı. Bir de Attila İlhan’ın yazdığı, insanı oturduğu koltuğa çivileyen şu dizeler var elbette: “bir yangın ormanından püskürmüş genç fidanlardı / güneşten ışık yontarlardı sert adamlardı / hoyrattı gülüşleri aydınlığı çalkalardı / gittiler akşam olmadan ortalık karardı” (İlhan 79) Kaynakça: İlhan, Attila. Tutuklunun Günlüğü. İstanbul: Bilgi Yayınevi, 1973.
59
BASİT BİR EYLEMDEN ÇOK DAHA FAZLASI: KOŞMAK Koşmak insana bir şeyler katabilir mi? Yoksa koşma eylemi son derece basit, gereksiz ve insanı yormaktan başka bir işe yaramayan bir eylem midir? Bana soracak olursanız, kulağa çok basit gelen bu eylem aslında insan için son derece önemlidir. Koşmak, bir insanın hayatta sahip olduğu en önemli şeye, sağlığına, katkı sağlayacak bir eylemdir. Günümüzde birçok insan, sadece bir yerlere yetişebilmek için koşar. Hiç kimse koşma eyleminin sağlığına katkıda bulunacağını aklına getirmez. Peki, son derece basit olan bu eylemi kaçımız sağlığımıza faydalı olacağını düşündüğümüz için gerçekleştiriyoruz? Koşma eylemini sadece bir yerlere yetişmek için gerçekleştirmekten vazgeçme zamanımız sizce de gelmedi mi? Bana göre bu eylemin başka faydalarının da olduğunu iyice anlamamızın vakti çoktan geldi. Günümüzde, birçok insan çok ciddi sağlık sorunlarıyla karşı karşıya. Obezite, kalp krizi gibi çeşitli hastalıklar insanlar için ciddi tehditler oluşturabiliyor. Koşmak, bu tür tehditleri büyük oranda azaltabilir ve insanı daha sağlıklı hale getirebilir. İnsan, gelecekte başına gelebilecek tehlikeleri çoğu zaman göz önünde bulundurmaz fakat bu tehlikeler gerçekleştiği zaman da büyük bir pişmanlık duyar. Peki, gelecekte sıkıntı yaratabileceğini bildiğimiz bu tehlikeleri önlemek bizim elimizdeyken, neden bu tehlikeleri önlemeye çalışmayalım? "Acı kaçınılmazdır, fakat acı çekmek bir tercih meselesidir." (Murakami 17). Bana göre yazar, Koşmasaydım Yazamazdım adlı eserindeki bu sözüyle, acıların insanın başına gelmesinin kaçınılmaz olduğunu, fakat bu acıları çekmenin veya çekmemenin insanın elinde olduğunu vurguluyor. Yani insan, aslında gelecekte çekeceği acıları çekmeyi kendisi tercih etmiş, zamanında bu tercihini değiştirmek için hiçbir çaba sarf etmemiş oluyor. Bu noktada kişinin, çektiği acıyı hak ettiğini bilmesi gerekir çünkü yaptığı tercih, kişiyi bu acıyı çekmeye mahkum ediyor. Koşmak, sadece sağlığa katkı sağlamaz. İnsan koşarken kendini daha mutlu, daha özgür hisseder. Bu noktada kendimden bahsetmek istiyorum. Koşmayı, yürümeye tercih ederim çünkü hem işlerimi daha kısa zamanda bitirebilirim, hem de etrafımda yürüyen onlarca insan arasında kendimi farklı hissederim. İşlerimi daha kısa zamanda bitirmek konusunda daha önce yazdıklarımla çelişmiş olabilirim, fakat insanın yürüyerek yolda zaman kaybedeceği de yadsınamaz bir gerçek. Bütün bunların yanında insan, koşmanın sağladığı tek faydanın zamandan tasarruf olmadığını bilmelidir. Mesela koşma eylemini alışkanlık haline getirmiş bir insanın kondisyonu, birçok insana göre daha yüksektir. Bu kişi yorucu bir iş yaptığında veya bir yere yetişmek için koşmak zorunda kaldığında diğer birçok insan gibi nefes nefese kalmaz. Tabii ki koşmasının önünde diz ağrısı, kalp ve damar sorunları veya başka rahatsızlıkları bulunan insanları tenzih ederim. Sonuçta bu insanlar koşmamayı kendileri tercih etmediler, bu sebepten bu insanlar koşmadıkları için gelecekte karşı karşıya kalabilecekleri sağlık sorunlarını da hak etmiyorlar. Sonuç olarak,eğer bir insanın koşmasının önünde hiçbir engel yoksa, kişi sağlıklı bir gelecek için koşmalıdır. Haruki Murakami, Koşmasaydım Yazamazdım adlı eserinde koşmanın kendisi için ne kadar önemli olduğunu anlatıyor ve bir yazarın yazmak için sürekli oturduğu, bu yüzden de sağlıksız olduğu algısını ortadan kaldırıyor. Yazı yazmak ile koşmak arasında neredeyse hiçbir ilişki bulunmamasına rağmen, bir yazar bile koşmanın mesleğine birçok katkısı olduğunu savunuyorsa, bu eylemin insana gerçekten büyük katkılarda bulunabileceği göz önünde bulundurulmalıdır. İnsanlar sadece yorulmamak için bedenlerini koşma eyleminden mahrum etmemeli, geleceklerini de düşünmelidirler. Koşma eylemini gerçekleştirdikleri andan itibaren çok kısa bir zaman içerisinde, bu eylemlerinin karşılığını alacaklarını bilmeli, koşma işini basit ve gereksiz bir eylem olarak görmekten kaçınmalıdırlar. Tabii, bu eylemi gerçekleştirmek için de insanın önünde sağlık sorunları gibi sorunların bulunmamasına da dikkat edilmelidir. Kaynakça Murakami, Haruki. Koşmasaydım Yazamazdım. İstanbul: Doğan Kitap, 2013. Baskı.
60
ERDEMOĞLU 1 Hasan Emre Erdemoğlu Ali Turan Görgü TURK 101 Sınıf 26 23 Aralık 2014 SON KURŞUN Belinde silahı, sırtında kamburu, topallayan adımlarla peşimizden geliyor. Tutuculuğu ve kuralcılığıyla üzerimize korku salıyor. Aklına estikçe silahını çıkarıyor, sürgüsünü çekiyor, güvenliğini kapatıyor. Tamamen amaçsız, üzerimize bir sıkıyor, iki sıkıyor, üç sıkıyor… Bizler, onun bu davranışındaki suçun ne olduğunu bilmemize rağmen barışın üstüne süzülen kurşunların darmadağın ettiği hayatları ve yitirttiği umutları içi boş gözler ve soluk bir yüzle; öte yandan vicdanımızın yüzsüzlüğüyle izliyoruz. Bahsettiğim kişinin kim olduğunu soracak olursanız o kişi doğuda töre cinayetlerine sebep olan, sokaklarda sevgiye ve yemeğe aç sokak çocuklarını barındıran, çingenelerin alnına hayatları boyunca hor görüleceklerini yazan toplum kurallarımız ve önyargılarımız. Sevgi Soysal, Barış Adlı Çocuk adını verdiği öykü kitabı ile kamburu çıkmış toplumsal kurallarımızın hayatlarımızla nasıl oynadığını ve bize yapıştırılan etiketlere sessiz kalma eylemine nasıl boyun eğdiğimizi gösteriyor. Sevgi Soysal’ın usta kalemi bize gerçeklikten ve yaşanmışlıklardan fazlasını sunmuyor ama öykülerindeki yoğun dili, öyküden öyküye değişen bakış açılarıyla toplumumuzun her kesiminden bireyin, toplumun yaşantısıyla olan savaşını anlatıyor. Sadece içindeki özlü gözlemlerinin bile Barış Adlı Çocuk’u kütüphanede mutlaka bulunması gereken bir kitap yaptığı düşüncesindeyim. ERDEMOĞLU 2 Delikli Nazarlık farklı sınıflardaki insanların kendilerine ve çevrelerine olan bakışlarını anlatıyor. Sevgi Soysal, yazısını Roman ağzından şekillendirerek öyküsünün altına başarılı bir imza atıyor. Onun öykülerinde absürt gerçekliği bulabilirsiniz. Nice bireyler vardır, Necip gibi iyi bir aileye doğmuşlardır ve bu nice insanlar toplumun insanlardan beklediği davranışlardan muaftırlar. Nice insanlarda doğdukları andan itibaren ailelerinin, arkadaşlarının ve çevrelerinin haksız hor görmeleriyle karşılaşırlar. Delikli nazarlıktan süzülen gözler “değivermez” insanlara; önyargılarımızın ve yaşadığımız olumsuzlukların üstümüze sıktığı kurşunlardır canımızı yakan. Beni en çok düşündüren soru niye nazarın hep mazluma değdiğidir. Nazarlığı Necip delmiş olmasına rağmen, nazar Roman çocuğa değmiştir. Gerçek hayatta da suçu güçlünün işlemesine rağmen günah keçisinin mazlum insanlar olduğunu görüyorum. Böylece hayat ve toplumsal kuralların güçlü için çalıştığı çıkarımına varıyorum. İlk öyküden bir çıkarım yapmış olmanın verdiği cesaretle, karakterlerin gözünden tecrübelerini edinmeyi, hayatın adaletsizliği hakkında farklı bakış açılarını görme umuduyla başka bir öyküye atlıyorum. Deli Tank ve Çocuk gün batımı manzarası, serin rüzgarları ve yılbaşı akşamının ruhu ile beni içeriye çekiyor. Yoksul çocuğun kirli tırnaklı ve yoksul eli kalbime dokunuyor. Yılbaşında bir oyuncağa erişme umuduyla, mutlu olabilme umuduyla, cam vitrinin önünde dikilen çocuğu üstündeki karı delmeye çalışan bir kardelene benzetiyorum. Bu kardelenin üstüne basarak yürüyen insanları gözümün önüne getirebiliyorum, kardelenin üstüne her basılışında insanların çehreleri daha da silikleşiyor. Ufuktaki tank yok olan insanlığın ve insanlığı yok eden normların, davranışlara bir tepki olarak deliriyor ve bütün nefretini gündelik hayatın üstüne kusuyor. Sevgi Soysal kirli ellerinde temiz bir yürek tutan çocuğun erişilmez hayallerini ve insanların duyarsızlığını anlatarak beni içinde yaşadığım toplum adına bir kez daha utandırıyor. Barışın üstüne süzülen kurşunlar bir çocuğun hayallerini erişilmez kılıyor, başka bir insanın hak etmediği suçlamalara ve önyargılara mahkûm olmasına neden oluyor. ERDEMOĞLU 3 Toparlamadan önce size Hanife’den ve onun temsil ettiklerinden bahsetmek istiyorum. O on beş yaşında, büyük bir insan olma hayalleri olan genç bir kız çocuğu. O, töre cinayetine kurban giden, bazı insanların koyduğu kuralların üstümüze sıktığı kurşunların gerçek hayatta da bizi öldürdüklerinin en çarpıcı örneği. Kadına verilen değerin ne kadar ayaklar altında olduğunu görmek beni ne yazık ki çok üzüyor. Hanife’nin tek suçu içinde bulunduğu kültüre aykırı yaşayıp kendisi olmaktı. Sırtında kamburuyla töreler, ilahi bir suç işlediğine inanmışçasına bütün kurşunlarını üstüne sıktı da sıktı. Hanife’nin canı çıktı da çıktı. Öldürüldüğünü gören masum küçük çocuk ağabeylerini taklit etti ve ölünün başına taşı attı da attı. Zamanında Diyarbakır’da yaşamış biri olarak Hanife’yi okumayı bitirirken gözümden bir yaş süzüldü. Bunun sebebi bütün bu insanların yaşadıklarını başımdan geçirmiş olduğumdan veya bizzat onların yaşantısına şahit olduğumdan veya Sevgi Soysal’ın öykücü damarının beni etkilemesi değildi. Bunun sebebi bu öyküleri okumadan önce hayata bunları hissedemeyecek kadar boş gözlerle bakmamdı. Şu an kulağımda Shakespeare yankılanıyor: Sıyrıldığımız zaman yaşamak kaygısından Ne düşler görebilir insan, düşünmeli bunu. Bu düşüncedir felaketleri yaşanır yapan. Yoksa kim dayanabilir zamanın kırbacına? (…) Yüzsüzlüğün bu kadar çabuk yürümesine Kötülere kul olmasına iyi insanın (…) Bilinç böyle korkak ediyor hepimizi: Düşüncenin soluk ışığı bulandırıyor Yürekten gelenin doğal rengini. (Shakespeare) ERDEMOĞLU 4 Toplumumuzun kurallarını hep yanımızda topallayan, kamburu çıkmış, usa sığmayan davranışlara sahip, önüne gelenin ruhuna silahlarıyla korku salan bir insana benzetebiliriz. Ama inandığım şey, çevremizde barışı ve mutluluğu istiyorsak, son kurşunu “yaşamak kaygımıza” sıkmalıyız. Yaşamın içinde ama onu dışarıdan gözleyen bir kitap Barış Adlı Çocuk. Son kurşunu sıkabilmiş olan usta yazar Sevgi Soysal’ın kaleminden… ERDEMOĞLU 5 Kaynakça Shakespeare, William. Goodreads. tarih yok. Web. 07 Aralık 2014. <https://www.goodreads.com/quotes/546591-olmak-ya-da-olmamak-i-te-b-t-n-mesele-bu-d- ncemizin-katlanmas>. Soysal, Sevgi. Barış Adlı Çocuk . İstanbul: İletişim Yayınevi, 2012. Basılı.
61
Elif Gökçen Toksoy GÜNEŞ RENGİNE BOYANMIŞ UMUTLAR Yine oturmuşken sessizliğimle ben, bir gecenin karanlığında terasta… Dinlerken yalnızlığımla sessizliğimi ve içimde soldurmamaya çalıştığım umutlarımla izlerken gökyüzündeki yıldızların solgun ışığını… Sokaktan gelen karanlığı delen seslerle irkildim. Bir adam çok sevdiğini haykırarak söylediği; ince, narin, kırgın bir kadını hırpalayarak itekliyordu. Sessizliğimi acıyla delen sevgi sözleri doğru muydu? Doğruysa bu sevgi sözleri, o gördüğüm şey neydi? Neden onu dövüyordu? Hangisi gerçek, hangisi yalandı? O sırada şairin şu dizeleri geldi aklıma: “Biteviye söylenmiş, söylenecek yalanlardan yorgun dünyayı bir tablo gibi seyrederiz.” (Asuman Susam, Kemik İnadı, 31) Evet, duyduğum tekdüze söylenmiş bir yalan, gördüğüm ise çok acı bir tabloydu ve ben de bozdum sessizliğimi haykırırcasına. Demiş ya şair: “Önce sesten sonra sözden geçmeliydik o boşboğaz dilbaz lafazan beylik sözden gözümüz değer değmez dünyaya kulakta işitsindi susunca yoktuk hayatta kalmak içindi gevezelik” (Asuman Susam, Kemik İnadı) Ben de gördüm o narin kadının çırpınışını, “Seni seviyorum.” diyenin onu ne kadar kırdığını. Tabii ki susmadım çünkü susarsam yoktum,hemen bildirdim gerekli yerlere onlar yetişti. Evet o hayattaydı fakat örselenmişti, kırılmıştı ve kaybetmişti umudunu sevgiye dair, bu durumdaki birçok kadın gibi. O gece hiç uyumadım, hiç konuşmadım ve yazarın dediği gibi: “Önce sesten, sonra sözden vazgeçtim.” (Asuman Susam) Karanlık gittikçe artıyor, sessizlik terasta üşüyen bedenime yorgan oluyordu. Ta ki sabahın ilk ışıklarına kadar. Artık, yalnız yıldızların solgun ışıkları yavaş yavaş sönmüş. Güneş, aydınlık ışıklarıyla sessiz terasımı ve umutsuz gönlümü birden aydınlatmıştı. Mutlak bir şeyler yapılmalıydı. Hiç uyumadan hazırlandım. Her zaman severek gittiğim üniversiteme, biraz yorgun, üzgün ve düşünceli olarak yola koyuldum. Hep haberlerde izlediğim bu şiddet olaylarını o gece canlı yaşamıştım. Evet bu gerçeğin kendisiydi. Yaşadıklarımı arkadaşlarımla paylaştım. Arkadaşlarımla düşünüyor, bu içine bir türlü sığamadığımız koca dünyada nasıl duyurmalı bu sessiz çığlığı insanlığa, nasıl değiştirebilir o masum kaderler diye parçalıyorduk kendimizi. Günler geçti çaresiz ve sessiz. Derken bir gün dünyanın bir ucundan da duyulan, bizim sessiz sandığımız çığlıklar artık insanlığı harekete geçirmiş ve bizim gibi düşünen insanlar birleşmişti. BM Genel Sekreteri’nin kadına karşı şiddete son vermek için tüm dünyayı bir araya getirmeyi hedefleyen Unite kampanyası tüm dünya devletlerini sivil toplum kuruluşlarını ve bireylerini kadınlara ve kız çocuklarına yönelik şiddeti önlemeyi ve ortadan kaldırmayı amaçlayan girişimler için kaynak yaratmaya davet ediyordu. Biz de Bilkent Üniversitesi öğrencileri olarak hemen koştuk. Bu koşuş, benim için, o gece terasta şahit olduğum kadına ve sevgiye karşı yapılmış şiddetten kaçış, umuda, sevgiye ve insanlığa koşuştu. Dünya Gönüllüler Gününde -5 Aralık 2016 Pazartesi- “Kadına Şiddete Hayır!” dedik. Arkadaşlarımla, o kocaman yüreklerle, kampüs bahçemizde… Hepimiz boyandık renklerle, olmasın dünyamız o geceki gibi simsiyah karanlık diye, olsun istedik insanlık rengarenk. Güneş rengine boyandık hep birlikte dolsun gönüller umutlarla sevgiyle diye. O gece uzun zamandır hasret kaldığım bir huzurla uyudum. Bir şeyler yapabilmiştim sonunda, umarım son bulurdu bu şiddet. Artık sadece akan çeşmelerle konuşmuyorduk akşam üstleri ,ağızdan ağza uçmuş büyümüş ve büyülenmiştik yazarın dediği gibi sessizliğin sesi tüm dünyada duyuluyordu ve yazılıydık artık. Ertesi gün tüm arkadaşlar yine ordaydık ve hepimiz çok mutluyduk birbirimizle paylaştık geceki huzurumuzu ve söz verdik bugün, bundan sonra da çalışacaktık insanlık için. Bizden beklenen buydu zaten, anlamıştık yaptıklarımızı, anlattığımız tüm insanların gözlerinden. Evet çalışmalıydık. Biz çalışacaktık, zamanın içene kaçmış taşları ayıklamak için. Hani yazar diyor ya: “Zamanı parçalara ayıramayız ama zamanın içine kaçmış taşları ayıklarız.” Benim için de öyleydi bu çalışma. O gece yaşananları, zamanı parçalayıp ordan çıkaramam ama bundan sonraki taşları ayıklarım belki de. Bu gece hava çok soğuk, çıkmayacağım terasıma. Duymayacağım belki olacakları dışarıda ama ümit edeceğim bitsin bu kavga. Susam, Asuman. Kemik İnadı. İstanbul: Can Yayınları 2015
62
Anıl Furkan Postacı BAMBAŞKA İNSANLAR, AYNI TÜRKİYE Kendini dünyanın en zeki insanı zanneden kibirli bir profesörden, köyünden İstanbul’un göbeğine yeni gelmiş bir gence çok iyi okullarda eğitim görmüş bir otel sahibinden, eğitimsiz, cahil ve sonradan görme eşine kadar toplumun hemen hemen her tabakasından insanın anlatıldığı bir kitap, Konstantiniyye Oteli. Zülfü Livaneli’nin diğer kitapları gibi, bu kitabı da sade, abartmalardan ve ağır sözcüklerden oldukça uzaktır. Bir otel açılışında, bir salonda yer alan insanları anlatıyor yazar teker teker. Hepsinin hayatlarına, yaşayış biçimlerine, bulundukları sınıfa değiniyor ve sonucunda bir odada bile ne kadar farklı kültürden olan insanların bulunduğu ortaya çıkıyor. Kitabı okuduktan sonra, yazarın gözünden düşünmeye başladım ben de etrafımı. Aslında çevremizde çok farklı insanların olduğunun farkına vardım. Aynı okulda okuyor olsak da, aynı arkadaş grubunu paylaşsak da birbirimizden çok farklı geçmişlerimiz var. Birimiz Türkiye’nin bir ucundan geliyoruz, başka birimiz öbür ucundan. Birbirimizi daha önce görme, tanıma olasılığımız sıfıra yakın. Ama hayat, aynı kitapta olduğu gibi bizi bir araya getiriyor ve ortaya rengarenk bir tablo çıkıyor. Bambaşka düşüncelere sahibiz, hayata bakış açılarımız belki birbirimizden çok ayrı, ilgi alanlarımız, boş zamanlarımızda yaptıklarımız çok değişik ama bir şekilde hepimiz birbirimize uyum sağlayabiliyoruz. Birbirimizi etkiliyoruz, kavga etmek yerine yanımızdakini anlamaya çalışıyoruz. Herkesin derdi, sıkıntısı, mutluluğu birbirinden çok farklı, ama tam da bu şekilde hepimiz tablonun bir rengini oluşturuyoruz. Yazar da aslında kitapta bunu anlatmaya çalışıyor. “…İki kıtaya yayılmış olan İstanbul şehri, metal, kükürt, kurşun, egzoz gazı ve karbon fırtınasına tutulmuş; on binlerce otobüs, metrobüs, vapur, taksi ve arabayla seyahat eden on bir milyon yolcusuyla, tehdit edici soluklarını gizlemeye çalışan bir yanardağ sanki. On bir milyon yolcu, on bir milyon küçük hikaye taşıyor eve dönerken. Milyonlarca tutku, milyonlarca dert, milyonlarca geçim sıkıntısı, milyonlarca dua, milyonlarca sevda, milyonlarca korku, milyonlarca özlem...”(Livaneli, 19). Aynı benim etrafımı gördüğüm gibi, aslında yazar bu durumu bir şehre bakarak yapıyor. Benim etrafımdaki birkaç kişidense o, milyonları görüyor. Yine okuduktan sonra kafamda oluşan ikinci bir soru ise, bu karmakarışık toplum yapısının bizim ülkemize mi ait olduğu? Tabii ki Amerika gibi çok büyük ülkeleri kastetmiyorum, ama Avrupa ülkeleri gibi küçük ülkelerde bir salonda bu kadar faklı insan aynı anda bulunabiliyor mudur acaba? Çünkü bizim ülkemizdeki bu durum sürekli olan bir durum. Bir kafeye gittiğimizde, yolda yürürken bir sokakta, bir alışveriş merkezinin tuvaletindeki hemen hemen her insan birbirinden çok ayrı hayatlar yaşıyor, hepimizin geçmişi birbirimizden çok farklı şekilde oluşmuş oluyor. Acaba bu ülke mi bizi bu duruma getiriyor, yoksa diğer ülkelerde de durum aynı mı? Bunu oranın bir vatandaşı olmadan anlamamız çok zor. Belki de her ülkenin, her kültürün kendine göre böyle bir karmaşası vardır, ama ne boyuttadır, yaşanmadan bilinmez. Ama bence Türkiye’nin bu karmaşık ülkeler sıralamasında kesinlikle başlarda yeri var. Sonuç olarak, Konstantiniyye Oteli, toplumun hemen hemen her tabakasındaki bir insana değinerek ülkemizin, özellikle de İstanbul’un ne kadar karmakarışık bir şehir olduğunu anlatıyor. Birbirinden çok farklı insanların bir araya gelişlerini ve bir şehirde yaşamaya nasıl çalıştıklarını anlatıyor. Zülfü Livaneli, toplumu çok güzel bir şekilde izlemiş ve yorumlamış, bu yüzden gerçek hayata baktığımızda da yanı tip insanları, aynı toplum sınıflarını çok rahatlıkla ayırt edebiliyoruz. Okumayan herkesin, okuması dileğiyle.
