index
int64 0
6.84k
| content
stringlengths 5
17.9k
⌀ |
---|---|
100 | HAZIRLAYAN: PERVİN TAŞBAŞ - 21301045
DERS: TURK-102 / SEC:016
ÖĞRETMEN: ALİ TURAN GÖRGÜ
08.03.2015
CESUR SANDALYENİN EVREN SERÜVENİ
Stephen William Hawking... Fiziği bana sevdiren adam; daha doğrusu evreni anlamamı, onun
hakkında korkmadan sınırsız hayaller kurabilmemi sağlayan müthiş kozmolog. Tekerlekli
sandalyesinden uzayın derinliklerine ulaşabilen bir dahi. Dini nedenlerden dolayı çoğu insanın cevap
vermeye dahi cesaret edemediği şeyleri özgürce formüllere dökmeye çalışan bir cesur. Hatta egosu
olmayan bir cesur; çünkü bazen kendi kurduğu teorileri utanmadan çürütüp yeni teoriler ortaya
koymuş birisidir kendisi; yani hatalarını kabul etmek onun için basit bir şeydir. Her Şeyin Teorisi bize
bu müthiş bilim adamının hayat öyküsünü bütün çıplaklığıyla sunan bir biyografi filmidir, aynı
zamanda Hawking’in değerli kitaplarından birine verdiği ismi taşır kendisi. Hawking’i çok
övüyormuşum gibi görünüyor değil mi? Peki, ben bu adamı neden bu kadar çok seviyorum? Belki
anlatınca siz de onu çok seveceksiniz ya da en azından sizde bir merak uyandırabilirim onun hakkında.
Çok film izleyen birisiyimdir ve tabii ki izlediğim filmlerin arasında birçok biyografi filmi
bulunmakta; fakat Her Şeyin Teorisi şimdiye kadar izlediklerimden çok farklı. İzlerken dikkat
ederseniz diğer filmlere nazaran ne müzikle ne de derin drama sahneleriyle izleyiciyi etkilemek gibi Taşbaş 2
bir çaba sarf edilmiş. Sahneler çok basit; fakat yine de bizim için çok görkemli bir hale gelebiliyor.
Nedeni tamamen Hawking’in öyküsüyle ilgili. İzlerken biz yüklüyoruz sahnelere müziği ve duyguyu;
çünkü her şey ortada, senaristin ya da diğer görevlilerin fazladan bir şey yapmasına gerek yok. Daha
net açıklamak için size biraz filmin içeriğinden, yani Hawking’in hayatından bahsedeyim.
Matematiğe aşık olmasına rağmen Oxford’da böyle bir bölüm olmayınca fiziğe yönelmiş
ilerleyen zamanlarda da kozmoloji, yani evren bilimi üzerine çalışmak için Cambridge’e gitmiştir.
Filmimiz buradan başlar. 20’li yaşlarda ALS hastalığına yakalanır ve hayatı tamamen değişir. Şaka
yaptım aslında değişmez; çünkü o ideallerinin peşinden sonsuza dek gitmeye yemin etmiştir. Şunu
yazarken bile ellerim titredi ve duygulandım; çünkü büyük bir irade öyküsü vardır. Hastalığı öncesi
tanıştığı eşi hastalığına rağmen onunla evlenmiş ve ona dünyalar güzeli 3 çocuk vermiştir, beraber
koşup oynayamadığı 3 çocuk. Aslına bakarsanız Hawking’i çok sevmeme rağmen özel hayatıyla ilgili
bu tarz ayrıntıları film sayesinde öğrendim. Beni en çok etkileyen yanı ise şu hastalık meselesiydi.
Onun ALS hastası olduğunu biliyordum; ama bu konu hakkında hiç düşünmediğimi fark ettim. Sonra
neden böyle bir şeye odaklanmadığımı düşününce ona karşı hayranlığım bir kat daha arttı.
Hawking aslında hiç hasta olmamıştı. Daha doğrusu bize bunu hiç hissettirmedi; çünkü kendi
de kabul etmek istemedi bunu. Filmdeki şu acı çektiği sahneleri atsalar, neredeyse şüphe duyulacak
hastalığından mustarip olduğuna. Teorileri, yazdığı kitapları, konuşmaları... Sanki bütün dünyayı
gezmiş, hatta uzay yolculuğu yapmış bir insan gibiydi, halbuki hastalığının ilerleyen zamanlarında
konuşma yeteneğini bile yitirmiş bir ALS hastasıdır kendisi. Peki, Hawking bunu nasıl başardı?
İdealleriyle... Filmde bir sahne var ki her şeyi özetleyen. Doktoru Hawking’e kaslarının işlevlerini
kaybedeceğini ve yaklaşık 2 sene içinde öleceğini söylediğinde Hawking beynine bir şey olup
olmayacağını sorar ve doktordan hayır yanıtını almak onun için yeterli olur. En büyük emeline
ulaşabilmesi için bir engel yoktur; çünkü bilinci yerinde olacaktır. Her şeyin teorisi... Basit ama şık
görünümlü bir formülle evreni açıklamak... İşte Hawking’in başarısı burada yatar. Elinde kalan son
şeyleri hedefleri uğruna sonuna kadar kullanmayı seçmiştir. Hastalık duygusuyla uğraşmak yerine
hayal gücünü ve azmini kullanmış ve bu da onu sandalyesinden kaldırıp evreni dolaşmasını
sağlamıştır, beyniyle... Taşbaş 3
Hawking’in ideallerine bağlılığının dışında hayran olduğum hatta birçok kişiyi de peşinden
sürüklemesine neden olan şey olduğunu düşünüyorum, o sınırsız hayal gücüdür. Öyle bir şey yapıyor
ki fiziği hayal gücünün yoldaşına çeviriyor. Fiziği zevkli ve tartışılabilir bir konu haline getiriyor ki bu
da çoğu insanın öğrencilik hayatından itibaren açlık duyduğu bir şey. Bu yüzden peşinden birçok
insanı sürükler Hawking; çünkü fiziği tek düze bir şekilde formüllerle değil de o formülleri
hayatımızdaki yerlerine koyarak anlatır. Eğer izlediyseniz filmde de fark edersiniz bunu hemen.
Çevresindeki insanlar onun sayesinde o kadar rahat öğreniyor ki o karmaşık görelilik ve kuantum gibi
zımbırtıları. Zımbırtı dediğime bakmayın, aslında hiç de öyle değiller. Tabii ki Hawking’in
konuşmalarını vs.yi takip etmeseydim bana da karışık gelmeye devam edeceklerdi. Aslına bakarsanız
bunlar üzerine konuşmak aşırı zevkli. Fiziğin kendisi zevkli; fakat ne yazık ki aldığımız eğitim tarzı
bizi bu zevkten mahrum bırakıyor, hatta ondan gittikçe soğuyoruz. Fizik çevremizi anlamamızı
sağlayan temel bilimlerden birisi ve biz onu terk ettikçe aslında çevremizi de terk ediyoruz. Düşünmek
yerine ezbere yöneltiliyoruz ve ezberlenen şeylerin çabuk tükendiği gibi biz de tükeniyoruz. Bazen
hayalini kuruyorum medeniyetlerin altın çağlarını, hani şu herkesin bir şeyler icat ettiği, insanı, doğayı
tanımaya çalıştığı zamanları. Keşke diyorum o dönemlerde yaşasam. Teknoloji aşığı olmama rağmen
varsın internet olmasın, yeter ki ezberlemek yerine konuları tartışabileceğim bir zamana gideyim ya da
Hawking’le oturup onun o “Her Şeyin Teorisi”ni bulmaya çalışmasını izleyeyim, edebilirsem yardım
edeyim; çünkü eğer beyni tükenmediyse eminim ki hala o formülü keşfetmeye devam ediyordur.
Kaynakça
Marsh, James. Her Şeyin Teorisi. 17 Şubat 2015. Web. 25 Şubat 2015. |
101 | Ayşenur Yazıcı
KENDİ YAŞAMLARIMIZI KEŞFETMEK
Şikayet ettiğiniz yaşam belki de başkasının hayalidir demiş Tolstoy. Başka insanların
pencerelerinden içeriye bakmakla o kadar meşgulüz ki bizim kapımızın önünde bekleyenleri fark
edemiyoruz bile. En azından kendi açımdan söyleyebilirim ki; yaşamımdan, sahip olduklarımdan hatta
kendimden o kadar bıkkınım ki güzel olan şeyleri görmekte zorlanıyorum. Hep eksik olanı, hep
başkasında olanı; bende olmayanı istiyorum. Oysa dışarıda belki de benim sahip olduklarımı
kazanmak için çaba sarf edenler var. Aynı şekilde benim de her şeyimi feda etmeye hazır olduğum,
gıpta ettiğim, kıskandığım, yan gözle baktığım yaşamlar da var ama içlerinde; dışarıdan gösterdikleri
ihtişamı taşımıyorlar. Bana büyülü gelen o diyarlar yakınlaştıkça sadece bir seraptan ibaret olduğunu
gözler önüne seriyor. O yolda ilerlemek, sonunda gözüken o büyülü dünyaya gitmek için yakıcı bir
hırsla ilerliyorum. Hatta ben bazen yoldan savrulsam bile, ilerlemek yerine geriye sürüklensem bile
umursamıyorum. Sırf bir ışığın göz kamaştırmasına kanıp vazgeçemiyorum. Bütün bu çabanın
sonunda, nihayet o ışığa sahip olduğumda ise ışığın elimi yaktığını ve git gide karardığını gördüğümde
eskisinden de bin kat daha mutsuz ve umutsuz oluyorum. Mutsuz oluyorum, çoğumuz oluyoruz
çünkü büyük istekler her zaman bir bedelle gelir ama biz bunu bilmiyoruz, farkına varamıyoruz
kaybettiklerimizin, sadece ödülün bizi cezbetmesine izin veriyoruz. Bir yolda hiç durup durmadan
koşmak bizi ancak yorar ve etrafımızdaki güzellikleri fark etmemize engel olur. Bir yolun tadı ancak
yavaş yavaş her şeyi görüp benimseyerek çıkarılabilir. Hırsa kapılıp başkasının hayatlarına uzanmak
için atılan o koşar adımlar kimseye fayda vermez. Onun yerine bu yolda gösterdiğim çabayı sahip
olduğum güzellikleri görmeye ve onları geliştirmeye gösterseydim başka hayatların içinde bir figüran
olmayı hayal etmek yerine kendim olabilirdim.
Ben hep kazandığım bir şeylerin benden bir şeyler götürdüğüne inandım. Başarılı olmak, yüksek
notlar almak için çok çalıştığımda bana ihtiyacı olan insanlara, sevdiklerime zaman ayıramadım ve
onları kaybettim. Sonunda başarıya ulaşıp da etrafıma bakınıp bunu paylaşacak kimsem olmadığında
mutsuzluğun ve çaresizliğin ne demek olduğunu, sahip olduklarımın kıymetini anladım. Hep fazlasını
istemekle o kadar kördüm ki, sürekli hayaller kurdum eğer bir gün dileklerim gerçekleşirse ne yaparım
diye ama bu sırada bunun tam tersinin de olabileceğine hiç olasılık vermedim. Eğer kendi kendine
yetmeyi bilen, elindekilerle mutlu olmayı becerebilen bir insan olarak kalabilseydim ya onları
kaybedersem diye bir aklımdan geçirseydim onları kaybetmemiş olabilirdim. Onları kaybetmek benim
en büyük korkum olurdu ama aynı zamanda bu olasılığı düşünmek bana onları kaybettiğimde bununla
nasıl başa çıkabileceğime dair fikirler de kazandırırdı. Tek başıma da hayatımı sürdürebileceğimi bilmek
bunu ispatlamak bana güç verebilirdi. Kendime olan inancımın artması da bana gerçekten ne istediğimi,
asıl hedefin asıl hayalin ne olduğunu gösterirdi. Hedeflerimizi kesin olarak belirlemek ve o yolda
ilerlemek bizi biz yapacak en önemli şeylerden biridir. Belki siz de benim gibi içten içe en aşağı tabak
diye tabir edilen insanların hedeflerinin küçük olduğunu, tek gayelerinin hayatta kalabilmek olduğunu
sanıyorsunuzdur ama aslında durum öyle değil. Eğer bir insan en dipteyse zaten gidecek başka yeri
yoktur mecburen yukarıya tırmanır ama her şeye sahipse, zirveye yerleştiğinde bundan sonraki adımı
kestiremez ve kutup yıldızını kaybeder. Bu yüzden de başka insanların hayatları ona cazip gelir. Hayaller
o zaman net olmamaya başlar ama en dipteyken her şey net gözükür, işte o an başka insanların sahip
olduklarıyla ilgilenmek yerine gerçekten de ne yapması gerektiğini, aslında içinde ne istediğini keşfeder
çünkü orada artık sadece kendisiyledir. |
102 | Beste YILMAZ
SÜPER KAHRAMAN
Baba olmanın değerini fizyolojik sebeplerden dolayı hiçbir zaman anlayamayacak birisi
olmam babanın değerini anlayamayacağım anlamına elbette ki gelmiyor. O baba ki, gölgesi
dinlenecek bir liman, varlığı sırtını her daim dayayabileceğin bir çınar. Öfkesi sanki bir volkan
patlaması gibidir ama lavları gıdıklar sadece minik kızını, yakamaz kızamaz o bana. O gülünce
kuşlar şarkı söylemeye başlar onun kahkahaları ile birlikte. Ağlayınca neler olur bilemiyorum
çünkü yanımda ağlamayacak kadar güçlü durmaya çalışır kendince. Düşünür ki onun gözyaşları
yanaklarını ıslatmaz sadece, beni yaralar. Baba olmayı anlayamayacağım belki ama onun değerini
anlayacağım her zaman.
Küçük bir kız çocuğuyum belki de onun gözünde ne kadar büyüsem de. Nasıl olmayayım
ki zaten? Ben hala onsuzluk kabuslarıyla kan ter içerisinde uyanırken, o rüyalarımda hala
canavarlar gördüğümü düşünüyor. Böyle düşündükçe beni daha çok korumak istiyor haliyle.
Büyüdüm demek de işime gelmiyor çoğu zaman. Hatıralarımın başkarakterini, düşlerimin süper
kahramanını, ilk aşkımı, beni yalnızlıkla yüzleştirmeyen tek gerçeğimin sevgisini masum
şımarıklıklarımla ödüllendirmek istiyorum hep. Şımarabilmek içinse büyümüyorum hiçbir
zaman. Evet, farkındayım tabii ki, herkesin babası kahraman, herkesin babası kutsal... Ama bazen
o kadar alışıyorum ki babamın varlığına ve varlığının bana verdiği mutluluğa yokluğunun hayali
bile bir kara delik olup boğuyor beni. Korktuğum hayaller ise bir solukta okuduğum Babamın
Ardından kitabında Müge İplikçi’nin kaleminde vücut bulmuşlar.
Babasını kaybetmiş bir ailenin, temeli sarsılmış bir bina gibi her şeye rağmen hayata
devam edebilme hikayesini okurken kendimi de hikayenin kahramanlarının yerine koymadan
edemedim. Çoğu zaman değerini bilmediklerimiz geldi aklıma sayfalar akıp giderken. En son ne
zaman babama sarılıp onu çok sevdiğimi söylediğimi düşündüm. Veya hangi sabahtı en son
“günaydın babacım” diyerek onu öpüp uyandırışım hatırlayamadım. Büyüdükçe sevgim mi azaldı
diye sorgulamaktan alıkoyamadım kendimi. Bir şeyden emindim, yokluğunun hala yeri
doldurulamaz bir boşluğa sebep olacağı babama olan sevgim bir an bile azalmadı ama ben
büyüdükçe sanki aramızdaki mesafeler de azalmayacak bir engele dönüştü. İnsanlar büyüdükçe
her ilişkisi de böyle masumiyetini kaybeder mi diye düşünmeden edemedim. Nitekim masal
anlatmasını isteyen şarkılar kulağımda tatlı bir melodiyken önceden, şimdi ise içimde acıya sebep
olan özlem şarkılarına dönüştü. Kısacık bir masaldı çoğu zaman istediğim başrolünün ve
senaristinin babamın olduğu. O anlatırdı, ben dinlerdim… Bitmesin diye uykusuzluktan
gözlerimi açamayacak halde olsam da direnirdim. Ben ne kadar gözlerimi açık tutarsam o kadar
uzardı kahramanlıkları anlattığı hikayelerde. Şimdi ise hayat denen ırmağın şiddetli sularında
ancak verdiği öğütlerin kulağımda kalan son kırıntılarıyla savrulup gidiyorum. Hikayelerini
dinlediğim yorganımın altı kadar sıcak olmasa da o güzel anılarımız, üstü tozlanmış bir çeyiz
sandığı gibi her an sağlam, mağrur ve dimdik ayakta yer tutuyor hayatımda. Büyümekten
korkardım bunlarla yüzleşmekten korktuğum için.