63
Farkında Olmadan Geçen Hayatlar / Ece ZALOĞLU “ Günaydın! Ve olur ya belki sizi göremem ; iyi günler, iyi akşamlar ve iyi geceler.” Her yeni güne böyle başlıyor Truman Burbank ve akşam evine döndüğünde komşularının yerinde olmama ya da kendisinin evine dönmeme ihtimaline karşın bütün iyi dileklerini önceden iletiyor onlara fakat bilmediği bir şey var; Truman’ın bütün günü, ayı, yılları hatta tüm hayatı bir yönetmenin elinden çıkan bir senaryo kağıdına bağlı ve her şey planlı. 1998 yapımı, başrolünde Jim Carrey’nin sadece komik bir yüz olmadığını bize kanıtlamasına olanak sağlayan Truman Show adlı bu Peter Weir filmi sadece bir film olmakla kalmayıp günümüz modern topluma ve onun tüketiciliğine yönelik bir eleştiri niteliği taşıyor. Truman’ın bütün hayatının programın yapımcısı tarafından yönetilmesi, günümüz modern çağında hayatımıza devam edebilmemiz için sistemin dayattığı olguları takip etmemiz bir başka deyişle sistem tarafından köreltilip yönetilmemizin bir yansımasıdır adeta. Günlük hayatın telaşında durup düşünecek vakit bulamasak da, bizim hayatlarımız da Truman’ınınkinden farksız olduğunu söylemek mümkün bana kalırsa. Toplumu oluşturan bizler yine kendi yarattığımız sistem ve kurallarca kısıtlanıp, bir düzene sokuluyoruz. Oysaki zaten bütün bunları oluşturan bizler değil miydik? Kontrolün elimizde olduğuna inandığımız bir zamanda yaşıyoruz belki ama çok azımız gerçekten hayatının kontrol panelini elinde tutabiliyor. Her geçen gün hayat koşulları değişiyor, bu koşullarda hayatta kalabilmek için ise ancak adapte olabiliriz. Düzene uyum sağla, sivrilme, sakin bir hayat yaşa… Bu zamanda ayakta kalabilmek için bize dayatılan bu yaptırımlardan sonra gerçekten hayatlarımızın kontrolünün bizde olduğunu söylemenin mümkün olduğunu düşünemeyiz sanırım. Beklentiler, sorumluluklar ve zorunluluklar hayatlarımızı şekillendiriyor fakat bunları var edenler de bizleriz. Kendi oluşturduğumuz olgular tarafından yönetiliyor ve kısıtlanıyoruz yine de özgür olduğumuza inandırıyoruz kendimizi çünkü bizden beklenen her şeyi gerçekleştirdik, mutlu olmalıyız değil mi? Fakat ne yazık ki mutluluk da bize gittikçe uzaklaşan bir kavram haline gelmeye başlıyor. Yaşadığımız bu tek düze hayatlarda, her gün yapmamız gerekeni yapıp, akşam olunca elde edebilmek için canımız pahasına çalıştığımız evlerimize geri dönüyoruz ama mutlu değiliz. Oysaki bütün bu yüklere de o evi alabilmek için katlanmıştık. Mutsuz oldukça elimizdekiler değerini yitiriyor, yitirdikçe yenisine olan açlığımız artıyor böylece daha çok çalışıp yenisini almak istiyoruz ve tebrikler; işte karşınızda bir türlü kurtulamadığımız kısır döngümüz. Bu kısır döngünün bir parçası haline gelmemize neden olan tek etken olarak kendimizi suçlamak da tabi ki doğru olmaz. Medya ve kitle iletişim araçları bize istediklerimiz sunarken bir yandan da daha fazlasına muhtaç gibi hissetmemize neden oluyor. Her ne kadar medyanın bizi etkilediğinden bahsedecek olsak da medyanın rotasını belirleyenler de yine bizleriz. Bu yüzden daha uzun yıllarca toplum ve medya birbirini etkilemeye devam edecektir. Bir gün bu çemberin dışına çıkmamız mümkün olabilecek mi? Bunu söylemek zor, buna rağmen unutmamalıyız ki kendimizi bu çemberin içine hapsedenler zaten en başından beri biziz. Daha fazlasına olan açlık ve içinde bulunduğumuz bu tüketim hırsından kurtulabilirsek belki biz de kendi Truman Şov’umuzdan bir çıkış yolu bulabiliriz. En nihayetinde, hiçbir şeyin sonsuz olmadığı bu dünyada, her şey için bir sonun var olduğuna eminim. Kendi kendimizi tutsak ettiğimiz bu düzen ve sistem de bir gün geçerliliğini yitirebilir, gözümüzü bürüyen bu açlık ve hırs bir son bulabilir ve işte o zaman hepimiz kendi hayatımızın yönetmen koltuğuna oturabiliriz. Hayatınızın senaristinin siz olmanız dileğiyle… Kaynak < http://www.imdb.com/title/tt0120382/?ref_=nv_sr_ >
64
Müge Özdemir HAYALLERE VEDA Ayak bastığımız, yaşamımızı geçirdiğimiz bu topraklardan bugüne kadar kaç kişi gelip geçmiştir? Sayısını belki tam olarak bilemiyoruz ama milyarlarca olduğu kesin ve belki de bizden sonra da bir o kadar insan daha doğacak, yaşayacak ve ölecek. Bu dünyaya gelmiş, yaşayan milyarlarca insandan sadece biriyiz. Şu an, şu dakika bizimle birlikte yaşamakta olan, nefes alıp veren, belki yeni doğan, belki ölmek üzere olan milyarlarca insan var. Hayatımda bir şekilde var olan veya tanıdığım insanların toplamını bu sayı ile kıyasladığımda o kadar küçük kalıyor ki… Aslında bu kıyası yapamıyorum bile. Milyar kelimesi sadece bir kelime olarak canlanıyor zihnimde. Bırakın o kadar çok insanı tanımayı sayının gerçek anlamını, karşılığını tasavvur bile edemiyorum. Belki de insan doğasının verdiği içgüdüyle bu koskoca dünyanın çok küçük bir parçası olduğumu, önemli ve etki sahibi bir insan olsam da olmasam da tıpkı benden önce gelip geçen diğer insanlar gibi bir gün unutulup eskilerde kalacağımı çok düşünmüyorum. Zaten böyle olması da gerekiyor hayata tutunup bir şeyler yapabilmek, başkalarının hayatını ve kendi hayatımızı değiştirebilmek için. Kendi doğumumuzla başlayıp ölümümüzle bitiyor bu serüven ve her doğumla yeni bir kahraman doğuyor. Herkes kendi serüveninde başrolü oynuyor, serüvenin kahramanı oluyor. Tıpkı romanlar, tiyatrolar gibi çoğu zaman birbiriyle alakası olmayan hepsi kendi içinde ayrı bir dünya barındıran serüvenler… Mesela bir romanı okumaya başladığımda o serüvenin oluşturduğu dünyayı fark ediyorum ve hiç alakam olmasa bile o dünya beni içine alıyor. Kitabı okurken belki yaşanmış belki de sadece kurgu olan serüveni adeta yaşıyorum ve o süre içinde elimin altında farklı bir dünya var oluyor. Gerçek yaşamların romanlardan, hikayelerden ve tiyatrolardan bir farkı yok aslında bu açıdan. Herkes kendi serüveninin kahramanı ve bu serüven bitene kadar çabalayıp bir şeyler yapmaya çalışıyor kendi küçük dünyasında. Herkesin farklı şartları var serüveninde ve farklı beklentileri. Hikayelerin başlangıcını belki biz seçemiyoruz ama hikaye ilerledikçe yaptıklarımızla, söylediklerimizle ve en önemlisi hayal ettiklerimizle yön veriyoruz hikayelerimize. Bence her serüveni farklı kılan ve kendi içinde başarılı bir hikaye olmasını sağlayan umut etmemiz ve hayallerimiz için ne kadar çok çabaladığımızdır. Tıpkı Knut Hamsun’un Açlık romanındaki karakter gibi bir hayalimiz, amacımız ve hayatımıza vermek istediğimiz bir yön vardır. Belki bu amaç kitaptaki gibi başarılı bir yazar olabilmektir veya başarılı bir fotoğrafçı. Hedeflerimiz ve serüvendeki yönümüz ne olursa olsun o yöne gitmeye çalışmak ve şartlar ne olursa olsun elimizdeki imkanlarla bu yöne yani hedefe ulaşmaya çalışmak serüvenimizin başarılı olmasını sağlayan şeydir aslında. Belki ulaşırız bu hedefe, ideale belki de kitaptaki gibi ne kadar çabalasak da veda etmemiz gerekir hayallerimize. Belki ilk bakışta bütün çabalara rağmen istediğimiz şeye ulaşamamız başarısızlık gibi gözükebilir. Özellikle hayatımızın yani serüvenimizin iç yüzünü bilmeyen ve dışardan bir bakışla bizi değerlendiren diğer insanlar bu olayı çok kolay bir şekilde başarısızlık olarak adlandırırlar. Aslında bizi başarılı yapan bu serüvende hedefe ulaşmak değildir hedefe ulaşmaya çalışırken yaptıklarımızdır yani şartlar ne olursa olsun bu hedef için ne kadar çabaladığımız, ne kadar emek harcadığımız ve bu süreçte kişiliğimizi ne kadar koruyabildiğimizdir. Bence doğru olduğunu düşündüğümüz ve kişiliğimizi oluşturan değerlerden ayrılmadan hedefimize ve kendimize olan inançla ilerlemeye çalışmamızdır bizi başarılı kılan. Eğer bütün bunları yapmışsak hedefe ulaşsak da ulaşamasak da dünya için küçük olan ama bizim için kendi dünyamızı oluşturan bu serüvende başarılı olabilmişiz demektir.
65
EDEBİYAT KADAR GERÇEK Güzel müziğiyle ve güzel romanlarıyla tanıdığımız Zülfü Livaneli, Edebiyat Mutluluktur adlı eserini edebiyata dair, içinde edebiyat kavramını içeren her konuda yazdığı denemelerini toplayarak oluşturmuş. Bu konuların aralığı epey geniş, yani sırf ismine bakılarak Zülfü Livaneli’nin kitabının her cümlesinde “edebiyat şöyle güzel, edebiyat böyle güzel, edebiyat bana mutluluk veriyor” ana temasını kullandığını kesinlikle söyleyemeyiz. Kitabın ana teması çok geniş bir anlamıyla “edebiyat”, Zülfü Livaneli tarihteki yazarlardan, onların ideolojilerinden günümüzdeki edebiyata kadar pek çok konu hakkında insana okudukça genel kültür anlamında da çok şey kazandıracak bir kitap bahşetmiş bizlere. Kitap çok hoşuma gitmiş olsa da başlık seçimini beğendiğimi söyleyemem, çünkü edebiyat mutluluk değildir sadece, bazen aksine hüzün bile olabilir en derin manalarıyla yaşadığımız… Birkaç kelimeyle tanımlamayacak olsaydım edebiyatı, ‘gerçeklik’ derdim, ‘kendi gerçekliğimiz’, diğer gerçekler gibi her zaman aynı olan gerçekler değil ama, bambaşka bir gerçeklik, insandan insana ve hatta zamandan zamana değişen… Edebiyat, insanın duygusallığının, hislerinin somutlaştırılmasıdır bir ölçüde. Bazen o kadar yoğun bir hale gelir ki içimizdeki duygular, paylaşmak isteriz bunları bir şekilde. Ancak her zaman anlatamayız her şeyi diğer insanlara, en yakınımızdakiler de olsalar çekiniriz, başka bir şeyler ararız ve en yakınımızdaki kaleme uzanırız, sonra kağıtlara anlatırız içimizden geçen her şeyi, en doğal haliyle, hiçbir yargılanma veya sorgulanma korkusu olmadan, ötesi hiçbir korku olmadan aslında. Beyaz kağıt sorgulamaz hiçbir hatamız için bizi, ben sana demiştim diyerek her şeyi daha da kötüye götürmez zaten fazlasıyla kötü hissettiğimiz anlarımızda, haklı olma çabası gütmez hiçbir zaman, dinler yalnızca bizi ve duygularımızı hapseder içinde. Oysa ‘aldatıldım’ diyemeyiz her zaman çevremize, insanların bizi acizmişiz ve çaresizmişiz gibi görmesinden korkarız, utanırız; eski sevgilimizi halen unutamadığımızı dile getiremeyiz bazen, oysa yazabiliriz kağıtlara rahatlıkla içimizden geçeni, hem de en doğal halleriyle, korkmadan. Bir gece yatağımıza yattığımızda hissettiğimiz derin yalnızlığı anlatırız kağıtlara, yapmacık hayatımızdan ayrılırız bir an için, ne geçiyorsa içimizden onu yaşarız kendi edebiyatımızda, asıl benliğimizi ve gerçek fikirlerimizi anlatırız önümüzdeki kağıtlara. İlk kez gördüğümüz bir kızın gözlerinin güzelliğini anlatırız kalemimizle, kendisine anlatamayacak kadar utangaç ve arkadaşlarımıza anlatamayacak kadar yalandan bir hayat yaşarken, boş kağıtlara karşı çekinmeyiz asla. Anne sevgimizi, baba sevgimizi anlatamayız onlara tam olarak, yaşımız geçtikçe çocukça olduğunu düşünürüz bazı şeylerin, çocukça olmamak için “seni çok seviyorum” demeye çekiniriz onlara, kağıtlara döneriz yine, onlara dökeriz en çocuksu ve saf, ancak ‘gerçek’ duygularımızı. Kim olduğumuz önemli olmadan hepimizin sahip olduğu yegane dostumuzdur edebiyat. Kömür parçalarından yapılan bir kalemle yazmaya kalksak git düzgün bir kalem bul demez boş kağıtlar bize, kendisine yazı yazan ellerin rengini önemsemezler, kimlik sormazlar bize nereli olduğumuzu ya da kim olduğumuzu öğrenmek için, baştan aşağı süzmezler bizi görünüşümüze göre değerlendirmek için, çünkü eşitliktir edebiyat, biz insanlar gibi önyargıları yoktur ırka, zengine, fakire, ten rengine… Hiç kimseyi öldürmez, bir odanın içine tıkmaz insanları hayatlarının sonuna kadar, siyasi ve fikirsel suçlar yoktur asla edebiyat için, en güzel insandan daha güzel ve en iyi kalpli insandan daha iyidir o. Edebiyat, muhtemelen dünyadaki diğer her canlıdan daha duygusal olan (zaman zaman da diğer her canlıdan daha duygusuz, daha acımasız olan) biz insanların tek sadık dostudur daima yanımızda olacak olan. Yapmacık olduğunu bildiğimiz ama öyle değilmiş gibi davrandığımız sözde dostlarımızın gözlerinde gördüğümüz kıskançlık hissini görmeyiz kitaplarda, kağıtlarda; laf olsun diye sorulmuş “ne oldu neyin var üzgün görünüyorsun” sorularına maruz bırakmaz bizi edebiyat; en sadık dostumuzdan daha sadık dostumuzdur; her hatamızı şüphesiz affedecek olan tek dostumuzdur hatta. Bazen elimizde kalan tek şeydir yaşamı çekilebilir kılan, bazense mutluluktur yazdıkça gülümsememize sebebiyet veren, hüzündür bazen gözyaşlarımız dağıtırken mürekkebini kalemimizin… Hepsinin ötesindeyse, duygudur edebiyat, en içimizden geldiği gibi, en doğal haliyle en saf duygularımızdan oluşan… Berkan KILIÇ 21302071 TURK 102- 06 Sevim Gözcü EZEN 21.12.2014
66
Ece Cerah 21400969 Kimin Ruhu Hiç hayatı sorguladığınız oldu mu? Acaba var oluş sebebimiz ne, bu hayatta bir şeyleri başarmak için mi doğduk yoksa başkalarının başarımları altında ezilmek için mi nefes almaya devam ediyoruz soruları, hayatın belli noktalarında insanın kafasında yankılanabiliyor. Şüphesiz bu anlar genelde insanın mental olarak zayıfladığı durumlarda ortaya çıkar. Biz her ne kadar etten kemikten oluşan canlılar olsak da veya bilimin bize gösterdiği biyolojik bilgilerden fazlası olmasak da aslında yaşamımız sadece fizyolojik açılardan ilerlemiyor. Çünkü bizler ruhlarımız olmadan birer makine gibiyiz. Ruh kelimesini tanımlamak ise bu kelimeyi kullanmak kadar kolay değil ne yazık ki. Fizyolojik olarak vücudumuz gerekli işlemleri yerine getirdiğinde; kalbimiz kan pompalayıp ciğerlerimiz nefes aldıkça yaşamımızı sürdürebiliyoruz. Ancak ruhumuz gerektiği gibi işlemezse, sanki bu fizyolojik reaksiyonlar bir yönden eksik kalıyor, sanki canlılık unsurunu veren faktör ortadan kaybolup boş varlıklar haline bürünüyoruz. Hayatı sorguladığımız anlar ise ruhumuzun en güçsüz olduğu anlarla paralel olarak ortaya çıkar. Bunu anlamak için ise öncelikle ruhumuzu keşfedip kendimizi bir bütün olarak algılamamız gerekiyor. Peki ruh dediğimiz bu soyut kavramı nasıl tanımlamalıyız? Şüphesiz böylesi soyut kavramlar herkes için farklı kelimelerde vücut bulur. Ruh benim için bedenimin ortasındaki parlak bir ışıkken bir başkası için içindeki bir sestir belki de. Dolayısıyla insanların aklında farklı şekilde canlanan soyut kavramları ortak bir paydada tanımlamak zor bir iştir. (Bunu en iyi yapan kişiler ise şairler olsa gerek. )İşte bu sorun üzerine biraz akıl yorarak bir sonuca ulaşmaya çalıştım. Ruh unsuruyla en iyi uyuşan şeyin bir başka soyut unsurumuz olan kişilik olduğuna karar verdim. Aslında ruhlarımızın biçimi kişilik adını verdiğimiz insani özelliklerimizde ortaya çıkıyor. Kişilik tam olarak soyut bir kavram değil aslında çünkü hareketlerimiz altında dışarıya yansıyan bir biçimi vardır. Sanki bir arabanın fiziki özellikleri dışında ne kadar hızlanabildiği gibi biz insanların da saçı, gözü dışında hangi limitleri zorlayabileceğimiz kişilik özelliklerimiz ile anlaşılabilir ancak. Bu yüzdendir ki kişilik hayat damarımızdır. Kimimizinki iyilik dolu olurken kimimizinki ise kötülük barındırır ve bu bizlerin hayat akışını şekillendirir. Bazen ise kişiliklerde yaralanmalar ortaya çıkar ve bu sorunlar bloğumun başında bahsetmiş olduğum hayatı sorgulama evresinden yola çıkarak sonumuz olmaya kadar götürebilir bizleri. Bunu engellemenin yolu ise kişiliğimizi hayat tecrübemiz doğrultusunda güçlendirmek ve en doğru şekilde oluşturmaktan geçmektedir. Ağaç yaş iken atasözünden yola çıkarak bu yanımızın henüz genç yaşlarımızda şekillenmeye başladığını belirtmek gerekir. Bu yıllarda en doğru şekilde gelişmek gerekiyor ancak birçoğumuzun yaptığı bir yanlış var; genç yaşlarımızda yaşadığımız ikili ilişkilerimiz yüzünden henüz gelişmekte olan kişiliklerimizde derin yaralar oluşabiliyor ve bunun sonucu olarak ilerde hasarlı bir ürün çıkıyor ortaya. Bu ikili ilişkileri sadece sevgili olmak anlamında düşünmeyin, annemiz veya babamızla olan ilişkilerimiz sonucunda bile bu hasarların ortaya çıkma olasılığı mevcut. Bu konuda en büyük sorun ise, kendimizi savunmasız bırakıp kendi benliğimizi bir başkasının hareketlerine, düşüncelerine bağlı hale getirmektir. Halbuki bizler kendi içimizde birer bütün oluşturmaya yetecek tüm parçalara sahibiz. Elbette karşımızdaki insanın duygularına değer vererek yaşamamız bizlerin birer ruhu olduğunun göstergesidir ancak ruhumuzu bir başkasının duygularına bağlamak ise bambaşka bir sonuç doğurur. Bu durumda ruhumuzu oluşturan kişiliğimizin aslında kendi elimizde değil bir başkasının elinde durduğunu kabullenmiş oluruz. Aslında ne insanlar kalıcıdır ne de hissedilen duygular bizi daima takip eder. Her bir üzüntü her bir sevinç bizler için birer tecrübe olmaktan ilerisine geçmemelidir. Bizler bu dünyaya elbet bir amaç için geldik ama iyisiyle ama kötüsüyle. Amacımızı asla başkasının amacına bağlı tutamayız çünkü bu durumda kendi yolumuzdan sapmış oluruz. Benliğimizi kaybedip kendi kişiliğimiz içinde ruhumuzu bulamadığımızı fark ettiğimiz anda ipin ucunu kesmeyi öğrenmemiz gerekiyor. Bunu yapması söylemesi kadar kolay olmasa da aslında insan kendi içinde özgür olduğunu fark ettiği anda zincirleri birer birer kırılmaya başlıyor. sen gideli kim’den türetilen ne kaldı niçin yorgunu bir akıldan ne’liğim kemiğimin tozu gizlenmişi açık ediyor rüzgar bir kaçak gibi terliyor ellerim aynanın içine kaçmış sen’i bekliyorum Asuman Susam dizelerinde tam olarak bu durumdan bahsetmiş. Birisi gidince biz kalmalıyız çünkü biz o kişi gelmeden önce de vardık ve elbet gittiğinde de olmaya devam edeceğiz. Bizler birer amaç için bu dünyadayız ve bu amaç doğrultusunda yaşanılan tecrübeler sadece kişiliğimiz yani ruhumuzu yontup şekillendirmek için yaşanıyor. Buna bağlı kalırsak amacımızdan şaşarak her şeyi sorgulama yoluna doğru yokuş aşağı sürüklenebiliriz. Biz kimse değiliz, biz içimizdeki ruhuz ve bir bütün olarak kendi zincirlerimiz dışında kimseyle bağlı değiliz. Bizler ruhumuz olmadan birer kimseyiz. KAYNAKÇA 1) Susam, Asuman. (2015). Kemik İnadı .İstanbul: Can Yayınları
67
Erdoğan Yağız Şahin Yeni Bir Distopya Günümüzde kişisel gizlilikten bahsedilebilir mi? Birçok kişinin hissettiği gizlilik kaygısı aslında hepimizde olması gereken bir şey mi yoksa bir paranoya mı? Bu ve benzeri soruları birçok kişi 2013 yılındaki NSA sızıntıları sonrasında kendisi için cevapladı, araştırmaya başladı. Saklanacak Yer Yok, bu sızıntıların arkasındaki hikayeyi ve sızıntı sürecini anlatıyor. İlk bölümde NSA sızıntılarını yapan Edward Snowden’ın gizlilik ve güvenlik konusunda gazeteci Glenn Greenwald’a verdiği talimatlar, ne kadar kolay takip edilebildiğimizi ve izlenebildiğimizi gözler önüne sermekte ve güvenli bir iletişim için okuyucuya da bir rehber olduğunu düşünüyorum. Kitapta yalnızca Amerikan vatandaşlarının değil, dünyadaki hemen hemen herkesin izlendiğine dair kanıtlar ve belgeler bulunmakta fakat halen birçok kişi gizliliğimizin nasıl bir tehlike altında olduğunu anlayabilmiş değil, nasıl bir tehlike ile baş başa olduğumuzu anlamak için herkesin bu kitabı okuması gerektiğini düşünüyorum. Bahsedilen belgelerin açığa çıkmasından sonra birçok kişi, topluluk yaşam tarzını buna göre değiştirmeye başladı ve bu olayın dünya üzerinde çeşitli yeni siyasi akımların çıkışını dahi tetiklediği görülebilir, Korsan Partiler gibi. Günümüzde gizlilik hakkında en büyük problemlerden birinin gizliliğin canavarlaştırıldığı veya önemsizleştirildiği olduğunu düşünüyorum. Birçok kişi telefonlarının dinlenmesini, çeşitli otoritelerin erişebildiği bir işletim sistemi kullanmayı, tüm e-posta ve mesajlarının başkaları tarafından okunabilmesi ihtimalinin kendisini etkilemeyeceğini düşünüyor hatta oyun konsollarının kamerası tarafından izlenebilme potansiyelini bile önemli biri veya suçlu olmadığı için normal gördüğünü söylüyor. Peki gerçek bu mu? Sıradan vatandaşların saklayacak bir şeyi yok mu? Bu argümana Edward Snowden “Gizleyecek bir şeyim olmadığı için özel hayatın gizliliği umrumda değil demek, söyleyecek bir şeyim olmadığı için ifade özgürlüğünü umursamıyorum demekle aynı şey.” [1] diyerek bir karşılık veriyor. Dünyanın dört bir yanına NSA(ABD Ulusal Güvenlik Dairesi) ve GCHQ(Birleşik Krallık dijital istihbarat kurumu) tarafından izleme teknolojisi satıldığı ve bunun çeşitli ülkelerde devlete veya hükümete muhalif seslerin susturulması ve saptanması amacıyla kullanıldığı bilinmekte. Bu gidişle dünyanın distopik, özgürlük olmayan bir yere dönüşebileceğini düşünüyorum. Aslında bunları George Orwell’in Bin Dokuz Yüz Seksen Dört romanına benzetmek oldukça kolay, sadece tele- ekranları kendimiz alıyoruz. Basına sunulan dokümanlarda Facebook, Twitter, Yahoo!, Microsoft, Google gibi dev şirketlerin NSA ile anlaşmaları olduğunu ve kullanıcılarının kişisel verilerinin hiçbir şüphe olmadan verildiğini görüyoruz. Peki neden hayatımızı bu şirketlere teslim etmeye devam ediyoruz? Hayatımızı bu şirketlerin servisleri üzerinden devam etmeye zorlandığımızı söylemek pek de zor olmamalı. Facebook kullanmayan bir öğrenci ders notlarına ulaşamıyor, yurt dışına giden birisi yine Facebook veya Google+ gibi bir platformun yardımı olmadan kolayca barınak ihtiyacını karşılayamıyor, hayatlarımızı sosyal ağlar üzerinden yürütüyoruz, birçok kişi Whatsapp dışında bir iletişim aracı bile kullanmamakta lakin kimse düşünmüyor, neden hiçbir maddi getirisi olmayan bu uygulama Facebook tarafından 19 milyar dolar karşılığında satın alındı. İnsanların bir kısmı ise bu durumun farkına varıp, bu duruma alışıp kendilerine otosansür yaparak yaşamlarına devam ediyorlar fakat kitapta da üstünde durulduğu gibi, eğer her dediğinizin, her yazdığınızın değerlendirileceğini düşünüyorsanız artık aslında özgür bir birey olmadığınız da söylenebilir. Edward Snowden’ı bir 21’inci yüzyıl kahramanı olarak gördüğümü söyleyebilirim, harika bir kariyer, yaşam, ilişki, zengin ve güzel bir hayat yaşarken bunların hepsini riske atıp bir kaçak hayatı yaşamak zorunda kaldı ve hala yaşıyor. Fakat amacına ulaştı, bir yankı uyandırdı ve fedakarlıkları boşa gitmedi, kitapta belirtildiği üzere en büyük endişesinin bu olduğunu söylüyor Edward Snowden. Artık gizlilik konusunda yeni bir döneme girdiğimiz söylenebilir, istihbarat çalışanlarının bile doğruyu yapmak pahasına her şeyinden vazgeçtiğini görebiliyoruz. Yararlanan Kaynaklar [1] Snowden, Edward Joseph. "Reddit" y.y. 21 Mayıs 2015. Web. 2 Ekim 2017.
68
DAMLA ARSLAN Kendime Saygım Var Çünkü Aldatmıyorum Günümüzdeki ikili ilişkilerin ne kadar samimiyetsizleştiğinin farkındayız. İnsanların hiçbir şeyden memnun olmadığını, sık sık hayal kırıklığına uğradıklarını, öfke ve üzüntü ile harmanlanan duygularıyla hareket ettiklerini biliyoruz. Bunun nedeni hayatlarımızın otomatikleşmesi mi yoksa beklentilerimizin tam olarak karşılanmaması mı? Ya da ilişkilerden ne istediğimizi bilememek mi? Ama neden ne olursa olsun ikili ilişkilerin en büyük kabusu “aldatılmak” yani “sadakatsizlik”. Birini aldatmanın nedenleri -ki bence daha çok bahaneleri- nelerdir? Mesela bir kadın neden aldatır? Hemcinsleri olarak ne kadar utansam da söylemek zorundayım ki; çevremde şahit olduğum insanların sayısına bakarsak aldatan kadın oranı bir hayli fazla. Birçoğu monotonlaşan ilişkilerinden yakınıyor tıpkı Linda gibi. (Coelho,2014). Düzenli bir evliliği, kendini seven bir eşi, güzel bir işi hatta ve hatta iki tane çocuğu olmasına rağmen Linda bir türlü mutlu olamıyor. Hayatında heyecan ve adrenalin istiyor ve tesadüfen karşılaştığı eski sevgilisiyle yasak bir ilişki yaşıyor. Evet Linda gibi birçok kadın yasak ilişkilerin verdiği heyecanla yaşadıklarını hissediyorlar ve sözüm ona monotonlaşan hayatlarına kendilerince renk katıyorlar. Bunun eşlerine yaptıkları haksızlıktan ziyade kendilerine olan saygısızlıklarının farkında bile değiller. Üstelik bir kadın başka bir kadına bunu nasıl yapar, nasıl bu kadar bencil ve acımasız olur cidden bunun da bir açıklaması yoktur. Peki kadının yanı sıra bir erkek neden aldatır? Aslında kadınlardan farklı olarak onların bahaneleri daha fazla. Onlar kadınlar gibi monoton hayatlarına heyecan aramıyorlar, mesela, nasıl olsa, o beni seviyor yani elimin altında güveniyle aldatabiliyorlar ya da eşim, sevgilim bende çok problem buluyor ve bu yüzden ben de mutluluğu başka kadınlarda arıyorum diyorlar. Ama en kapsamlı ve açıklayıcı sözcük “doyumsuzluk”. Her çiçekten bir bal alırım anlayışıyla ne kendine ne de kadınlara saygı duymayan birçok erkek var. Kabaca anlatmak gerekirse dünyanın en güzel kadınıyla bir gece bile geçirtseniz o erkek diğer gün başka bir kadına bakar. Bunlara ek olarak bir erkek genellikle kendinden yaşça küçük bir kadınla birlikte olur, bu hem psikolojik hem de bedensel bir durumdur. Genç ve daha güzel bir kadınla ruhlarını da bedenlerini de tatmin ederler, çünkü eşlerinin ve hayatlarının onları yıprattığını söylerler. Bunlar bilindik nedenler ama yanı sıra farklı bahaneleri var mıdır, bilinmez. Fakat, kendilerine saygısı olmadıklarını ve büyümediklerini söyleyebiliriz. Aldatmanın asla mazur gösterilebileceği bir bahanesi, haklı bir gerekçesi yoktur. Asla tolere edilebileceği bir tarafı yoktur. Bir insanı aldatarak önce kendimizi kandırıyor, saygımızı yitiriyor, karşımızdaki insanın hayatını mahvediyor ve hatta başkalarını aldatmaya meyilli hale gelen canavarlar yaratıyoruz. Bunları yapmaya hiçbirimizin hakkı yok. Karşımızdaki insanın ilişkilere olan bakış açısını, insanlara olan güvenini, hayat neşelerini çalmaya hakkımız yok. Ve hele ki bir insana bunları yaptıktan sonra bir sonraki ilişkimizde sadakat beklemek gibi bir hakkımız hiç yok! Hakkımız olmamasına rağmen yaptığımız bu eylemle -aldatmak- kadın erkek fark etmeden aldatan, aldatılan insan sayısı da artıyor. Bu insanlar affedilmeli mi affedilmemeli mi bu eşlerine, sevgililerine kalmış ve herkes Paulo Coelho’nun Linda’sı kadar şanslı da değil çünkü her zaman onun eşinin sevdiği gibi sevilmeyebilirsiniz ve zaten de sevilmemelisiniz. İcra edilmiş bir eylem olmasa bile, yani ilişkiniz varken aklınızdan başka birini geçirmek, hayal kurmak bile aldatmaktan sayılıyorken, sadece kendinize ve partnerinize biraz saygılı olun yeter. Bu yüzden eğer farklı şeyler istiyorsanız, eğer sıkıldıysanız ya da mutlu değilseniz; AYRILIN efendim, en azından kendinize olan saygınız olur ve bir insan olarak, diğerlerinin gururunu kırmadan, düzgünce yaşayabildiğiniz için, huzurla uyuyabilirsiniz. Kaynakça Coelho, P. 2014. Aldatmak. İstanbul. Azra Matbaası.