On dokuz yaşımda, şarkılara konu olan gençliğin en güzel çağlarında, büyümek zorunda
olmak mı daha korkutucu, yoksa hiç büyüyememekten korkmam gerekiyor mu bilemiyorum. Lakin belki de aldığım her nefes kadar gerçek, yediğim her lokma kadar kutsal babamın
yokluğunu, bir bu kadar gün daha tecrübe etsem bile korkuyla karşılayacağımdan eminim.
Yılların acımadan sertleştirdiği kalbimde hala sıcaklığını kaybetmeden fokur fokur kaynayan bu
sevginin tek somut gerçeğini, babamı, elimden daha fazla tutamayacak, saçlarımı daha fazla
okşayamayacak halde düşünmek, yarattığı korkuyla kaskatı kesilmeme sebep oluyor bir anda.
Sonra bu korkudan yine ona sığınıyorum, şimşek çakar çakmaz yanına koştuğum günlerdeki gibi.
Onun beni her şeyden koruyabileceğine, bir pelerini olmasa da gücünün her şeye yeteceğine
güvenerek. Babam yapar, diyorum. Burada olmasa da o bunu bile bir şekilde halleder.
Kaynakça:
İPLİKÇİ, Müge. Babamın Ardından, İstanbul, 2015. |
103 | Muhammet Fatih Ulu
Hayata Dair
Algı Kapıları adlı kitabında Aldous Huxley, insanlardaki zihin yapılarının çeşitliliğinden
bahseder. Bir sanatçının dünyayı nasıl gördüğünü anlıyor olamayacağımızı konuşur, ki sadece
sanatçınınkini değil, bir mühendisinkisi olsun, veya bir bilim insanınınkisi. Hiç fark etmez, bizim
anlayamadığımız herhangi bir meslek dalına ait bir bireyin düşünce sistemini, hayata bakış açısını hiçbir
zaman tam anlamıyla bilemiyor oluşumuz, insanların zihinsel olarak fazlaca çeşitlilik halinde
olmasındandır. Bu da bana göre muhteşem bir çeşitliliktir. Hayat denilen olgu, özünde aynıdır. İnsanlar
olarak hepimiz canlıyız, duygularımız var, soluyoruz ve yaşıyoruz. Fakat genelden bireye indiğimizde, o
muhteşem çeşitliliğe rastgeliyoruz. Evrenin sistemi, kanımca, her yerde benzer. Gezegenleri, galaksileri
genelleştirebiliriz. İnsanlarda genelden bireye indiğimize benzer, evreni genel olarak baz aldığımızda ve
özele doğru indiğimizde, gezegenlere vardığımızda, yine karşımıza muhteşem çeşitlilik ortaya çıkar.
Yazar A. Huxley, Algı Kapıları'nda bizleri kaktüsün kökünden yapımı sağlanan meskalin adlı bir
madde ile karşı karşıya getiriyor. Bu madde, beynimiz hariç glikoz kullanan organlarımızda glikoz
emilimini artırarak beynimize giden glikoz miktarını düşürüyor. Beyne az miktarda giden glikoz da beynin
biraz daha az çalışmasını ve beynimizin sırf ego tatminliğine yönelik olan düşüncelerimizin otomatik
olarak olmamasını sağlıyor. Kullanıcıyı mekan ve zamandan ayırıyor. Bizi varlıktan bir miktar
uzaklaştırıyor. Bir zamanlar önce bulunduğumuz sonsuzluğa bir nebze de olsa yaklaştırıyor. Şu ana kadar
A. Huxley'den edindiğim bilgiler çerçevesindeki izlenimlerimi paylaştım. Sırada mevcut bilgilerimle A.
Huxley'den edindiğim bilgilerin bir araya gelmesinden sonraki oluşan düşüncelerimi aktaracağım.
Huxley'in belirttiği meskalin maddesinin kullanım sonuçları aslında bizlere hiç yabancı değildir,
hepimiz biliyoruzdur sonuçlarını. Kanımca bu maddenin, insanlığın var oluşundan bu yana süregelmiş olan
binlerce ve üç büyük dindeki buyruklarla -din tarafından söylenmiş olan ve insanların gerçekleştirmesi
gereken buyruklarla- bir ilgisi var. Bu buyruklar, kendi kelimelerimle, bireyin evrimin bir oyunu içerisinde
olmasından kaynaklanan içgüdülerinin terbiye edilmesini sağlayabilir. Buyruklar sayesinde ise birey, hayatı
rol alan bir oyuncu gibi yaşamasından ziyade kendi hayatında yönetmen olur. Bu da, buyrukların bireye
evrimsel yönelimin hayatın amacı olmadığını öğretmesiyle ve asıl amacın ise hayatın ta kendisine odaklı
olması gerektiğini göstermesiyle gerçekleşir. Bireyin yaşama amacının kendi doygunluğuna ulaşması ile
sadece hayatı başlı başına yaşaması arasında fazlaca fark vardır. Buyruklar da vermiş olduğum ikinci
öncüle ortam hazırlamaya çalışır. Bu sayede birey, kendisi yerine hayatı kaideye almış olur. Örneğin İslam
dininden bir örnek verelim. Çoğu Müslümana göre sükûnet içerisinde kılınan bir namaz insanı sakinleştirir,
yatıştırır. Namaz kılmanın sakinleştirici etkisinin arka plandaki nedenlerine gelecek olursak, Kaplumbağa
Terbiyecisi'ndeki terbiyeci gibi sükûnet içerisinde namaz kılan bir insan da kendi öz isteklerini terbiye
etmiş olur. Bu sayede sakinleşme, kabul etme ve şimdiki ana odaklanma gerçekleşir. Sadece İslam'da değil,
diğer bütün büyük veya küçük; unutulmuş dinlerdeki ibadetler de buna benzer şekildedir. Bireyin
içgüdülerinden gelen istekleri yatıştırmaya, dolayısıyla bireyi sakinleştirmeyi sağlama amaçlıdır. Meskalin
adlı madde de buna benzer, bireyin içgüdüsel isteklerini arındırır. Fakat bunu beyne oksijen gidişini
engelleyerek, yani kimyasal yoldan yapar. Fakat din bunu psikolojik yönden çözmeye çalışır.
İnsan olmamız yanında belki birçok “kişisel” hazzı getirse de toplumsal olarak “bir” olmamızı
engellemek gibi dezavantajları da mevcut. Kişisel hazlarımız evet var, lakin Adam Philips adlı yazarın da
Kaçırdıklarımız: Yaşanmış Hayata Övgü adlı kitabında belirttiği gibi her bir haz karşılığında o hazı elde
edememe riskini oluşturur. O hazı elde edemediğimiz takdirde egomuz tatmin olmaz ve bizde bir boşluk
oluşur. Bundan dolayı insan olmamız büyük bir risktir. İnsanın sonsuzluktan indirgenmiş bir yapı olduğunu
söyler A. Huxley. İlginç olarak A. Huxley, duyu organlarımızın seçici olduğu fikrine, yani çevremizden
bazı şeyleri ancak duyu organlarımızla seçip algıladığımız ve anladığımız fikrini reddeder. Aksine A.
Huxley, duyu organlarımızın bizleri çevremize hapsettiği ve sonsuzluğun anlamını, algısını duyu
organlarımızın eleyici rolü olduğundan ötürü kaybettiğimizi belirtir. Fizikçi Lawrence Krauss'un da dediği
gibi hepimiz yıldız tozuyuz, ve bazılarımız da aynı yıldızın tozunu paylaşmakta. Bütünden parçaya
indirgendik, sonsuzluktan sonsuzsuzluğa doğru. “Algı kapılarımız” daraldı. Yaşadığımız müddet,
edindiğimiz önyargı miktarı kadar daha da daralmakta. Açmak için sağlıklı bir zihin ve beraberinde sağlıklı
bir zihniyete sahip olmamız bir gereksinim. Daha sonra mütevazı bir biçimde yaşamalıyız ki sağlıklı bir
Muhammet Fatih Ulu
zihniyet yaratabilmek için verdiğimiz uğraşlar boşa gitmesin. Sade bir yaşam sürmeliyiz kanımca, ancak o
zaman meskalin adlı maddeyi kullanmadan bile etkilerini anlayabiliriz. Hani Mevlana der ya, içmeden
sarhoş oldum, tam da bunun gibi. İşte o zaman insanlık için bir gereksinimden doğan dinî buyrukları
gerçekleştirmeden tesirlerini hissedebiliriz. Dünya aslında bir, bu çok bariz fakat görene. İnsanlar kendi
aralarında her ne kadar farklı olduğunu, bir mühendis bir bahçıvandan ne kadar farklı olduğuu düşünürse
düşünsün, bu farklılıklar üzerine düşünmenin hüsran olacağı farklılıklar, değersiz ve az. Tüm dinlerin de
kökeninin benzer olduğunu söylemez mi Richard Dawkins, insan her yerde insan sonuçta. Bilim, bizler
öldükten sonra gömülürsek eğer çürüyeceğimizi söyler. Buna göre, sonraki olayları da tahmin etmek
mümkün. Sonra, ufak parçalarımızı bir bitki, belki de toprak tarafından kendisine katacak. Daha sonrasında
ise bu bitki, farklı bir insan tarafından yenilecek ve atomlarımız artık o insanda olacak. Kim bilir, bizim
atomlarımız önceden neyin, kimin atomlarıydı. Hiçbirinin sahibi yok, tüm canlılar sanki değişmeli olarak
hayat oyununu oynuyor. Dinde de denmez mi öldükten sonra dirileceğimiz. Bu diriliş bireylerce farklı
algılanabilir, ama önemli nokta bilimsel bilgilerden yola çıkarak elde ettiğimiz bilgilerle tutarlı bir sonun
verilebilmesinin mümkün olduğu. Atomlarımız belki bir başka bedende vuk'u bulacak ve ruhumuz ezelden
beri bulunduğu sonsuzluğa geri dönecek. Her ne kadar da insanlar arasında gürültü patırtı olsa da hepimizin
üzerine dil döktüğü husus aynı kapıya çıkmakta. Ama maalesef çoğu insan, hor gördüğü bir başka insanla
aynı kapıya çıkmayı idine -popüler adı ego, egosuna- yedirememekte. Herkes çocuk olsa hiç savaş olur
muydu? Bence olmazdı, çünkü çocukken önyargı yoktu, hor görme neydi bilinmezdi. Bilinçaltlarımız
temizdi, “algı kapılarımız” ardına kadar açıktı. Fakat şu anda, yaşama telaşemiz ve hırsımız bilinçaltımızda
dururken, barışı sağlamak ne yazık ki pek de mümkün gözükmüyor. Fakat kanımca insanlar bilimi,
özellikle psikanalizi anlamaya başladıkları zaman, umalım ki popülerleşsin, dünyayı daha barışçıl bir
gelecek bekliyor diyebiliriz.
Kaynakça
Adam, Philips. (2015). Kaçırdıklarımız: Yaşanmış Hayata Övgü (Selin Siral, Çev) İstanbul.
Huxley, Aldous. (2013). Algı Kapıları (Mehmet Fehri İmre, Çev.) Ankara.
|
104 | Çağrı BAYRAM
YERALTINDAN BİR NOT
İnsan ne kadar kendisi, ne kadar bir başkasıdır ki? İstekle baktığım aynalar ne kadar
doğruyu söylüyor? O güzel söylemlerin üstündeki parlak örtüyü kaldırıp baktığımızda
görünür gerçek. Herkesin bir bataklığı var, derin bir kuyu gibi. İçine girdi mi çıkamaz insan.
Umutsuzluk gibi, ağlamak gibi, kahkaha atmak gibi... Burası benim bataklığım. İçinde
milyonlarca ağıt var. Kafası karışmış bir cüceyim ben yahut üstün yetenekleri olan bir dev.
Ben aslında çok da iyi biriyim. Dürüst, çalışkan, yetenekli... Bu kadar yeter, daha fazla yalan
söylemeyeceğim. Yalancı, aksi, hırçın, tutarsız biriyim ben. Ben aslında ben değilim, kendi
bataklığımda sürünen bir “böcek” gibi, benliğimin bir anlamı yok. Varlık ya da yokluk bu pis
kokan malikanede aslında bunun da bir önemi yok.
Bu dünyanın bütünüyle böyle bir yer olduğunu düşünüyorum işte. Karanlık, soğuk,
rutubetli... Sislerin ve karmaşıklığın dünyası... Değişen ruh hallerinin bir yansıması gölgeler.
Gölgeler, bir var bir yok gibiler. Sevgiler bir var, bir yoklar. İnsanlar çoğu zaman yok, bazen
gölgeleriyle buradalar. Evet, yanlış görmüyorsunuz, tüm bunları karşımda tüm hissizliğiyle
duran kırmızı sandalyeye anlatıyorum. Onun nezdinde kalbime, akciğerlerime, yorgun
gözkapaklarıma ve bıraksam kalkıp önce hızla bu şehirden, sonra da bu dünyadan koşacak
olan bacaklarıma anlatıyorum. Benden ayrı hayalleri olan ruhumla aynı bedene hapsedilmiş
gibiyim. Birbirimize muhtaç ve mecbur iki düşman gibi… Anlaşamıyor ve nefret ediyoruz
birbirimizden. Bedenim ve ben… Bu sandalye de bizden nefret ediyor. Zaten biz de ona
bayılmıyoruz. Yalnızlığımın doruklarında uçarken ben, iki kelamı dinletmeye zorladığım bir
meta bu, düştüğünde kalkacak mecali bile yok. Onu adam yerine koyduğuma sevinmeyip bir
de edalı bakışlarla küçümsüyor hikayemi. Bak sen şu arsıza. Daha önce hiç böyle
öfkelenmemiştim sanıyorum. Tek elimle itekleyip düşürüyorum onu yere. Artık bu sonsuz sözleri ona anlatmıyorum. Gerçi ben neyi anlatıyorum ki. Ya da kime anlatıyorum. Kendimi
mi, kendim olmayışımı mı? Burası benim yeraltım işte. Bu oda, bu dört duvar, bu loş ışık.
Burası da benim dünyam. İçeri girdiğimde ruhumun kapısını açıp serbest bırakıyorum onu.
Kah o lanet sandalyenin üzerine oturuyor, kah yerdeki halı desenleriyle haşır neşir oluyor.
Ruhum paramparça oluyor o an, öyle bir dağılıyor ki toplamak bazen günlerimi hatta
haftalarımı alabiliyor. İşte toplayabildiğim kadarıyla yazıyorum size bunları. Zavallı bedenim,
onu dağıtma imkanım yok. En fazla farklı şekillerde oturuyorum koltuğa. Tek değişiklikleri
bu. Bense en çok ruhumun serbest olduğu zamanları seviyorum. Her şeyi düşünüyormuş gibi
oluyorum o an ama hiçbir şey düşünmüyorum. Her şeyi söylüyor gibi yazıyorum ben. Sadece,
sadece yazıyorum. Kelimeler de anlam veremiyor bazen benim bu ruh hastası hallerime.
Aslında beni bir tek fonda çalan akustik gitarın içli sesi anlıyor, o da yanlış anlıyor. Benim en
duygulu olduğum yerde başlıyor hızlı ritimlerine, benim en sustuğum yerde konuşmaya
kalkıyor. Ne münasebet deyip oturtuyorum onu da yerine. Bu bataklığın sahibi benim
diyorum ona. Yalnızca ben söylemeli, yalnızca ben düşünmeli, yalnızca ben ağlamalıyım.
Böyle de bencilim işte. Herkes olduğum kadar kendimim. Burası benim bataklığım. Burası
benim karanlığım. Burada gündüzler soğuk ve parçalı bulutlu, geceler ise daha da soğuk ve
kar yağışlı. Ben gündüzleri hiç sevmem. Kırmızı sandalye en çok gündüzleri sever. O yüzden
onu daha da sevmem. Ben geceleri de sevmem. Mavi kalemim de geceleri sevmez, onu da en
çok ondan severim. Tanıştırmayı unuttum galiba. Mavi kalemim, benim can yoldaşım.
Sevdiğim tek dinleyicim odur. Hatta bu dünyada sevdiğim tek varlık da olabilir. Acı gerçek şu
ki, bir gün o da bitecek ve ben yenisini almayıp yalnızca onun inzivasına çekileceğim. Acı
çekmek de bir yaşama tarzı aslında. Hayata dolu tarafından bakmaktan daha da üstün bir tarz
hem de. Daha dayanıklı oluyor başta insan. Daha kabullenebiliyor gerçekleri. Güneşli, parlak
yaz günlerinde bile acı çekerim ben, çünkü bir yerlerde kardan adamlar eritiyor muhtemelen.
Acılar büyütür insanı, bazen de küçücük yapıp buruşturup atar bir köşeye. Burası benim bataklığım, burası karmaşanın en yoğun olduğu masa. Bu kağıt,
defalarca buruşturulup atılanlardan sonra buruşturulmamasına karar verilmiş son kağıt.
Karşıdaki aynanın bir önemi yok. Görünen siluetin bir anlamı yok. Gündelik mevzular
arasında kaybolup şuursuzca bağıran bir çocuk var zihnimde, yaşlı bir bilgeye kafa tutuyor.
Bir çocuk ne kadar kafa tutabilirse o kadar tutuyor, bir bilge ne kadar çok şey bilirse o kadar
biliyor. Mavi kalemim ne zaman biterse bu yazı o zaman bitiyor. Varoluş ve yok oluş arasına
sıkışmış bir devim ben ya da yeraltımda kaybolmuş ve pis kokmaya mecbur kalmış bir cüce.
Şimdi hızla uzaklaşmalı buradan. Ruhum daha da dağılmadan, bu koku benliğimi daha da
sarmadan.
Kaynakça
Yeraltından Notlar. Dostoyevski, Fyodor Mihaloviç. Tiyatro.
|
105 | Nur Ecem Kulak
21502915
Flaşlar İçindeki Işıksız
Ya ş am
Yalnızca kendi devrinin değil, tüm zamanların idolü olmuştur Monroe.
Ölümünün üzerinden geçen elli dört seneye rağmen, günümüzün
yıldızlarından bile daha fazla söz ettirir adından. Yetimhanede yaşayan ufacık
kız çocuğu Norma Jeane’den, tüm hafızalara adını kazıyan Marilyn Monroe’ya
dönüşme hikayesi beni her zaman çok etkilemiştir. İşte bu dünya yıldızının
hikayesinin bilinmeyen tarafları gözler önüne seriliyor Marilyn Monroe,
Notlar kitabında. ‘‘Tıpkı bir madalyon gibi, Marilyn’in de iki yüzü vardı. Işık
saçan sarışının aydınlık yüzü ve eksiksiz bir hayatın özlemini çekip iş,
arkadaşlıklar ve aşk ilişkilerinde daima hayal kırıklığına uğrayan, fazlasıyla
FLAŞLAR İÇİNDEKİ IŞIKSIZ YAŞAM $1mükemmeliyetçi bir insanın karanlık yüzü.’’ diyor Stanley Buchthal ve
Bernard Comment kitapta.
Kolay sayılamayacak bir hayatı vardı Norma’nın. Babasını hiç tanımayan
ve yetimhanede büyüyen, sırf yetimhaneden kurtulmak için daha on altı
yaşındayken aşık olmadığı bir adamla evlenen gencecik bir kızdı. ‘‘Onunla
ilişkim, yalnız geçirdiğimiz ilk geceden beri güvensiz. Aslında başta onla asla
kalmazdım ama klasik müziği sevmesi ve entellektüelliği beni etkiledi.’’ diyor
Norma, daktiloyla yazdığı notlarında. Ne kadar değişik duygular içinde
olduğunu anlamak çok güç. Hiç tanımadığı bir adamla evlenen 16 yaşında bir
kıza göre kulağa çok olgun gelen notları, aptal sarışın etiketi yapıştırılmaya
çalışılan bir kadından çok daha fazlası olduğunu kanıtlıyor bana. Eşi
Marilyn’in boy boy fotoğraflarını görmeye dayanamayıp sürekli sinirlense de,
ona boyun eğmeyip hedeflerinden vazgeçmemesi de ne kadar güçlü bir genç
kadın olduğunun göstergesi. Onun yaşındaki, yetimhanede büyümüş, sevgi
görmemiş ve sonunda bir adamın onu sevdiğini, kendisinin de onu
sevebileceğini düşünen çoğu kadın böyle bir durumda pes ederdi sanırım.
Niagara, Erkekler Sarışın Sever, Milyoner Avcıları filmleriyle iyice üne
kavuştu Marilyn. Eşiyle de boşandı tabii. Filmleriyle birlikte parayı ve
mücevherleri çok seven aptal sarışın etiketi iyice üzerine yapıştırılmaya
çalışılıyordu. Kendisi bu durumu ‘‘Ben kimseyi kandırmadım. İnsanların
kendilerini kandırmalarına izin verdim sadece. Kimse, gerçekte kim
olduğumu, ne olduğumu öğrenmeye zahmet etmedi. Benim için bir karakter
yarattılar. Onlara karşı çıkacak gücüm yoktu. Belli ki, olmadığım birini
seviyorlardı.’’ sözleriyle açıklıyor aslında. Kimse onun gerçekte nasıl bir insan
olduğunu merak etmemiş ve filmlerinde gördükleri sürekli gülücükler saçan
kadın olarak tanımış. Aslında o hala, ‘‘Marilyn nasıl yazılıyor onu bile
bilmiyorum ben.’’ diyen ufak hüzünlü kız Norma’ydı. Ne kadar güçlü bir kadın
olduğunu görsek de, sorunları kim bilir ne kadar çoktu ki Marilyn’i defalarca
intihara sürüklemiş. O da diğer birçok insan gibi alkole ve sakinleştiricilere
koşarak bulmuş kendince çözümünü. Pek uzun olmayan hayatı boyunca
ruhsal problemler peşini bırakmamış. Bu kadar parası ve şöhreti olan bir
kadının neden mutlu olamadığını anlamak güç olabilir uzaktan seyreden
birçok kişi için. Şımarıklık olarak düşünürüz hepimiz. Ama bu kitapta
Marilyn’in notlarını ve şiirlerini okuyunca, nasıl ve neden böyle bir mutsuzluk
içinde olduğunu anlamak kolaylaşıyor. Kalabalık içinde yalnızlığın ve kendisi
gibi davranamamanın, hep mutluymuş gibi gözükmenin ne kadar zor
olduğunu ve onu ne kadar yıprattığını kolayca görebiliyorsunuz. Sürekli
ruhsal bunalımlar içinde olmasına rağmen bunu profesyonel yaşantısına
yansıtmaması ve kariyerine yönelik motivasyonu Marilyn’in bana göre en
takdire şayan özelliklerinden biri. Bunun yanında, zirveye çıkmasındaki diğer
FLAŞLAR İÇİNDEKİ IŞIKSIZ YAŞAM $2önemli unsurlar da sürekli güzel olmadığına dair paranoyası ve yaşlılık
korkusuydu. Hepimiz kimi zaman güzel olmadığımızı düşünürüz ama
Marilyn’inki öyle basit bir düşünceden ibaret değil, güzel olmadığını
düşündüğü günler evden çıkmayacak kadar büyük bir takıntı. Herkesin onu
seksilik, güzellik, zariflik, incelik sözcükleriyle bağdaştırdığını düşünürsek, bu
çok da yersiz bir takıntı değil. Onun konumundaki herkes eğer güzel
görünmezse imajının yerle bir olacağını düşünebilir. Üstelik insanların onun
gerçekte kim olduğunu bile umursamadığını, sadece güzel ve seksi olması
gerektiğini de varsayınca, bu aslında tamamen haklı ve onu zirveye taşıyan
bir takıntı olmuş.
Başarı, şan, şöhret hepimize uzaktan çok güzel gözükse de, Norma’nın
hayatını daha derinlemesine öğrenince bunun ağır bedelleri de olduğunu çok
yakından görmüş oldum. İstediği üne, hatta belki daha fazlasına kavuşmuş
ama bu bedelleri yaşadığı ruhsal bunalımlarla ödemiş. Ufacık bir çocukken, bir
anda tüm dünyanın arzuladığı, herkesin kendi kafasında yaratıp inandığı
kadın haline gelmeyi tabii ki kolay sindirememiş ve o da erken yaşta şöhrete
kavuşan diğer birçok isim gibi hayatını sonlandırmış, bizi de hem
karakterinden hem de kariyerinden öğrenebileceğimiz birçok şeyden mahrum
bırakmış. Yıllar geçmesine rağmen hepimizin hayatını etkilemeye devam eden
bir isim olduğunu düşünüyorum Marilyn’in. Herkesin bu hayattan kendine bir
şeyler çıkarması dileklerimle…
Kaynakça: Marilyn Monroe, Notlar, Artemis Yayınları, Ağustos 2014
FLAŞLAR İÇİNDEKİ IŞIKSIZ YAŞAM $3 |
106 | RABİA BIÇAK
21301651
16.10.2014
TÜRKÇE 102. BİRİNCİ ARA ÖDEV
ASLI UÇAR
Kabus
Genç adamın duyduğu tek şey o tuhaf biplemeydi. Sahi nereden geliyordu bu tuhaf ses neden
kendinden başka kimse bu sesi duymuyormuş gibiydi. Duyuyorlarsa bile rahatsız olduklarına dair en ufak
bir tepki bile vermiyorlardı. Kimi zaman kesik kesik bazen ise tiz bir çığlığa dönüşen bu ses geceleri bile
etrafta yankılanmaya devam ediyordu. Başta etrafındakilerin sağır olduklarını düşündü ama sonra fark
etti ki en az kendisi kadar sağlıklı işitiyorlardı. Aslına bakarsanız duymadıkları sadece o tuhaf sesti.
Önceleri insanlara anlatmaya çalıştı genç adam ama tuhaf ve boş bakışlardı tek karşılaştığı. Bir gün
dayanamadı ve o sesi başkaları da duysun diye siren gibi gezinmeye başladı. İnsanların kendisini
anlamlarını istiyordu, bu sesin gerçek olduğunu. Belli ki onun etraftaki insanları bilinçlendirmeye
çalışmasından rahatsız olan o tuhaf beyaz üniformalılar onu susturmaya hatta uyutup bağlamaya, odalara
kapatmaya başladılar.
Evet o ses gerçekti o zaman ve kendinden başka kimsenin duymuyor olması ise muhtemelen genç
adamın zihin gücünden yahut başkalarında bulunmayan muhteşem yeteneklerinden kaynaklanıyor
olmalıydı. O hücrede kaldığı süre boyunca genç adam bu konu üzerinde kafa patlattı ve vardığı sonuç
kendinin ve etrafındaki insanların uzaylılar tarafından kaçırılmış olduklarıydı. İnsanlara giydirdikleri o tuhaf
elleri kolları bağlı giysiler de muhtemelen kendilerini incelerken insanlar zorluk çıkarmasın diye vardı.
Verdikleri yemekler ve ilaçlar da insanlar üzerinde deneyler yapabilmek için onları yaşayan zombilere
dönüştürmelerini sağlıyordu. Ama genç adamın üstün zekası bütün bunlara direnmiş ve o biplemelerin
aslında kendilerine mors alfabesiyle dünyadan mesaj gönderen bir kişiden olduğunu çözmüştü.
Kendilerini kurtarabilecek yegane kişinin ismini bir türlü hatırlayamasa da onu bir şekilde tanıyordu.
Hatta eline kalem verseler gülüşüne, kahkahasına, saçlarında yansıyan güneş ışınlarına, gamzesine kadar RABİA BIÇAK
21301651
16.10.2014
TÜRKÇE 102. BİRİNCİ ARA ÖDEV
ASLI UÇAR
resmedebilirdi onu. Eğer görevleri bu kadar hayati olmasa ona aşık bile olabilirdi. Hep o ilaçlardan
olmalıydı adını hatırlayamaması. Biliyordu çok eskiden beri tanıyordu onu öyle ki içindeki eksik parçaları
bile sanki o tamamlıyordu. Fakat açıklayamadığı bir duygu uyanıyordu içinde ne zaman aklına ‘O’ gelse.
Sahi ne olmuştu da ayrılmışlar? O lanet beyaz üniformalı uzaylılar! Nasıl fark edememişti kaçırıldığını
bunca zamandır. Verdikleri ilaçları almamaya ve mümkün olan en kısa zamanda onunla bir yolunu bulup
irtibata geçmeye karar verdi. Ona bir şekilde ulaşacaktı ya da o kendisini bulacaktı, bundan emindi.
Aksi imkansızdı, çünkü ona öyle çok bağlıydı ki bu bağ sayesinde mutlak olarak onun gönderdiğini
bildiği sinyalleri bir tek kendisi duyabiliyordu. Öyle kuvvetliydi ki bu bağ onun sayesinde hücrede kaldığı
gecelere ve bu hapishaneye katlanabiliyordu. Geceleri onunla kavuştuklarının hayalini kuruyordu hep onu
ilk gördüğünde nasıl davranmalıydı nasıl selam vermeliydi nasıl gülümsemeliydi. Resmî mi olmalı samimi
mi bir türlü karar veremiyordu. Her ne kadar birbirlerini yıllardır tanıdıklarından emin olsa da sonuçta
buradaki insanları kurtarmak onların göreviydi bu yüzden herkesin içinde koşup ona sarılması uygun
olmazdı ama sonrasında onunla doya doya hasret gidereceklerdi. Emindi genç delikanlı o da kendisini
düşünüyordu, arıyordu yoksa o sinyalleri neden göndersin. Tabii ya kesinlikle öyleydi.
Günler ilerledikçe delikanlı ilaçlarını almayı kesti ve zihninde ona dair görüntüler daha da netleşti.
Kendine dair kimi fotoğraflar da canlanmaya başladı. Bazen gece rüyalarında onu da kendini de
üniforma içinde görüyordu. Rüyalarından yola çıkarak delikanlı kendisin de onun da dünyanın istilasında
uzaylılara karşı savaşan takımda ortak çalıştıkları sonucunu çıkardı. Bir saldırı esnasında genç adam onun
kaçmasını sağlamış fakat kendisi esir düşmekten kurtulamamıştı. Ama buradan kurtulduklarında yeniden
beraber olacaklardı; sonsuza kadar. RABİA BIÇAK
21301651
16.10.2014
TÜRKÇE 102. BİRİNCİ ARA ÖDEV
ASLI UÇAR
İlaçlarını almayı bıraktıktan bir ay kadar sonra genç adamın zihni artık çok berraktı. O onun
nişanlısıydı ve ikisi de istila karşıtı direnişte görevli subaylardı. Dünyanın istilasından hemen önce
nişanlanmışlar ama evliliği savaş sonrasına ertelemek durumunda kalmışlardı. Biplemeler de anılarla
beraber gün geçtikçe artarak devam etti. Genç adam bütün dikkatini seslerin şifrelerini çözmeye ve olası
bir kaçış yolu aramaya verdi. Zamanla ailesini, annesini, yaşadığı şehri, kardeşlerini, her şeyi hatırlamaya
başlamıştı. Bu arada dikkat çekmeden etrafta keşifler yapıyor ve uzay gemisinin yahut kendilerini
tuttukları gezegendeki hapishanenin açıklarını arıyordu. Bilinci geri geldikçe sahip olduğu duyuların da
keskinleşmeye başladığını hissetti. Her ne kadar uzay gemisi dünyaya benzer yapılmış olsa da beyaz
üniformalıların donukluğu ve etrafndaki insanların tuhaf hareketlerinden buranın dünya olmadığı
anlaşılıyordu. Genç adam haftalar boyunca uzaylıların rutinini ezberledi ve kendine titizlikle hazırlanmış bir
kaçış planı hazırladı. Tek problem kimlik okutularak açılan kapıydı, onu da beyaz önlüklülerden birinden
aşıracaktı. Sabahları herkes uyurken etrafı gezen yaşlı bir beyaz önlüklü vardı kendine hedef olarak onu
seçti ve ertesi sabah harekete geçmeye karar verdi.
Ertesi gün gün ağarmaya başladığında odaya giren beyaz önlüklü ama çıkan genç adamdı.
Heyecanlı ve hızlı adımlarla ilerleyen genç adam için ilk hedefi kolay olmuştu. Asıl problem kapıda
bekleyen iki iri beyaz önlüklüydü. Neyse ki birisinden horlama sesleri yükseliyor diğeri ise önündeki
ekrana dalmış oturuyordu. Genç adamın yaklaştığını fark etmediler bile, kilitli kapıyı geçen genç adamın
özgürlüğüne bir adım kalmıştı. Amacı ana kapıya ulaşıp uzay gemisinin yerini ona bildirmekti. Böylelikle
yardım getirebileceklerdi. Heyecanına yenik düşen genç adam hızla ana kapıya doğru ilerledi. Uzaylılar
onun kaçtığını fark etmiş olmalılardı ki arkasından ayak esleri ve bağrışmalar duymaya başladı. Son anda
üzerine atlayan iki uzaylıdan güçlükle kurtulan genç adam soluğu ana kapının dışında aldı. Bu uzay gemisi RABİA BIÇAK
21301651
16.10.2014
TÜRKÇE 102. BİRİNCİ ARA ÖDEV
ASLI UÇAR
ne kadar gerçekçiydi böyle suni güneş gözlerini kamaştırıyor hatta sabah meltemini teninde hissediyordu.