69
Abdulkadir Kayalı 21701668 İki Farklı Dünya ve Mutluluk Ne kadar mükemmel, ne kadar kusursuz bir yaşantımız olduğunu çocukların oyuncakları gördüğünde ağlamasıyla anladım. Kenya’ya gitmek için hazırlanmaya başlamıştık. Gitmeden önce Kenya’yla alakalı hiçbir fikrimiz yoktu ve oraya tek gidiş amacımız yardım bekleyen insanların bir nebze yaralarına merhem olmaktı. Kim bilebilirdi ki gerçeklerin “görünenden” daha acı olduğunu. Havalimanında bizi karşıladılar, akşam olduğu için hiçbir şey seçilemiyordu ve bazı ana yollar dışında neredeyse hiçbir yerde ışık yoktu. Geceyi geçireceğimiz yere geldik, ilk görünüşte sevmesek de amacımız zaten gezi yapmak olmadığı için çok önemsemedik. Sabahın gelmesini heyecanla bekliyordum. Sabah mutfaktan gelen tıkırtılarla uyandık, ev sahiplerimiz bize kahvaltı hazırlamaya çalışıyorlardı. İlk başta çok sevinsek de sonradan hepimiz birbirimize baktık ve duygulandık. Ellerinde bizim önümüze koyacak pek de bir şeyleri yoktu. Onlara hiçbir şey belli etmeden önümüze ne konulduysa yedik. Yedik dediğime bakmayın, boğazımızdan hiçbir şey geçmedi. Kahvaltımızı yaptıktan sonra yanımızda getirdiğimiz eşyaları yavaş yavaş dağıtmak için teneke evler denilen bir bölgeye doğru yola çıktık. Bölgeye girdiğimizde bütün insanlar bize o kadar acımasız ve korkutucu bakıyordu ki, size anlatamam. Meğerse bunun nedeni beyaz olmamızmış. Önceden gelen bütün beyaz insanlar mutlaka bir zarar verip gittiği için insanlar çok ön yargılıymış. Gideceğimiz yer bir Müslüman yetimhanesiydi. Yetimhanenin görüntüsü Türkiye’dekinden çok farklıydı. Bir yetimhane gibi değil de daha çok çamurdan dört tane duvar gibi duruyordu. Biz içeriye girer girmez bütün çocuklar saklanacak yer aradı; Ta ki biz yanımızdaki getirdiğimiz yiyecek ve giysileri çıkarana kadar. Anlamışlardı ki biz kötülük için değil iyilik için gelmiştik. Oradaki çocukların mutluluğunu görmeliydiniz. Onlar kıyafetleri deniyor yiyecekleri yiyorlardı ve biz de kenarda çok derin bir şekilde düşünüyorduk: Türkiye’de bu durumda olan insanlar var mıydı gerçekten? Açım diye yolun kenarında dilenenler aç mıydı? Ya da o çok zengin olup, çok lüks arabalara binen insanlar hiç mi bilmiyordu buradaki insanları? Dünya iyiliğe bu kadar aç mıydı? Geçen hafta annemin emek emek yaptığı ama benim beğenmeyip yemediğim yemeği ben nasıl unutacaktım? Nasıl bu kadar Kör olabiliyorduk? Çocukların cıvıltıları mutlulukları arasında dalmışken, bir tane ufaklık bizi uyandırdı. Şimdi oyun vaktiydi. Oyun oynayacaktık. Aslına bakarsanız çocukların oyun oynaması kadar doğal başka bir şey yoktur, ama ben oyun oynayacağımızı duyunca çok şaşırmıştım. Sadece anlayamıyordum bir çocuğun nasıl hiçbir şeyi olmaz ama oyun oynayabilecek kadar heyecanı olur. Oyunlar oynadık, şarkılar söyledik ve gün batmadan oradan ayrıldık. Kendimi düşünmekten alamıyordum. Çok büyük bir bolluk içinde yaşıyorduk ve komik bir şekilde her zaman şikayet edebilecek bir şeyler bulabiliyorduk. Acaba o yetimhanedeki çocuklara bizim imkanlarımız verilseydi neler yaparlardı? Anladım ki bizim için çok kıymetsiz çok basit olan şeylerle tarifsiz bir mutluluğu yaşayabiliyorlardı. Bizim dünyamızda tüketimi arttırabilmek için “mutluluk” slogan olarak kullanılırken, onların dünyasında ise ufacık şeylerle gerçek mutluluk nasıl yaşanıyordu. Bizim dünyamızda mutluluk sanal bir kavram seviyesine düşmüşken, onların dünyasında yaşanılan, hissedilen bir kavramdı 1 Abdulkadir Kayalı 21701668 İki farklı dünya, kim ne derse desin bu dünyalar birbirinden o kadar uzak kutuplardaki ortası yok. Ya zengin var mutluluğunu sanal yaşayan; Ya da zengin olmayan ama basit şeylerle çok mutlu olabilen. İki dünyayı da oluşturan biziz. Bakarız ama görmeyiz, görürüz ama yapmayız. Şimdilik sadece unutmayalım, kimilerinin beğenmedikleri, kimilerinin görünce mutluluktan ağladığı hayalleri olabilir. 2
70
Melisa Rabia Çelik Gömlek Seçerken Bile İki Defa Dener İnsan… İnsan ömrünün 75 yıl olduğunu varsayarsak, bu sürede ne kadar çok anı birikir değil mi? Hatta bizim hatırlamadığımız anılar da başkalarından duyulur. İlk yürüyüş anıları anlatılır anneler babalar tarafından, bu hikaye bitmemişken hemen ilk anne veya baba deyişe geçilir. Sonra okula ilk başlayış, ilk ağlamalar hiç unutulmaz. İlk öğretmenine çoğumuz aşık olmuşuzdur. İlerleyen zamanlarda hayat daha da zorlaşır ve anılarımız ciddiyet kazanır. İşte bu anlar hayattaki kırılma noktalarımız olarak ifade edilir. 18 yaşlarından birkaç sene önce ilk lise aşkıyla başlar hayattaki kırılma anları bazıları için. Şöyle bir deli dolu aşk yaşamak üzereyken ya karşılık göremez ya hakkettiğiniz ilgiyi bulamaz ya da her şey güzel başlarken bir anda karşı tarafın yaptığı kötü bir şey olur ve ilişki biter. Ergenlik döneminde bir insanın hayatında yaşayaceğı en kötü olaylardan biridir bu eğer ki hayata dair pek fikri yoksa. İşte o anda o süreci atlatma zamanı hayattaki ilk kırılma anlarından biridir, çünkü o dönem lisenin son zamanlarına çok yakınken olur ve ikinci kırılma dönemi olan üniversite seçiminde çok önemli rol oynar. Dönemi ne kadar çabuk atlatırsanız süreç o kısa sürer, bu da sizin üniversite sınavına o kadar iyi hazırlanmanız ve o kadar iyi bir üniversite tercihi yapmanıza olanak sağlar. Üniversite sınavı iyi veya kötü bir şekilde geçtikten sonra hayattaki kırılma anlarından en kuvvetlilerinden biri gelir; tercih dönemi. Hak verirsiniz ki, en azından 5 sene kadar yaşayacağınız yeri belirlemek ve bundan sonraki hayatınızda sizinle beraber olacak mesleği seçecek olmak yeterince ciddi bir andır. Sadece meslek belirlemek değildir bu; belki eşinizle orada tanışacaksınız, belki de bulduğunuz işe göre hayatınızı o şehir odaklı kuracaksınız. Bu nedenle verdiğiniz kararı çok iyi irdelemeniz gerekmektedir. Peki ya diğeri nedir sizce? Tabiki evlilik. Evlilik hayatta atılan en büyük adımlardan biridir. Önceki süreçte geçirilen evreler de önemli anlardır kesinlikle, çalışacağınız sektörü, şirketi belirlemek, ileriye yönelik planlar doğrultusunda hareket ederken doğru kararlar vermeye çalışmak gerçekten zor adımlardır ama hiç biri evlilik kadar ciddi olamayacaktır. Şöyle bir düşünün, nasıl olabilir ki zaten çünkü işinizi bir anda bırakıp yeni bir şeyler yapabilirsiniz ya da şirketinizi değiştirebilirsiniz. Bu konuda tamamen özgürsünüz demektir. Peki ya hayatı çift kişilik yaşamaya başlamak? Hayatınıza yeni birini eklemek, başka bir karakterle aynı evde yaşamaya başlamak, çocuğunuzun annesinin veya babasının kim olacağına doğru karar vermek… Bunlar size nasıl anlamlar ifade ediyor? Birini seçtiğiniz zaman onunla çok mutlu olursunuz, birlikte bir ya da birkaç çocuk dünyaya getirirsiniz. Evliliği tam anlamıyla yerine getirmiş olursunuz artık, çünkü bütün vakitler onlarla birlikte geçecek demektir. Her şey güzel giderken, sıkıldığınızı fark ettiniz ya da bu hayatı eşinizle yaşamak istemediğinizi biraz geç farkettiniz diyelim. Ne olacak? İşinizi bıraktığınız gibi bırakabilir misiniz eşinizi, çocuğunuzu? Kesinlikle imkansızdır, birilerine bağlı olmak, hayatı bölüşmek bambaşkadır. İşte bu yüzden hayattaki en büyük kırılma anı eşinizi seçerken yaşadığınızdır. İyice düşünmelisiniz. Hem aklınızla hem de kalbinizle bir karar vermelisiniz. Bu iki karar organınız da aynı ismi işaret ediyorsa ne olur ne olmaz tekrar düşünmeniz gerekir. Çünkü bu gerçek anlamda en tehlikeli virajdır hayatta yaşadığınız ya da yaşayacağınız. Bana gelecek olursak… Ben henüz bu hayatta 20. yılımdayım ve sadece üniversite seçimi sırasında ilk virajımla karşılaştım. İlk virajı başarıyla tamamladığımı düşünüyorum, çünkü seçimimden de şu anki hayatımdan da oldukça memnunum. Ama Aile Fotoğrafı kitabının da bana bundan sonraki seçimlerimde de olumlu yönde katkısı olacağı aşikar. Kaynakça: Görkem, Kerem. Aile Fotoğrafı.İstanbul. Sel Yayıncılık, 2016.
71
Saros Körfezi’nde Şarkılara Boğulmak Yazın boğucu sıcağında, deniz ve şarkıların altında ruhunu dinlendirmek kadar güzel bir şey olmasa gerek; en azından Saros Körfezinin şirin bir kasabasında yapılacak olan bu festivalle ilgili haberi duyunca aklıma gelen ilk düşünce buydu. Bir yıl kadar önce Zeytinli Rock Festivali’nde yaşanılan izdihamı düşününce yazı biraz müzik ve eğlenceyle doldurmak için aklıma daha iyi bir alternatif gelmiyordu zaten, bu fırsatı kaçıramazdım. Lisedeki yakın dostumu aradım ve ona teklifimi sundum, Ağustos’umun ilk haftasını başka bir şeye ayıramazdım. Planlar yapıldı, çadırlar alındı; geriye bir tek bir hafta daha beklemek kaldı. Spontane gelişen bu kararın ardından 2 Ağustos’ta çıktık yola. Bir günü arkadaşımın evinde geçirdikten sonra sabırsızlıkla kamp alanına kendimizi attık. Uzunca bir sıra, biraz izdiham derken çadırları kurup kendimizi serin sulara attık. Bu noktaya kadar izdiham ve kalabalıkla geçen festival daha başlamadan bizi yeterince yormuştu. Tek umudumuz konserin coşkuyla başlayıp bizi yorgunluğun kollarından çekip çıkartmasıydı. Konserin ilk gününde bizim tüm bu beklentilerimizi bir anda karşılayacağını öncesinde hayal bile edemezdim. Müzik tek sahneden tüm kollarını kumsalın etrafına atmış, tüm dinleyenleri her dakika biraz daha kendine çekiyordu. Cuma gününün sakinliğini Cumartesi aramak imkansızdı. Her gün saat 4’te başlayan bu müzik şöleni bizi her gece 2’ye kadar hiç yalnız bırakmadı. Hafta sonu kasabanın civarındaki yerleşimlerden gelen insanlarla kalabalık biraz daha arttı. İkinci günün akşamında kumsalın öteki ucunu görmek artık imkansızlaşmıştı. Başlangıçta rahatlatıcı ve sakin olacağını düşündüğüm bu festival bir anda insanın tüm enerjisini bir akşamda çıkartıp ertesi güne hiçbir şey bırakmayan bir şoka dönüştü. Heyecanı ve coşkuyu yaşamak güzeldi ancak ertesi günün sabahı asla bir önceki akşam kadar güzel olamayacaktı. Sabahları akşamın coşkusu, kendisini tüm herkesle birlikte sakin ve soğuk denize atarken; biz de kendimizi kasabayı dolaşırken bulduk. Her zaman gelmediğimiz bir yerdeydik sonuçta, hevesimizi alalım diye çıktık yola. Ancak geç de olsa fark ettik ki böyle bir festival için uygun bir yer değildi Erikli. Müzik güzel ve Erikli’nin denizi rahatlatıcı olsa da kasaba altyapı açısından 3 günde berbat bir hale gelecekti. Bir ucunda festival yapılsa da bu kasaba yazlık bir mekan olmaktan çok sakin bir kasabaydı. Her ne kadar belediyenin niyeti bu festivale destek vermekle burayı daha ilgi çekici bir yer haline getirmekse de beklentiler gerçeklerle örtüşmüyordu. Sık sık yaşanan elektrik ve su kesintileri bizi her gün biraz daha yorsa da akşamın gelişi bizi bu dertleri düşünmekten biraz daha uzaklaştırıyordu her seferinde. Tüm coşkunun ve eğlencenin ötesinde, bu 3 günde neler yaşanmadı ki... İlk gün Bülent Ortaçgil nostaljik şarkılarıyla eskinin müziğini ve kendi hamurunda yoğurduğu tüm duyguları herkese bir kez daha yaşattı. Manga da keza daha yakın dönemdeki sanatçılardan biri olmasına rağmen en eski albümlerinden sevilen parçalarla ve yeni albümündeki hareketli şarkılarla bizi kendimizden geçirdi. Leman Sam gerek kendi performansı gerekse Selçuk Balcı ile birlikte düetiyle festivalin tüm coşkusunu bambaşka bir seviyeye çıkardı. Duman her zamanki gibi gecenin en geç saatine kadar bizi müziğinden mahrum bırakmadı. Son gün ise öncesinde Yeni Türkü, sonrasında Moğollar ve Hayko Cepkin; sakin geçen bir akşamüstünü tüm şarkılarıyla renklendirdi. Önce sakin bir nostaljiye boyadılar kumdan tuvali, ardından rock müziğin coşkulu heyecanına. Moğolların kurucu üyesinden Cahit Berkay’ın doğum gününü de kutlamadan olmazdı. Yorucu ama güzel geçen 4 günün ardından Trakya Fest bize çok güzel anılar bıraktı. Denizi ve havası diğer sahillerden biraz daha farklı olan güzel Erikli kasabasında bu festivalin gelenekselleşmesinden daha iyi güzel bir dileğim olamaz, yaz adına. Festivalin tüm enerjimizi bizden almasına rağmen bize yaşattıklarından sonra bir kez daha o anlara dönmek için daha güzel bir yol olamazdı, bir kez daha Saros’un sularında müziğe boğulmaktan başka. Onur Mermer
72
İSİM: Berkay Can Baydar NO:21302217 BAŞKA BİR DÜNYA Yine sıradan bir geceydi benim için. Yalnızlığıma gömülmüş, mutsuzluğun alışagelmiş sıradanlığı içerisinde her akşam yatmadan önce dinlediğim arabesk müziğin verdiği mazoşist mutlulukla uyuyakalmak üzereydim. Çok karanlıktı ve soğuktu, önümden neşeli insanlar geçiyordu. O kadar mutlulardı ki onlara katılmak istedim ama hareket edemiyordum. Adım atmak istedim, koşmak istedim fakat olmuyordu, yapamıyordum. Bir çıkmaz içindeydim, bütün vücudum kaskatı kesilmişti, ağlamak istedim onu da yapamadım. Aniden el ele tutuşan bir çift üstüme gelmeye başladı, bağırmaya çalıştım, yardım istemeye yeltendim, o da olmadı. Leyla diye sesleniyordu, gözlerinden kız arkadaşına ne kadar aşık olduğu belli olan esmer çocuk. Uzun boylu, kahverengi gözlü sert görünümlü biriydi, gözlerinin altındaki kırışıklıklardan genç yaşta olmasına rağmen çok şey yaşamış gibi görünüyordu. Turuncu saçlı çok güzel bir kızdı Leyla. Çocuk hızlı adımlarla üstüme geldi, sanırım sesimi duymuştu. Ama bir anda üstüme oturdu, fakat hiç acı çekmemiştim, nedense ayaklarıma bir ağırlık çökmemişti. Ne oluyordu, neydim ben, nasıl bir oyun içerisindeydim? Rüya mıydı yoksa bunların hepsi? Leyla bir anda ağlamaya başladı, olmaz diyordu çocuğa, yapamam bunu diyerek ağlıyordu. Çocuk ısrar ediyordu ama Leyla yanaşmıyordu bu duruma. Ne tartışıyorlardı acaba, neydi dertleri? Leyla kalktı sonra uzaklaştı oradan. İsmini duyamadığım çocuk kalktı sinirle, deniz kenarına gitti, haykırmaya başladı yaşayamam ben, olamam onsuz dedi ve sigarasını yaktı. Çok sigara içen görmüştüm ama o çare arıyordu yükselen dumanlarda, yardım edin bana der gibi bakıyordu. Sigarasını attı denize, ters tarafa doğru gitti. Ben hala duruma anlam verememişken başka bir çocuk geldi ve üstüme oturdu. Neden üstüme oturuyordu herkes, neydim ben? Kafayı yemek üzereydim, bağırmak haykırmak istiyordum ben de ama olmuyordu, içime ağlıyordum sessizce. Çocuk küfretmeye başladı, kendi kendine kızıyor gibiydi. Bir çıkmaz içine girmiş gibiydi, insanların bencilliğine kızıyordu. Kızma demek istedim ona, kızma sakın onlara. Bencillik yaratılışımızda yok muydu? Nasıl kızarız insanlara insan oldukları için. Bencil olmayana kızmak lazımdı aslında dünyanın en iyi oyuncuları oldukları için. Sonra farkına vardım, ben bir banktım deniz kenarında duran. Sevmiştim bank olmayı zamanla, bir sürü insanın derdine ortak olmuştum onlar hiç farketmeden. Birçok arkadaşı vardı eski benin ama çok yalnızdım, yalnızlık kusuyordum. O kadar sahteydi ki her şey mutsuzluğum spontanlaşmış hayatımın bir parçası olmuştu, mutluymuş gibi rol yapıyordum hayata. Şimdi ise hayat güzeldi, insanlar benle herşeyini paylaşıyorlardı, hepsinin en yakın arkadaşıydım. Bazen yakın bir dostları, bazen çok değer verdikleri sevdikleri oluyordum. Doğallardı bana karşı rol yapmıyorlardı. Tam mutluluğun gerçek anlamını bulmuş, hayatta ilk kez olduğum kişiyi sevmişken bir adam geldi sessizce. Ağlamıyordu ama her halinden belliydi büyük sıkıntıları olduğu. Yeter diyordu, yaşamak istemediğini söylüyordu. İsimler sayıyordu, kaybetmiş gibiydi hepsini. Nasıl giderler, nasıl bırakırlar beni diyordu. Yaşamanın anlamı kalmamış onun için, bunu sayıklıyordu. Bir yandan dur demek geliyordu içimden, ama diğer tarafım haklı diyordu, niye yaşıyoruz ki bu yalan dünyada diyerek bastırıyordu adamı durdurmak isteyen tarafımı. Sonra kalktı adam denize doğru yürüdü. 60 yaşlarında, bembeyaz saçlı uzun sakallı biriydi. Elinde gazeteye sarılı şişesinden bir yudum daha aldı, yere sert bir şekilde fırlattı daha sonra şişesini, kırılmıştı şişe. Sonra yavaşça denize bıraktı kendini. Şaşırmıştım, kolay mıydı bu kadar? Bekledim çıkmasını. Dakikalar geçtikçe bir ses yükseliyordu ama farklı bir yerdendi sanki. Adam çıkmıyordu denizden, o çıkmadıkça ben de vücudumu hareket ettirebiliyordum. Çıkmadı o hüzünlü adam. Bende dönmüştüm eski dünyama. Bulamamıştım mutluluğu yine, bir bank olsam bile mutsuz olabiliyordum, gözlerimi açıp beni dürten arkadaşımı görünce anladım ki gerçek mutluluk diye bir şey yokmuş.
73
Ömer Mesud Toker 21302479 Türkçe 101 – 3 Ali Turan Görgü 6. Ödev – Final PLÜTON ÖĞRETMENİM! DERS: SEVGİ KONU: SEVGİNİN GÜCÜ Merhaba Dünyalılar. Benim adım Plüton. Uzun bir süredir “Sevgi” öğretmeniniz sizlerle birlikte değildi. Ben de birkaç haftalığına onun yerine size öğretmenlik yapacağım. Bugünkü konumuz uzun süredir hasret kaldığınız ve en büyük eksikliğiniz “sevgi”nin gücü. … * onedio.com * - Oo Dünya duydun mu, seninkiler bizim Plüton’a uğramışlar. - Duydum tabii de bizimkilerin boş işleri işte ya. - Öyle deme oğlum, sen adamı küçük gör, gezegeden sayma, her fırsatta ez falan ama o hala sana küsmemiş ve sevgisini gösteriyor. Bu iş öyle herkesin yapabilceği iş değil; harbiden babayiğit gezegenmiş bizimki. … Birkaç gün önce NASA’nın dokuz yıl önce uzaya gönderdiği “New Horizons” adlı uzay aracı, hep küçümsediğimiz hatta gezegen bile saymadığımız Plüton gezegenine en yakın mesafeye ulaşarak bu “cüce gezegen”in fotoğraflarını çekti. Bu fotoğraflar sosyal medyada büyük ilgi gördü. Bu ilginin sebebi ise gezegenin üzerinde görünen kalp. Olan bunca şeye rağmen hala bize gönlünü açmasıyla Plüton herkesin sevgisini kazandı. Düşünsenize. Eğer bize sevgisini göstermemiş olsaydı hiç bu kadar popüler olabilir miydi? Tabii ki hayır. Aslında Aşık Yunus olayı çok güzel özetlemiş “Sevelim sevilelim!” diyerek. Sadece seversen sevilirsin ve sevilirsen seversin. Plüton bunu bize birkaç gün önce öğretti ama bu Dünya’yı güzel ve herkesin mutlu olabileceği bir yer haline getirebilmemiz için ondan öğrenmemiz gereken daha çok şey var. Herkesin mutlu olabileceği bir yer demişken dünyayı yaşanamaz, insanların nefret ettiği kötü bir yer haline getiren şeyler nelerdir sizce, savaşlar mı, kıtlık mı, ırkçılık mı veya daha başka sorunlar mı? Peki bu problemlerin temel sebebi ne sizce; empati yapmamak mı, bencillik mi? Bence asıl neden sevgisizlik. Bir insan severse sevdiğinin duygularını anlamaya çalışır yani empati yapar. Kendinden geçer, sevdiği için yaşar ve bencillikten eser kalmaz. Eğer biz de Plüton gibi tüm Dünya’ya kalbimizi açabilirsek, gerçekten seversek işte o zaman her renkten, her dinden çocuklar uçurtmalarını beraberce uçurabilecekler ve ne savaş, ne açlık, ne fakirlik kalacak; hepsi yeryüzünden silinecek ve Morgan Freeman’ın “İnsanlık Afrikalı bir anne çocuğuna ‘Tabağındaki yemek bitecek!’ diye bağırdığında kurtulacak” sözü sözde ve hayallerde kalmayacak, gerçekleşecek. Bu yazdıklarımın sadece hayallerden ibaret süslü sözler olduğunu düşünenler varsa eğer lafım onlara. NASA’nın bazıları tarafından “boş iş” olarak görünen bu fotoğraflama işi bence sadece bir başlangıç. Dokuz yıldır Plüton bize en büyük eksikliğimizi göstermeyi bekliyordu ve birkaç gün önce bize ilk dersini verdi. Bize “Sevginin Gücü”nü gösterdi, sevgi o kadar güçlüydü ki tek fotoğrafla tüm dünyanın gönlünü fethetti. Tek fotoğrafı bile bu kadar güçlü olan sevgi niye bizi değiştiremesin ki ya da neden herkesin mutlu olabileceği bir dünyanın temeli olmasın? Dediğim gibi Plüton öğretmenimizden öğreneceğimiz çok şey var ama başlamak bitirmenin yarısıdır derler. Plüton bize ilk dersini verdi devamı da gelecek. Ha bu arada unutmadan, Plüton öğretmenimiz “Öğretmenim bayramda ödev mi yapılır hiç!” dememize rağmen “Bu ödev için en güzel zaman bayram zamanı…” dedi ve bayram tatili ödevi verdi. Hepimizden dini, dili, ırkı, rengi ne olursa olsun Dünya’daki tüm insanları hatta evrendeki canlı cansız tüm varlıkları sevmemizi istedi. Mutluluğun anahtarının burada gizli olduğunu söyledi. Ve eğer bu ödevden on üzerinden on alırsak “İnsanlık” dersinden direkt geçiyormuşuz; bence bu fırsatı kaçırmamalıyız.