Arkasından koşturan insanlara ve o tanıdık siren sesine aldırış etmeden koştu. Yüz metre ilerde büyük
bir kapı daha vardı. Kokpit mutlaka onun arkasından olmalıydı, evet evet mutlaka öyle olmalıydı.
Belki de o korna çalmasaydı o kamyon o sokaktan o anda geçmeyip o arabayla karşılaşmasaydı
o kornaya basmayacak ve genç adam o kapıya ulaşıp dünyayı kurtarabilecekti ve ‘O’na o eksik
yarısına, biriciğine kavuşacaktı. Oydu onun hayatının anlamı kurtuluş mücadelesindeki tutanağı her şeyi.
Onun gülümseyişiydi tek görmek istediği, o korna çaldı. genç adamın zihninde bu sefer çok değil sadece
altı ay öncesine dair anılar berraklaştı. Fakat genç adam hatırladıklarını kaldıramadı , yığılıp kaldı.
Uyandığında genç adamın tek hatırladığı şey o bip sesiydi yine.
Altı ay öncesi..
Gözlerinin rengi geldi bir an gözlerinin önüne, saçlarından yansıyan gün ışığı, sahi ne güzel
gülümserdi biricik sevgilisi. Bir an için o muhteşem gülüşü canlandırdı zihninde, istemsizce şu anda
dağılmış olan o yüzün gülümsemeye çalıştığında alacağı komik ve bir o kadar ürkütücü surat canlandı.
Genç adam dayanamadı patlattı kahkahayı. Ambulansın siren seslerine karışan kahkahayı dışarıdan
duyan kimse olmadı sadece genç adamın hemen yanında oturan ve sevgilisine tuhaf tüpler bağlayan
sağlık görevlisinin aklından genç adamın da bir sakinleştiriciye ihtiyacı olabileceği geçti. Ne de olsa daha
beş dakika öncesine kadar el ele dolaştığı kız şimdi önündeki sedyede darmadağın olmuş halde
yatıyordu. İkisinin de dikkatini dağıtan şey kesik kesik makinadan gelen biplemelerin tiz kulak
cırmalayan kesiksiz ve henüz yirmilerinin başında olan bir canın artık yaşamadığını ilan eden o tuhaf ses
oldu. Ambulanstaki iki sağlık görevlisi genç kızı hayata döndürmek için her şeyi yapmalarına rağmen
genç kızın kalbi bir daha ne sevgilisi için ne de bir başkası için atmamak üzere durmuştu. Araç hastaneye RABİA BIÇAK
21301651
16.10.2014
TÜRKÇE 102. BİRİNCİ ARA ÖDEV
ASLI UÇAR
ulaştığında ambulans görevlilerine bir ceset ve saniyeler içinde etrafındaki hiçbir şeye tepki veremez
duruma gelmiş o tiz bip sesini tekrarlayan genç adamı teslim ettiler. Genç adamın hayatı boyunca sürecek
olan kabusu henüz yeni başlıyordu...
|
107 | Vitrinlerdeki Tanıtım
Şimdiki dünyamızda neredeyse en önemli şey haline geldi “vitrinde olmak”. Tamamen
tanıtım üzerine kurulmuş bir dünyada yaşamaya başladık. Bunun nedeni de teknoloji
dünyasının hayatımızda ve kültürümüzde yaptığı etkiler ve değişiklikler. Halbuki önceleri
herhangi bir şeyini övmek bile hoş görülmezdi. Şimdi ise yaptığı iş ne olursa olsun tanıtmaya
değer mi diye düşünmeden her şeyi ön plana çıkarmaya çalışanlar da az değil.
Teknoloji sayesinde insanların daha fazla gezmeye ve veya araştırmaya imkanı oluyor. Ben
de sürekli ilginç yerleri araştırmaya çalışıyorum tatillerimde nereye gidebilirim, nerede daha
keyifli vakit geçirebilirim diye. Hatta araştırmasam bile ister istemez gözüme takılan
televizyondaki farklı yöreleri tanıtan programlar bana araştırmalarımdan daha fazla yeni bilgi
sunuyor. Başlarda bu programlara iyi nazarla bakmıyordum ve “bunları yapanların hiç mi işi
gücü yok daha yararlı bir şeylerle uğraşsalar” diye düşünüyordum. Fakat daha sonra
sıkıntıdan oturup programın tamamını izlediğimde gerçekten öğretici ve merak uyandırıcı
olduğunun farkına vardım. Bu programlar genelde canlı olduğu için bende bıraktıkları etkiler
de fazla oluyor. İçimde buralara gitmek için uyanan istek her yeni tanıtılan yerde, tanıtıcının
yürekten sunduğu ve oranın halkıyla içli dışlı olduğunu gördüğümde daha da artıyor. Hem bu
vitrine çıkarılan saklı yerleri kendilerini popüler dünyadan muhafaza edebilmiş olmalarından
dolayı hem de buraları bulup ortaya çıkaranları tebrik ediyorum.
Bazen de farklı programlarda çok öncelerden kalma eski ögeleri bulup, kazıp tanıtıyorlar.
Onlar da çok ilginç oluyor. Mesela eski zamandaki kaşık yapısıyla şimdiki farklı özelliklere
sahip. Öncekilerin çukuru daha küçük, daha az yemek alabiliyorsun ve tahtadan yapılmış.
Ayrıca insanlar bu kaşıkları yanında taşıyormuş. Bir yere davet edildiğinde ise kaşığın hazır,
yanı başında! Aslında tanıtılan sadece maddi şeyler değil. Herkesin kültürü, inancı kendine
göre en doğrusudur ve ona hak ettiğini düşündüğü değeri veriyor insanlar. Tanıtımcılar vitrine
çıkarılan yerlerdeki yaşayışlara, aile ilişkilerine, toplumsal düzene de yer veriyorlar
araştırdıkları ve tanıttıkları yerler hakkında. O zamana baktığında onlar en doğrusu öyle diye
düşünmüş ve ona göre kurmuş ve yaşamış. Böyle bilgileri öğreten vitrincilere, tanıtımcılara
artık teşekkür eder oldum. Her yeni gün ufkumu genişlettikleri ve başka dünyadan olanlara
karşı önyargımı kırdıkları için… Her yapılanın ve yaşayışın bir sebebi olduğunu ve rastgele
olmadığını öğrettikleri için…
Belki de vitrine çıkarılması gereken en önemli şeyin fikirlerimiz olduğunu anladım
tanıtımlar sayesinde. Her insanın ayrı bir dünya olduğunu ve kafalarda nice fikirler olduğunu
gördüm tanıtım sayesinde. Aklımın ucundan bile geçmeyen konularda yenilikçi, üzerinde
hariçten bir çizik bile olmayan pırlanta gibi fikirlerin vitrine konulmasıyla karşılaştım bazı
zamanlarda…
Aslında bu “vitrine çıkarma” işi toplumu maddi ve manevi etkiledi. Tanıtılan yerlerdeki
insanların kendine olan güveni arttı ve değerli olduğunu hissetti. Yaşadığı mekanın,
yetiştirdiklerinin ve kullandığı eşyaların asıl kıymetine anladı. Bu değerin bir parçası
olduğunu bilip ona göre devam ettirdi yaşamını. Şimdiki toplumda köylüye karşı bakış yavaş
yavaş değişmekte. Artık “nerede yaşıyorsun” sorusuna gururla “köyümde” cevabını veren
insanlar görür olduk.
İnsanlar artık teknoloji çılgınlığından bunalıp gerçekten oksijen almaya, köy kokusu
solumaya ihtiyaç duyar oldu. Ben de öyleyim. Her yıl gittiğim ve genellikle bir hafta kaldığım
köyüme gitmeyi iple çekiyorum. Çocukluk zamanlarımda öyle değildi ama… Çünkü orda
televizyon, bilgisayar veya bisikletim yoktu. Lakin şimdi anladım neyin ne olduğunu, neye
değer vermem gerektiğini ve telafisini yapmaya çalışıyorum gittiğim o haftanın her gününü
dolu dolu yaşayarak… Gerekirse uykusuz kalıp fakat boş zaman geçirmeyerek…
İnsanların genel olarak hoşlanmadığı birileri de vardır bu tanıtım işinde. Şüphesiz benim de
hoşlanmadığım… Bunlar da şüphesiz ya kendi reklamını yapmaya çalışanlar veya faydalı bir
iş yapmadığı halde bunu dünyanın en önemli işi gibi göstermeye çalışanlar. Çoğu kişinin
yaptığı gibi ya bu kişileri geçiştiriyorum yahut ciddiye bile almıyorum. Lafları bir kulağımdan
girip öbüründen çıkıyor. Çünkü vitrine çıkarma olayını yanlış anlamışlar ve bunun farkında
bile değiller. Bana düşen ise her zamanki gibi her şeyin “iyisine” bakmak. Bu şekilde
tanıtımın faydalı bir şey olduğu kanaatine varabilirim. İstesek de istemesek de bunlarla yaşar
olduk. Umarım ileriki zamanlarda insanlar vitrinde olmanın kötü tarafını göstermezler…
İsmail Nurullah Mutlu
Kaynakça:
Mustafa Kutlu. Vitrinde Olmak. 1. Baskı. Dergah Yayınları. 2015. |
108 | Nazlıcan Aktürk
MALEFİZ
Çocukluğumuz bizi bu diyardan alıp, çok farklı hayal dünyalarına taşıyan,
büyüklerimizden dinlediğimiz ve okuduğumuz masallarla geçmiştir çoğunlukla. Bu
masallarda iyiler hep kötülere karşı savaşır ve istisnasız bu savaşın galibi olurlar. Bilinen
klasik masallarda olaylar daima iyilerin etrafında döner. Dolayısıyla masallardaki
kahramanlar hep iyilerdir. Kimse, masallardaki kötülerin geçmiş yaşamının nasıl olduğunu
merak etmez ve yaptığı büyük zalimliklerin asıl nedenini sorgulamaz. Çünkü bilinçaltımız
kötüleri her zaman, koşulsuzca kötü olarak algılar ve onları savunacak bir taraf bulmak için
uğraşmaz. Sanki masallardaki kötü karakterler kötü olarak doğmuş ve o şekilde
büyümüşlerdir ve tek amaçları dünyayı, kıskançlık, fesatlık ve bencillik gibi kötü duygular
besleyerek, iyilerin başına yıkmaktır.
Günümüzde, gerçek dünya ile masallar arasında hiçbir ilişki bulunmamaktadır.
Aslında bizler bilinçaltımızda bunun ayrımına vardığımız için masallardaki karakterlerin
yaptıklarını sorgulamıyoruz. Peki eğer bir senaryo yazarı bunu düşünür de, dünya klasiği olan
bir masalı bir de masaldaki kötü karakterin açısından ele alıp incelerse ve bunu beyaz perdeye
aktarırsa ortaya nasıl bir sonuç çıkar? İki gün önce seyrettiğim Maleficent (Malefiz) filmi
klasik "Uyuyan Güzel" masalının günümüze daha çok yaklaştırılmış hali. Gerçek dünyayla,
filmde anlatılan masal arasında bu kadar büyük benzerlik olmasının nedeni hayattaki renklerin
sadece siyah ve beyazdan ibaret olmadığından kaynaklanıyor sanırım. Çünkü bu film bize
iyilerin zaman içinde, yaşadığı olayların etkisiyle bir zalime dönüşebildiğini, bir zalimin aynı
zamanda bir kahraman olabileceğini, aşkın bir erkek ve bir kadın arasında sınırlı
tutulmasının zorunlu olmadığını gösteriyor. Yani tamamıyla insanların genel bakış açısını
değiştirebilecek ögeler barındıran, çarpıcı bir yapım. Filmin adından da anlaşılacağı üzere,"
Malefiz " Uyuyan Güzel masalında, prensesi sonsuz uyku büyüsüyle lanetleyen kötü perinin adı. Film Malefiz ' in yaptığı bu acımasız büyünün nedenini, geçmişte prensesin babası
tarafından kandırılıp, çok büyük bir kötülüğe maruz bırakılmasının ardından öfkesine yenik
düşerek yaptığı sonucuna bağlıyor. Yani klasik Uyuyan Güzel masalından farklı olarak, bu
büyüyü, sebepsiz yere yapmıyor. Filmin gerçek hayatla olan bağlantısı verdiği mesajlar
yönüyle çok kuvvetli, fakat bu film, bir masaldan uyarlanması nedeniyle içinde sihir ve büyü
gibi olağanüstü ögeler de barındırıyor aynı zamanda. Bu yüzden diyebiliriz ki, film, aynı
zamanda görselliğiyle de son derece dikkat çekici bir yapım olma özelliğine sahip.
Filmdeki oyunculuklar da filmin genel anlamda başarılı bulunmasında önemli bir paya
sahip. Özellikle Angelina Jolie' nin filmdeki performansı muazzam. " Malefiz " tipini o
kadar başarılı bir şekilde canlandırmıştır ki, film boyunca kendimi onun yerine koydum ve
"Malefiz" tipinin yaşadığı heyecanları, mutlulukları, üzüntüleri ve kimi zaman da hayal
kırıklıklarını adeta onunla birlikte yaşadım. Hatta rahatlıkla söyleyebilirim ki, Angelina Jolie,
neredeyse filmi tek başına götürüyor. Filmde " Uyuyan Güzel " tipini canlandıran yeni nesil
oyunculardan, Elle Fanning' in performansı Angelina Jolie' nin yanında yetersiz kalıyor ne
yazık ki... Uyuyan güzelimiz Aurora' nın kral babasını canlandıran Sharlto Copley' in
oyunculuğu da oldukça başarılı. Başta Malefiz' in biricik aşkı olan, daha sonra kral olabilmek
için çocukluk aşkı Malefiz' i feda eden kral, bize iyi bir insanın hırslarına yenik düşerek
zamanla ne kadar zalimleşebileceğini de gösteriyor aynı zamanda.
Film hakkında son olarak söylemek istediğim, görselliğiyle ve verdiği mesajlarla
birlikte son dönemlerde izlediğim en etkileyici filmlerden birisi olduğu ve yeni jenerasyona,
hayatın renklerinin sadece siyah ve beyazdan ibaret olmadığı mesajını vermesi ve onlara daha
gerçekçi bir bakış açısı kazandırması yönüyle kesinlikle izlenilmesi gereken bir yapım
olduğu...
KAYNAKÇA:
Maleficent. Dir. Robert Stroomberg. Perf. Angelina Jolie, Elle Fanning. IMDb. IMDb.com, n.d.
Web. 25 Nov. 2014.
|
109 | Bir Uçurtmanız Olsun
Büyülü gerçekçilik beni her zaman etkileyen bir akım olmuştur, Gabriel Garcia
Marquez’in Yüzyıllık Yalnızlık eseri, Mihail Bulgakov’un Usta ile Margarita’sı ve şimdi de
Kaan Murat Yanık’tan Uçurtma Mevsimi. Kitabın içeriğinden bahsetmeyeceğim, çünkü
hiçbirimizin düşünceleri, algıları aynı olmadığı için herkesin alacağı tat farklı olur. Basit
cümlelerle anlatmak gerekirse, modern dilde yazılmış bir masal denilebilir. Eser yaşamla ilgili
çok fazla şey sunuyor, ama aynı zamanda anlatımı düşsel öğelerle süslemiş. Beni hiç
olmadığım bir dünyaya götürüp aslında çok tanıdık olduğum duygularla yüzleştirdi. Düşsel
gerçeklik ile ilgili bir şeyler okuyunca aklıma aşktan daha düşsel gerçekçi bir duygu gelmedi.
Hayatta her zaman iyi şeylerin olmadığını gösteren gerçekçi anlatımıyla içinde
bulunduğumuz toplumsal sistemi de sorgulattı bana. Fakat bu eleştirel bakış açısı aşk teması
kadar yoğun değil. Aşkın odak noktası haline getirip anlatmaktansa, yaşamın gerçekliğinin
arkasında tutmayı tercih etmesi çok etkileyici ve düşündürücüydü. Aşka farklı bir bakış
açısından, başka bir boyuttan bakmamı sağladı. Aşk hep arka planda bir figüran gibi kalmaya
devam ederken hızla yaşanan, tüketilen hayatlarımızı yansıttığını düşündüm. Hem tarihi
figürlerin öne çıktığı hem de popüler kültürde birçoğumuzun tanık olduğu hızlı yaşayıp çabuk
tüketen toplumun sonucu olan yalnızlık var. Özellikle büyük şehirlerde aslında herkesin
deneyimlediği ya da gözlemlediği bir şey metropol yalnızlığı. İnsanların hırslarının kurbanı
olduğu, elde etme ve yükselme savaşı içinde barış ve fedakarlığı unuttuğu bugünlerde
yalnızlaşma çok da şaşılacak bir durum değil. Modern zaman, aşkı kendi kalıbına uydurmaya
çalışarak modernize etmeye çalıştıkça yapay bir şeye dönüştü aşk. Kendi doğallığından ve
saflığından uzak, kapitalizm ve metropol yaşamı ile sınanan bir kavram şu an. Halbuki,
masallarda ve öykülerde, hatta annelerimizin ve babalarımızın anılarında ne kadar da büyülü
gelirdi bize. “Babama aşık mıydın?” sorusunu hiç sormamış küçük bir kız yoktur herhalde.