74
Andaç Ünal Yalnızlık Hapishanesi Bir an için size en yakın insanın elli milyon kilometre uzakta olduğunu hayal edin. Doğduğunuz gezegene bir daha asla ulaşamayacağınızı düşünün. Yaşamak için sınırlı kaynaklarınızın kaldığını hesaba katmıyorum bile. Korkunç değil mi? Andy Weir’in romanı ​ Marslı’nın ana kahramanı Mark Watney’nin başına gelen de tam olarak bu durum. Mark, Mars’a giden bir araştırma ekibinin botanikçi üyesi. Mars’ta beklenmedik bir fırtına çıktığında, öldü sanılıp Mars’ta bir başına bırakılıyor. Romanın devamında Mark düştüğü bu bahtsız duruma rağmen şaşırtıcı bir şekilde sakinliğini koruyor ve yaşaması için gerekli olan mantıklı hamleleri yapmaya devam ediyor. Tabii ki zaman geçtikçe hem fiziksel hem psikolojik olarak yıpranıyor. Yaşadığı en yıpratıcı duygunun ölüm korkusu olduğunu düşünebilirsiniz. Fakat zamanla yalnızlık duygusu baskın geliyor. Yalnızlığın bir insanı ne kadar etkileyebileceğini, nasıl insanın psikolojisini değiştirebileceğini ve yaşama isteğini zehredeceğini görüyorsunuz. İnsanın sosyal bir canlı olduğunu düşünürseniz, yalnızlığın insanı bu kadar kötü etkilemesi hiç şaşırtıcı gelmiyor. Fotoğraf: Marslı 2015 Yalnızlığın psikoloji üzerine etkisini incelemek için çok uzaklaşmanıza, marsa gitmenize, gerek yok. Y jenerasyonu olarak yalnızlığın 21.yy’da insana olan etkisini her köşe başında görebiliyoruz. İnsanlar artık kalabalık içinde yalnız bireyler. Bilgi çağı insanların yalnızlıklarını azaltmak yerine şaşırtıcı bir şekilde insanlar arasına büyük duvarlar örüyor. Peki artan yalnızlık insanlık için kötü bir hadise mi? Bence durumun iyiye gitmediği kesin, ama öncelikle yalnızlığın tek bir birey üstüne etkisini incelemek istiyorum. Bu konuda incelenebilecek en iyi örnek yani yalnızlığın psikoloji üzerine kötü etkisine en büyük gerçek hayat örneği Genie takma isimli kız olabilir. Genie yirmi aylıkken babası(!) tarafından bir odaya kapatılıyor. On üç yaşına kadar hiç kimseyle iletişim kuramıyor (Reynolds, 428). Şans eseri yetkililer durumunu fark ediyor ve insan denilemeyecek babasının elinden kurtarıyorlar. Fakat iş işten geçmiş oluyor. Sosyal olarak izole bir şekilde çocukluğunu geçiren Genie geri dönülemez hasar alıyor. İnsanlardan uzak bir şekilde yaşayan zavallı kız düzgün konuşamıyor, düzgün yürüyemiyor, zihinsel ve fiziksel gelişimini hiçbir zaman tamamlayamıyor. Tabii ki Genie uç bir örnek ve günlük hayatta yalnızlık her insanı bu kadar etkilemiyor. Ama Genie sosyalliğin insana etkisiyle ilgili önemli bir ders veriyor: İnsan, insan olmadan yaşayamıyor. En basitinden insanlar olarak bir şeyi başardığımızda anlatabileceğimiz birisini arıyoruz; bizi tebrik edecek, mutluluğumuzu paylaşacak birisini. Ya da üzgün olduğumuzda yaslanabileceğimiz bir omuz, bazen fikir danışabileceğimiz bir akıl arıyoruz. Bazen de sadece eğlenmek, vaktimizi geçirmek için bir dost arıyoruz. Bu aradıklarımızı bulamadığımızda hayatlarımız monotonlaşıyor. Hayatımızı paylaşabileceğimiz birisi olmayınca, hiçbir şeyden keyif alamıyoruz. Rus bir yazarın da dediği gibi, "Kendini yalnız hisseden kimse için her yer çöldür.". Hayat yalnız yaşandığında çölde susuz kalmak gibi bir eziyete dönüşebilir. İnsan uzun süre kimsesiz kalınca zihninin içinde bir hapishanede yaşıyor olduğunu düşünebilir. Nasıl hapishane insanın psikolojisini kötü yönde etkileyebilirse yalnızlık da insanı öyle etkileyebilir. Yalnızlığı hapishaneye benzetiyorum çünkü ben de bu kodese hayatımın kritik anlarından birinde bilerek girdim. Etrafımdaki insanları bilerek uzaklaştırdım. Kendimi diğer insanlardan koruduğum bir surdayım sandım. Aslında bubi tuzağının içindeymişim. Tuzaktan ku​rtulup özgürlüğüme kavuştuğumda ise aynı ​Esaretin Bedeli’indeki Brooks gibiydim; uzun süre hapisten sonra çıktığında yaşama uyduramayan birisiydim. Brooks alışamadığı dünyada yaşamaktan vazgeçti, şanslıydım ki benim problemlerim oldukça küçüktü ve yaşamıma rahatlıkla geri döndüm. Her insan benim kadar şanslı olmayabilir, bazı insanların problemleri oldukça büyük olabilir yalnızlık sadece bu problemleri kötüleştirir. Yine de bir süre tek başına kalmayı, sonuçlarını öğrenmesi için herkese tavsiye edebilirim. Bir şeyin değerini ancak kaybettikten sonra anlayabilirsiniz. Başka insanların değerini de ancak onları kaybettikten sonra anlayabiliyoruz. Fakat yalnızlığı hep kayıp olarak düşünmek karamsarlığa girebilir. Bazen ona ihtiyacımız olabilir. Ben sakinliğe ihtiyacım olduğu için yalnızlığın hapsine girmiştim. İnsanlardan uzaklaşmaya ihtiyacım vardı dolayısıyla kendimi yalnızlaştırdım. Başlarda da mutlu etti, rahattım. Sonunda kafamı dinleyebilmiştim. Bazı insanlar ıssızlığı bu sebeplerden sevebiliyor. Her insan yalnızlıktan aynı derecede etkilenmiyor. İnsanlara harcayacağı vakti; kitaplarını okumaya, hobilerini geliştirmeye, bilim yapmaya veya sanata harcamayı tercih edebiliyor. Mutlu oldukları sürece oldukça tercihleri hakkında kötü yorum yapamam. Yalnızlık böyle durumlarda özgürlük olabiliyor. Yalnızlık insanlara ihanet etmiyor. Yalnızlık hayal kırıklığı yaşatmıyor. Yalnızlık aldığınız kararlara karışmıyor. Yalnızlık sırtınızdaki sorumlulukları azaltıyor. Eğer yalnızlık sizi kötü etkilemiyorsa, yalnız yaşamaktan gocunmuyorsanız; bu bir problem değil. Yalnız yaşamanın da kendine göre avantajları var. Yakın bir arkadaşım sinemaya yalnız gittiğini söyledikten sonra onunla “Aaa! Kıyamam yalnız mı gidiyorsun?”, diye şakalaşmıştım. O da beni “En azından keyifle filmimi izleyebiliyorum ve iki bilet parası vermek zorunda değilim.” diye susturmuştu. Kendince haklıydı, ikimiz de halimizden memnunduk. Yalnızlıktan memnun olabilirsiniz, ama bu yalnızlığın dipsiz bir çukur olabileceğini değiştirmiyor. Kontrol edilmediğinde insanlar içine bir kara delik gibi çekilebilir. Ne olursa olsun insanlar tamamen yalnız bırakılmamalı. Genie’nin yaşadıkları başka bir insanın başına gelmemeli. Aynı zamanda insanlar sıkboğaz edilmemeli. Bazı insanlar sosyal ilişkilere diğerlerinden daha az ihtiyaç duyabilir. Her insan birbirinden oldukça farklı ama hiçbir insan tamamen yalnız değil, olmamalı. Kaynakça: ​ Darabont, Frank. ​Esaretin Bedeli. Film. 1994. Reynolds, Cecil R. ve Elaine Fletcher-Janzen. ​Concise Encyclopedia of Special Education: A ​ Reference for the Education of the Handicapped and Other Exceptional Children and Adults. ​NJ: John Wiley & Sons. ​ Scott, Ridley. ​Marslı. Film. 2015. ​ Weir, Andy. ​Marslı. Roman. 2014. İthaki Yayınları.
75
Montaigne; Kendinizi Bulabilmek Montaigne Denemeler’i okurken insan düşünmüyor değil “ bu kitabı acaba ben mi yazdım” diye. Denemeler’de görüp hissedebildiğiniz çoğu şeyi Montaigne’de değil kendinizde bulabiliyorsunuz. Aynı zamanda kitap okuyucuya oldukça sıcakkanlı ve içten mesajlar içerebiliyor ki bu durum kendinizi büyüklerinizin anlattığı hikayeleri dinlerken girdiğiniz moda sokabiliyor. Mesela kitabın başında okuyucuya diye bir bölüm var ve şöyle bir cümle içerir; “Kitabımın özü benim: boş zamanlarını bu kadar sudan ve anlamsız bir konuya harcaman akıl karı olmaz.”(33) Bence muazzam bir şekilde samimiyet kokan bir cümle okurken tebessüm etmiştim. Montaigne’in denemelerini okuduktan sonra fark ettim. Her zaman kendimden söz etmekten sakınıp kaçınmışımdır toplum içinde hep başkalarının benim hakkımda konuşmasını beklemişimdir. Neden mi? Çünkü ne zaman kendimden bahsetsem, sanki kendimi övüyormuşum gibi hissederim ki bu toplumumuzda pek hoş karşılanacak bir şey değil. Bu yüzden hayatımız boyunca tıpkı benim yaptığım gibi “ben” demekten kaçınırız bir çeşit adet. Oysa ne kadar hoş bir zamirmiş “ben”. Kendinden söz etmek bencillik olarak algılansa bile, ben bu kitabı okuduktan sonra kendimden söz etmeyi sevdim çünkü şunu fark ettim; hayatımı duyduğum gördüğüm ve yaşadığım gibi anlatamayacaksam ne anlamı var ki nefes almamın? Birileri bir şeyleri etik olarak yasakladı diye ben de böyle düşünmek zorunda mıyım? Ayrıca siz bir doktora sen hastalarından kendine göre değil başkasına göre, kendi bilginle değil başkasının bilgisine göre söz edeceksin diyebilir misiniz? Diyemezsiniz aynı mantık bu konuda da geçerli… Bu “bencillik” toplumsal yapıdan kurtulmamı, birey olarak hayatı sorgulamamı ve kendimi bazı şeyleri yapmaya programlanmış ve o bazı şeylerin ötesine geçemeyen bir makineden çok insan gibi hissedebilmemi sağladı. Zaten Montaigne’in anlatmak istediği şey de tam olarak bu. Ben sadece biraz daha modern bir dille söyledim kısaca özeti şu: Kendinizi olduğunuz gibi gösterin: Mesela sararma, aksırma tıksırma bedenin bir kısmını, onu da şöyle böyle, gösterebilir. Önemli olan bunları gösterebilmek değil, kendinizi, öz benliğinizi gösterebilmek. Montaigne denemelerinin her birinde ünlü yazarların veya düşünürlerin sözleriyle kendini doğrulamayı çalışmış ve bence başarmışta. Aynı zaman da bir konudan diğerine çok iyi geçişler yapmış. Mesela aşktan bahsedip onu mantıklı bir şekilde din ile harmanlayabilmek her baba yiğidin harcı değil gibi. Bu şunu benziyor; balığın ağaca tırmanma yeteneğine göre onu değerlendirmek gibi fakat Montaigne balığa önce karada nefes almayı öğretmiş sonra ağaca tırmanmayı öğretmiş en son ise değerlendirebilmiş ve bunu hakikaten yapabilmiş. Bu verdiğim örneği çok uç bir nokta olarak görebilirsiniz lakin kelimelerle dans edebildikten sonra balığı ağaca da tırmandırabilirsiniz. Dostluğu Montaigne kadar iyi açıklayabilen birini daha ne gördüm ne duydum. Öyle saf ve orijinal bir anlatımı var ki dostluğu en uç nokta yaşamış biri olsa gerek diye düşünülebilir lakin dostluğun tanımını ruhların derinden uyuştuğu karıştığı ve kaynaştığı tek bir beden olarak yapıyor yani; birini söylediğin zaman diğeri hemen aklına gelir “rakı ile balık” gibi. Aristoles’in de dediği gibi “Ey dostlarım dünyada dost yoktur…” Her hangi birini düşünün ki onsuz bezgin ve yorgun ve hissedin kendinizi, siz onun ile bir elmanın yarısı gibiydiniz. Onun yokluğunda kendinizi yeryüzünde varlığınızın yarısından en aziz parçasından yoksun gibi hissedin. İnsanlar kendilerini Montaigne’in denemelerinde çok kolay bulabileceklerdir lakin kaçımız yazdıklarını uygulayabiliyoruz? Kaçımız benciliz veya kaçımız böyle bir dostluğa sahibiz? Montaigne hayallerimizi ve istediklerimizi bize sunan bir yazar düşünceleri hayalperest ama güzel. Mertcan Yılmaz 21201138 Kaynakça Montaigne. Denemeler. Beyoğlu-İstanbul: Cem Yayınevi, 1994. Not: Hocam kitabın içinde bulunan Aristoles’in sözünü kullandım.
76
Bartu Özcan BEŞ DUYU Hepimiz bu dünyada duyularımız sayesinde yaşıyoruz. Benzin istasyonlarının boğaz yakan kokusuyla, gece içine girdiğimizde içimizi üşüten yorganın soğukluğuyla, çikolatanın o dilimize mutluluk saçan tadıyla, her duyduğumuzda bizi hüzünlendiren o şarkının tınısıyla, o çok güzel küçük çocuğun gözlerinin görüntüsüyle varız. Hayatımıza anlam katan, devam etmemizi sağlayan duyularımızla algıladıklarımız aslında. Bizi mutlu eden şeyler de bunlar. Mesela ben kendimi koku duyusu olmadan hayal edemiyorum. Bütün anılarım, aşklarım, hissettiklerim ve geride bıraktıklarım hep kokuyla kayıtlı zihnimde. Duyduğum her koku bana farklı bir zamanı, anıyı hatırlatıyor. Aynı şekilde geçmişte yaşadıklarımı düşündüğümde o kokuları hissediyorum. Ben tek bir duyuma bile bu kadar bağlıyken tüm duygularımdan birden vazgeçmek çok korkutucu bir fikir. Yeryüzündeki Son Aşk filmi işte bahsettiğim, bütün 
 duyuları kaybetme durumunu ele alıyor. 
 Ben kokulara bağımlı bir insanım. Ama bence aslında herkes biraz öyledir. Koku duygusunun hafızayla çok güçlü bir bağlantısı var. Mesela sevdiğinizin kokusu sizi duygudan duyguya sürükler. Hem en mutlu olduğunuz hem de en çok acı çektiğin zamanları hatırlatır. Midendeki kelebek, boğazındaki düğüm karnına atılmış o yumruk duygusunu sana hatırlatan hem o insanla ya da anılarla özdeşleştirdiğin kokulardan kaynaklanıyor. Filmde bütün duygular sırayla, parça parça yok oluyor. İlk kaybolan duyu da koku oluyor. Belki de en yıkıcı etkiyi yapan da bu oluyor. Koku duyularını kaybetmeden hemen önce insanlar onları çok etkilemiş olan anılarını hatırlayıp sinir krizine giriyor. Aşık olduğun kişinin, annenin, çocuğunun ya da en sevdiğin çiçeğin, çikolatanın kokusunu son kez duyuyor olma fikri insanı dehşete düşürüyor. Belki de kokusunu kaybetmek sevdiğimiz o şeyleri de kaybedebileceğimiz yanılgısına düşürüyor bizi. O kokuyu kaybetmekten korkuyor, sevdiklerimizin kokusundan 
 uzaklaşmak istemiyoruz. 
 Mesela aşık olduğun insanın yüzü senin için yeryüzündeki en güzel görüntü olabiliyor bir anda. Gerçekte nasıl göründüğünün, toplumun onu nasıl algıladığının ve başka insanların onu güzel bulup bulmadığının hiçbir önemi olmuyor senin için. Sevdiğin için çok güzel geliyor o sana. Gözlerini kapattığında gördüğün görüntülerdir aslında seni etkilemiş olanlar. İşte sevdiklerinin yüzü, aldığın bir demet çiçeğin görüntüsü, dalıp gittiğin o manzara gece uyurken bile gözünün önüne gelenlerdir. Filmde görme duyusu ancak sevdiğin insanı gördüğünde yok oluyor. Bir bakıma, gördüğün en son şeyin sevdiğinin yüzü olması çoğu insanın hayali. Ama bir yandan dünyada veda etmesi en zor olan görüntüye kapatıyorsun gözlerini. Kaybedilen başka bir duyu da dokunma. O kadar zor ki karşındakine sarılamamak., ihtiyaç duyduğunda birinin seni kollarına aldığını hissedememek. Karşındakine dokunmak, eline küçük bir dokunuş bile olsa samimi olduğunun, yanında olduğunun önemli bir göstergesi bence. Bundan mahrum kalmak oldukça zor. Tam karşında duran insana dokunmak Bartu Özcan isteyip dokunamamak, sarılmak isteyip sarılamamak insanın içine oturur. Sevdiğin insanı öpememek aynı anda hem çok yakın hem çok uzak olmak gibi. Birbirine güven ve huzur verememek demek. Bütün duyuların birer birer kaybolduğu bir dünyada iki ruh tanışıyor. Susan ve Michael duyularını yavaş yavaş kaybederken bile aşkı var olduğunu kanıtlarcasına seviyorlar birbirlerini. Kokusunu sürekli alamadığın, gözlerindeki ışığı göremediğin, sesini duyamadığın, ortak şarkılar paylaşamadığın, dokunamadığın birine de delicesine aşık olabileceğini, paylaşacak bir şeyler bulabileceğini gösteriyor. Varlığımızı sağlıyor dediğimiz o duyular olmadan da tutunabildiğini gösteriyor film. Ben hala kendimden emin değilim. Hala bana sanki duyularımı kaybettiğimde aynı insan olarak kalamayacağım gibi geliyor. Ama demek ki duyularının yokluğuna bile katlanmanı sağlayacak insanlar girebiliyormuş hayatına. Bartu Özcan
77
Öğrencinin adı: Yunus Umeyr Kılıç Öğrenci Numarası: 21301404 TURK 101-10 09.12.2014 BİTMEYEN ÇİLE Adanmış bir ruhun bitmez, tükenmez şiirleri... Okumakla bitirilemeyecek kadar derin ve tekrar tekrar okumakla yeni manalara açılan tükenmez şiirler... Onun şiirleri ne bir hayal ve ne de bir rüyanın parıltısı , onlar yalnızca hakikatin ta kendisi. Çekirdeğinden doğduğu bir fikrin hakikatleri ve uğrunda yazılan bir davanın yalnızca nazma dönüşmüş gerçeklerdir Çile. Kelimeler satırlara sığmaz da taşar, içindeki manalar fazlaca gelir de taşınmaz yalnızca bire satırda. Aklın , hayalin, ruhun ve de kalbin ortasına yerleşir ancak ondaki manalar. Bu sıkleti de ancak bunlar kaldırabilir. Bir fikir uğruna dünyalara meydan okumuş, bundan vazgeçmesi uğruna ona sunulanları elinin tersiyle itmiş bir şair Necip Fazıl. Bir dava ki uğrunda girilen zindanlar, çekilen çileler Necip Fazıl'a bir deste gül gibi olmuş. Davası uğrunda çektiği çilelerin hepsi ona hoş gelmişti. O bütün varlığıyla adamıştı kendini bu yüce davaya, otuzundan sonra şereflenmişti bu davayla. Lakin onun için yeni bir doğuş olmuştu bu dava. Hayatının bundan önceki kısmını bir lahzada silmiş ve de çöplük olarak nitelendirmişti. Hayatının çilesi de bundan sonra başlamıştı. Fakat ne zindanlar ve ne de çekilen çileler onun ruhuna sıklet vermemişti. O davası uğrunda bunların hepsini göze almıştı. Çünkü onun bedeni azap çekse de, ruhu gül gülistan olurdu bu davada. Hayatı ona zindan, yaşamayı ona çile yapmışlardı kalemle ona karşı gelemeyenler. Bu acılar onun iliklerine kadar işlemişti ki Zindandan Mehmed'e Mektup'ta bunu okuyucuya dahi en derin duygularla hissettirebilmiştir. Zindanı adeta yaşatırcasına anlatan ve çektiği acıları içine bürüyen Necip Fazıl şiirin sanatsallığından da hiç taviz vermemiştir. Bu çilesini bu şiirde şiirin nazmına öylesine işlemiştir ki çekilen bu acılar okuru dahi şevke getirmiştir. Bu zindan dünyaları ona kapatmışsa da Allah'a ulaşan bu yüce yolu asla kapatamamıştır. Üzerlerine koca duvarlar, kalın demirler çekilse de bunların hiçbiri onu Rabb'ine ulaştıran yol olan duadan alıkoyamamıştır. Çektiği bunca çileye dayanağı da gönlündeki iman ve yüce Rabb'iydi. Sakarya Türküsü bir başkadır onun dilinde. Şiirin ve sanatın belki de zirve yaptığı bir şiir... Lakin bir sanat ki Allah davasının topluluğuna bağlı bir sanat... Yalnız kulağa hoş gelen bir şiir değil aynı zamanda ihtiva ettiği manalarla da bir farklıdır Sakarya Türküsü. Sakarya onun dilinde adeta Necip Fazıl'ın ruhunun tecessüm etmiş bir hali gibidir. Öz yurdunda garip bir Sakarya Necip Fazıl'ın ta kendisidir. Sakarya onun ruh ikizi olmuştur şiirde. Onu anlamak da Sakarya'yı anlamaktan geçer. İstanbul'u sevmek ve tanımak ancak Canım İstanbul'u okumakla mümkündür. Onu okumayan ne İstanbul'u sevdiğini ve ne de onu hakkıyla tanıdığını iddia edebilir. Öylesine içten anlatılmış ki İstanbul, şayet İstanbul'dan bihaber bir insan dahi okusa Canım İstanbul'u, İstanbul'a hayran olmaması imkan dahilinde değildir. Bu şiir her yeni okunuşunda insanı İstanbul'a bir kez daha hayran eder. Onu okudukça ne bir bıkkınlık gelir ve ne de bir bezginlik. O yalnızca yeniden okumaya şevk ve iştiyak verir ve İstanbul'u bir kez daha insanın gönlünün başköşesine oturtur. Böyle bir şehre de böyle bir şiir yakışırdı zaten. Bu şiirleri ne kadar anlatmaya çalışsak da yine onlardaki sanatın ustalığını dillendirmeyi başarmış sayılamayız. O ustalığı görmek ancak o şiirleri yüzünden okuyup o sanatı tadabilmekle mümkündür. Her bir şiir farklı bir aleme açılan bir pencere gibi insana yeni yeni dünyaların kapısını aralar ve şiiri tekrar tekrar okudukça o dünyalar çok daha net anlaşılır. Fakat ne kadar çok okusak da bu Çile'yi okumakla bitiremeyiz çünkü bir sonraki okuyuşta anlaşılacak bazı manalar kalacaktır elbet. Ama tek çare ise bir daha okumaktır bu şiirleri.
78
OLASI HAYATLAR Kader birçok kutsal sayılan dinde de olduğu gibi insanlar için önceden belirlenmiş olaylar dizisi midir yoksa insanların kendi verdikleri kararlarla çizdikleri yol mudur? Bu iki seçenek günümüz insanının yaşama şeklini belirliyor. İnsanlar bu seçeneklere göre ikiye ayrılıyor, ilk seçeneğin doğru olduğunu düşünenler her şeyin önceden belli olduğuna inandıkları için hiç sitem etmeden şükrederek mütevazı bir şekilde hayatlarına devam ediyor. Ben de geriye kalan insanlar gibi kaderin ikinci seçenekteki şekilde tıpkı Jared Leto'nun başrolü olduğu Mr.Nobody isimli filmdeki gibi olduğuna inanıyorum, yaptığım her şeyin sonucu iyiyse de kötüyse de tamamen benden kaynaklı olduğunu ve bazı olayların gerçekleşmesi gerektiğini, bu olayların kimlerin başından geçeceğini insanların verdiği kararların belirleyeceğin düşünerek yaşıyorum tıpkı filmdeki araba kazası olayı gibi. İkinci seçeneği biraz daha net anlatmak gerekirse bu tür bir kader inancını bir ağaca benzetmek hiç de yanlış olmaz. Kökten gövdeye doğru yükselerek giden dalsız kısmı bilinçli kararlar alamadığımız bebeklik ve çocukluk dönemine yani değiştirilemez her şeyin olması gerektiği gibi yaşandığı döneme, ağacın dallandığı kısmı ise ergenlik ve sonrasındaki bilinçli aldığımız kararlarla kendimize çizdiğimiz yola benzetebiliriz ve aynı zamanda sonbahar geldiğinde yapraklar dökülecek ilkbahar geldiğinde açacak ancak hangi dalın neresinde açacağı ise tamamen gelişen olaylarla yani ne kadar yağmur yağdığı, ağacın ne kadar güneş aldığı gibi değişkenlerle ilgilidir. Verdiğimiz karar bizim yönümüzü belirleyip hayatımızı şekillendiriyor ve en sonunda dalın bittiği yere kadar gelip ölüyoruz. Ama ölmeden önce kendimize hep pişmanlıklarımızla ilgili “ya o olay farklı gelişseydi o zaman nasıl bir durumda olurdum” gibi ve benzeri sorular sorup hayal ediyoruz tıpkı filmde son ölümlü insan olan Nemo’nun yaptığı gibi. Aynı zamanda bir başka açıdan da bakarsak yaptığımız olayların hep bir sonucu olduğunu görüyoruz ve bu da bizi yine pişmanlıklarımıza itiyor ve bize kaderimizi sorgulatıyor, bunun filmdeki örneği de Nemo karakterinin pantolonların fiyatlarını değiştirip iki pantolondan pahalı olanı daha ucuza satın alması sonucunda bir işçinin kovulması ve onun işsiz olması nedeniyle evde oturup kaynattığı yumurtadan dolayı oluşan yağmur damlasının düşüp telefon numarasını silmesi olarak görüyoruz. Bazıları bu olaydan karma olarak bahsediyor ve hayatlarını buna göre şekillendiriyor. Ben bu tip bir kader inancı ve karma arasında aslında pek bir fark görmüyorum. İkisinde de yaptığımız işlerin sonucu bizim hayatımızı şekillendiriyor, karmaya göre iyilik yapıp iyilik, kötülük yapıp kötülük bulurken, diğer inanca göre iyilik yapmamızın bizi büyük ihtimalle iyi yönde etkileyecek bir sonucu olacağını düşünüyoruz. Bu filmde karmaya uyup bu tip bir kader inancına uymayan şey ise filmin son sahnesidir. Son ölümlü olan Nemo’nun satrançta bazen en iyi hamle hamle yapmamaktır demesi üzerine bir ailenin parçalanışının tam ortasında kalan Nemo’nun seçim yapmamayı tercih etmesidir. Yapabileceği her seçimden doğacak her türlü sonucu göz önünde bulunduran Nemo hiçbir şeyi seçmemenin onun için en doğrusu olacağını seçiyor çünkü bazı şeylerin gerçekleşmesi gerekir. Düşündüğü, ihtimal verdiği olaylar onsuz da gerçekleşecek ama o bunların hiçbirinin içinde yer almak istemedi çünkü bazen belirsizlik hayata yol vermek için en doğru yoldur. Tahmin edilemez şeyler bu uzun hayat yolunda insanlara heyecanı ve merakı tattırır. Bu filmde işlenen kader inancı gibi bir inanca sahip olan insanlar hayatta hep beklenmedik şeyleri isterler bu yüzden ihtimalleri düşünüp kendilerini hazırlarlar ama gerçekleşen şey farklı olduğunda şaşırıp mutluluğu veya hüznü tatmaya çalışırlar bu onların yaşamlarına anlam katan şeydir. İnsanlar hep bir şeye tutunmak ister bazıları dine, bazıları düşüncelerine, bazıları kadere tutunur ve ona uygun yaşarlar. Önemli olan hangisinin doğru veya hangisinin yanlış olduğu değil insanın yaşadığını hissetmesidir. Furkan YÜCEL
79
AYLAN Fakirliğin toplumda yarattığı sorunları George Orwell'in Paris ve Londra'da Beş Parasız adlı eserini okuyunca, kafamda her gün dönüp dolaşan ama hesaplaşamadığım, hep tanık olduğum yoksulluğa dair görüntüler canlanıp durdu. Alışmış mıydım yoksulluğa tanık olmaya? Yoksa kendi duygularımı koruma altına mı almıştım? Orwell, yoksulluğun ağır koşullarını kitabıyla bana yaşatmıştı. Hayatımda tutunduğum şeylerin aslında ne kadar kolay yok olabileceğini hissettirmişti.Oysa her gün yaşadıklarım benim için aynı kararlılıkla devam ediyor. Yarın temel ihtiyaçlarımı karşılayabilecek miyim? Hiç öyle bir kaygım yok. Sadece kendime ait daha uzak geleceğe dair kaygılar yaşıyorum ama yarın için değil. Kendimi diğer yaşamlardan, sorunlardan, gazetelerden yalıttığım zaman her şey güllük gülistanlık benim için. Ama öyle değil, çünkü biliyorum içimde bir ağırlık var ve ben her gün bu ağırlıkla yaşıyorum. Bazen tam gülemiyorum bazen tam ağlayamıyorum. Her gün kafamın içinde dönüp durmasa da beni üzen bir şeylerle mutlaka karşılaşıyorum. Erkekler tarafından öldürülen kadınlar. Anlam veremiyor ve kafamda bir yere oturtamıyorum. İşsizlik yüzünden kendini ve ailesini öldürenler, kendisini canlı bomba yapabilecek kadar yaşamdan kopmuş insanlar, evleri bombalanan ortada kalan çoluk çocuk. Daha bir sürü şey... Hepimiz eşit doğmuştuk. Bu eşitlik bence rahme düştüğümüz anda yok edilmişti. Dünyanın bir tarafı yakılıp yıkılırken eşitlikten söz etmek ikiyüzlüce geliyor bana. Bu ikiyüzlülüğün içinde ise en çok çocukları görüyorum. Her gün sokaklarda ve caddelerde karşımıza çıkan yoksulluğa mahkum edilmiş çocuklar. Her gün dilenciliğe zorlanan refüjlerde avuç açarak mesai yaptırılan çocuklar haber olmaya bile layık değiller. Göz göze gelemiyorum. İşte o zaman bütün duygularım, güvenli iç dünyam tepe taklak oluyor. Baksam da görmesem mi, yoksa görüp de duymasam mı veya yok sayıp devam mı etsem? Hayır yapamıyorum. Yoksulluğu içimin derinliklerine kadar hissediyorum. Tüm dünya liderlerinin dayattığı bu yoksulluğu hep birlikte görerek bilerek bize yaşattıklarını ve bizi bu duruma alıştırmaya çalıştıklarını da biliyorum. Sürekli suçluluk duygusu ile arabama binmek, rahat yaşamak ve yoksul çocuklarla göz göze gelmek. Bu çelişkiden kurtulmaya çalışmak kolay değil. Kolay değil suçluymuş gibi yaşamak, kadere bağlamak, ben de insanım, aynı koşullarda ben de olabilirdim, ama değilim demek. Hepimiz alıştırıldık işte, arkamızı dönüp kendi hayatlarımızı yaşamaya. Suriyeli mültecilerin deniz yoluyla kaçmaya çalışırken sürekli ölüleri kıyıya vuruyordu. Yarın gene, ertesi gün gene. Tüm dünya ile birlikte ben de bakıyordum. Beni hipnozdan çıkaran Aylan bebeğin kıyıdaki cansız bedeninin fotoğrafı olmuştu. Ben kalbimin derinliklerinden vurulmuştum işte o an. Aynı anda tüm dünya fark etmişti ölümü. Avrupalılar sokmamışlardı mültecileri kendi ülkelerine. Aylan bebek kafamın içindeki bu zırıltıyı daha çok ortaya çıkarmıştı. Bu gibi olayları duymak hiç Aylan bebeğin görüntüsü kadar etkilememişti beni. Böylesine acı bir sona doğru hangi aile bebeğiyle denize açılır. Demek ki son umuttu. Yalnızca hayatta kalabilmenin en son çaresiydi bu çürük tekneler. Aylan bebek kıyıya vurmuştu işte. Şimdi gözlerimin önünde ve hepimiz ortağız bu çaresizliğe. Kendime soruyorum. Ben bu yoksulluğun bu sefaletin ne kadarından sorumluyum? Ne yapmam gerekiyor. Artık görmemek duymamak istemiyorum. Yoksulluğun sefaletin sonlandırılması için benim duygularımın bir yararı yok. Daha fazla acımam bu insanları çaresizlikten ve yoksulluktan kurtarmıyor. Yeter artık diyerek haykırmak istiyorum. Ama nereye kime...Bütün ülkeyi kana bulayıp sonra da ölen insanları bize seyrettirenlere... Nasıl bir insanlıktır bu. Bu insanlık beni yaşama yabancılaştırdı. Demek ki kendine yabancılaşmak buymuş. Kabuğuma çekilmemin, sadece kendi yaşamımdan sorumlu olmanın ve olan biten her şeye kulaklarımı tıkamamın sebebi işte. İstemiyorum yoksulluğu, savaşı ve masum çocukların ölmesini… Kaynak ORWELL, George. Paris Ve Londra'da Beş Parasız. Çev. Berrak Göçer. İstanbul: Can Sanat Yayınları, 2015 sözcü gazetesi. aylan-bebegi-tasiyan-jandarma. 6 eylül 2015. Aylan bebeğin fotoğrafı
80
Defne Ceren Ergen 21602950 EDEBİYATIN GELİŞTİRİLMESİ Nezih Oktar’ın Denizin Tadı Tuzunda adlı şiir kitabı genel olarak bende bir yüzeysellik duygusu oluşturdu. Bir Egeli olarak gerçekten denizin, deniz kenarı kasabasının yerlisi oluşumdan dolayı bir utanç oluşturduğunu söylesem sanırım abartıyor olmam... Sadece genel hayatınızda rahatça, bir eliniz yağda bir eliniz balda bir halde, hayatınızın zorluğunun sadece gazetelerden okuduğunuz ve bunun çevresinde geliştirdiğiniz bir siyasi görüş ve sosyal hayatınızda aldatıldığınızı zannettiğiniz durumlar dışında oluşturmadığınız bir derinliği olmayan hislerden oluşan şiirlerden başka bir şey göremedim. Her insanın derdi kendine büyüktür. Başkalarına anlattıklarında da onlarda oluşan hislerin ve öfke ya da sevincin oluşmasını beklerler. Biri sizi bıraktığında, biri size ihanet ettiğinde, biri hislerinize karşılık verdiğinde çevrenizdeki herkesin sizinle oluşturduğu duyguları paylaşmasını beklersiniz. Bu gayet doğaldır. Bireyselcilerin bile çoğu bu genel hissi bulundurur içlerinde. En azından benim “hayat tecrübemde” hatta kendi içimde bile bunu yaşadığım çok olmuştur. Bir tutarsızlık da almış başını gidiyor. Aynı hayatta olduğu gibi. Bir şiirinde bulunan iktidara kötü şeyler söylerken, bir yandan da bireyselci yanını konuşturarak sevgilisinin onu aldatmasından dolayı oluşan üzüntüsünü belirtmiş. Ben pek bir şey anlayamadım. Pek bir duygu oluşturduğunu da, edebiyatın oluşturması gerektiğine inandığım, söylemem pek mümkün değil. Öyle hızlı bir biçimde okudum ki, sanırım kendi rekorumu kırmış oldum. Bende oluşturduğu yegane his yine şiirin kaybolduğu, insanların gerçek hislerden arındığı bir edebiyat oluşmakta olduğu hatta oluştuğu. Bunun nedenlerini daha fazla düşünmeye başladım bu kitap sayesinde. Eğitim, okutulan eserler ve sosyal çevre. Bunlardan kaynaklanan entellektüel ayrımlar da olayı daha farklı boyutlara taşıyor. Daha fazla konudan konuya atlamaktansa kitaba geri dönelim. Oktar’ın dili sanki oturup şiirlerinde de belirttiği gibi rakı masasında otururken dostlarıyla konuştuğu kısa cümlelerden oluşmuş gibi. Aklına gelen gelişigüzel cümlelerin birleşimi ve kafiyelerin de eklenmesiyle yazılmış birkaç şiirden ibaret. Eğer gerçekten elle tutulur ve gerçek duyguları içeren eserlerin oluşturulmasını istiyorsak, üstüne oturup daha fazla düşünülmeli, sadece entellektüel birikimlerden kaynaklı değil ancak hayatın çoğu yönüne değişik perspektiflerden bakılması gerektiğine inanıyorum. Edebiyat sadece günlük hayattan toplanacak duygular ve olaylardan kaynaklanmamalı, dile de dikkat edilmeli. Gündelik konuşmalardan oluşan değil, gündelik konuşmalardan bazılarını barındıran eserler üretilmeli. Buna gerçekten gönülden inanıyorum çünkü Oktar’ın karaladığı dörtlükler kimsede bir duygu, bir farkındalık oluşturacak yazılar değiller. Edebiyatın insanlarda farkındalık oluşturması, onları etkilemesi gerekir. Geçmişte yaşadıkları ya da hayal ettikleri yerlere götürmesi gerekir. Rakı masasında oturup lümpence düşüncelerini yazmaktansa tek bir duygunun oluşturduğu binlerce hayallerden bahsedilmeli. Ama elbette bu sürecin de biteceğine inanmak lazım. Çiçekler de baharda açar, kışın solar. Her zamanın bir geçişi vardır. Ancak akıntıya karşı çıkanların da olması vazgeçilmezdir. Geçmişte de bu böyle olagelmiştir. Bazılarınızın edebiyat özneldir dediğini duyar gibiyim. Buna tüm benliğimle katılıyorum. Bunlar da benim düşüncelerimdir. En azından Oktar’ın kitabı gibi kitaplar okuduğumda oluşan düşünceler. Böyle kitaplardan kaçınmak için elimden gelen her şeyi yaptım ve yapmaya devam edeceğim. Çünkü hatalarının (kendi gözümde) düzelmesi için eleştirilmeleri ve geliştirilmeleri gerektiğine inanıyorum. Gerçekten insanları etkileyen, topluma bir şeyler katan nesnelerden oluşur sanat. Tek bir insana değil sadece, öznel algılayışlarıyla binlerce kişiye dokunmalıdır. Ben bu kitabın öyle olabileceğine inanmadım. Bunlar da benim öznel görüşlerim. Umarım bu süreçten çıkar, günümüz yazarlarında bir farkındalık oluşturulabilir. Bunu yapacak olanlar da edebiyat ile derinden ilgilenen tarihine kendilerini adamış insanlardır. Kaynakça: - Nezih Oktar, Denizin Tadı Tuzunda, Etki Yayınları, 2015 - Resim: http://www.dr.com.tr/Kitap/Denizin-Tadi-Tuzunda/Nezih- Oktar/Edebiyat/Siir/Turk-Siiri/urunno=0000000642488
81
Ceren EĞİLLİ 21201889 TURK101-Section54 Vedat YAZICI KATIKSIZ AŞK Ortaokul zamanlarıma denk gelir Nazım Hikmet ile tanışmam.Babamın çok geniş bir kütüphanesi vardır.Sanırım üniversite yıllarından beridir biriktirdiği,özenle sakladığı kitaplar bunlar.O zamanlar en büyük zevkim her defasında yeni bir kitap keşfetmekti.Bir gün Nazım Hikmet kitapları ilgimi çekti.Elime Piraye’ye Mektuplar kitabını aldığımda ne doğru düzgün Nazım Hikmet’i tanıyordum ne de Piraye’nin kim olduğu hakkında bir fikre sahiptim.Nazım Hikmet’i biraz araştırınca ne büyük bir şair olduğunu keşfettim.Tam bir aşk adamı olduğunu gördüm.Sadece bir kez değil defalarcaaşık olmuş bir adam.Yazdıkları yüzünden başı belaya girmiş bir adam.Çok büyük aşklar yaşayan bir adam.Ama şüphesiz ki en büyük aşkı Piraye’yeydi.En güzel şiirlerini Piraye’ye adadı.Nazım Hikmet hapishaneye girdiğinde bu büyük aşk yine aşk dolu mektuplarla doludizgin devam etti. Bir kadın düşünün ki on üç yıl boyunca iki çocuğuyla sevdiği adamı sabırla bekleyen,sevmekten hiç vazgeçmeyen.Bir aşk düşünün,bir aşk ve birbirini deli gibi seven iki insan.Tek iletişim araçları bu mektuplar.Saf aşkı anlatan,dünyada sayılı yapıtlardan.Hatta bana göre bir başyapıt.Özlemi,kocaman bir özlemi anlatan mektuplar.Bu devirde birbirinden uzak ikiinsan iki ay bile ilişkilerini sürdürecek çabayı,özveriyi gösteremezken,koskoca on üç yıl.Sefalet içinde geçen on üç yıl…Nazım’ı hapishanedeyken ayakta tutan şey buydu belki de.Yazmak… Nazım Hikmet gibi bir adam ancak yazarak hayata tutunabilirdi zaten.Nazım hayatı boyunca çok kadın sevdi,onlarca şey yazdı bu kadınlara ama kendisinin de söylediği gibi Piraye’ye yazdığı mektuplar,bu mektuplara eklediği şiirler yazdıklarının en ustası değilse de en yalansızlarıdır.Yalansız,süssüz,sanatsız ama en sahici.Nasıl seviyorsa öyle.Sadece aşk mektupları olarak düşünmeyin bunları.Bir mahkûm ve çaresizliğini haykırışı her satırda.Özlemini,umutsuzluğunu,umudunu…Sadece güzel şeyler de söylemedi Piraye’ye bu mektuplarda.Gün geldi ve kendisini hapishanedeyken sık sık ziyarete gelen halasının kızı Münevver’e aşık oldu.Gururlu adamdı,bunu Piraye’ye kendisi söylemeliydi ve öyle de yaptı.Yine bir mektupla her şeyi itiraf etti Piraye’ye.Onca aşk mektubu,özlemin yakıp kavurduğu onca mektuptan sonra böyle bir mektup almak nasıldır kim bilir…Adına onca şiirler yazdığı kadını bir mektupla terk etmek peki?Piraye bozguna uğrar.Nazım pişman olur tabi sonra ve pişmanlığını da mektuplarla dile getirir.Gel der Piraye’ye.Gelmezse kendisini öldüreceğini söyleyecek kadar ileri götürür işi.Piraye dayanamaz ve gider.Her aşk gibi bu aşkın da sonu var elbet.Nazım Hikmet hapishanedeyken açlık grevi sırasında durumu kötüleşir ve hastaneye kaldırılır.Piraye yine yanındadır tabi.Ama hastaneye Münevver’in gelmesiyle Piraye orayı derhal terk eder ve bir daha birbirlerini asla görmezler… Piraye yıllarca kocasını sabırla,aşkla hep beklemiştir.Belki de bu aşkı efsane yapan da aralarındaki bu mesafelerdir.Sürekli özlemek ama söyleyemeyip bunu mektuplara dökmek.Bu aşk bu şekilde bitmeyi hak etmemiştir bana göre.Ama bize bu aşktan geriye öyle güzel mektuplar kaldı ki,insan Nazım’ın hapishanede olmasına biraz da sevinmeden edemiyor.Nazım Hikmet’le ve onun büyük aşkı Piraye’yle tanışmam böyle oldu işte.Ben şiiri bu kitapta mektuplara iliştirilen şiirler sayesinde sevdim ve Nazım Hikmet benim de şiir yazmama vesile oldu.O şiirleri okuduktan sonra şair olmamak ne mümkün zaten?Onun için Nazım Hikmet benim için gerçekten önemlidir ve ben aşkın nasıl bir şey olduğunu bu mektuplar sayesinde öğrendim.Öyle bir aşk ki ne mesafeler,ne kanunlar,ne başka insanlar engel olabilmiştir bana göre.Piraye Nazım’dan sonra bir daha evlenmemiştir ve ne olursa olsun adına böyle büyük bir şair tarafından böyle güzel şiirler,mektuplar yazıldığı için çok şanslıdır.Nazım’a gelince ona böyle şiirler yazdıran bir kadına sahip olabildiği için asıl büyük şansa sahip olan odur.
82
BİR UMUT Yer Arnavutluk’ta bir göçmen kampı ve aynı zamanda yüzbinlerce masum insanın savaştan kaçıp gitmek istediği yer. Belki sadece sıcak bir yemek için, belki sadece barınmak için ama kesin olan bir şey var ki bütün bu çabanın arkasında sadece kocaman bir umut ve o umutun arkasında ise barış ve huzur var. O zaman iki yaşında olan Agim Shala sadece o tel çitleri aşmakla yükümlü insanlardan biri değildi. O savaşın bizlere, aslında ülkelere ve o ülkelerin halklarına zararını göstermekle beraber, biz büyüklerin, çocukların hayatını yani, kendi ırkımızın geleceğini nasıl tehlikeye attığımızın bir göstergesiydi. Kendime bazen soruyorum biz ne yapıyoruz ? Ya da ben bu korkunç ve rahatsız edici olan olayları dünyamızdan silmek için ne yapıyorum ? Belki fazla kötümserim ama ne zaman televizyonu açsam, ne zaman gazete okusam kesinlikle yaşadığımız yüzyılın bu tür olaylara yakışmadığını ve ivedilikle son bulmalarını diliyorum. Sadece bir dilekte de bulunuyor olabilirim. Çünkü sizin de bildiğiniz üzere insanlık, yani bizler daima bir umudun arkasında yaşamaya alışmış durumdayız. Sürekli içinde bulunduğumuz bu tarz olayların bitmesi için çabalıyor, ya da sadece umuyoruz. Bu fotoğraf çekildigi zaman büyük ihtimalle küçük Agim’in olan bitenden haberi yoktu. İşin bir kötü ve üzülesi tarafı ise kuşkusuz onun ve onun gibilerin ailelerinin olan olaylardan ya da kaybedilen canlardan hiçbir şekilde bir bilgilerinin olmayışı. O anda muhtemelen sadece kendilerinin ve çocuklarının hayatını savaştan kurtardıkları için mutluydular. Başka bir deyişle, belki onlar umudun bir basamağının tırmanılmasının vermiş olduğu haz ve sevinçle yaşanan facianın boyutlarını görmekte zorluk çekiyorlardı ama bir umut sayesinde geleceklerine bakabiliyorlardı. Dünyanın hemen hemen her noktasında umudu bir tarafından yakalayabilmiş insanların Dünya’ya bakış açılarının diğerlerine kıyasla daha farklı ve aynı zamanda daha iyimser olduğunu görmemek için kör olmak gerekir. Fakat buna ne sebep oluyor ? Biz insanları, geçmişe ve diğer insanlara göre ne daha iyi hissettiriyor ? Bütün bu soruların cevabı “UMUT” denen o kelimenin altında yatıyor ve toplumlar o kelimenin vermiş olduğu rahatlama ve gevşeme haliyle kendilerini dış dünyadan bir nebze de olsun soyutlayabiliyorlar; ya da kendilerini öyle yapmış sanıyorlar. Bu, tüm insanlar arasında olan yanlış bir yargı olabilir. Çünkü toplumlar eğer kendi problemlerini kendi uğraşılarıyla çözebilirlerse, fikrimce, umudun getirmiş olduğu o rahat ama bir o kadarda geçici duygudan daha kalıcı bir rahatlığı ve huzuru ellerinde bulabilirler. Kim bilir ? Belki ben yanılıyorumdur. Tabii, insanın avuçlarının içinde ufacık da olsa bir umut barındırması hiç de kötü bir şey olmasa gerek. Milyonlarca insan o duyguyu tadabilmek veya tutunacak bir dal bulabilmek için günümüzün stresli, işyeri ve ev arasında kalmış ortamında çabalamakta ve kendini yormakta. Peki neden bunca insan bu duyguyu arıyor sorusunun bir cevabı var. O da kendi işimizi kendimizin yapamayacağı korkusu olmalı. Çünkü insan doğal olarak bir şeye tutunmak ve ona bağlanmak ister ve geri kalan tüm çalışmalarını da geri plana iterek kendisini bir kulvara sokma çabasıyla daha iyisini aramaya başlar. Tüm bu çaba ile birlikte elbette bir gün başarının, ya da başarısızlığın kapısını çalmak mümkün olacaktır ama mühim olan mesele, o kapıyı geç çalmamakta yatıyor. Aslında ne zaman bir umut bizim hayallerimizi süslese, kendimizi o anki durumumuzdan kurtarıp başka düşuncelere, hayallere kapılmamıza ve o anki durumu geçici bir süreliğine ortadan kaldırmamıza yardımcı oluyor. Oytun Ege AYTAÇ KAYNAKÇA Guzy, Carol. The Plight of Kosovo Refugees. 1999. Fotoğraf. Kosova- Arnavutluk Sınırı.
83
Tolga Talha YILDIZ TOPLUM VE MÜZİKAL Geçtiğimiz haftalarda Bilkent Müzikal Topluluğu’nun müzikal gösterisine katıldım. Hayatımda daha önceden canlı müzikal gösteri görmemiştim. Müzikale dair bilgim sadece izlediğim müzikal filmlerden elde ettiğim bilgi kadardı. Kısacası bu konuda fazla bir bilgim yoktu. Ama müzikali izledikten sonra sahne sanatları arasında en güzeli ve en zahmetlisinin müzikal olduğunu anladım. Çünkü müzikaller diğer sahne sanatlarından daha çok takım işi gerektiriyor. Mesela bir müzikal koro kendi içinde bir uyumludur, her birey korodaki diğer insanların ne yapacağını bilir ve kendi hareketini de elinden geldiğince yapmaya çalışır. Koronun dansına eşlik eden orkestrada da böyle bir ahenk gözlenir. Her orkestrada olduğu gibi müzik enstrümanlarının uyumu vardır. Bu uyumun sayesinde müzikalde mükemmeliğe yaklaşılır. Herkesin kendi üzerine düşen işi elinden geldiği kadarıyla yapması müzikal eserin ortaya çıkmasını sağlar. Müzikallerde de tiyatroda olduğu gibi anlatılan bir konu olur ama bu konu dans ve müzik çevresinde işlenir ve seyirciye sunulur. Benim gittiğim müzikalde birden fazla müzikalden alınmış parçalar vardı, müzikalin genel bir konusu yoktu ama her parçanın kendine ait bir konusu vardı. Mesela parçaların birinde bir genelevin polisler tarafından basılmasını anlatıyor. Devamında ise genelev çalışanlarının ve müşterilerinin genelevi bir yardım kuruluşu gibi göstermeye çalışarak durumu kurtarmalarından bahsediyor. Başka bir parça ise Amerika Birleşik Devletleri’nin kurucu başkanlarından Alexander Hamilton’ın hayatını anlatıyor. Ama ilk paragrafta da belirttiğim gibi bu parçaların başarı ile işlenmesi için müzikale katılan her bireyin birlik içinde hareket etmesi ve kendi sorumluluğunu yerine getirmesi lazımdır. Bu müzikal konsepti, hayatla benzerlikler bulundurmaktadır. Bir toplumun refah seviyesinin artmasını sağlamak için toplumu oluşturan her bireyin kendi sorumluluğunu yerine getirmesi buna bir örnektir. Belirli toplumsal fonksiyonların yerine getirilmesi için bireylerin takım işi yaparak işleri bölüşmesi de buna benzerdir. İsterseniz bu benzerlikleri biraz açalım. Mesela yaylı çalgıların telli çalgılarla uyumundan çıkan ses orkestranın bir kısmını oluşturur. Ama müzikaldeki müzik sadece bu iki grubun sentezinden oraya çıkmaz. Toplumda benzeri bir uyum herkesin birlikte çaba verdiği toplum kuruluşlarında gözlenir ve bu kuruluşlar toplum fonksiyonlarının bir kısmını oluşturur. Müzikal, orkestra ve koro gibi iki ayrı ögenin uyumundan ortaya çıkar. Toplumda ise toplumu oluşturan ögeler ikiden fazla olabilir. Mesela toplumu oluşturan her birey, bireylerin özel hayatı, toplum kuruluşları gibi kısaca söyleyebiliriz. İşte bütün müzikal ögelerin uyumundan muhteşem bir eser oluşur, toplumda ise ideal bir toplum ortaya çıkar. Herkesin kendi üzerine düşen görevi yerine getirmesi ve refah seviyesinin yükselmesinden bahsetmiştik. Peki bir bireyin görevi nedir, daha doğrusu bir ögenin görevi nedir? Çünkü toplumda ögeler daha önceden dediğimiz gibi sadece tekil bireylerden ibaret değildir, bireylerden oluşan kuruluşlar da birer ögedir. Bir ögenin görevi o ögenin hangi işte en iyi olduğuna göre belirlenir. Mesela bir bireyin özel konularda –enstrüman çalmak, bilimsel düşünmek gibi- bir yeteneği varsa o bireyin görevi yeteneğini kullanabileceği bir iştir. Müzikalde de öyle ya, insanlar kendi yeteneklerine göre iş bölümü yaparlar. Kurumlara ise belirli işlevi yerine getirebilmesine göre görev verilir. Mesela bir sağlık kuruluşu insanları barındırabilir, hastaları iyileştirebilir ve bu yüzden sağlık kuruluşu ünvanını almıştır. Orkestra, bir orkestranın gerektirdiği koşulları sağladığı için orkestra görevini üstlenmiştir. Sonuç olarak nasıl müzikalde bir görev dağılımı yapılıyorsa aynı şekilde toplumda da bir iş bölümü vardır. Müzikalin her bir ögesi kendi görevini yerine getirdiğinde eser mükemmelliğe yaklaştığı gibi toplumda da her bir öge kendi üzerine düşen sorumluluğu yerine getirdiğinde toplum da ideale yaklaşır. Umarım çoğu insan yakın zamanda bu basit mantığın farkına varır ve herkesin kazanması için kendi üzerine düşen görevi yapar.