Bizi büyüleyen bu hikayelerden sonra geldiğimiz nokta “Adını koymayalım” cümlesinin sponsor olduğu ikili ilişkiler. Durum böyle olunca aşk tabii ki arka fonda kalır, çünkü
hissetmenin ve hislerimizi olduğu gibi göstermenin gurursuz ve gereksiz bir davranış olarak
karşılandığı bu toplumda aşkın temel bir öge gibi görünmesi saçma olurdu. Biraz keskin ve
genelleme yaparak eleştiriyor olabilirim modern çağ ve metropol aşklarını, ama benim
çevremde gördüğüm ilişkiler bu şekilde. Strateji yaparak ve hesaplar üstüne ilişki kurmak bile
daha iyi bence bu durumda, çünkü en azından ortada bir çaba var. Diğer türlüsü “İstemem yan
cebime koy” gibi geliyor bana. Aşkı eskilerdeki gibi hayatının merkezine koyup fedakar
olmak mı, yoksa herkes kendi hayat koşuşturmacasındayken arka fonda tutması mı daha çok
mutlu ediyordur, bilemiyorum. Ama ne kadar modernleşsek de, bu modernizmin
mekanikleşmeye doğru gitmesinden korkuyorum. Düşler, hayaller ve masallar bize sevginin,
barışın, mutluluğun varlığını hatırlatıyor. Teknolojiyle beraber sanal ortama taşıdığımız
ilişkilerimizin geleceği için bu düşsel anlara ihtiyacımız var.
Gerçekliğin içinde, dört mevsimin arasında yorgun düşmüşken herkesin ihtiyacı olan
aslında bir uçurtma mevsimidir. Düşlerimiz için oturup nefes aldığımız huzurlu bir an,
masallara inanmak için küçük bir mola. Belki de günümüz dünyasında masallar eskisi kadar
büyülemiyordur bizi, gerçekçiliğin ve hırsların peşinde koşturup dururken hayal kurmayı,
düşlere inanmayı unutuyoruz. Mücadele, koşuşturma, yarışlarla dolu hayatın arasında mola
verip bir uçurtma uçurmayı unutmamak dileğiyle.
Kaynakça
Yanık, Kaan Murat. “Uçurtma Mevsimi”. İstanbul: Kapı Yayınları: 2015
|
110 | Ayrıksı ve Bütün
Halk ve aydınlar. Gösterilmiş nice çabalara rağmen oldum olası hep kopuk olmuşlar
birbirlerinden. Öyle ayrışmışlar ki yaşadıkları ülkelerden başka ortak özellikleri kalmamış. Hayattan
beklentileri, zevkleri ve hatta konuştukları dil bile o kadar farklılaşmış ki, birbirleriyle iletişemez hale
gelmişler. Bu çok iddialı bir genelleme gibi dursa da, ne yazık ki gerçeklik payı oldukça yüksek.
Dünyaya bakış açımız, durumu önlenemez bir şekilde bu hale sokuyor. Birbirimizi gerçekten
anlayamıyoruz, dolayısıyla da diğer grup üzerinde etkimiz yok denecek kadar az. Çift yönlü olarak
da böyle bu. Görünmez duvarlarla ayrılıyor gibiyiz.
Farklılıkların bulunması elbette ki kaçınılmaz ama bu tam bir kopuş olması gerektiği
anlamına kesinlikle gelmiyor. Aynı ortamda yaşayıp bu kadar ayrık olmamız bir eşikten sonra
sıkıntılı da olacaktır. Birbirleriyle konuşamayan insanlar birlikte ilerleyemezler ne de olsa. Aydın
olmanın getirdiği sorumluluklardan biri ve belki de en önemlisi, genel vaziyetle çelişse de, halkın
gelişimi ve ilerlemesi için itici güç olmak. Aydınlar bu bağlamda, kendilerini halktan soyutlamak,
ayrıksı oluşlarını ön plana çıkarmak yerine tam tersine davetkar olmalılar bence. Kendi
benimsedikleri farklı bakış açılarını “gelişmişliklerini” gösteren bir silah olarak kullanmak yerine, bu
renkliliğin halka da bulaşmasını sağlayacak bir dili, bir duruşu benimsemeliler.
Dediğim şeyler günümüz durumuyla kıyaslanınca hayal gibi duruyor olabilir ama neden
gerçekleşemesinler ki? Bir şeylerin değişmesi için bir yerden başlanması lazım. Olması gerektiğini
düşündüğüm şey, aydınla sıradan insanı ayıran kalın çizginin bir anda ortadan yok olması değil,
bu zaten imkansız olurdu. Gereken şey, bu çizginin suluboyayla yeni boyanmış gibi, yumuşak bir
şekilde iki tarafı da içine alacak şekilde yayılması, genişlemesi. Koyu renkli duvarımsı karakterini
de kaybederek renklenmesi ve iki tarafın arasında iletişimi ve etkileşimi yeniden mümkün kılması.
Bu durum göz önünde bulundurulduğunda halkbilim ve halkbilimciler diğer aydın
kesimlere kıyasla çok ilginç bir noktada kalıyorlar. Ne de olsa, aydınlar olarak ayrıştıkları toplumu
gözlemliyorlar. Bu kopukluğu yok edercesine, çok ciddi başarılar elde ettikleri de bir gerçek.
İçinde bulundukları durumu bir avantaja çevirerek objektif bir dış gözlemci olarak dışardan
bakabilmişler büyük topluluklara. Kalan zamanlarda da bu uzaklığı kırıp birbirlerine ulaşmayı,
birbirlerini anlamayı başarmışlar. John Berger, kendisiyle yapılan bir söyleşide, göçmen işçileri
incelediği kitabı Yedinci Adam’ı, yıllar sonra İstanbul’da bir gecekondunun kitaplığında
gördüğünde hissettiği duyguları şöyle anlatıyor:
“Yedinci Adam’ı o kitap rafında görmek köşeyazarlarının, edebiyat eleştirmenlerinin
övgülerinden çok daha değerliydi benim için. (…) Duygulandırıcı olan şey, o kitabın,
anlattığı insanlar tarafından bilinmesi, kabul görmesiydi. Çıktığı eve geri dönen bir
kitaptı.” (15)
Yukarıdaki örnek de Berger’in deyişiyle uzatılacak elin kimi zaman tutulacağının bir
göstergesi. Bu da demek oluyor ki, bu iki grubun etkileşimde bulunması, birbirlerinden bir şeyler
öğrenmesi ve birbirine katkıda bulunması pekala mümkün. Bunu tüm aydınlara genellemek de
bence mümkün. Farklılıktan ve uzaklıktan güç alarak arada bağlar kurulması şart. İki grubun da
kendi mekanizmalarını kurup birbirlerinden soyutlanmalarındansa, bazı şeyler ortak kılınabilmeli.
Berger’i bu kadar mutlu eden de tam olarak bu ortaklığın sağlanabilmiş olması.
Birbirini dışlayan ve sürekli çatışma içinde olan iki topluluk yerine, birbirine daha sıcak
bakan, birbirine bir şeyler katan, birbirinden öğrenen ve birbirinden destek alan iki topluluk
olabilmek mümkün. İçinde yaşadığımız çağda, sağlıklı ve güçlü bir toplum olabilmemizin formülü
de bu bence.
Ufuk Usubütün Kaynakça:
Berger, John ve Yücel Göktürk. İstanbul’dan Gelen Telefon. İstanbul: Metis Yayınları, 2016. |
111 | Akın Cem Tokgöz
Karanlıkta Yaşayanlar
Bugün neler yapacaksınız? Sabah erkenden sıcak yatağınızdan çıkacak, kahvaltı yapmaya vakit
bulamadan kendinizi dışarı atmaya çalışacaksınız. Hepimizin bir koşturması var sonuçta öyle değil mi?
Kimimiz işine, kimimiz dersine geç kalıyor. Öyle sağda solda kaybedecek hiç mi hiç vaktimiz yok.
Bazılarımız şanslı. Mesela arabasına binip vakitsiz yağmurdan kaçabilirken bir diğerinin otobüsü nasıl
kaçırdığına gülebiliyor. Eninde sonunda ulaşıyoruz ama gitmemiz gereken yere. Sonra? Mesai bitince
aynı tempoyla evin yolunu tutuyoruz. Evde de bizi bekleyen ağır bir tempo var çünkü. Günün sonunda
yatağa girip de kafanızı yastığınıza koyduğunuz an başlıyorsunuz düşünmeye… Ne kadar da
yorulmuşsunuz? Güzel bir uyku çekmeli, yarın sabah sizi bekleyen bütün sorunlara hazır olmalısınız.
Bütün bu temponun içinde gözünüze çarpan, kulağınıza çalınan bir tuhaflık yok mu?
Bugünlerde her şey çok kolay bizler için ama sizin bunları zaten bildiğinizi, başınızda tonla sorun
varken kolaylıklar hakkında zamazingolar dinlemek istemediğinizi tahmin edebiliyorum. Merak
etmeyin bu sefer sizden bahsetmeyeceğiz. Karanlıkta yaşayanlardan, gölgelere saklananlardan, çoğu
günler farkına varmadıklarımızdan bahsedeceğiz. Paris ve Londra’dan, parasızlıktan, George Orwell’in
gözümüze soktuğu ama bizim inatla görmek istemediğimiz hayatlardan, üç kuruşun hesabını
yapanlardan…
Kendi hayatlarımızla o kadar meşgulüz ki çoğu zaman etrafımızda olup bitenden bihaber yaşıyoruz.
Vakit bulamıyoruz, dikkat edemiyoruz, bazen ise geçiştiriyoruz. Çünkü geçiştirmek kolay, arkamızı
dönüp yürümek hatta vakit kaybetmeden oradan hızlıca uzaklaşmak daha da kolay. Hızlı yaşamaya o
kadar çok alışmışız ki atacağımız her adımın hesabını yapar olmuşuz. Bencil olmayı yaşam biçimi kabul
etmişiz. Fakirliğe, açlığa, hastalığa tahammül edemez, zorbalığa boyun eğer olmuşuz. Fedakarlıkları,
iyilikleri unutmuşuz. Bencillik dedim ya aslında kendi kendimize yaşamaya fazla alışmışız. Bizden
başkasının varlığını kabullenmek zor gelir olmuş bugünlerde. Evet, fazlasıyla suçlu fazlasıyla haksızız. “Paris ve Londra’da Beş Parasız”ı okuduktan sonra anladım ne kadar acımasız yaşıyormuşuz meğer.
Bizler, kendimizden başkasına vakit ayıramayanlar olarak ve güçsüzlere her geçen gün daha da çok
darbe vuranlar olarak suçluyuz.
Suçlama konusunda üstüme yok şimdiye kadar. Hani nerde çözümün diyebilirsiniz. Çok da hak veririm
size. Zamansız yaşıyoruz derken oldukça ciddiydim. Çünkü ben de vakti olmayanlardanım. Farkındalık
yaratmaya çalışırken farkına varamayanlardan, kendi yarattığım karmaşanın içinde yolunu
bulamayanlardan, kendinden başkasına yardım edemeyenlerden…
Paris’in sokaklarında fink atma şerefine erişenlerdenim ben de. Karanlıkta yaşayanları görmeden,
göremeden, oldukça büyük bir bencillik ve dikkatsizlikle o dar sokakları yavaş yavaş yürüyerek
yarattım zamansızlığımı ben. Şimdi kalkmış diğer bütün bencillere kafa tutuyorum. Farkındalık mı bu
şimdi? Acı dolu bir kitap bu bahsettiğim ya da bahsetmeye çalıştığım. Acısından çok verdiği vicdan
azabı beni en çok bunaltan. Tıpkı buradaki sözcüklerin sizleri bunaltması gibi. Ama işte farkındalık. O
insanların açlık ve sefalet karşısında sanki hayata inat, azimle yaşamaya çalışmalarını görmek içimi
parçalamaktan başka neye yaradı diye soruyorum kendime. Kitap 1933’de yazıldı belki ama bugün
hala kitaptaki o insanların yerini tutan başkaları var. Aynı zorbalığı sürdürenler, aynı hikayeden
şikayet edenler var. Onlar var olmasına varlar belki ama o günden bugüne fedakarlık adına büyük
adımlar atamadık işte bizler de. Kimseyi kurtaramadık, kurtarılamadık ama hep de bekledik. O birinin
sesimizi duyup da bir anda belirmesini, yoktan var olmasını. Beklemekle de yetindik. Aradan geçen
onca zamana rağmen bugün hala bekliyoruz. Bahanelerimizin bir gün bitip de başkalarının dertlerine
ortak olduğumuz o geleceğin gelmesini…
|
112 | Karmaşık Duygular ve Naçizane Farklı Gözlemler ile Sonbahar
Sonbahar; herkes için karmaşık duygular taşıyan bir mevsim! Adına şarkılar ve şiirler yazılan
mevsim. Sonra bunları ticarete döken insanlar... Düğünlerin patlama yaptığı mevsim. Malum kış
geliyor ve ‘’canlı sobalar’’ lazım. Romantizmin hat safada olduğu aylar. Bununla beraber sevgiliye
alınan hediyeler, sevgilinin olmayışı durumunda arayış içine giren insanlar, sonbahar depresyonları,
melankolik haller, bunalımlar, hüzünler... Canlı doğanın yavaş yavaş bir şekilde içine büründüğü
zamanlar.
Diğer taraftan sebze ve meyvenin en bol ve en çeşitli olduğu zamanlar. Annelerin kışlık pazar
koşuşturmaları. Malum karda kışta sıcak tarhana çorbası ve turşu olmazsa olmazlardandır. Kışlık
elbiselerin gardroplardan çıkma zamanı. Okullar açılır, alışveriş telaşı ve eksiklikleri tamamlama
günleri. Bütçeleri zorlayan, telaşın hep üst seviyede olduğu günler. Günlerin kısalıp gecelerin uzadığı
zamanlar, yağmurlar, kışın ayak sesleri ve daha nice karmaşık duygular...
Bütün bu karmaşanın içerisinde yaşadığımız duyguları nasıl özetleyebiliriz ki? Saf bir sosyolojik
deney yaptım ve bunu sizinle paylaşmak istiyorum. Karşılaştığım birkaç kişiye şu soruyu sordum:
‘’Sonbahar denilince aklınıza gelen ilk üç kelime nedir? ’’ İnanın çok ilginç, sıradışı ve bir o kadar
gerçekçi yorumlar geldi. Ama insanlar hangi duyguları yaşıyor diyecek olursanız, gerçekten kafam çok
karıştı. Herkes farklı, herkes orijinal fikirli. Hatta çok zıt denilebilecek bakış açıları olanlar da var.
Hüzün, özlem, korku, bıkkınlık, isyan, telaş, öfke... Tüm bu duygular insanların paylaştıkları yorumlar
arasında. Üstüne bazen kontrolsüz duygu geçişleri de mevcut... Nasıl mı?
Sabah saatlerinde sorduğum soruya verilen cevaplar; genellikle karamsarlık, hüzün ve endişe
doluydu. Kuruyan yapraklar, yaprakların dökümü, soğuk, yağmur, kışlık elbiseler, kahverengi tonları,
üşüyen insanlar, telaşlı koşuşturmalar ve buna benzer haller. Öğle saatlerinde tok karınla alınan
cevaplar biraz farklı. Duygular çoğunlukla hüzün, özlem, biraz sevinç, günlük monoton haller, nostalji
içerikli bol sözler... Yine doğal gaz fatuları, kışlık yiyecek ve elbiseler, gardrop değişimleri, okul
masrafları, bahçe hasatları, telaşlar... Akşam saatlerinde ise yoğun bir melankoli, nostalji, romantizm,
öfke ve telaş. Bunlar genellikle yoğun olarak dile getirilen duygular. Verilen cevaplar, sorulduğu
zamana göre farklılık gösterdi, maddi duruma göre sınıflandırıldı, yaşa göre çeşitli cevaplar verildi.
Örneğin: sabah sorulan soruya (sonbaharı üç kelime ile tarif edin) ; neredeyse herkes dökülen yaprak
dedi, hüzünlü haller var diye. Fakat sokakları süpüren çalışan arkadaşlar ‘’ Bu bizim işimiz, bıktık artık
bu yapraklardan. Soğuk havada sabahın köründe topladıktan sonra öğlen saatlerinde de aynı! Ama
çok şükür, bir işimiz var... ‘’ Duygu geçişleri, karmaşası hepsi bir arada. Öğlen saatlerinde pazara giden
teyzeler: Her şey ne kadar bol, çeşit çeşit sebze ve meyveleri karıştırıp şükrederken diğerleri de
pahalılıktan, sıkış tokuştan, kalitesizlikten bahsedebiliyor. Birileri sevinç ve telaşla alabildiklerine
saldırırken mahcup bir şekilde tadımlık isteyenler de var. Akşam olup insanlar evlerine gittikleri
zaman, hele bir de karınlarını doyurduktan sonra verilen cevaplar benzer: Ne kadar güzel renkli
yapraklar, uzaklara dalmışcasına camdan bakarak söylenen sözler. Yarın daha farklı kıyafetler
giyebileyim diye telaşlar, bugün de karnımız doydu şükürler. (Sanki sabah üşüyüp isyan eden onlar
değilmiş gibi)
Bu kadar mevsimsel duygu yoğunluğu; tıbbi, hormonal, psikolojik veya felsefi açılardan incelenebir
muhakkak, ama muazzam olan aynı kişide birkaç duyguyu aynı anda yaşayabilmek... Sonbahar
tartışmasız bir şekilde duyguların tavan yaptığı mevsimdir. Seversiniz ya da nefret edersiniz, hepsi boşuna. Süregelen bir doğa olayını kabullenmek zorunda herkes. Eğer üşüyen kuşları ve hayvanları
görüp üzülebiliyorsan, yeni mahsul üzümden nasıl bir şarap olacak diye merak ediyorsan, özlemle yazı
anıp tekrar geleceğini biliyorsan... Gayet normal, sağlıklı ve duyarlı bir insansın demektir. İnsanı insan
yapanda zaten yaşadığı duygulardır.
Bana ve eyleme gelince: Sonbahar babam için masraf ayları, zaruri mesailer yapma zamanı. Telaş,
yorgunluk, zorunluluk ama ben ve kardeşimle ise gurur duyma zamanı. Annem için okulda öğretim yılı
başlama stresi, ev işlerinin de yorgunluk ve bıkkınlık mevsimi. Benim için ise... O da bana kalsın...
Ferhat Mutlu 21600806 |
113 |
İFLAH OLMAZ KARAMSARLIĞIM
Karamsarlık üzerine bir yazı yazıp yazmamak konusunda uzun bir süre tereddütte kaldım.
Neden mi? Zihnimdeki karamsarlık kavramı alışılagelmiş olandan biraz farklı. Bu kelimenin
yarattığı çağrışımları tam olarak yansıtabilir miyim emin olamadım. Lakin “Dülger Balığının
Ölümü” beni cesaretlendirdi. Sait Faik’in öyküleri hep böyle değil mi zaten? Sizi önce
bambaşka bir hayal dünyasına götürerek, tüm duyularınızla bu hayal dünyasını hissetmenizi
sağlar, ardından beklenmedik bir gerçekle baş başa bırakır. Hayallerden arınmış salt bir
gerçeklik kalır ellerinizde. Satırlar ilerler, öykü biter. Zihninizdeki çağrışımlar ve bu
çağrışımların yarattığı sorular bitmez. Cevapları bulmak da yetmez. Zaten Sait Faik’in sizden
bulmanızı istediği cevapları bulmuşsunuzdur. Cevapların amacı sizi düşündürmektir. Sait
Faik, muhakkak bir şeyleri sorgulamanızı istiyordur. Amacı sizin rahatınızı bozmaktır.
Arkanızı döndüğünüz, görmezden geldiğiniz ama kanlı canlı bir şekilde orada duran
gerçeklere dokunmanızı, varlığını tüm benliğinizle hissetmenizi ister. Eğer başarılı olursa vay
halinize. Bir daha hiçbir şey eskisi gibi olmaz sizin için. Zihniniz siz fark etmeden bazı
kavramları öyküyle içselleştirir ve unutulmaması gerekenler köşesine bir güzel yerleştirir.
Zihnim “Dülger Balığının Ölümü” ile karamsarlık kavramını içselleştirdi. O zaman ben de
zihnimdekileri kelimelere dökerek; soyutluktan kurtarıp, başkalarının rahatını kaçıracak bir
gerçekliğe dönüştüreyim.
Karamsarlık nedir? Binbir rengin arasında siyah-beyaz fotoğraflar çekmekte ısrar etmek mi?
Toprağa can veren yağmura öfkelenmek mi? Hep şikayet etmek, hiç şükretmesini bilmemek
mi? Elindekilerin kıymetini bilmek yerine, hep sende olmayanı istemek mi? Mutluluk bir
adım ilerideyken, onu ıraksamak mı? Belki de bu süslü sözlere hiç gerek yok. Karamsarlık
aslında tanımlaması oldukça basit bir kavram. Yaşadığımız çağda gerçeklerin farkında olmak,
karamsar olmaktan farksız. Olup biteni gören her göz yaşlı. Yaşadığı dünyanın farkında olan
herkes yaralı. Kapanmayan, kabuk bağlamayan yaralarla savrulup dururken; birbirimize
çarptıkça fark ediyoruz, yaralı sayısının büyüklüğünü. Bu ağır bilanço, çağımızın en büyük
hastalığı karamsarlığın somut bir örneği. Tepeden tırnağa yaralıyken, kim gülümseyebilir ki
hayata? Mutlu olanlar sadece farkında olmayanlar veya her şeyin farkında olup deliliğe
vuranlar. Deliliğe vurmak ne güzel bir kaçış bu cehennemden. Ölü çocuklar coğrafyasında,
kanla çizilen sınırların içinde; her şeyin farkında olup, öylece hayatına devam etmekten çok
daha onurlu bir hareket delirmek. Oysa çoğumuz çabalıyoruz delirmemek için. Her gün
üçüncü sayfa haberlerinin içinde yaşamaya kendimizi alıştırmak için takdire şayan bir çaba
gösteriyoruz. Ne ilginç bir gayret. Hepimizin kocaman hayalleri var, çünkü hayallerimiz
olmazsa birer hiçiz. İçinde yaşadığımız dünyadan tek kaçışımız hayallerimiz. Başka bir
dünyanın, başka insanların, bambaşka bir yaşamın hayalini kurup gerçekliğimizden
uzaklaşıyoruz. Oysa gelecek bugünümüzün bir yansıması olacak. Bu gerçeğe de arkamızı
dönüyoruz, gözlerimizi kapatıyoruz. Sait Faik’in hayatlarımıza girip gerçekliği suratımıza
çarpmasını bekler gibiyiz sanki. Lakin eminim, gerçeği suratımıza çarpsa; biz de onun
suratına bir güzel çarpar, onu uzak diyarlara sürgüne yollarız. Tıpkı gerçekleri su yüzüne çıkartmak için savaşan her aydınımıza yaptığımız gibi. Çünkü biz çok iyimser insanlarız.
Karamsarlardan, gerçekleri yüzümüze çarpanlardan hiç hoşlanmayız. Anlaşılır gibi değiliz.
Tek çare var: şarkılardan, şiirlerden süzüp geçirmek her şeyi. Öğrenilmeyi bekleyen onca
eşsiz bilgiye, gelmiş geçmiş tüm yazarlara, şairlere, bilim insanlarına selam vererek; uçsuz
bucaksız kumsalda basabildiğim tüm kum tanelerine basmak için çabalamak. Aşka, sevgiye,
dostluğa umudumu bağlamak; hayatı güzelleştirme çabasını görev edinmek. Anın değerini
bilmek; hayattalarken hala, tüm sevdiklerimi abartarak sevmek.
Her şeye rağmen yaşamın önünde diz çökeceğim. Tutunmak için elimden geleni yapacağım.
Karamsarlığı asla elden bırakmadan, her şeyin farkında ama sessiz bir yaşam süreceğim. Ta ki
delirene kadar.
Tanrı, tutunamayanlardan rahmetini esirgemesin.
-Oğuz Atay
DEFNE BAŞUSTAOĞLU |
114 | Ezgi Nur Güngör
İ ız Hayalimiz: Geçmiş
mkans
ığı onun ulaşı ığı ğ ı ı
Güzel bir hayalin varl lmazl na ba l d r bence. Çünkü bir hayal ne kadar
ışı ğ ığı ız bir geçmişin
uzaksa bize, ona k veren ö eler daha da parlar gözümüzde. Ait olmad m
ı ıp orada yaşama hayali de bu duruma en çok imkan sağ
güzelliklerine kap l layan örnek galiba. Bu
ı ı ı ı ı ı
hayal de bizlere nostalji tutkusu olarak aktar l r. Fakat bu tutku baz lar m z n içinde büyüyüp o
kadar güçlenir ki yaşadığı ı ı
m z zaman n güzelliklerine bir perde çeker. Ve bizim üzerimizde
hipnoz olmuşçasına geçmişte yaşama isteğ ı ı
i uyand r r.
ı şeyleri unutturmaya başlar bize. Hayatı ı ı
Bu hipnoz etkisi de beraberinde baz m z n
kilittaşı olan şeyleri, yani bizi biz yapan öğ ğ
eleri. Unutturur insana ona kendi kimli ini
ı ı ğ ğ ğ
kazand ran n büyüdü ü çevre ve ça oldu unu. Ben de hep isterim daha eski zamanlarda,
ı ıklaştı ığı
insanlar birbirinden koparan ve yapmac ran ileri bir teknolojinin olmad bir yerde
yaşamayı ğu, anneannemin, dedemin yaşadığı ı
. Herkesin daha kendi halinde oldu o tatl
yaşamayı ı ı ı akşamları komşularla dolup taşan
zamanlarda isterim. Mesela onlar n hep anlatt klar
ı ı ı ı ı ğ ı ğ ı
evlerde, topluluk kavram n n temellerinin s ms k ve görünmez bir iple ba l oldu u o ortam
ı ğ ğa? Sanki bizim yaş ığı ı ğ
merak ederim. Böyle anlat nca çok güzel geliyor de il mi kula ad m z ça
ınki hazineymiş gibi. Geçmişi sevmek güzel şey ama bu noktada oraya ait
bir çöplük de onlar
ığı ı ı ı ı
olmad m z kabul etmemiz gerekiyor san r m. Bize o hazinenin içinde sonsuza kadar
yaşayabilirmişiz gibi gelse de gerçek öyle değ
il malesef. Çünkü biz kabul etmek istemesek de
ğ ı ı ı
çöplük olarak gördü ümüz o zaman n temelini at yoruz, o biziz asl nda ve birbirimizi var
ı ı ğ ı ı ğ
ediyoruz. Kendi zaman m zda bir yandan eski samimiyetin yok oldu undan yak n rken di er
yandan şimdiki zamanı ğ ı ı ı
n bize sundu u imkanlardan yararlanman n keyfini ç kar yoruz. Mesela
yaşadığı ı ı ğ ıkla gidebiliyoruz başka bir ülkeye arkamı ı ığı ı
m z zaman n getirdi i rahatl zda b rakt m z
insanlarla haberleşebileceğ ı ı
imizi bilerek. Çünkü görmek istiyoruz farkl yerleri fakat ayn zamanda bu şekilde oluşan topluluk içinde birbirimizden uzaklaştığı ızdan şikayet ediyoruz.
m O
ğümüz geçmişte bunun gibi birçok şeyi yapamayacaktı ğ
hazine olarak gördü k. E er o zamanda
yaşasaydık, eminim o geçmiş
de bizi tatmin etmeyecekti.
Bizim geçmişte yaşayamayacağı ı ğ ı ı
m z gerçe inin yan nda bir de asl nda o hayalini
ğ ığında yaşayan insanları ı ı ı
kurdu umuz zaman aral n da kendi zamanlar ndan memnun olmad klar
ği var. Çünkü bence insanlar yaşadı ı ı
gerçe klar çevrede hep bir eksiklik ar yorlar. Belki de insanlar
ı ışan insanlara indirgemeliyim bu durumu. Bu
olarak genellemeyip hayat na bir anlam katmaya çal
ı ı ı bir şekilde gözlemlerler. Bu gözlemler de doğ
insanlar çevrelerinde olup bitenleri ayr nt l al
ı
olarak eksiklik aramaya iter bizleri. Woody Allen, filmi Midnight in Paris'te bize aç kça
göstermiş aslında bu durumu. Filmde ana karakter olan Gil'in geçmişte tanıştığı ğ
ve o çok de er
ğ ı ın da kendilerine göre daha da geçmişe gitmek istemeleri, kendi
verdi i yazarlar n, ressamlar
yaşadı ı ğ ındaki eleştirileri güzel bir şekilde örnekliyor bize bu duru
klar ça hakk mu. Gelecek
ı ı ğı ı ğimize göre güzeli geçmişte aramak kalı
zaman n da nas l bir yer olaca n bilemeyece yor bizlere,
ı ğ
iyi birer gözlemci olan insanlara. Fakat bu s rada unuttu umuz bir gerçek oluyor tabii. O
gemişi bizzat bizim gözlemleyemediğ ğ ılanlara geçmişi
imiz gerçe i. Sadece bize aktar
ğ ğ
ö renebildi imizi unutuyoruz.
ı ğ ğ ğ ığı
Bütün bunlar gözden geçirdi imizde e er biz bizzat o istedi imiz zaman aral nda
yaşasaydı ı ğı ı ı ı ı
k o zamanda da fazlas yla eksiklikler bulaca m z anlayabilmemiz gerekiyor san r m.
ı ın en başı ğim gibi bu hayalin ulaşı ığı ı
Ve yaz n nda söyledi lmazl da gözümüzü boyamamal , onun
üstüne bir perde çekmemeli. Bence bizi geçmişe yönlendiren çağı ı ı
m z n eksikliklerindense, kendi
ı ı ı ıl güzelleştirebileceğ ı ı
zaman m z bizim nas imize odaklanmal y z. Bu eksiklikleri gören herkes
ırsa belki de ulaşılamayan hayalimiz yerini başka güzelliklere bı ı ı ı
buna odaklan rak r. T pk
'in sonunda Gil'in geçmişe olan sevgisini ayrı ı ı
Midnight in Paris bir yere koyup kendi zaman n n
ına yeni insanlar katarak keşfetmeye başlama ı
güzelliklerini hayat s gibi. Kaynakça:
Allen, Woody. Midnight in Paris. 2011. |
115 | Mehmet Gökhan Şimşek
TURK10154
21401407
ALT SINIF, ÜST SINIF, TEMELDE FARK NE?
12 mıntıka, 24 çocuk, 1 galip. Suzanne Collins’in geleceğin Kuzey Amerika’sını hayal ettiğinde
aklına gelenleri yazıya dökmesiyle son zamanların en popüler serilerinden biri çıktı ortaya. Açlık
Oyunları, insanların zihnindeki karanlık geleceğe ışık vuran, modern bir distopya olarak
değerlendirilebilecek bir seri.
Kitabın ana teması sınıf farkı ve bundan doğan problemler. Panem ülkesinin başkenti Capitol’de
kalan üst sınıf insanlar ferah içinde yaşar ve gönüllerince eğlenirken mıntıkalardaki alt sınıf olarak
görülen insanlar zor koşullar altında çalıştırılıp köle haline getiriliyorlar.
Sınıf farkı, tarihte daha baskın ve daha görünür bir haldeyken günümüzde daha şeffaf bir
şekilde de olsa sürmekte. Alt, orta ve üst sınıf olmak üzere sınıflandırılıyoruz hepimiz.
Mesleğimiz, yaşadığımız evin boyutu, kullandığımız arabanın markası sınıfımızı ve dolayısıyla
yaşamımızı belirliyor. Bunun yarattığı baskıyla daha iyi maaşlı bir iş, daha büyük bir ev, daha
büyük bir araba için çabalıyoruz hayatımız boyunca. Amacımız, sözde “sınıf atlamak”.
Toplumun genelini baz alacak olursak, insanların değerini kişiliğiyle değil, parasıyla ölçmeye
başladık. Sokakta belirli markaları giyen, sahte (veya toplumda geçen tabirle “çakma”) ürün
kullanan, “smartphone”u olmayan insanlara ezici gözlerle bakılıyor. Şu anda “Hayır, ben hiç böyle
yargılarda bulunmam.” diyor olabilirsiniz ama toplumun size zorla kabul ettirdiği önyargılarla siz
de farkında bile olmadan çeşitli insanları görmezden geliyorsunuz. En son ne zaman
ayakkabınızı cilalayan amcayla veya sizi gideceğiniz yere götüren taksiciyle sohbet ettiniz?