84
İrem Aylin DURU KADIN OLMAK Kadının toplumdaki yeri nedir ve daha önemlisi ne olmalıdır? Bu soru tüm zamanların en çok tartışılan, üzerine milyarlarca kitap, makale yazılan konusu olsa da sanırım uygulaması sadece sözde kalan bir konu. Özel olarak konuşmak gerekirse ülkemizde kadının önemi ve erkeklerle eşit olması gerekliliği sadece 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Gününde hatırlanır ve daha ertesi gün olmadan tekrar unutulur. Bir kadın olarak üzülerek söyleyebilirim ki çoğumuz ne kendi haklarımızın, toplumda asıl olmamız gereken yerin tam olarak farkındayız ve oraya ulaşmak için çabalıyoruz ne de erkekler bizi orada görmek için istekli. Peki, istenmiyoruz diye bize yüzyıllardır dayatılan, erkeklerin –olmayan- üstünlüğünü kabul edip topluma mal edilmeye çalışılan eril düzene boyun mu eğmeliyiz? Cevap tabii ki kocaman bir hayır! İnsanoğlu başka hiçbir hayvanda olmayan ilginç bir kusura sahip: Dişisini hor görmek, ona zulmetmek... Kaynağını ta milattan önce, insanoğlunun tarımla tanışmasıyla fiziksel gücün avantaja dönüşmesinden aldığını tahmin ettiğim bu kusur maalesef modern çağda ve bu çağda yaşayan bazı evrimleşememiş akıllarda da mevcut. Erkekliğin ölçüsünün kadına yapılan eziyetin büyüklüğüyle orantılı olduğunu düşünen, kadının emeğini ve ömrünü sömüren ama bunun karşılığında ona saygı duymak yerine yaşamak, kişi dokunulmazlığı gibi temel haklarına dahi el uzatan bu zihniyet ne yazık ki aramızda ve kadınlarımızın hayatına karabasan gibi çökmeye devam ediyor. Biz, kadın olarak bu zulme ses çıkarmadıkça da bu zihniyetin her geçen gün daha ahlaksız ve kan donduran şekillerde daha çok hemcinsimize eziyet etmesi, hatta onları gözlerini bile kırpmadan katletmeyi sürdürmesi çok da şaşırtıcı olmayacaktır. Ancak kanserli hücrelerin sağlam vücudu tek bir organdan başlayarak ele geçirmesi gibi, kadına yapılanların önünde sonunda tüm toplumu etkileyeceği unutulmamalıdır. Olaya biraz derinlemesine yaklaşıp herkesin ilk öğretmeninin, kişiliğini oluştururken yanında bulunan rol modelinin annesi olduğunu gerçeğini göz önünde bulundurursak, sağlıklı bir toplum yapısı oluşturmak için kadının birey olarak özgür, güçlü ve toplumda en az erkek kadar saygın bir yerde olmasının gerekliliği aşikardır. Görevlerinden sadece birinin bile toplumu temelden değiştirebileceğini göz önüne serdiğimize göre, diğerlerini de layıkıyla icra edebilmesi için, kadını eğitmenin ve tüm haklarını kullanabildiği eşitlikçi bir ortamda yaşamasını sağlamanın o toplum için ne kadar elzem olduğu artık bizim için su götürmez bir gerçektir. Aynen Murathan Mungan’ın Güne Söylediklerim adlı eserindeki bir denemesinde ifade ettiği gibi: “…Türkiye doğusuyla, batısıyla, aslında kendisiyle barışacaksa, demokratik ve laik değerler esası üzerinde yükselen bir arada yaşama kültürü inşa edecekse, bu ancak köprüdeki kadınların çoğalmasıyla, toplumsal ve siyasal yaşama daha etkin katılımıyla mümkün olacaktır.”(83) Erkek hegemonyasının ortadan kalkması, kadınların sosyal hayatta daha fazla aktif olması için çok büyük bir adım olsa da, yıllardır süregelen eril bir düzenin içinde rüzgarın savurduğu kuru yaprak misali oradan oraya savrulan kadının da bu ezikliğini üzerinden atması, kendi sınırlarını zorlaması ve hayatın tüm alanlarında çabalayarak kendi yerini oluşturması en büyük çözüm olacaktır. Çok büyük bir ihtimalle bunu yaptığımızda bugüne kadar süregelen ve işlerine gelen düzeni bozduğumuz için, kölelerini, kaba ama durumu tüm çıplaklığıyla açıklayan bir tabirle, mallarını ellerinden aldığımız için başta belirttiğimiz zihniyet karşı çıkacaktır ama tarih boyunca bütün köklü değişiklikler sancılı olmuştur ve biz kadınlar bu yola baş koyarsak aşamayacağımız engel kalmayacaktır. Unutmamalıdır ki hiçbir şey baskılara boyun eğmek ve sabretmekten daha zor değildir. Şimdi karar verme zamanı: Ya toplumda gittikçe normalleşmeye başlayan kadına şiddet ve kötü muameleye karşı hak ettiğimiz yer için savaşırız ya da kendi hayatımızı başkasının kuklası olarak sürdürürüz. Kaynakça Mungan, Murathan. (2015). Güne Söylediklerim. İstanbul: Metis Yayınları.
85
ALTIN YÜREKLİ GÖRÜNMEZ İNSANLAR Bir insan tipi vardır, kimseyi kırmak istemez. Kibardır, anlayış göstermeye çalışır. Karşısındakini sinirlendirmeden, üzmeden tepkisini göstermeyi dener. İşte bence hayatta en çok yıpranan, en çok kahrı çeken bu insan tipidir. Üzerine çok gidilir. Nasıl olsa karşı koymak istemez denir. Hoşgörü göstermesi salaklık ibaresi olarak görülür, kötüye kullanılır. Bu benim çevremde gözlemlediğim bazen de kendimde hissettiğim durumdur. Betimlemem belki biraz eksik, belki biraz abartılı ama düşüncem bu yönde. Giorgio Bassani, Altın Gözlük’te sanki benim bu düşüncemi sözcüklerle resmetmiş gibi hissetim okurken. Doktor Fadigati sanki bu bahsettiğim insan tipinin bir portresiydi. Onun üzerinden geçen her bölümde, acaba bu sefer kabuğunun dışına çıkacak mı, acaba bu son damla mıydı diye heyecanlandım ama hep benim beklentilerimin aksine kendisi gibi olmaya devam etti. Homoseksüel kimliği alay konusu olduğunda sinirlenmedi, kimseyle tartışmadı; sevgilisi onu kullanıp bütün malvarlığını da yanında götürerek onu terk ettiğinde de sinirlenmedi, onu suçlamadı; insanlar onun dış görünüşüyle yargıladığında da ağzını açıp tek bir sert sözcük bile sarf etmedi. Yalnız ve kırılmış bir insan olarak dünyaya veda ettiğinde muhtemelen sadece kitabın geçtiği dönemde 20’li yaşlarında olan Giorgio Bassani tarafından hatırlandı. Bassani’nin anlattığı üzere “… bir kişiden gelebilecek iyi tek bir söz, sıcak bir bakış, içten bir gülüş için gerçekten her şeyi yapmaya hazırdı.”(Bassani, 33) ama ne yazık ki Fadigati’nin samimi ve yardımsever olmaya çalışması hep hüsranla sonuçlandı. Hak etmiş olduğuna inandığım takdirlerin hiçbirini de görmedi. Ama o doğru olduğuna inandığını uygulamaktan asla vazgeçmedi. İşte bazılarımız sert olamıyor ve bazılarımız da sert olamamayı seçiyor. Ama dışarıdan baktığımda ikisini ayırt edemiyorum ve doğal olarak ikisi de beni aynı oranda üzüyor. Bir nevi hak yenmesi durumu bu. Doğru ya da yanlış tarafta olması fark etmeksizin, karşılıklı kibarlık ve hoşgörü arayan bir insan kırılmış oluyor böyle durumlarda. Sanki iyi niyeti seçmek hayatta hep üzülen taraf olmaya denk gibi gözüküyor. Dünyanın bazı bölgelerinde iletişim düzeyi bunu kaldırabilecek toplumlar var. Doğru. Ama olmayanlar çoğunluğu ve dolayısıyla genel izlenimi oluşturuyor diye düşünüyorum. Diplomatik çözüm arayan bu insan tipinin sesi çoğunluğu oluşturan bu toplumlarda baskılanıyor ve sanki bu insanlar yalnızlığa, çaresizliğe kapılıyor gibi hissediyorum. İnsanlığı modern zamanda, modern toplumda bir arada tutan çimento karşılıklı saygı diye düşünüyorum. Eskiden sahip olduğumuzdan çok daha fazla düşünce akımına, ideolojiye, yaşam biçimine sahibiz insanlık olarak. Çeşitliliğin bir getirisi olarak da bunlar birbiriyle sürekli çatışma içerisinde. Muhtemelen insanlık tarihi boyunca çoğu ortaya atılan ve atıldıktan sonra da yanlış görülüp savaş açılan ve yok olan düşünce döngüsü şu an sahip olduğumuz kısmi saygı sayesinde bugün uzlaşım içinde varlığını sürdürebiliyor. Bu insan tipi saygı kavramını günlük hayatta uygulamaya çalışan bir örnek aynı zamanda. Evet çoğunlukla zarar görüyor, eziliyor bunu yapmaya çalışırken. Ama bir yandan da yeni fikirler, yeni bakış açıları ekiyor olmalı başka zihinlere çünkü varlığı hala gözlenebiliyor. İşte bu insanlar yılmadığı, kendini 1 Utku Türkbey yalnız olarak görmeye başlamadığı sürece insanlık üretmeye ve ürettiğini yaşatmaya devam edecek. Çoğunluğunu, bu hassasiyeti benliğiyle kavrayıp davranışlarıyla bütünleştiren kişilerin oluşturduğu bazı toplumlar söylediklerimin kanıtı niteliğindedir. Dönüşümün iletişimsel yönü olarak baktığımda bu uzlaşım becerisi, insanı üst insana taşıyacak köprü işlevi görebilir diye düşünüyorum. Üst insan derken kastettiğim, Nietzsche’nin tanımından bağımsız olarak: birbirini anlayabilen, karşısındakinin düşüncesine saygı göstermeyi bilen, tepkisini kibarca ortaya koyabilen, hoşgörü sahibi insandır. Başka birçok erdem bu üst insan tanımının altına eklenebilir ancak iletişim baz alındığında bu özellikler ön plana çıkmaktadır. Üst insana evrimle sürecinin en büyük destekçisi de bahsettiğim ve yazımın başlarında zayıflık olarak da gözüken ama değeri kavranamamış bu kibar, saygılı insan tipinin özelliklerinin toplumun geneli tarafından benimsenmesidir bence, bir Doktor Fadigati hoşgörüsüne sahip olmaktır. Altın yürekli bu insanlar ne zaman görünmez olmaktan çıkarsa işte o gün daha özgürce düşünebilir ve yaşayabiliriz. Kaynakça: Bassani, Giorgio. Altın Gözlük. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2016. Baskı. 2 Utku Türkbey
86
Oya Kaptanoğlu Bergama Müzesi, Tarihi Eserler ve Kültürel Miras Bir günlük kısa bir Berlin gezisinde ziyaret ettiğim Pergamonmuseum, yani Bergama Müzesi, bende çok büyük bir izlenim bıraktı. Müze küçük objelerden tapınak parçalarına kadar tarihin çeşitli dönemlerinden kalma bir çok eser barındırıyor. Bunların arasında Türkiye, Irak, İran, gibi birçok ülkeden taşınmış sunaklar, sur ve kapı parçaları, mihraplar, heykeler,günlük eşyalar sergileniyor. Arkeolojik alanları gezmeyi hep sevmişimdir. İştar Kapısı'nı, Milet Agora Kapısı'nı veya Mşatta Sarayı'nı görünce de hissetiğim hayranlık hiç de yabancı gelmiyor. Binlerce yıl öncenin imkanlarıyla inşa edilmiş muazzam eserler... Bunlar kim bilir kaç kişinin emeğiyle ortaya çıkmış yapılar. Ellerinde ne olanaklar vardı ki de bu seviyede, geçen binlerce yılı aşıp bize ulaşabilen bir projeye atıldılar? Kaç mimar tasarımından sorumluydu, kaç işçi bu kocaman taşları yonttu, kaç zanaatkar bu işlemelere tüm yeteneğini döktü? Peki onları canla başla çalışmaya iten neydi? Ailelerinin karnını doyurmak veya bir tanrıya hizmet etmek bir yana, geleceğe kendimizden bir şeyler bırakma, adımız unutulsa bile yaptıklarımızı çağlar sonrasına duyurma isteği insanlığın değişmeyen arzusu. Heykellerin, rölyeflerin arasından geçerken bu “sokak”tan benden çok önce geçmiş insanları hayal etmeye çalışıyorum. Onların yaşantıları nasıldı? Bir günlerini nasıl geçiriyorlardı? Benim onları düşündüğüm gibi, kendilerinden önce gelenler onların da akıllarını kurcalıyor muydu? Dünyanın bambaşka bir döneminde yaşamış olsalar da bizden gerçekten de çok mu farkılardı? Pek de sanmıyorum. Dünya ne kadar büyük bir hızla değişiyor olsa bile, insan doğası sabit kalıyor. İnsanlar gelip geçiyor, duygularını, davranış biçimlerini geleceğe aktarıyorlar. Bambaşka ortamlarda, bambaşka olaylar yaşıyor olabiliriz ama hissettiğimiz sevgi, öfke, üzüntü, umut, çaresizlik bizlerden yüzlerce, binlerce yıl önce yaşamlarını sürdürmüş insanlarla ortak noktamız. İnsanlığın bilgi birikimi günden güne, çağdan çağa artsa da her birimiz sıfırdan başlayarak yaşıyoruz. Geçmişin deneyimleri bize aktarılabiliyor olsa da hepimiz bunlarını kendimiz, bireysel olarak terkarlayacağız. Bizden önce gelenler gibi biz de yavaş yavaş adım atmayı öğreneceğiz, gelişeceğiz, hatalar yapacağız, aşık olacağız, fedakarlıklar yapacağız, bu dünyaya bir iz bırakmış olarak gözlerimizi kapayacağız. Bu sadece birinin çevresinin, yakınlarının hatırasında yer etmesi kadar küçük bir şey de olabilir, dünyayının işleyişini değiştiren, tarihe damgasını vuran kişilerin yaptıkları boyutta biz iz de olabilir. Günümüz insanının ne kadar değiştiği, dünyanın artık geri dönüşü olmayacak bir yolda ilerlediği gibi konular hakkında birçok şey duyuyoruz. Ama ben bu değişimin bize özgü olduğunu düşünmüyorum. Bizden önceki nesiller de teknolojinin hızla geliştiği dönemlere tanık oldular. Bizden önce hem iyi, hem korkunç yıllar yaşandı. Büyüklerimizin bizim yaptıklarımıza karşı olduğu gibi onların büyükleri de onları eleştiriyordu. Bunlar gayet doğal, sonuçta biz bu dönemin çocukları olarak doğup büyüdüğümüz, bize tanıdık olan bir dünyada yaşıyoruz. Bizler yaşlandığımızda da dünya başka bir hal alıyor olacak. Biz de çocuklarımızın, torunlarımızın alışkın olduğu fakat bize yabancı gelen özellikleri olan bir dünyada yaşıyor olacağız. Biz de onları eleştireceğiz, onlar da bize tepki verecek. Televizyona rağmen radyonun hala kullanılması gibi bir dönemi paylaşan farklı nesiller olacağız. Biz ve dedelerimiz gibi küçük ölçekte veya biz ve binlerce yıl öncesinin medeniyetleri gibi büyük ölçekte karşılaştırma yapılınca ortaya çıkan sonuç, ortam ve durumlar birbirinden alaksız olsun olmasın, insanoğlu hep aynı dürtülerle hareket ediyor olduğu. Konu ne kadar farklı olsa da hissettiklerimizi, içimizde uyanan duyguları geçmişin insanlarıyla paylaşıyoruz.
87
HAYATA HİÇ YUKARIDAN BAKTINIZ MI Bu eser sayesinde yazar Stefan Zweig ile oldukça hoş bir tanışmam oldu. Zweig, gerek yazım biçimiyle gerekse okuyucunun dünyasına aşılamak istedikleriyle bu kadar ünlü olmayı kesinlikle hak eden bir yazar. Hayatınızın kontrolünün size ait olmadığını, sadece bir video oyunu olduğunu ve kendinizin de sadece o oyundaki sıradan bir karakterden ibaret olduğunuzu hiç düşündünüz mü? Ben sık sık böyle düşünürüm. Eminim ki ara sıra siz de böyle düşünmüşsünüzdür. Eğer ki hiç böyle düşünmediyseniz lütfen bu yazıyı okurken kendi yaşamınızın kontrolünün, tıpkı bir video oyunundaki gibi, bir başkasının elinde olduğunu hayal edin. Hukuk ne için vardır sizce? Suçlulara cezasını vermek için mi? Peki ya vicdan, o ne için vardır? Kendi kendimizin öz denetimimizi sağlamak ve kötülükten kaçınmak için var olduğunu söyleyebiliriz sanırım. O halde her hakim, savcı ya da avukat vicdanlıdır diyebilir miyiz? Sanıyorum ki çoğu kişi bu soru için “hayır” cevabını verirdi. Demek istediğim şu ki, vicdanımız bize “doğru olanı” yapmamızı söylerken kanunlar ise bize “kanuna uygun olanı” yapmamızı söyleyebilir. Bizim için doğru olan şeyler her zaman kanunlara uygun olmayabilir ya da tam tersi kanunlara uygun olan şeyler bizim için her zaman doğru olmayabilir. Öykümüzdeki Bayan Henriette’i ele alalım. Bayan Henriette sadece iki saat öncesinde tanıştığı Fransız genç bir adam ile birlikte aynı günün akşamında sırra kadem basıyor. Bayan Henriette’in kocası ise bu durum karşısında hem üzüntüden hem de çaresizlikten küplere binerken çifti tanıyan ve onlar ile aynı pansiyonda kalan diğer insanlar ise Bayan Henriette hakkında hemen kötü fikirler ediniyorlar. Bayan Henriette’in, birlikte kaçtığı genç Fransız adam ile ilk defa bugün kaldıkları pansiyonda tanışmış olabileceğine inanmayıp, ikisinin uzun bir süredir beraber olduklarını ve hatta Bayan Henriette’in fahişe ruhlu bir kadın olduğunu iddia ediyorlar. Kitapta anlatılanları bu şekilde özetleyebilirim sanırım. Bu tarz olayları günümüzde azınlık bir kitle olağan karşılarken büyük bir çoğunluk ise bu tarz olaylar karşısında sert bir tutum sergileyip bu tarz olayların ahlak dışı olduğu konusunda hemfikirdirler. Bu eserdeki anlatıcımız ise insanların duyguları liderliğinde yaptığı davranışlar için yargılanmamaları gerektiği düşüncesini savunmakta. Yani benim deyimimle “hukukçu değil doğrucu” bir insan anlatıcımız. Anlatıcımız aşk gibi güçlü duyguların en uyumlu insanı bile baştan çıkarabileceğini dolayısıyla duygularına kapılan insanların her zaman mantıklı görüneni yapamayabileceğini savunuyor. Ben de kendimin anlatıcımızla benzer düşünce yapısına sahip bir insan olduğumu rahatlıkla söyleyebilirim. Çoğu zaman hırs, tutku, nefret, aşk, intikam gibi güçlü ve insanın kontrolünü elinden alan ve tıpkı bir video oyunundaki bir karaktermişizcesine davranmamıza sebep olan bu etmenlerin etkisindeyken yaptıklarıma sonrada pişman olsam da olmasam da diğer insanların bu tür davranışlarımı eleştirmesi çoğu zaman hiç ama hiç hoşuma gitmez. Bu genel geçer bir durum mudur bilmiyorum ama bu tarz duygular -özellikle de nefret duygusu- altındayken yaptıklarımın neredeyse hiçbirini sonradan hatırlayamıyorum. İnsan daha önce saydığım bu tarz duygular etkisindeyken tabiri caiz ise beyni adeta kendini inzivaya çeker ve davranışlarının sonucunda olabilecekleri düşünmeden fütursuzca hareket eder. Özetlemek gerekirse Stefan Zweig’in bu öyküsü doğru ile yanlışı, ahlaklı olan ile ahlak dışı olanı, iyi ile kötüyü, mantıklı ile mantıksızı ayırt ederken karşımıza çıkan ince çizgilerin iyi bir harmanı olmuş diyebilirim. Kaynakça: Zweig S., (2015), Bir Kadının Yaşamından Yirmi Dört Saat, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınlar Mert AYDIN
88
Beliz SUNSAL Geçmişin Işığıyla Geleceği Aydınlatmak Tarih… Çoğumuzun daha T’sini duyduğunda irkildiği, öğrenmekten kaçtığı “ders”. Aslına bakarsak ezberci eğitim yüzünden ders olarak gördüğümüz bu kavram bizim hayatımızın, varoluş sebebimizin ta kendisi. Maalesef okul hayatımız boyunca-çoğu bilgiyi ilk kez duyduğumuz, tanımaya başladığımız yerde- tarih tabulara dayatılarak, kalıplara sokularak öğretilmeye çalışıldığından bizler için sevilesi değil kaçılası olmuştur. Sokağa çıkıp rastgele üç beş insana tarihi bir konu hakkında bir şey sorsanız, tarihe özel ilgileri yoksa büyük ihtimalle doğru bir cevap veremezler ya da sadece ezbere girmiş birkaç yılı söyleyebilirler. Kulağa ne kadar da acı geliyor değil mi? Bu kadar şanlı, kutsal, şerefli bir geçmişe sahip olmamıza rağmen ona yabancı uzak büyüyoruz. Hemen aklınızda “Okulda öğrenemiyorlarsa, dışarıda kendileri okuyarak, araştırarak öğrensinler!” cümlesi canlanabilir. Ne yazık ki; okulda içinizde bu konu hakkında bir sevgi uyanmazsa, ilgi çekici bir nokta yakalayamazsanız dediklerinizi yapmak pek de mümkün olmuyor. Sonuç olarak geçmişi bilmeyen ve bu nedenle sebep-sonuç ilişkisini kuramayan, sorgulamayan bir nesil yetişiyor. Kısacası insanlık yozlaşıyor ve bu yozlaşma sadece tek bir kuşakla sınırlı kalmayıp etkisini arttırarak diğer nesillere de aktarılıyor. Böylece tarih de yaşanan olaylar da unutulmaya yüz tutuyor. Şimdi bir dakikalığına her şeyin farklı olduğun düşünün! Alternatif bir tarih eğitiminin var olduğunu ve uygulandığını hayal edin. İşe yarar mı sizce? Bence yarar! Sunay Akın’ın Nihat Sırdar’ la birlikte sahneye çıktığı “Sivrisinek Dedin de Aklıma Geldi” adlı gösteride daha da iyi anladım. Sunay Akın sahip olduğu tarihi bilgileri öylesine yaşayarak ve ilgi çekici noktalarından yakalayarak anlattı ki benim için hep kaçılası olan tarih bir anda ilgi çekici olmaya başlamıştı. Atatürk’ün, o dönemdeki askerlerin ve milli mücadelede önemli yere sahip kişilerin hayatlarından öylesine anlamlı kesitler anlattı ki; daha önce duysam tarihle bağdaştıramayacağım şeyler benim için bir anda tarihin kendisi oluvermişti. Çünkü ilk defa tarih bir kalıba sokulmaya çalışılmamıştı. Gösteriden çıktıktan sonra sorgulamaya başlamıştım ben de bu sistemi ve ilk defa o gün kendim gerçekten isteyerek okumak için tarih kitabı araştırmıştım. Öğretmenlerimin bana on iki yılda öğretemediği bilgileri, aşılayamadığı tarih sevgisini bana Sunay Akın vermişti. Sahip olduğumuz bilgileri geliştirecek, içimizdeki duyguları yeşertecek de ezber değil gerçekten öğrenme ve anlamaymış. Öğrencilerin gözünü korkutarak “Gelecek ders şu sayfalardan sözlünüz var.”, “Sınavda şu üniteler çıkacak.” demek öğrenciyi ezbere yöneltmekten başka bir işe yaramıyor maalesef. Olayları ilgi çekici yönünden yakalayarak anlatmak ya da başka alternatifler denemek daha başarılı olabilir. Bu alternatifler arasına şu an okulumuzda verilen tarih dersi de örnek gösterilebilir çünkü o derste de kalıplaşmış bilgileri vermek yerine öğrencinin bilgiyi araştırarak gerçek bir öğrenme sağlanması amaçlanıyor. Görüldüğü üzere, gerçekten öğretmeyi amaçlayan ve ilgi uyandırabilen her girişim; ezbere dayalı, kalıplaşmış bilgilerden daha başarılı olmuştur en azından ben ve aynı görüşe sahip olduğum birkaç kişi için. Belki ben de böyle bir gösteriye gitmeseydim ya da bu okulda tarih dersi alma şansım olmasaydı, ülkemizdeki tarih eğitimi ve öğretiminde doğru bilinen yanlışları fark edemeyecektim. Fakat şu an kendimi az da olsa şanslı hissediyorum yirmi yaşımda da olsa daha geç olmadan birileri bana tarihi başka bir bakış açısıyla tanıttı. Mutluyum çünkü artık tarihi ezberlemeden, nedenini ve nasılını anlayarak öğrenebiliyorum. Heyecanlıyım çünkü artık ben de öğrendiğim bilgileri benden sonraki nesillere aynı tutkuyla aktarabileceğim. En önemlisi umutluyum çünkü azda olsa tarihi sadece sınavda sormak ve bir şeyleri ezberletmek için değil geçmişe ışık tutarak geleceğimizi aydınlatmak için uğraşan insanlar var. Umarım bir gün hepiniz tarihi gerçekten öğrenmenize ve anlamanıza yardımcı olarak geleceğinizi aydınlatan insanlarla karşılaşırsınız. Kaynakça “Sivrisinek Dedin de Aklıma Geldi” Sunay Akın, Nihat Sırdar. İzmir Kültürpark Açıkhava Tiyatrosu. İzmir. 7 Eylül 2016.
89
H. Merve Arslan 21302346 HAYALİ MELEK Contrast/ Guillaume Provost Hayali arkadaşlar... Yaptığınız yanlış seçimlere ve hatalara bakmaksızın sizi severler. Bilmiş gibi konuşmak yerine bir adım atmanıza yardım ederler. Çoğu insanın hayatlarının yarattığı baskı ve korkudan kaçmak için seçtiği yegane yoldur hayali arkadaş yaratmak. Bazen yalnızlıktan saklanmak için yaratır insanlar hayali arkadaşlarını, kimi zaman da başa çıkamayacağı bir görevde yardımcı olsunlar diye çağırırlar onları yokluktan dünyamıza. Contrast da böyle bir hayali arkadaşın hikayesini anlatan bir oyundur. Küçük yaşta bir kızın hayatın omzuna yüklediği onca derdi paylaşmak için yarattığı hayali arkadaşın, onun hayatını nasıl da düzene soktuğunu anlatır. 1920’lerde geçen hikaye Didi isimli, annesiyle yaşayan bir kızın annesiyle az zaman geçirmesi ve babasız büyümesi gibi sıkıntılarıyla başa çıkabilmek amaçlı yarattığı Dawn isimli arkadaşının sıra dışı yeteneklerini fark etmesiyle başlar. -Oyunda Dawn’ı biz canlandırıyoruz ve Didi de bizden ne istediğini söylüyor.- Bu hayali arkadaş insanlar gibi üç boyutlu olduğu zaman başkaları tarafından görülemiyor fakat istediği zaman da diğerleri gibi iki boyutlu bir gölge olup Didi'nin dünyasındaki insanlar gibi görünür, normal birisine dönüşebiliyor. Hikayenin başlarında parçalanan dünyalarında babasını bulması için Didi'ye yardım eden Dawn hikayenin ileriki safhalarında öyle şeyler yaşar ki bu evrenin Didi'nin hayal gücünden başka bir şey olmadığını anlar. Bu oyunu bitirdiğimde bunalımda olan küçük bir kızın hayalleri olarak görsem de sonra saklanmış olan bir mesaj dikkatimi çekti. Ya biz de birer hayali arkadaşsak? Nasıl bilebiliriz ki bu dünyaya başka bir çocuğu mutlu etmek, dertlerine ortak olmak için gelip gelmediğimizi? Normal bir hayat yaşadığımızı düşünmemizin tek sebebinin o çocuğun daha farkına varmamış olmamız mümkün değil mi? Belki de hepimiz başkalarının şans melekleriyizdir. Yoldan geçerken ona çarpıp gideceği yere birkaç saniye geç gitmesini sağlayıp onu ölümden kurtarmak için yaratılmışızdır. Belki de insanlığa olan inancını kaybetmiş birisine uzatacağınız bir şekerle onu tekrar hayata kazandırmak için var olmuşuzdur. İnsan olduğumuza inanmamızın tek nedeni o çocuğun insan gibi davranan bir arkadaşa ihtiyaç duyması olabilir. Nasıl emin olabiliriz ki yaşadığımız dünyaya başrol için geldiğimizden? Belki de hikayenin bir yerinde ortaya çıkan basit bir yardımcı roldür bizimkisi. Arka plan boş kalmasın diye sokakları doldurmak için bile dünyaya gelmiş olabiliriz bir başkasının hayali arkadaşıyla ortak dünyasına. Bu anlattıklarımın doğru olmadığını kanıtlayamayacağımız gibi doğruluğunu desteleyecek birçok anımız vardır hepimizin. Eminim ki hayatınızda tanımasanız da sevdiğiniz birileri vardır. Bir otobüste hiçbir neden yokken sohbet edip sıkılmasına engel olduğunuz kişiler ya da paraya ihtiyacı olduğu zaman, bir daha karşılaşmayacağınız ve parayı size geri ödeyemeyeceği halde düşünmeden paranızı verdiğiniz birileri… O an sahne sizin gibidir. Kamera size dönmüş o bir hareketi yapmanızı bekler. O parayı uzatıp, konuşmayı başlatıp başrol oyuncusuyla, var olmanızın nedenine yardım etmeniz ile kendinizi önemli hissedersiniz. O andan sonra kamera onunla kalır ve siz de sıradan hayatınızı yaşamaya devam edersiniz. Bir ömür o sahneyi hatırlarsınız, hep gözünüzün önünde. Belki de o sizin yaradılış amacınızdır. Bulmacalar ve aksiyonla dolu olan bu oyun 20’li yılları seven insanlar için mükemmeldir. Müzikleri, çizgileri, duruşları bile sizi o zamana çeker ve içinden çıkılması imkansız bir tuzak gibi orada tutar. Fakat başka bir insan için var olmaktan korkuyorsanız oynamanızı tavsiye etmem. Çünkü bir şeyleri daha net görebilmek, gerçekleri fark etmek her zaman iyi bir şey değildir.