Kaldırımları süpüren, çöp toplayanlara “Kolay gelsin!” lafını bile esirgiyoruz. Beynimizde farkında
bile olmadan insanları sınıflara bölüyoruz ve davranışlarımızı buna göre düzenliyoruz. Bizim
sınıfımızda olmayan insanlarla ilişkiye geçmiyoruz.
Sınıflandırma, bu yazıda odak noktası olarak ekonomik durumu almama rağmen pek çok
alanda yapılabiliyor. Sosyal, siyasal, kültürel anlamda birçok ayrım, birçok sınıf söz konusu. En
basit örneklerden biri eğitim seviyelerine göre gruplandırılma. Bir insanın zeka seviyesinin eğitim
seviyesiyle doğru orantılı olduğu görüşü baskın toplumlarda. Göz ardı ettiğimiz şey ise herkesin
aynı şartlarda yetişmediği faktörü. Küçüklüğünden beri tarlada yetişmiş bir çiftçi ve botanik veya
ziraat üzerine yüksek okul bitirmiş bir insanın arasında büyük bir fark var gibi algılanıyor. Ancak
pratik bir çalışmada çiftçi diğerlerine göre çok daha iyi bir iş çıkarabilir, bir botanikçinin çiftçiden
öğreneceği birçok yeni şey olabilir. Gerekli eğitimi okulda almamak bir insanı bilgisiz veya
eğitimsiz kılmaz.
Hakkında bahsedilmesi gereken diğer bir sınıf da işçi sınıfı. Özellikle 19.yüzyılın sonu ve
20.yüzyılda ortaya çıkan işçi sınıfıyla beraber yeni problemler ortaya çıktı. Hammadde ihtiyacı için
çalışan işçilerden fabrikada çalıştırılan işçilere kadar birçok insan bu sınıfta yer alıyordu.
Kendilerine yapılan haksızlıklara karşı isyan eden işçilerin direnişi ekonomik düzene yeni haklar
ve yeni terimler kazandırdı. Tarihte sınıf sistemine karşı birçok ayaklanma görülüyor: Eski Yunanlılarda pleblerin soylulara
karşı ayaklanmasından 2011’de başlayan Mısır ayaklanmalarına kadar birçok örnek var.
Günümüzde sınıflar siyasi açıdan eşit olsa da sosyal statü bakımından eşitlik söz konusu değil.
Tarihteki olayların aksine, bu durumun herhangi bir başkaldırıyla çözülmesi mümkün değil.
Başkaldıracak belirli bir makam yok çünkü. Sınıf kavramı toplumun genelinin zihninde var olan bir
şey ve bir fikre karşı çıkmak belirli bir yasaya veya belirli kişilere karşı çıkmaktan daha zor.
Peki ya sınıflanmayı ortadan kaldırmak için ne yapılabilir?
Normal işleyen bir toplumda, komünizmin çok yaygın olmadığı göz önüne alınırsa, herkesin
aynı şartlara sahip olamayacağı, herkesin aynı maaşı alamayacağı ortada. Birçok toplumsal
sorun gibi, sınıflanmayı önlemek için yapılacak en temel şey eğitimden geçiyor. Çocuk yaşlarında
insanlar arasındaki fark azaltılırsa, yargılamak yerine sevmek teşviklenirse daha bütüncül, daha
dayanışmalı bir toplum oluşturulabilir. Eğer gerekli şekilde harekete geçilmezse zaten şimdiden
kısmen Panem’e benzeyen dünya daha da kötü yönde ilerleyecek. Belki şu anda yetişkinlerin
düşüncelerini değiştirmek zor ama eğitime verilen önemle gelecek nesillere daha iyi bir toplum
bırakma şansı, şu andaki haliyle ilerlerse tamamen Panem’e dönecek dünyayı değiştirme şansı
bizim elimizde. Açlık Oyunları’nın gelecekte sadece edebi bir distopya olarak anılmasını
sağlamak bizim elimizde.
|
116 | Burak Coşkun
21400827
TURK 101-60
Ders Öğretmeni: Neşe Çetiner
HAYATA DAİR BİR PEMBE FİLM
“Kaybedenler Kulübü”, Mehmet Ada Öztekin ve
Tolga Örnek’in yazdığı, Tolga Örnek’in yönettiği
seyircilerine alışılmışın dışında bir yaşam tarzını
anlatan bir sinema filmidir. Filmin adına
aldanmayın, kaybeden yok aksine kazananları
gördüm ben filmde. Sadece izlenmesi için değil
seyircilerine bir şeyler anlatmak için yapılan filmleri
hep takdir etmişimdir. Yazarlar yüzlerce sayfada okurunu etkileyebilir, şairler düşüncelerini
aktarmak için yüzlerce dize yazabilir ancak senaristlerin seyirciyi etkilemek için belirli bir
düşünceyi anlatmak için sadece bir buçuk saati vardır. Mehmet Ada Öztekin ve Tolga
Örnek’in bu konuda başarılı olduklarını rahatlıkla söyleyebilirim.
Film, birbirinin sohbetinden keyif alan iki insanın radyo programını ve bu iki insanın
yaşamını konu alıyor. “Bir hayat ne kadar farklı olabilir ki?” sorusuna cevap niteliğinde iki
yaşam öyküsü görüyoruz filmde. Mete Avunduk ve Kaan Çaydamlı’nın bir hobi olarak
başlattıkları radyo programı zamanla Türkiye çapında her çeşit insanın dinlediği bir program
haline geliyor. Ben radyo programının film izleyicilerine seslenmek için kullanılan bir araç
olduğunu düşünüyorum. Mete ve Kaan mikrofon başında konuşurken, filmi izleyen Türk
halkına seslendiğini düşünüyorum. Toplumun aksayan yönleri tüm açıklığıyla toplumun
yüzüne çarpılıyor. Bizler en küçük bir olayı bile büyüten, sorun haline getirebilen insanlarız.
Kaan ve Mete bakın ne diyor bize: “Ölümün olduğu yerde daha ciddi ne olabilir?” Seyirci bu
soru üzerine bir durup düşünüyor. En azından ben düşündüm. Gerçekten de ölüm kadar ciddi
bir şey ile karşı karşıya iken neden en küçük şeyleri bile sorun ederiz ki? Filmde gördüğümüz Burak Coşkun
21400827
TURK 101-60
Ders Öğretmeni: Neşe Çetiner
karakterlerin hayatı bu soru ile o kadar uyumlu ki, gerçekten de söyledikleri gibi bir hayat
yaşıyorlar. Kaan, okunmayan kitapları basan bir yayınevinin sahibi. Mete ise plaklarla
ilgilenen, aileden gelen parayla yaşamını sürdüren bir karakter. Her ikisi de umursamaz
tavırlarıyla seyircinin dikkatini çekiyor. Hiçbir şeyi ciddiye almamaları sadece kendi hazlarını
düşünmeleri seyirciyi özendiren başlıca özelliklerinden. Mete de Kaan da gerçekten de
ölümün olduğu dünyada ölümden başka hiçbir şeyi ciddiye almayan iki tipleme.
Bu iki karakterin Türk toplumunda
eleştirdiği bir diğer konu ise insanların
başkalarının istediği hayatı yaşamaları.
“Toplum, koleje girmeyi bir değer olarak
sunduğu için artık o kişiliğini yok sayma
halidir, koleje girmek için yarışır,
üniversiteye girmek için yarışır, iyi bir işe
girmek için yarışır, özel bir kadınla evlenmek için yarışır, devamlı bir yarış ve kazanma
zorunluluğu…” Mete program esnasında kurduğu bu cümlelerle bireyleri şekillendirmeye
çalışan toplumu ve toplumun şekillendirdiği bireyi eleştirir. Bence pek de haksız sayılmaz.
Eğri oturup doğru konuşalım, hepimiz bu söylenilenlerde kendimize dair bir şeyler
bulmuşuzdur. Örneğin ben; on dokuz yıllık hayatımda hep yarış içerisindeydim. İyi bir liseye
girmek için yarıştım, en başarılı olmak için yarıştım, üniversiteye girmek için yarıştım. Peki,
ben mi istiyorum yarışmayı? Hayır. Bizleri yarıştıran toplumun ta kendisidir. Her ne kadar
itiraf etmesi zor olsa da hepimiz bize sunulan hayatı yaşıyoruz, istediğimiz hayatı değil.
Filmde beni en çok etkileyen bölüm de burasıydı zaten. İlk kez bir film hayatın gerçekliklerini
yüzüme vurmuştu.
“Kaybedenler Kulübü’nde toplumda yaşayan bireylerin hayatları eleştiriliyor ancak
bence filmdeki karakterlerin hayatı da eleştiriyi hak eder nitelikte. Hayat, filmde seyirciye Burak Coşkun
21400827
TURK 101-60
Ders Öğretmeni: Neşe Çetiner
gösterilen hayatlar gibi alkolden, cinsellikten, boş dolaşmaktan mı ibarettir? Ben böyle
olduğunu düşünmüyorum. Kaan ve Mete’nin insanları eleştirirken özeleştiri yapmaktan
kaçındıkları ortada, neredeyse hiç ayık gezmemek midir sorunların çözümü yoksa sorunları
çözmek midir? Ayrıca filmdeki karakterlerin bir ortak özelliklerine dikkat çekmek istiyorum.
Mete ve Kaan varlıklı ailelerin çocukları olarak dünyaya gelmiş ve hayatlarını böyle sürdüren
iki karakterdir. Deyim yerindeyse yedikleri önlerinde yemedikleri arkalarındadır. Hal
böyleyken toplumu oluşturan insanların iyi hayat için çalışmaları ve bunun için yarışmalarını
anlamaları beklenemez. Atalarımız boşuna dememiş “Tok açın halinden anlamaz.”
Dolayısıyla Mete ve Kaan, Türkiye gerçekliğinde yaşayan insanların bu koşuşturmasını
anlayamaz. Film, her ne kadar hayata dair olsa da
hayatı çoğunlukla pembelikleriyle anlatmaktadır.
Film karakterlerine yaptığım bu eleştiri onların
yaşam biçimlerine ve fikirlerine hiç katılmadığım
anlamına gelmiyor. Şahsen Mete’ye de Kaan’a da
fazlasıyla özendim. Ben de onlar gibi umursamaz biri olmak isterdim. En küçük bir soruna
“boş ver gitsin” diyebilmeyi isterdim. Ancak bu hiç mümkün olmayacak çünkü onlar bir
filmde oynayan iki karakter ben ise hayatı yaşayan bir insanım ve ne yazık ki filmler gerçek
hayata pek benzemez.
|
117 | Hayatta Kalmak
Hayatta kalma içgüdüsü, bütün içgüdülerin arasından en güçlü olanıdır. Çünkü diğer
içgüdüler bu içgüdü olmadıkça anlamsızdır. Bütün canlıların hayatta kalmak için elinden geleni
yapmasının temel nedenidir. O içgüdü ile balinalar okyanusları aşar, Kuşlar kıtaları kat eder… Sadece
hayvanlara özgü de değildir. Gülün dikenli, mantarların zehirli olması da hayatta kalmak içindir.
Bu içgüdünün kendisini en bariz şekilde gösterdiği canlı ise insandır. Diğer canlılar gibi sadece
yaşamakla kalmaz, yaşamı sorgular, eleştirir. Neden yaşadığı sorusuna cevap arayan bilinen tek
canlıdır. Bütün bunlar onu yaşama daha çok bağlar.
Yaşama içgüdüsüne en güçlü şekilde sahip olan insan için daha da öte bir gerçek aynı
zamanda hayatta kalmak konusunda çok başarılı olmasıdır. İnsanların büyük şehirlerde yapay bir
yaşam biçimini benimsediğini görerek insanların o şehirler olmadan yaşayamayacağını düşünmek bir
hatadır. Çünkü o şehirleri doğanın ortasında kuran, yükselten insanlardır. İnsan Afrika’dan bütün
dünyaya, çöllerden buzullara kadar yayılarak hayatta kalmak konusunda ne denli başarılı olduğunu
tartışmasız olarak ortaya koymuştur. Çevre değişimleri pek çok hayvan türünün sonu olurken
insanlar sallarla okyanusları geçmiş ve hayatta kalmıştır.
Bu düşüncelerin aklımdan en son geçtiği zaman Andy Weir`in yazdığı Marslı romanını
okuduktan sonrasıydı. Kitabın hemen arkasından filminin de çıkmasına şaşırmadığımı söylemeliyim
(yaklaşık tüm kitap sonrası filmlerde olduğu gibi kitap filme göre daha güzeldi). Okurken hikayenin
ana karakteri olan Mark Watney`in hayatta kalma azminden etkilenmekle beraber aklıma şu
düşünceyi getirmeden edemedim: Kitaptaki olaylar Marsta geçiyordu. Ancak insanlar gerçekten
hayatta kalma içgüdüsüyle hareket ediyorsa insanların başka gezegenlere kadar gitmesi biraz
anlamsız olmaz mıydı? Bu soruyu yalnızca yaşama içgüdüsüyle açıklamaya çalıştığım zaman ortada
ciddi bir eksiklik olacağını anladım. Marsta geçen bir yaşam savaşını tek başına yaşama içgüdüsüyle
açıklamak büyük bir hata olurdu. Düşününce fark ettim ki insanın diğer bir içgüdüsü hayvanların
aksine neredeyse hayatta kalma içgüdüsüyle eşdeğerdi.
İnsan merakından bahsediyorum. İnsanı tehlikeleri görmezden gelip keşfetmeye zorlayan
his… İnsanın anlamsız problemlere kafa yormasını sağlayan, insanı sürekli gelişmeye iten his… Daha
önce bu keşfetme isteğinin hayatta kalma içgüdüsünü bastırabileceğini düşünmemiştim. Ancak şimdi
fark ediyorum ki, Macellan`ın dünyayı dolaşmasından insanların Ay`a ayak basmasına kadar bütün
keşifler insanın merakını tatmin etmeyi hayatta kalmaktan daha önemli görmesinin bir sonucu.
Belki çok yakın bir gelecekte olmayacak, ancak insanların dünyayla sınırlı kalmayacağına, bir
gün başka gezegenlere, hatta başka yıldızlara, galaksilere gideceğine inanıyorum. Bunu nasıl
yapacaklarına dair hiçbir fikrim yok. Ama neden yapacaklarına gelince cevaba ihtiyaç olacağını
düşünmüyorum. Bence hiçbir şeye ihtiyaçları olmasa da insanlar sadece meraklarını tatmin etmek
için gözleri kapalı akıl almaz riskler almaya devam edecekler. Watney kurtulmuş olabilir. Ancak
kurtulamayanlar da olacaktır. Peki ya o zaman insan kazalardan ders çıkarıp tehlikeli merakından vaz
geçebilecek mi? Hiç zannetmiyorum.
İnsanlar, belki de en bu açıdan en mantık dışı hareket eden canlı. Başka hiçbir canlı
gökyüzüne, okyanuslara bakıp bu geçilemez ve geçilmesi anlamsız görünen sınırları geçmeyi aklından geçirmez. Üstünlüğü de varsa işte buradadır. İnsan merakı sayesinde var olanla yetinmez, bilimin ve
sanatın kaynağı işte budur.
Hayatta kalma içgüdüsünün en köreldiği canlı insandır. Sadece yaşamaya çalışmak onun için
anlamsızdır. Merakını tatmin etmek, sınırları aşmak ister. Yaptıklarının tehlikesini önceden
kestiremez. Kafasına göre davranır, sadece tehlike apaçık görünür hale gelince hayata tutunmaya
çalışır. Bu her zaman işe yaramaz.
Yiğit Ege BAYİZ
21602582
|
118 | Emre Sülün
Neden İdeal İnsana Ulaşmamalı?
İnsanların ve insanlığın başına bela olan yedi günahtan bahsedilir ve
bunlardan biri de açgözlülüktür. Sanırım açgözlülük bir günah olmaktan öte
insanın doğasında yer alan bir özellik çünkü şimdiye kadar tanıdığım insanlar
arasında daha fazlasına veya daha iyisine sahip olmayı istemeyen birisine
neredeyse hiç rastlamadım.
Bence açgözlülüğe çok benzeyen hatta açgözlülüğün bir yanı etkisi olarak
sayabileceğim bir kavram var: mükemmeliyetçilik. Mükemmeliyetçiliği,
açgözlülüğe benzetmemin sebebi, tıpkı açgözlülük gibi hep daha iyisine ulaşma
duygusu. Gözlemlediğim kadarıyla bu duyguya sahip insanlar çoğu zaman, normal
olanla yetinmeyip daha iyisini yapma ya da daha iyisine ulaşma duygusu içindeler.
Dahası, açgözlülük gibi mükemmeliyetçilik de insanlığa zarar verme potansiyeline
sahip.