90
Selen KÜRKÇÜOĞLU 21502692 İmdat Polis! Bir süredir ekranlarda polisiye dizilerin fazlasıyla arttığını fark ettim. İzlenme oranlarının oldukça yüksek olması, insanların da beğenerek bu yapımları takip ettiğini gösteriyor. Ne yazık ki ben kendimi bu cenah içerisinde göremiyorum. Yaşadığım olaylar yüzünden psikolojim öyle bir noktaya geldi ki polislere iyi düşüncelerle bakamıyorum. Gerek Gezi Parkı sürecinde yaşananlar, gerek sonrasında medyana gelen katliamlar polislerin bendeki yerini fazlasıyla değiştirdi. Bu sebepten annemin bana zorla okutmaya çalıştığı polisiye romanı okumak tam bir işkenceydi. Ahmet Ümit’in kaleme aldığı “Beyoğlu’nun En güzel Abisi”, Nevzat Komiser’in çözmeye çalıştığı bir cinayeti konu alıyor. Tıpkı dizilerdeki gibi iyi bir polis Nevzat. İşini layıkıyla yapıp, onurlu bir şekilde yaşıyor. Ancak konu polisler olunca bu durum bana artık hiç inandırıcı gelmiyor. Kendimde oluşan bu ön yargılar beni fazlasıyla rahatsız etmekte. Gerçekten onlara karşı olan fikirlerim değişsin istiyorum ancak izlediğim her haber ya da gördüğüm her olay polislere karşı olan öfkemi daha da bilemiş oluyor. Özellikle son yıllarda polis kavramının iyice yozlaştığını düşünüyorum. Küçükken polis demek benim için güven demekti. Duyduğum her polis telsizi beni mutlu ederdi. Başıma hiçbir şey gelmez, felaketler beni burada bulamaz derdim. O üniformaların içinde hep kendimi hayal ederdim. Şimdi ise tam tersi bir yerdeyim. Polislerin de benden haz etmediğine eminim. Artık onları görmek bile sinirimi bozabiliyor. Acaba saldıracaklar mı, acaba beni de gözaltına alacaklar mı diye kendimi yiyip bitiriyorum. Önlerinden geçerken hep başımı eğiyor, onların gözlerine bakamıyorum. Artık polislere güvenemiyorum. Elbette hepsi çok kötü diyemem ama benim zihnimde polis kavramını o kadar karaladılar ki olumsuz düşüncelerime engel olamıyorum. Hiçbir meslek üzerinden insana kin duyulur mu, demeyin ne yazık ki ben duyuyorum ve ne yazık ki artık polis olmanın siyasi bir anlam teşkil ettiğini düşünüyorum. Eskiden bana göre insan istediği her mesleği icra edebilirdi. Arkasında hiçbir anlam aramazdım. Ancak Selen KÜRKÇÜOĞLU 21502692 bugün gelinen noktada tam tersini savunuyorum. Belirli meslek gruplarının belirli insanlara hizmet ettiğini düşünüyorum. Bu yargım da tecrübe ettiğim olaylar sonunda oluştu. Örneğin ben polis akademisine asla alınamayacağımı biliyorum. Gerek siyasi görüşüm, gerek duygu ve düşüncelerim hatta okuduğum kitaplar bile etkilemekte bu durumu. Hal böyle olunca polis olmanın arkasında da bir neden arıyorum. Ayrıca toplumda bu kadar kötü bir etki bırakırken hala polis olmayı istemenin bir sebebi olmalı. Sonuçta neredeyse toplumun yüzde ellisini karşısına almak demek. Elbette bu fedakarlıkların bir karşılığı olması gerek. Polislere karşı tutumum aslında Türkiye’nin de bir fotoğrafı . İçinde bulunduğumuz bu kaos durumunun çarpıcı bir örneği hatta. Bir taraf bu cenaha küfürler ederken, kin ve nefretle bakarken, hatta görünce yüzüne tükürürken diğer taraf polisleri el üstünde tutuyor. İşte, Türkiye’nin iki kutbu. “Peki, gerçekten kim haklı?” diye sormayın, objektif olamam. Elbette onlar da emir kulu diyebilirsiniz ama ben bir yorum yapamam. Sadece sizlerle aynı fikirde olmadığımı söyleyebilirim. Artık öyle bir noktaya gelindi ki emirleri uyguluyorlar diye düşünemiyorum. Çünkü onların yerine kendimi koyunca ben asla böyle bir düzene tamam demezdim diyorum. Ya ayrılır ya istifa eder ya baş kaldırırdım, kendimi biliyorum. Çünkü onurlu bir yaşam sadece içimdeki duygularla sınırlı değil, ben çevremdeki insanlara karşı da onurlu bir çerçeve çizmeliyim. Kendi içimde melek gibi olup, dışarıdakilere hayatı cehennem ediyorsam ne anlamı kalır iyiliğin, güzelliğin. Selen KÜRKÇÜOĞLU 21502692 KAYNAKÇA Ümit, A. (2015). Beyoğlu'nun En Güzel Abisi. İstanbul: Everest Yayınları.
91
İDEALLERİ UĞRUNA ÖKSÜREN ÇOCUKLAR / ALİ YASİN VERGİLİ Kitaptan ve bende bıraktığı etkiden söz etmeden önce Emrah Serbes'ten bahsetmek gerektiğini düşünüyorum. Onun kitaplarındaki ergenler ve o ergenlerin çevreyle uyumu ve ya uyumsuzluğu, ilişkileri çok gerçekçi bir biçimde ele alınıyor. Bu kitabı okumamda daha doğrusu Emrah Serbes okumamdaki en büyük etken bu 'kendi ergenliğimizi' elimizdeki kitaba serili bir şekilde bulma isteğim. Her türlü duyguyu doruklarda yaşadığımız o günleri anımsattı bana yazar başkahramanı Çağlar İyice ile. Deliduman'a gelecek olursak, eseri yine bir ergen olan Çağlar İyice'den, onun ağzından dinliyoruz. Kardeşi Çiğdem'i ve ona duyduğu aşkı, arkadaşı Mikrop Cengizi, Tc Sinem Uzun'u, güzel sesini hafızasından atamadığı eski sevgilisini, her şeyi ama her şeyi ondan dinliyoruz biz. Çağlar İyice konuşur, biz dinleriz 'reis'. Dikkatimi çeken konulardan biri de, hatta belki de kitabın üzerine kurulmuş olduğu konulardan biri olan Çağlar'ın kız kardeşine duyduğu 'ağbi' aşkıydı. Onun sahip olmadığı özellikleri ona bahşetme durumu. Bu, eşine rastlanmaz, çok büyük bir sevgi. Belki de iki kardeşin babadan uzak yaşamaya zorunda kalmalarına bağlı bir durum. Ve ya Çağlar'ın da dediği gibi 'tamamen freudyen bir yaklaşım'. Her şeyi bilir Çağlar İyice, her şeyi bilir çünkü 17 yaşındadır o. Belediyenin işleri ondan sorulur, siyasetten anlar, Freud bilir, tam bir klasik ergendir o. Burda kitaba getirilen genel bir eleştiriye değinmek istiyorum: "Emrah Serbes aforizma kasmaya çalışmış." Öncelikle şu ayrıma iyi varılmalı, Emrah Serbes mi yoksa Çağlar İyice midir büyük büyük konuşan ve her şeyden emin olan? Tekrar etmek gerekirse romanın başından sonuna konuşan kişi Çağlar İyice'dir ve bu eleştiriyi getiren insanlara önerim kitabı bir daha okusunlar ve bu gözle okusunlar. Böylelikle aforizma kasmaya çalışanın yazar değil, ergenliğini dorukta yaşayan bir çocuk olduğunu görecekler. Babasının evden uzak oluşu Çağlar İyice'ye onun yaşında hiç de gerekmeyen bir rol vermiştir. 'Evin erkeği' olmak. Annesi depresyondadır. Çağlar'ın kardeşi küçük, babası uzakta. Çağlar üstlenmek ister bu sorumluluğu, 'eve reislik etmeyi'. Annesiyle çatışır bol bol çünkü Çiğdem ve hayalleri kendisine emanettir, nitekim bu uğurda her şeyi göze de alır. Hiç sevmediği bir yarışmaya başvurur, kardeşi için hiç sevmediği dayısından ricalarda bulunur, hayal kırıklığının vermiş olduğu öfkeyle kendisinin üç katı adamlara rest çeker, kardeşini sosyal medyada duyurmak için denemediği yol kalmaz, onun için derin bir korkunun, hiç yaşanmamış bir tecrübenin ortasına atlar: Gezi Parkı'na. Son kısımlarda biraz Gezi'ye değinir yazar. Gezi'nin renkliliğine, içinde ve ya dışındaki tartışmalara, çatışmalara değinir. Çağlar İyice kardeşini aramaktadır. Önce babasını bulur hesap sorar sonra kardeşini bulur ve Mikrop'tan hesap sorar. Bir otele sığınırlar ve dışarıda kıyamet kopmaktadır Mikrop ve Cengiz iki romantik ergen dayanamazlar ve atarlar kendilerini sokağın ortasına, atmalıdırlar da. Bir yandan “iktidarla” çatışırlar bir yandan da birbirleriyle Çiğdem'e olan sevgilerini yarıştırırlar. Gururludur ikisi de "Tek başıma da kalsam, dünyanın bütün hükümetleri ve onlara oy verenler bana karşı da olsa, dünyanın bütün hükümetlerine karşı ayaklananlar ve onlara destek verenler bana karşı da olsa; bütün dünya, yedi milyar küsur insan tek tek bana karşı da olsa..." diyeceklerdir. Derler de hatta kalabalık bir polis ordusundan dayak yerken tekrar ederler bu sözcükleri, bu sözcükler onların iç monologlarıdır artık. Gecenin tüm dinginliğini acı çığlıklarıyla her gece 4'te bozan martılara ve Çağlar İyice'ye selam olsun. Kaynak Serbes, Emrah. Deliduman . İstanbul: İletişim Yayınları, 2014
92
AZINLIĞIN ZENGİNLİĞİ Eşitsizlik hayatın her alanında küçük varlıkları yutan korkunç bir canavardır. Bu canavarı oluşturan etmenlerden en büyüğü ise kuşkusuz paradır. Dünya üzerindeki servetin yüzde kırklık kısmına sadece yüzde birlik kısmın hakim olması, hiç şüphe yok ki herkes için korkutucudur. Arada böyle bir uçurum varken hala bir kısım insanın eşitliğin olduğunu düşünmesi trajikomik bir hal alır. Örneğin aynı sınıfta okuyan, aynı zeka seviyesine, aynı hırsa sahip iki çocuk düşünelim. Bu iki çocuktan birinin ailesi bahsettiğimiz yüzde birlik kısımda olursa iyi bir iş bulabilme ihtimali diğerine göre onlarca kat artacaktır. Peki diğer çocuk ailesinin geliri düşük diye canavar tarafından yutulmaya mahkum mudur? Mevcut kapitalist düzende cevap ne yazık ki evet oluyor. Sanayi Devrimi ile son haline bürünen kapitalizmin dünya üzerinde artık geçerli bir sistem olmadığı çok açıktır. Hiçbir zaman insana ve hayata değer veren bir düzen olmamasına rağmen bugüne kadar zengin kesim tarafından muhafaza edilebilmiştir. Ancak yirminci ve on dokuzuncu yüzyıllardaki savaşlar ile sonun başlangıcına gelmiştir. Günümüzde savaşlar şekil değiştirmiş olsa da, Ortadoğu coğrafyasındaki kanın sorumlusu, son üç yüzyıldır olduğu gibi kapitalizmdir. Şu ana kadar aklımıza sadece bireyler arasındaki farklar gelmiş olabilir. Fakat patronun işçiyi sömürdüğü gibi büyük devletler de yıllar boyunca küçük devletleri, hatta yeri geldiğinde bütün bir kıtayı sömürmüştür. Hatta günümüz kapitalist şirketlerinin temelinin atıldığı ilk dönemlerde, devletlerden önce şirketler başka topraklardaki ekonomik kaynakları kullanabilmek için ordular hazırlardı. İngilizlerin Hindistan’ı işgali de bunun örneklerinden biridir. Tabii ki yıllar içinde sömürü şekli ve büyüklüğü de değişmiştir. Bunun en büyük örneklerinden biri kuşkusuz Afrika olacaktır. Yıllarca kapitalist devletlerin sömürüsüne ve eziyetlerine maruz kalan Afrika günümüzde hala toparlanabilmiş değildir. Yer altı kaynakları yüzünden toprakları işgale uğrayan, insanları köle edilen Afrika halklarının hali, kuşkusuz kapitalizmin en karanlık yüzünü göstermektedir. Hal böyle olmasına rağmen Ortadoğu’da son nefesini vermekte olan kapitalist sistemi savunmak için bazı destekçileri, “yoksulların sefaletten kurtulması için zenginlerin daha zengin olması gerekir” gibi argümanlar kullanmaktadır. Yıllarca bütün zenginliği elinde toplayan bir grubun daha da zenginleşmesi nasıl bir farklılık doğurabilir diye bir düşünmek gerekir. Şunu unutmamak gerekir ki kapitalizm de feodalizm gibi insanlığın geçmekte olduğu bir dönemdir. Bunu insanlığın kaderi olarak görmek ve koşulsuz kabul etmek çok yanlış olacaktır. İnsanların farkındalıkları eski çağlara göre inanılmaz seviyelerde ve artmaya devam ediyor. Hal böyleyken devletler politikalarını halkın istek ve arzularına göre belirlemek zorunda kalıyor. Kendi halkını gözetmeyen devletlerde ise doğal olarak çözülmeler başlıyor. Böyle bir çağda devletlerin sağlaması gereken en önemli şeylerden biri özgürlük ve eşitlik haline geliyor. İskandinav ülkeleri özellikle sosyal devlet konusunda oldukça ileriye gidiyor ve çıtayı yükseğe taşıyorlar. Bütün vatandaşlarının haklarını gözetirken, zengin kesim ile daha fakir kesim arasındaki uçurumu küçültmek için çalışmalar yapılıyor. Sonuç olarak insanlığı yaşayan bir organizma olarak görmeli ve tıpkı ergenlik veya çocukluk gibi kapitalizmin de geçilmesi gereken bir dönem olduğunun farkına varmalıyız. Zenginliği, gücü, parayı değil eşitliği, özgürlüğü ve mutluluğu ön plana çıkarmalı, insanların hayatlarını belirlerken aileleri yüzünden geride kalmalarını veya aileleri sayesinde ilerlemelerini engelleyici çözümler bulmalıyız. Devletleri ve politikaları yöneten tek bir padişah olmadığını unutmamalı ve her birey gibi bu konuda üzerimize düşeni yapmaktan kaçınmamalıyız. Çünkü önemli olan ergenliği atlatmak değil, ergenliği nasıl atlattığımızdır. Andaç Dölek 21602171
93
Dilara Özyön ÇEKME O TUĞLAYI EMRAH ABİ Deliduman… Deliyürek benzeri bir kelime, anlamı da aşağı yukarı aynı, delikanlı, hayta. Delidumanların ortak özellikleri birdenbire ortalığı kaplayıp, kısa bir süre sonra görüntüden kaybolmalarıdır. Emrah Serbes de aslında deliduman bir adam. Biz onu öyle bir kitapla tanıdık ki, bundan sonra ne yapsa olay olur, adam asi, adam işini biliyor dedik. Her Temas İz Bırakır mı peki Emrah Abi? Demek ki neymiş, her temasın iz bırakamıyormuş okuyucunun üzerinde. Keşke Behzat Ç.’nle kalsaydın aklımızda. Emrah Serbes’ in 2014 yılında piyasaya sürdüğü Deliduman’ı iki haftalık tatilimde okuma fırsatı buldum. Beklentim o kadar yüksekti ki belki de bu nedenle, bende çok derin izler bırakamadı bu kitap. Aslında akıcı üslubu olan bir yazar kendileri, fakat akıcılık her şey demek değil. Mantıklı, ilgi çekici bir kurgu oluşturamadıktan sonra akıcılığın da, üslubun da, o güzel güzel sözlerin de boşa gidiyor. Adam öyle bir kitap yazmış ki; devlete, siyasete, insanlara olan sinirini sanki benden çıkarıyormuş gibi hissettim okurken. Bazen “lan ben sana ne yaptım” dediğim oldu. Üstüne bir de kitap günlerce okunamadı tarafımdan, yarısından sonra artık bitse de kurtulsam dedim. Çünkü kitap kendini tekrar etmeye başladı. Gezi de gezi, gezi de gezi… Yemin ederim insanı her şeyden soğutuyorlar. İnsanlar o kötü günleri unutmasın, ölen insanları unutmasın ama bu şekilde insanı bezdirerek de hatırlatmayın arkadaşım bu olayları. Sanki yazar kafasından uydurmuş Gezi diye bir olay, onu anlatıyor gibi geldi. Bir an böyle bir olay mı olmuştu diye şüpheye bile düştüm. Çok kışkırtıcı bir kitap olmuş, Gezi olayının tamamen kötü yanlarını anlatmış ve hep çok uçlarda yaşayan insanları destekler bir hali vardı. Gezi olayında hepimizin yüreği yandı, hepimiz sokaklara döküldük çünkü insanlar öldü ve hem ruhen hem fiziksel açıdan yaralandık, bir halk olduğumuzu bir toplum olduğumuzu hatırladık, dükkanına yani ekmek teknesine zarar gelen insanlar da oldu. Bunları kimse unutamaz. Gezi olayını herkes bir şekilde destekledi bir açıdan bile olsa. Ama bu kitapta yazar insanları kışkırtmak ve tekrar aynı acıların yaşanmasını ister gibi bence çok ağır hatta yersiz olan bir tavır takınmış. Bu kitapla ilgili, beni en rahatsız eden durum bu oldu. Hatta kitabı almaya bir arkadaşım ile gittim ve bana “alma çok sıkıcı, mantıksız bir kitap” dedi. Ben Emrah Serbes’ in kötü yazabileceğine inanmayıp aldım ve inatla bitirdim. Tabii ki her kitap okunmalı, her kitap insana bir şeyler katar, her zaman bunu söylemişimdir. Ama gerçekten yazar nasıl minaresine kılıf hazırlamış onu gördüm. Yani demek istediğim, bu adam bu kitabı resmen hıncını çıkarmak için yazmış ve kılıf olarak da öyle saçma öyle mantıksız bir kurgu yaratmış ki kapakta Emrah Serbes yazmasa inanmam bu kitabı onun yazdığına. Saçmalık şu; Çağlar İyice, başkahramanımız ve onun yeteneksiz, Micheal Jackson olmaya çalısan kız kardeşi… Bir kere bu iki karakter çok saçma. Benim de abim var ben de bir kız çocuğuyum ben ne kendi ilişkimizde ne de başka bir abi kardeş ilişkisinde böyle bir şey görmedim, duymadım. Adam her saniye kardeşini düşünüyor aşık gibi, beynini yemiş gibi. Böyle bir hayat yok yani, okuyanlar ya da okuyacak olanlar anlayacaktır beni. Bir de neymiş efendim, tomanın önünde dans edip ünlü olacakmış bu kız bilmem ne. Arkadaşım ruh hastası mısınız siz? İnsanların kafasına biber gazı fırlatılıyor ve insanlar ölüyor o alanda, sen dokuz yaşında bir kızı nasıl oraya götürür de nasıl orda dans etmesine müsaade edersin? Ben anlamıyorum ki, koyun can derdinde, kasap et derdinde resmen. Bir de saçmalığı kitabın sonuna saklamış Emrah abimiz. O ayrı bir mesele zaten. Çağlar İyice yani bizim başkahramanımız, onun bir en yakın arkadaşı var ki Mikrop Cengiz adam ruh hastası. Emrah Abi tutuyor bu yirmili yaşlardaki Mikrop Cengiz’ i, dokuz yaşındaki Çağlar’ın kardeşine aşık ediyor. Ya Allah’ınızın aşkına yazmayın şöyle şeyler. Bu nedir, bu nasıl bir düşüncedir? Okurken gözlerime inanamadım, gözler okuyor ama akıl almıyor resmen. Ben dar görüşlü bir insan değilim, geleneklerime bağlıyım hatta Türk kafası dedikleri kafa bende de var fakat her şeyi okuyabilirim ki okuyorum da. Ama benim böyle bir şeyi aklım almaz, ben böyle bir şeyi okuyup da üzülemem yani. Lütfen insanların duygularının sömürülmediği, mantıklı, kışkırtıcı olmak yerine kararı okuyucuya bırakan yazılar, kitaplar yazsın yazarlar. Özellikle de kalemine aşık olduğumuz yazarlar! Türk Edebiyatı o kadar güzel, o kadar zengin ki üzerine bir tuğla da yazarlarımızın koyması gerektiği yerde resmen birer tuğla da onlar çeker olmuşlar o güzelim yapıdan. Gerçekten çok üzüldüm, kocaman bir hayal kırıklığı oldu benim için. Emrah Abimizin de dediği gibi; “Okudukların yaşadıklarını değiştirir, değiştirmese bile farklı bir gözle görmeni sağlar.” Lütfen hayatımızı olumlu yönde değiştirebilecek, bakış açımızı değiştirebilecek kitaplar yazdığın döneme dön ve onlar kadar olmasa da onlara paralel olan kitaplar yaz abi. Kaynakça Söz alıntısı için; Serbes, Emrah. Erken Kaybedenler. İletişim Yayınları, 2009:123
94
Yeşim AYDIN DOYUMSUZLUK Günümüz dünyasının yaşam temposuna kendini kaptırmış olan insanoğlu, ne yazık ki doyumsuzluk noktasına ulaşmış durumda artık. Kimisi kendi ekmeğinin peşinde; herkesle aynı standartları paylaşan, mutlu bir aile ile hayat yaşarken, öte yandan bazıları ise lüks içinde; herkesten farklı olan o imrenilesi hayatı yaşıyor. Hayatın bizi sunduğu olanaklar ve içinde bulunduğumuz yaşam şartları ne kadar farklı olursa olsun, insanlığın tek bir problemi var artık; sürdürülen hayat biçiminden memnun olunmaması. İşin ilginç tarafı; deyim yerindeyse dünyalara bedel parası, mutluluğu, sağlığı veya hepsine birden sahip olan insanların yine de doyumsuzluk noktasında olmalarıdır. Bu memnuniyetsizliğin ve doyumsuzluğun aşk teması üzerine konu edildiği Aldatmak kitabı ile hayatımızın ilerleyişine ve içsel dünyamızdaki iniş çıkışlara benzer örnekler bulabiliyoruz. Gerçek hayatta örneklerine rastlayabileceğimiz bu tür kitaplarda, aynı veya benzeri durumları yaşayan tek insanın siz olmadığınızı düşünür ve yalnız olmadığınızı hissetmenin rahatlığını duyarsınız içinizde. Okurken içe dönük bir sorgulama yapar ve düşünmeye başlarsınız; benim hayatımda neler oluyor veya ben bu durumu yaşadığımda nasıl hissetmiştim gibi. Her insanın başına gelen veya gelebilecek olan “aldatma” durumunun ele alındığı bu kitapta; aldatma süresince bireyin hayatındaki iniş çıkışlar, yaptığımız eylemler sonucu ruhsal durumumuzda meydana gelen depresyon ve bireyin bu kötü durumdan kaçma isteği, herkesin kendinden bir parça bulabileceği türde yazılmış. İhanet etme durumunun çiftler ve evlilikler üzerindeki yıkıcı etkisi herkes tarafından bilinirken, birey bu davranışı sergilemekten kendini alıkoyamıyor. Bu durumun sebebi olarak zannediyorum ki içimizdeki sönmüş ve tekrar alevlenmeyi bekleyen duygular etkin rol oynuyor. Hayatımızda eksikliğini hissettiğimiz bu duygular bizi yanlış yapmaya itiyor. Kendi içsel dünyamıza psikanaliz yaparak sorunu saklandığı yerde bulup çözmek, kendimizi kaybetmiş bir şekilde dışarılarda bir yerlerde çözüm yolu aramaktan aslında daha kolay bir iş. Bir insana duyduğumuz aşkı, sevgiyi, tutkuyu her zaman ilk günkü seviyede tutmak çok zor bir iş belki ama istenildiğinde tüm bu sönmüş duyguları tekrar alevlendirip hayatlarımıza dahil edebilmek mümkün. Yeniden aşık olmayı istemek ve mutluluğu başkasında tatmak hiçbir zaman kalıcı bir çözüm olmayacaktır birey için çünkü elbet bir gün bu yeni heyecanlarda içimizde bir yerlerde sönüp gidecektir. Bir zamanlar sevdiğiniz, deyim yerinde ise uğrunda ölmeyi göze aldığınız insanları ruhsal veya fiziksel yolla aldattığınızda, öncelikle fark etmeniz gereken şey şudur ki siz önce kendinize ihanet etmişsiniz. Aldatma eylemenin kökünde bireyin kendi iradesinin var olduğunu düşünürsek bu durum zaten hiç de şaşırtıcı olmayacaktır. Tam da bu noktada, yani bireyin kendi iradesi ile kendisine ihanet ettiği noktada insanın aslında ne kadar nankör olduğunu ve ben merkezli düşünerek hareket ettiğini görürüz; ne kadar bencil olursak o kadar da doyumsuz olacağımız olgusu da yadsınılamaz bir gerçek haline gelir. Kendi irademiz doğrultusunda yaptığımız eylemin etkisi, sefası veya cefası ister küçük ister büyük olsun; birey her zaman hayattan ne istediğini, ne beklediğini ve kendini hayata karşı hangi yollarla ispat edeceğini bildiği sürece asla yanlışa düşmez. Öncelikle kendi içimizde sağlamamız gereken istikrar durumu, daha sonrasında elimizde olanlar ile yetinmeyi de bize öğretecektir. Para, kariyer, aşk, tutku veya aklınıza gelebilecek olan her türlü maddi ve manevi konularda bizi hata yapmaya iten doyumsuzluk faktörü içimizdeki nankörlük duygusunun evrimleşmiş bir halidir ve kendi içimizde çözmemiz gereken bir olgudur. Elimizdekilerin kıymetini bilmeyerek onlara ihanet etme durumu, kendimizi kandırmak ve çevremizdekileri de bu yönde etkilemek adına yapılmış bir yanlıştır aynı zamanda. Hırslı olmak ile doyumsuz olmak arasındaki farkı anlamakta güçlük çeken veya bildiği halde bu farkı göz ardı eden bireyler olduğumuz sürece hiçbir zaman sağlıklı bir toplum yaratamadan varlığımızı sürdürmeye devam edeceğiz.
95
Kararıyoruz Yirmi birinci yüzyılın gençleriyiz. Daha öncesi hakkında, büyüklerimden duyduklarım, fotoğraflardan gördüklerim dışında fazla bir bilgim yok. Ama o edindiğim bilgileri şöyle bir harmanladığımda; o dönemlerde insan ilişkilerinin daha samimi ve bağların daha güçlü olduğu, maneviyatın maddiyattan daha ön planda tutulduğu ve değerlerin şimdiki gibi hızlıca tüketilip de bir yenisinin aranmadığı zamanlar olduğu şeklinde fikir yürütebiliyorum. Nitekim, büyüklerimin de hep eksikliğini hisettikleri ve bunu dile getirdikleri, yeniden canlandırma çabasında oldukları eski değerler bunlar. Anlayabiliyorum, maddiyat maneviyatın yerini alsın istemiyorlar, maneviyata verdikleri değeri maddiyata veremiyorlar, içlerinden gelmiyor. Birkaç sıcak aile ziyaretini, en pahalı hediyelere tercih edecek insanlar onlar. Ne zamandan beri bu böyle süregeliyor, nasıl başladı bu gidişat, neden böyle, sorulacak çok fazla soru var. Sanayileşme ve onun beraberinde gelen tüketim çılgınlığı, bize bencillik, bireysellik ve materyale bağımlılık mı aşıladı? İnsanların eşya içinde boğulduğu, eskiyenlerinin anında atılıp yerine yenisinin alınabildiği, kalıplarla binlercesi üretilen nesnelerin o maneviyat boşluğunu doldurmasının hedeflendiği bu yeni dönem neden bizi böylesine mutsuz insanlar haline getirdi? Bize teknoloji ve ucuz sanayi ürünleri verirken karşılığında paradan fazlasını aldı çünkü. Dünya küçüldü, hayat hızlandı, insanlar çabuk sıkılır oldu. Değerli olanın bile, kendisini ispatlayabilmek için şekilden şekle girmesi, ilgi çekebilmesi, sürekli değişim ve gelişim halinde olması gerekti. Yoksa an meselesi olurdu değerini kaybetmesi. Çünkü insanlar harcamaktan, kaybetmekten korkmaz oldular. Yaşamı bir katman daha yüzeysel yaşayıp derinleri kurcalamaktan kaçındılar. Düşünme, sorgulama, hissetme fonksiyonlarını da yavaş yavaş devre dışı bırakmaya başladılar. Ne kadar reddetseler de; sorgulamadan, bir şeyleri değiştirmek adına tüm kapasitelerini kullanmadan kabullendikleri hayatı ve onun getirilerini yaşadılar, hala da yaşamaktalar. Karakterlerini ve kişisel özelliklerini de bir kenara bırakıp kodlanabilir, yönlendirilebilir, mutlu veya mutsuz edilebilir tek tip robotlar haline gelmekteler. Elbette hepsi aynı anda gerçekleşmiyor. Bir domino taşı dizisi gibi, hepsi bir sonrakinin sebebi oluyor sırasıyla. Fakat en baştaki taşın ne olduğunu kestiremiyorum. Sebebine bütünüyle inmedikçe bir çözüm üretemiyorum. Sadece, kendimdeki ve diğer insanlardaki boşluğu dolduracak olanın yeni bir kıyafet, son model bir telefon veya bir araba olmadığını biliyorum. Onlar yalnızca zihnimizi oyalıyor, boşluğun önüne geçiyor ve böylelikle bir süreliğine o boşluğu görmüyor, onun varlığını unutuyoruz. Dolayısıyla da değeri, o boşluğun üzerini örttükleri için onlara layık görüyoruz. Derken, bir yerden sonra onlara da alışıyoruz ve eskisi kadar opak olmamaya başlıyorlar zihnimizde. Yavaş yavaş yeniden beliriyor boşluk. Ardından, bir önceki yöntem tekrarlanıyor. Yeni bir materyal, yeni bir nesne gerekiyor. Opaklığının daha kalıcı olması için tercihen daha pahalı bir nesne ve sonunda ne olacağı, önceden kestirilebilen ve sürekli kendini tekrarlayan bir senaryo içinde dönüyoruz. Bu girdapta döndükçe de, kararmaya başlıyoruz. Kendimize has özelliklerimizi yitiriyor, sonucunda da kendimize yabancılaşıyoruz. Bu gidişatı başlatan neydi, bilmiyorum; ama kendi kendine son bulmayacağını biliyorum. Ona ancak özgür iradenin son verebileceğini düşünüyorum. Ilgın Seymen’in eseri, bütün bu düşünceleri zihnimde oluşturabildiği ve içimde oluşan farkındalığın peşinden gitmemi sağlayabildiği için son derece anlamlı geldi bana. İnsanları çekici kılanın artık, yüzlerindeki makyaj katmanı, sıktıkları parfüm veya kullandıkları bakım ürünlerinin başarısı olması, dillendirilmediği müddetçe eminim ki kimse tarafından garipsenmeyecektir. Aşık olunan insanın kokusunun onun ten kokusu değil de; her kozmetik dükkanında bulunabilen bir parfüm olması, doğallığın rağbet görmemesi, görmesi halinde bile yine kimyasallar ile sağlanması da muhtemelen kimseye ironik gelmeyecektir. Dilerim ki bu böyle sürmez, büyükler maneviyatın değerini yeni nesillere kavratmayı başarabilir. Umarım ki günün birinde, mutluluğun maddiyattan ziyade maneviyatla sağlanabileceği anlaşılabilir. Ilgın Seymen – Love in the 21st Century http://www.ilginseymen.com/#/love-in-the-21st-century/
96
ÖLÜMÜN KARŞISINDA İNSAN Ölümün hayattaki en kötü şey olduğunu düşünüyorsanız, bilin ki yanılıyorsunuz. İnsanı kendisi yapan şey, hayatı boyunca çevresindekilerle girdiği etkileşimlerden, sohbetlerden okuma ve izlemelerden kendine oluşturduğu bir yapı, bir dönüşümdür. Konuşulan herkes, her konu, her duygu insanın çevresiyle ortak olarak inşa ettiği bu yapıya eklenen bir tuğladır. Karşılıklı ilişkiler böyle oluşur. Ölüm ise o yapının bir cam parçası gibi yerle bir olmasıdır hayatta kalan için. İnsanı çaresizliğe ve yasa süren şey artık bu dönüşümü göremeyecek, hissedemeyecek ve kontrol edemeyecek olmasıdır. Ölümün kendisinden ziyade, kendi içinden, ruhundan bir parça kopmasını izlemek zorunda kalmıştır kişi ölümle birlikte. İnsanı kedere boğan en kötü şey aslında ölümün kendisi değil, yakın olduğu birinin ölümünün karşısında - yapayalnız- kalmasıdır. Bu düşünceyi, çok sevdiğim teyzem hayatını kaybettiği zaman pekiştirmiştim kafamda. Küçüklüğümden beri bizim evde benimle oynar, beni parka götürür ve ağladığımda kucaklari sevindiğimde benimle birlikte zıplardı, dertliyken teselli eder, ne olursa olsun hep yanımda olurdu... ölene kadar. O kara günden sonra hayatımda ne kadar çok şeyin değiştiğini anlamıştım; karın ağrısından hastaneye giden teyzem, kanser olduğunu öğrenmişti ve durumu o günden sonra gitgide kötüleşti. Gözümün önünde, o hayatını bana adayan büyük kadının ardarda tedavilerden sonra ruhunu kaybetmesini izledim, zamanla farkettim sadece o değil, benim de bir parçam zamanla ölüyordu. Ölümünden sonra, “Kurtuldu.” diye düşünmek istedim, onunla mutlu olabilmek istedim ancak her attığım adımda onun ağrıyan yerleri benim vücudumda ağrı yapıyordu. “Ölenle ölünmez.” derler. Ölenle ölünür, çok da güzel ölünür, yaşarken ölünür, ayakta ölünür... Cemil Kavukçu’nun O Vakit Son Mimoza adlı eserinde okuduğum Zamansızlık isimli hikayesi, yaşadığım bu durumu bana yeniden anımsattı. Hikayede Erhan Bey, annesinin yavaş yavaş ölümünü büyük bir hüzün ve çaresizlikle izlerken hastanede beklediğim günler aklımda canlandı. Alzheimer hastası annesi için “Ormanda tek heceli bir sesle belli aralıklarda öten kuşu nasıl anlayamıyorsam annemi de anlayamıyordum.” (p.71) diyen Erhan Bey, içimde kalmış duyguları tekrar yeryüzüne çıkardı. İnsanlar doğar, büyür ve ölürler zaman içerisinde. En kritik evre ise büyüme evresidir. Büyüme, insanı ölüme hazırlıksız bırakır. Hayat iyi olan her şeyin iyi devam edeceği üstüne insan beyninin kişi için oluşturduğu bir ilüzyondur. Gece yatarken insan sabah kalkınca ailesini göreceğini düşünerek yatar. Okula arkadaşlarını göreceğini bilerek (?) gelir. Hayata yaşam hep olacakmış gibi bakar. Ölüm bu ilüzyonu yaran bir pençe gibidir. Gerçekliği dalga gibi çarpar insanın yüzüne. Anılar, mutluluklar, acılar, sevinçlerdir o dalga. Yumruk yemişe döner, kaçmaya çalışır insan, reddeder hayatın aslında böyle olduğunu ölümü görünce. Ben de kaçmaya çalıştım. Kabullenmenin ilk aşaması reddetmektir. Odamda oturdum saatlerce, hastaymış, o gün gelememiş gibi davrandım teyzem... Kim kaçabilir ki ölümün kapkara gerçekliğinden? O farkındalık kapısını geçtikten sonra, bir daha geri dönemez insan. İstese bile dönemez, eriyip kaybolmuştur ruhunun bir parçası. Ruhunun kaybolan yerleri acı ile dolmuştur, rahat bırakmaz onu artık geceleri. “Ölenle ölünmez.” derler. Ölenle ölünür, çok da güzel ölünür. Ölümü görmeyenler, yaşayanla yaşayan ölüyü birbirinden ayıramazlar. O gerçekliği tatmamışlar, hayatın yarattığı yapay koşuşturmacanın içinde bir oraya, bir buraya savrulurlar. Karşıdakini kaybetmenin o insana verdiği acı onu büyütür ve gözünü açar. İnsan zamanla büyümez, zamanla büyüyen kördür. O yapı çökmüş olsa dahî, çökerken uyguladığı baskı zemini sağlamlaştırmıştır. Gözlerden süzülen her gözyaşı, aslında bir anıdır. Onu bir daha göremeyeceğini bilmenin acısıdır gözyaşlarının yerine dolan. Kaçamazsın, saklanamazsın, ölürsün. Kaybettiğine üzülür, geri gelmeyeceğine ağlar, hatıralarda kaybolur, biraz daha ölürsün. Aslında sen, gerçek hayatı görürsen ölürsün; hem büyürsün, hem ölürsün. Ayhan Okuyan
97
Altın Kural: Yalnızlık Yalnızlık, isim kökü yalından gelir. Kısaca süssüz, sade ve özüm der. Zihnimizde canlandırdığı negatif etkisinin aksine kökü gibi yumuşak ve sakinleştirici bir yanı vardır. Tabii bunların hepsi benim kafamda oluşturduklarım. Aslına bakarsanız yalnızlık hep ayıplanmış ve hakir görülmüş bir olgudur. Sanki bir zayıflık bir eksiklik gibi lanse edilir. Peki, kim böyle resmetmiştir bizlere? Sosyal medya tabii ki de. Diziler, magazin ve evlilik programları, pop şarkılarımız (içi vıcık vıcık aşk dolu ne yazık ki), Instagram, Twitter, vs. Adeta size hala sevgiliniz yok mu yoksa yalnız mısınız? Sakın yalnız olmayın! Gidin birini bulun der gibi. Bulaşıcı bir hastalık gibi günden güne güçleniyor ve hasta olan kimse çözümü aramak için uğraşmıyor. Halbuki çözüm belli yalnızlık. Oh be ne güzel bir şey diyeceksiniz çözümü bulunca çünkü tecrübeyle sabit emin olun çok daha mutlu ve huzurlu oluyorsunuz. Herkes çift olacak diye bir kanun ya da kural yok. Siz farklı olun. Tek olun, güçlü olun. Neden böyle diyorum biliyor musunuz? Çünkü daha kendimizi tanımadan başka birini tanımaya çalışıyoruz hatta hayatımızın merkezine koyuyoruz. Sonra bir ay geçiyor belki de bir yıl bakıyoruz ki meğerse hiç tanımamışız karşımızda ki kişiyi. Bir başka örnek ise sevgili sandığınız kişinin sürekli size kısıtlamalar getirmesi. Bazısı hoşlanır bu durumdan.( nedenini hiçbir zaman anlamamışımdır)Sürekli size bunu yapma şunu yap bunu giyme şunu giy der durur. Sizde, sen benim hayatıma karışamazsın! Demeniz gerekirken, tamam aşkım nasıl istersen deyip kenara çekilirsiniz.( sözüm meclisten dışarı)Cem Şancı ne güzel de söylemiş Yalnızlık Doktorası kitabında“ Çünkü modern dünyada aşk artık prangamız, sevgilimiz ise gardiyanımızdır.” Sen çok yaşa emi Cem Şancı. Resmen kendi hapishanemizi yaratıyoruz. İnsanlar bizi yargılar diye. Güzelim yalnızlıktan vazgeçiyoruz. Değer mi Allah aşkına? Hep aşktan bahsettik. Şimdi de biraz kariyer üzerine odaklanalım. Yalnızlık kariyer için de olmazsa olmaz. Eğer iyi bir iş ve saygınlık istiyorsan. Çok sıkı çalışmalısın. Özellikle de üniversite. Kendimden örnek vermem gerekirse, okul notlarımın yüksek olmasını istiyorum çünkü iyi ve rahat bir hayat için. Bu yüzden her boş zamanımda Cafe Break’te arkadaşlarımla oturup sohbet edip, gülüp eğlenmek yerine gidip çöl sıcağına sahip( mevsimlerden kış bile olsa) kütüphanede ders çalışıyorum. Yani kısacası anlatmaya çalıştığım yalnızları oynuyorum. Ancak bir noktaya açıklık getirmem gerekirse. Yalnız olmayı ben seçiyorum. Geleceğim için, mutlu olabilmem için çünkü istesem her zaman sosyalleşebilirim. Hatta etrafım bomboş olsun yine gidip sosyalleşmenin yollunu bulurum ama her zaman yalnız kalamam. Kısaca Halit Ziya’nın dediği gibi “Yalnızlık bir mahrumiyet değil, lükstür.” Evet, bence de bir lüks. Hele ki günümüzde adeta para ile eş değere sahipken. Şöyle düşünün ne zaman tek başınıza çimlere uzanıp gökyüzünü izlediniz. Belki aramızda birçok kişi ben her gün yapıyorum diyebilir ama kendim için söylemem gerekirse bir elin parmaklarını geçmiyor. Diğer bir taraftan her şeyin aşırısı gibi yalnızlığın da fazlası bozuyor bünyeyi ne yazık ki. Doktorların tavsiyesi gibi çok sık kullanmamakla birlikte arada bir tercih etmekte fayda var. Doğamız gereği midir bilinmez ama fazla uzun süre yalnız kalamıyoruz. İlla ki yanımıza bir eş, dost, hısım, akraba arıyoruz. Hadi onları da bulamadık diyelim başlıyoruz bir yerlere bir şeyler çizmeye ya da yazmaya çünkü duygularımızı ve düşüncelerimizi bir yerlere aktarmak, paylaşmak istiyoruz. Belki de kötü geçen bir günün sonunda bozulan moralimizi düzeltir umuduyla biriyle oturup konuşuyoruz ya da daha etkili bir çözüm olan annemize gidip sarılmamız yetiyor. Kısaca konuyu özetlemek gerekirse yalnızlığı Antep fıstıklı sütlü çikolataya benzetelim. Eğer çok yersek kilo alırız ki bu bizim için hiç iyi olmaz ama ayda bir kere tüketsek bizden iyisi yok. Çağrı Yasmin ÇABUK
98
Ezgi TAŞYÜREK FITRAT DEYİP GEÇMEYİNİZ İnsan hayatının çok ucuz olduğu bir dönemde yaşadığımızı düşünüyorum. İnsanlar iş yerlerindeki ihmaller yüzünden yok yere hayatlarından oluyor ve neredeyse hiçbir önlem alınmıyor hele de maden ocaklarında. Haberlerde şöyle başlıkları çok sık görür hale geldik: “Maden ocağında göçük meydana geldi, 5 kişi hala göçük altında”, “Madende yaşanan göçükten son haber: işçiler 10 gündür göçük altından çıkarılamadı”, “Maden ocağını su bastı, işçiler mahsur kaldı”… Sürekli bahsedilen bir konuya insanlar alışırmış, alıştık bu haberlere ve dahası tepki vermemeye başladık. Ben de alıştığımın farkında olmaksızın Şermin Şahin’in kaleme aldığı Kadın Olsanız Anlar Mıydınız? kitabındaki Ölüm Kuyusu adlı öykü sayesinde bu durumun farkına vardım. Maden kazasında göçük altında kalarak hayatını kaybeden bir madencinin oğlu tarafından çarpıcı bir dille anlatılanlar beni bu alışkanlık durumundan çekip kurtardı. Düşünsenize babanız bir madende istemeye istemeye çalışıyor. Haliyle orada çalışmanın bedelini ağır bir şekilde ödüyor ve siz, küçücük bir çocuk olmanıza rağmen her şeyin farkındasınız. Ne kadar acı o ölüm kuyusuna girip yerin metrelerce altında iş güvenliği olmadan çalışmak ve çalıştırılmak. Maddi imkanınız olsa bir dakika kalmayacağınız yerde senelerce gece gündüz demeden çalışmak... Her işin kendine göre bir zorluğu vardır ancak meselenin bu olmadığının farkındayız sanırım. Çünkü maden çıkarmanın ne kadar zor olduğundan ya da madenciliğin ne kadar zor bir meslek olduğundan bahsetmiyorum. Madenciler için iş güvenliğinin olmaması ve yeterli şartlar altında çalıştırılmamaları değinmek istediklerim. Genç kahramanımızın ağzından anlatılan bir anıyı örnek vereceğim bu durumu özetlemesi için. Kahramanımızın babasının madende çalıştığı günlerden bir gün derbi varmış ve ara ara oradaki megafondan maçın durumunu sormuşlar yukarıdakilere. Daha sonra ise maçın sonucuna hep birlikte sevinmiş ve sabaha kadar şakalaşarak çalışmışlar. İlerleyen günlerde bu durumdan haberi olan yönetim o megafonu söktürmüş oradan. Yeryüzü ile bağlantıyı sağlayan tek iletişim aracı olan megafon... İhtiyaç duyulduğu anda o megafonun varlığı madencilerin hayatta kalması için çok büyük bir faktörken onun oradan sökülmesi yöneticilerin çalışanları umursamadığının kanıtıdır. Varsayalım ki bir sıkıntı çıktı yeryüzü ile irtibatı nasıl sağlayacaklar? Yani onlar orada ölüme mi terk edilmiş oldular? Bunun gibi birçok zaafiyet söz konusu bu iş yerlerinde. Bu zaafiyetler sonucunda bir kaza yaşandığında ise ülkemizde olanlar daha acı. Çünkü iş güvenliğini sağlamayan yöneticiler suçlu olarak görülmüyor. Bunun yerine ölmek madenciliğin fıtratında var diye olay direkt kadere bağlanıyor. Peki, ihmaller yüzünden yaşamını yitiren insanların ailelerine ve hayallerine ne olacak? Yetkililerin bunları düşündüklerini hiç sanmıyorum. Eğer düşünselerdi bugün Soma’da hayatını kaybeden 301 madencinin çalıştığı maden ocağına yaptırım uygulanır, eksikliklerinin giderilmesi sağlanırdı. Ancak orada işçiler hala yetersiz şartlarda çalıştırılmaya devam ediliyor. Hatta yaşamını yitirenlerin akrabaları ve tanıdıkları orada onların yerine çalışıyorlar. Çünkü çalışabilecekleri başka bir iş yok, Ezgi TAŞYÜREK hayatlarını sürdürmek ve ailelerine bakmak için orada çalışmaları gerekiyor tıpkı kahramanımızın babası gibi. Bu öyküde hayali okuyup babasını o illet yerden kurtarmak isteyen daha 17’sinde olan bir çocuğun çaresiz kalışına şahit oldum. Çünkü o okuyup büyük adam olacak, babasını madende çalıştırmayacaktı. Felaketten sonra ise babasının yerine orada çalışmayı düşündü. Çünkü annesine bakması gerekiyordu, öyle ya o çalışmazsa kim eve ekmek getirecekti? Kim bilir belki de babasının yaşadıklarını o da yaşayacaktı. Peki, bizler yine kaderlerinde bu varmış diye geçiştirecek miydik? Eğer bizler bu ihmallerin peşine düşüp hesap sormazsak adını bilmediğimiz nice insanın hayatı yitip gitmeye devam edecek ve böylece insanların ölümünde bizlerin de katkısı olacak. Bu durumda kalmayı istemiyorsak bir an önce harekete geçmeli, bir sonuç alana kadar bu davadan vazgeçmemeliyiz. Kaynakça Şahin, Semrin. Kadın Olsaydınız Anlar Mıydınız?. İstanbul: Aralık Yayınları, 2014
99
Pelin Sayın Yirmi Dört Saatlik Hayat Stefan Zweig’ in, diğer kitaplarında olduğu gibi, psikolojik incelemeleri ağır basan kitabı, Bir Kadının Yaşamından Yirmi Dört Saat, bir kadının yaşamını tamamen değiştiren, unutamadığı yirmi dört saatte neler yaşadığını anlatıyor. Olay, Fransa Riviera kıyısında küçük bir pansiyonda evli ve iki çocuk annesi bir kadının, yalnızca birkaç saattir tanıdığı bir adamla, tutkuları uğruna bütün sorumluluklarını, eşini, çocuklarını terk etmesi ile başlıyor. Pansiyonda kalan diğer misafirler kendi sıradan hayatlarının ortasında yaşadıkları bu büyük şok ile toplumun ahlak değerleri çerçevesinde kadını eleştirirken, yalnızca bir kişi, kendisi aynı zamanda kitabın devamında da olayları bize aktaracak olan anlatıcı, tutkularının peşinden giden bir kadını yargılamanın yanlış olduğunu savunur. Yine bu pansiyonda kalan altmış yedi yaşındaki Mrs. C, yıllar önce kendisinin de benzerini yaşadığı ve büyük pişmanlık duyduğu, kimseye anlatamadığı yirmi dört saatlik hikayesini, pansiyonda kadını yargılamayan tek kişiye, bu adama anlatmaya karar verir. Kadın, çok sevdiği kocasını kaybettikten sonra ağır bir bunalıma girer ve kendini ülke ülke gezmeye verir. Monte Carlo’ da bir kumarhanede ellerine bakarak büyülendiği ve saatlerce izlediği adamda, kendisinin içinde ölmüş olan duyguları bulur. Bu duyguları başkasının ellerinde, yüzünde, mimiklerinde bulması, kendisine itiraf edemese de içindeki arzuyu uyandırır ve kadın, yaşadıkları bir günün ardından bu adama aşık olur. Bu bir gün, sonrasında bütün ömrü boyunca kimseye anlatamayacağı bir pişmanlık olacaktır. Hayattan hiçbir beklentisi kalmayan bir kadının, sonrasında kendisine büyük hayal kırıklığı yaşatacak bir adamı hayata döndürme amacı, bana hepimizin bir amaç uğruna yaşadığını hatırlattı. Bazıları için bu amaç dünyayı gezmek olabilir, bazıları için daha iyi bir yaşam, bazıları için de belki bir aşk. Elbette bizi hayata bağlayan tek bir amaç olmayabilir, birden çok amacımız da olabilir. Bizi bu amaçları gerçekleştirmeye iten tutku, bazen tıpkı Mrs. C’ nin yaşadığı gibi olumsuz sonuçlar getirebilecek kararlar aldıran bir saplantıya dönüşebilir. Tutku, bazen hayal kırıklığını da beraberinde getirir. Buna rağmen kitabı okurken, tutkusunun peşinden giden bu kadında kendinizden bir şeyler bulup yaptığı seçimde ona hak veriyorsunuz. Yazar, yoğun anlatımıyla sizi tamamen kitabın içine alıyor ve kendinizi kadının yerine koymadan edemiyorsunuz. Yaptığı psikolojik incelemelerde, kendinizden ve hayattan birçok örnek bulabiliyorsunuz. Bunların yanı sıra, toplumun ahlak değerlerine karşı eleştirel tavrı tüm kitap boyunca hissedebiliyorsunuz. "... ben şahsen bir kadının özgürce ve tutkuyla içgüdülerinin peşine takılmasını, genellikle alışılageldiği üzere, kocasının kollarında onu kapalı gözlerle aldatmasından daha dürüst bulurum." cümlesiyle yazar, iki yüzlü ahlak anlayışına karşı çıkar. Kitabın sonlarına gelirken hem sonunu merak edip hem de bitmesini istemediğim bir kitap oldu. Koskoca bir yaşamda, hiç unutulmayan bir yirmi dört saati okumak, kitabın sonunda kendi hayatımızı sorgulatıyor. İyisiyle kötüsüyle, her gün aldığımız kararların sonuçlarını yaşıyoruz. Çoğumuz hayatımızda radikal değişiklikler yaratmayacak seçimler yaparak yaşadığımız konforu ve hissettiğimiz güveni korumaya çalışıyoruz. Sıradan yaşamımızda, hayatımızı tamamen farklı bir yöne sürükleyecek kararları alacak cesareti gösterememek belki de çok normal. Acaba istediğimiz böyle mantığımızın dışında, sadece tutkularımızın peşinden giderek, hiç unutulmayacak yirmi dört saat yaşamak mı yoksa sıradan gündelik hayatımızın verdiği güven mi? Elbette buna cevap vermek çok zor, aldığınız kararın sonuçlarının bizde pişmanlık yaratmayacağını bilsek belki de tutkularımızın peşinden gitmek daha kolay olurdu. Kaynakça : Stefan Zweig, Bir Kadının Yaşamından Yirmi Dört Saat, İş Bankası Kültür Yayınları, 2015