Yönetmen koltuğunda Andrew Niccol’ün oturduğu 1997 yapımı Gattaca
filmi1, mükemmeliyetçiliğin benliğimize ne kadar büyük zararlar verebileceğini
güzel bir şekilde ortaya koyuyor ve ideal yani mükemmel insanların egemenliği
altında olan bir dünyada insanlığın nasıl da yok olduğunu bizlere gösteriyor.
Örneğin, filmde Vincent’ın çektiği acılar eminim ki sadece beni değil filmi izleyen
herkesi derinden etkilemiştir. Böylesine mükemmel insanların yaşadığı bir
dünyada doğal olarak herkes yani her mükemmel insan, kendisi için en iyisine
ulaşmaya çalışıyor ve bunu yaparken de başkalarının varlığını adeta görmezden
geliyor. Yani insanlar fiziki ve ruhsal açıdan mükemmel olsa da sahip oldukları
mükemmeliyetçilik duygusu ve hırsları yüzünden daha da fazlasını talep ediyor.
Aslında bu, mükemmeliyetçiliğin büyük bir kısır döngüden ibaret olduğunu
göstermesi açısından çok güzel bir örnek. Daha doğrusu kısır döngü değil de sonu
olmayan bir istekler zinciri.
Filmdeki mükemmel(!) evrene ulaşmak için büyük bir teknolojik gelişimin
gerçekleşmesi gerektiği aşikar. Kısaca özetlemek gerekirse, genetik bilimindeki
önemli keşifler ve bu keşiflerin önayak olduğu icatlar, insanların genetik yapısını
1 Gattaca, 1997 https://www.imdb.com/title/tt0119177/ değiştirmeyi mümkün kılmış ve bu sayede engelli veya genetik olarak dezavantajlı
bireylerin sınıflandırılabildiği bir düzen ortaya çıkmış. Yani mükemmel insanların
olduğu bir dünya yaratılmaya çalışılmış. Bana kalırsa bu noktada daha önce
karşılaşmadığımız önemli bir etiksel problem ortaya çıkıyor çünkü insanların
mükemmelleştirilmesi günlük hayattaki varlıklarımızın ya da niteliklerimizin
mükemmeleştirilmesinden çok daha farklı bir şey çünkü varlıkların herhangi bir
aklı bulunmazken insanların duyguları ve düşünceleri var. Filmdeki bu durum
ahlaki olarak beni çok rahatsız etti ve gelecek hakkında biraz endişeye sürükledi
çünkü sürekli gelişen teknolojinin Gattaca gibi bir dünyayı karşımıza çıkarması hiç
uzak bir ihtimal gibi durmuyor. Hele bir de mükemmeliyetçiliğin ve açgözlülüğün
ne kadar yaygın olduğunu düşündüğümde bu endişem biraz daha artıyor.
Bence Gattaca gibi bir dünya, ideal olmayanların aşağılandığı bir dünya
olmaktan öte aynı zamanda insanların hırslarının bir kölesi olacağı, sürekli birbirini
ezmeye ve birbiri üzerinde üstünlük kurmaya çalışacağı bir dünya olur. Bu ise, hiç
şüphesiz barışı ve huzuru yok edecektir. Üstelik bu genetik modifikasyonların,
idealleştirme kisvesi altında insanları tektipleştireceğini düşünüyorum çünkü ideal
olan tektir, geri kalanlar bu idealin altında sıralanırlar. Dolayısıyla herkesin en iyi
olduğu yer aynı zamanda herkesin birer kopya olduğu yerdir.
Filmdeki, ideal insanı yaratma düşüncesi esasen üstün Alman ırkını
yaratmaya çalışan Hitler ve Nazi bilim adamlarının düşüncelerine çok benzemekte.
Böyle bir fikrin bir caniden çıkmış olmasına da şaşırmamak gerek tabii. Sahip
olduğu güç konusunda gözü doymak bilmeyen birisinin, liderliğini yaptığı
insanların özellikleri konusunda da gözünün doymaması çok normal. Açgözlülük
duygusunun cani insanların elinde bunun gibi tehlikeli bir silaha dönüştüğünü
düşündüğümde umuyorum ki Gattaca gibi bir yer bizim için sadece filmlerde
görebileceğimiz bir distopya olarak kalır. |
119 | FETHİ TAHA ÇEVİK
SIRADAN BİR FANTASTİK
Ransom Riggs’in 2011 ‘de yazdığı “Bayan Peregrine'nin Tuhaf Çocukları” serisini yeni okuma imkanı
buldum. Seri üç kitaptan oluşuyor. Sırası ile ser”i Bayan Peregrine'in Tuhaf Çocuklar”, “Gölge Şehir”,
“Ruhlar Kütüphanesi”şeklinde ilerliyor. Kitap elime geçtiğinde herkes bu serinin yeni Harry Potter
olduğundan bahsediyordu. Harry Potter gibi iddialı bir seriyi bu kitap serisi ile kıyaslamak yanlış ama
ufak tefek benzerliklerin olduğu da su götürmez bir gerçek. Kitabın başka kitaplar ile benzerliklerini
geçersek elimizde basit bir dille anlatılmış, fantastik bir kitap kalıyor. Ama kitap bize beklenmedik bir
şey sunuyor o da; kitabın içinde bulunan büyüleyici fotoğraflar. Kitabın içinde bulunan fotoğraflar
hem inanılmaz farklı hem de yazarın söylediğine göre farklı yerden toplanmış ve neredeyse hiç
rötuşlanmamış fotoğraflar. O yüzden insan kitabı okurken fotoğrafların gerçekten ne anlama geldiğini
merak etmeden duramıyor.
Kitapların oldukça yalın bir dili var. Ama özellikle son kitaba doğru olayların fazla uzadığını, bazı
bölümlerde neredeyse hiçbir şey olmadığını düşünmeye başlıyorsunuz. O yüzden seriyi ardarda
okumak zor olabiliyor. Özellikle üçüncü kitap okuyucuyu sıkabiliyor. Bunun yanında kitabın içindeki
betimleme yoksunluğu kitapların sanki filme çekilmek için yazıldığını hissettiriyor. Karakterler bir
parça yüzeysel kalıyor. Bazı olaylar çok hızlı bazı olaylar ise çok yavaş ilerliyor. Hatta bazı yerlerde “şu
bölümü hiç yazmasa olurmuş” diye düşünmeye başlıyorsunuz.
Kitaplar kesinlikle kötü değil, başarılı ama basit bir kurgusu var. Sürükleyici ve heyecan verici. Fakat
fantastik edebiyatın güzel betimlemelerinden uzak. Fantastik edebiyat betimlemeye ihtiyaç duyar
çünkü kişinin hayal ettiği var olmayan bir dünyanın içine okuyucuyu sürüklemesi gerekmektedir. Bu
yüzden uzun tasvirler, olay ve yer betimlemeleri gerekir. Öyle fantastik edebiyatlar vardır ki bir
müddet sonra o dünyanın gerçek olduğuna kendinizi inandırırsınız. Fakat bu kitapta eksik olanın, beni
kitaptan uzaklaştıran şeyin tam da bu betimleme eksikliği olduğunu düşünüyorum.
Hollywood için yazılmış, gene her şeye kadir bir başrole odaklanmış bir kitap ile karşılaşıyoruz.
Özellikle genç okuyucu kitlesine hitap eden başrol kahramanlıkları pek çok insana sıkıcı ve imkansız
gelmeye başlamış durumda. Karakterlerin aniden inanılmaz güçlenmesi, kimsenin yapamadığı şeyleri
yapabilmesi ama bu ağır yükün altında ezilmesi hikayesi o kadar çok tekrarlandı ki insan yeni bir
şeyler aramaya başlıyor. Eski edebiyatın hatalar yapan insanlarının yerini hatasız gençler almış
durumda. Sanki yeni fantastik edebiyat 18. yüzyılın romantizm akımını yeniden yaratıyor. Bir iyi bir
kötü konuyor, tüm kurgu kötüyü yermeye iyiyi yüceltme üzerinden oluşturuluyor. Kötülerin hikayesi
basit, temeli olmayan birkaç cümle ile geçiştiriliyor. O yüzden belki de bu sıkıcılık ve gerçek dışılık
yavaş yavaş anti kahraman devrini oluşturmaya başlıyor. Nitekim sinemada da fantastik edebiyatta da
yavaş yavaş anti kahramanların hikayesi anlatılmaya başlandı bile. Bu kahramanlar bize daha yakın,
daha anlayabileceğimiz karakterler oluyor.
Bu seriye yeniden dönersek kesinlikle okunabilir bir seri. Ama kendinden önceki eserler ile kıyaslamak
oldukça yanlış. Çünkü fantastik edebiyatın benim için temel taşlarından olan birkaç önemli öğesi
eksik. Elimizdeki hikaye sürükleyici fakat karakterlerin ve mekanların yüzeysel kalması sebebi ile ne
yazık ki sanki bir film senaryosu okuyormuşsunuz hissini veriyor. Kitabın içindeki en önemli nokta
hikayenin o ilginç fotoğraflarla birleştiği anlar. Bu hikayeyi gerçekten faklı kılıyor. Hatta fotoğraflar
öyle farklı ki bazen hikayeyi neredeyse gerçekçi, inanılabilir kılıyor. Belki de yazar fotoğraflar ile
desteklediği hikayesinde betimleme kullanma ihtiyacını bu yüzden hissetmemiş. Heyecan üç kitapta
da hiç bitmeden devam ediyor hatta bazen kitabın içindeki o koşuşturmaca okuyucuyu yoruyor. İyi bir
çok satanlar kitabı olduğu düşünülüp fazla beklentiye girilmez ise oldukça iyi bir seri okuyabilirsiniz. |
120 | Gümrükçüoğlu |
121 | Özgen1
Göksu Özgen
21201014
Turk102-9
Aslı Uçar
Kan Bağı
İnsanların doğumundan bu yana değişmeyecek olan tek şeyi ismidir, soyudur.
Soyumuza bağlı olan bu insanları sevelim sevmeyelim hayatımızdan çıkarmamız imkansızdır.
İçinde bulunmadığımız ortamlarda bizi bir bakıma temsil etmektedir aile fertlerimiz.
Bu denli yakınındaki bir insanla eğer aramızı iyi tutmazsak hayatı kendimize zindan
etmekten başka bir şey yapmayız. Eğer yanıbaşımızda sürekli olarak rahatsız olduğumuz bir
kişi veya durum varsa hayatımızı ne kadar rahat devam ettirebiliriz ki? Ama bu böyle
denildiği kadar kolay olmuyor. Sevmediğiniz bir özelliği bir arkadaşınızda gördüğünüz zaman
ona bir şans verirsiniz, yine işe yaramazsa belki ikinci şansı da verebilirsiniz ancak bu öyle
sonsuza kadar gitmemektedir. Bir noktadan sonra o arkadaşınızı hayatınızdan çıkarmak hiç de
zor olmaz, bu en sevdiğiniz insan olsa bile... Böyle bir durumu hepimiz yaşamışızdır çünkü
arkadaşlarımızı biz seçeriz ancak aile fertleri denince işler değişmektedir. Seçme olanağı
kimseye tanınmamıştır. Dünyaya gelmeden önce bellidir o ve hayatımızdan çıkarmak
nerdeyse imkansızdır. Çıkardığımız takdirde mutlaka bir şeyler eksik kalacaktır. Yerini başka
bir şey alamaz. Başkabir insan yok aynı kanı taşıdığın.
Kan bağının buunduğu insana zaten ister istemez bir yakınlık duyarsın, hani kan çeker
derler ya aynen tam dedikleri gibi. Bu yakınlık beklentiyi de arttırmaktadır. En eksik
hissedilen anda yardımına koşulan ve belki de derman bulmayı umduğumuz insan kan
bağımız olan insandır. Bu konuda en çok dayanışmanın sağlanmasına yol açan şey ise
arkadaşlığın kan bağıyla birleşmesidir. Demek istediğim bir aile fertiyle arkadaş gibi
olduğumuz zaman ihtiyaç durumunda ondan daha iyi bir destek, yardım bulamayız. Aynı
aileden olmanın verdiği bir özellik ise temel konulara verilen tepkilerin aynı olması, o konular Özgen2
hakkında aynı görüşlere sahip olmasıdır. Bunu bilmek aynı duygulara sahip olduğunu bilmek
insana güç verir. Çoğu insan kötü bir durumda, çaresiz kaldığında suçu kendisinde
arayabilmektedir. Birarkadaşının vereceği tavsiye veya öneri pek etkili olmayabilir, birey
kendi duvarları yüzündenarkadaşını engellemektedir. Ancak aile ferdi o duvarın nasıl
geçileceğini iyi bilmektedir.Bundan dolayı onun söylediği her kelime çok etkili
olabilmektedir.
Kan bağı arkadaşlık duygusu ile güçlenince çok etkili olmaktadır. Ancak baba oğul
ilişkisinden daha güçlü bir şey yoktur. Bir baba oğlu küçük yaştayken neye ihtiyacı olduğunu,
neyi istediğini bir bakışından çıkarabilir. Bu özelliğin çocuğun büyümesiyle kaybolduğu
düşünülse de gerçek değildir. Ancak görev değişimi olduğunu inkar edemeyiz. Birey kaç
yaşında olursa olsun babasının gözünde hala kucağına aldığı haliyledir. Belki baba hala
oğlunu anlamaya devam ediyordur ama ek olarak babasını anlayan bir oğul da çoktan
yetişmiştir. İkisi de birbirinin neye ne zaman ihtiyaç duyduğunu çok iyi bilmektedir. İşte
yukarıda bahsettiğim yardıma ihtiyaç durumunda dile getirmeden , sözünü dahi etmeden
anlayıp yardıma gelen bir baba veya oğul asla seçilemez değiştirilemez.
Tam da bu özelliğin vurgulandığı Rocky Balboa filminde desteğe ihtiyaç duyan bir
babanın oğlundan destek almadığında sonra ise destek geldiğinde ruh halinin değişimine
vurgu yapılmıştır. Benim en çok etkilendiğim sahne olan oğluyla konuşma sahnesi tüm bu
anlattıklarımı doğrular niteliktedir.
Birçok arkadaşlıklar olabilir, bazen bize ailemizden de yakın gelebilirler. Ancak hiçbir
şey kan bağının verdiği sıcaklığı sağlamamaktadır. Aile fertlerini düşünmeden hayatından
çıkaranların içinde her zaman bir boşluk kalacaktır. Kan bağı arkadaşlık bağından çok daha
güçlüdür, istesek de kopması imkansızdır. Özellikle de bir baba oğul ilişkisi... |
122 | Alara Deniz Özkan
İMRENİLESİ AŞKLAR
Henry Miller ve Anais Nin arasındaki ilişkiyi, 1990 yapımı Henry & June isimli
filmde izleyip öğrenmiştim ilk olarak. Anais Nin’in tutkuyla yazdığı günlükleri, sırları ve
edebiyat alanında –bence hayat ve cinsellik konusunda da- kendisine bir rehber aradığı sırada
Henry Miller ile karşılaşması hem onlar için hem de dünya edebiyatı için büyük bir şanstı. Bu
harika ikiliyle ilgili epey araştırma yapmıştım. Sonunda geldiğim noktada Gunther
Sthulmann’ın derlediği mektuplara ulaşmıştım: Edebi Bir Tutku – Anais Nin ve Henry
Miller’ın Mektupları.
Henry Miller, henüz yolunu bulamamış ya da yoldan çıkmış genç kadınlar için
bulunmaz bir öğretmen ve aynı zamanda iflah olmaz bir çapkın. Onun hemen her metninde
yüzündeki kurnaz ve bilge ifadeyi hissetmek, görmek mümkün. Anais Nin ise aslında evli bir
kadın ancak henüz istediği şeyin ne olduğunu bilemeyen, tuttuğu günlüğün edebî değeri olup
olmadığı konusunda kaygılı genç bir kadın. Böyle bir tabloya baktığımda, Henry ile Anais’in
karşılaşmasında bir ilahî gücün parmağını aramamak abes geliyor bana. Onları incelediğimde,
birbirlerinden başka hiçbir şeyle uyumlanamayan iki kayıp parçanın nihayet Paris’te bir araya
geldiklerini görebiliyorum. Dolayısıyla aşkın ve tutkunun izleri onlara dair her şeyde bir
mecburiyet gibi ortaya çıkıyor, birbirlerine yazdıkları mektuplarda da.
Birbirlerini anlayan ve birbirleri üzerinde doğal bir ilaç etkisi yapan insanların
ilişkileri beni her zaman heyecanlandırır, garip bir imrenme duygusuyla dolmama sebep olur.
Çünkü herkes arar ya da bekler, kayıp parçasının bir gün karşısına çıkacağı ya da onu
bulacağı an’ı. Buna inanmak ister, çünkü hayal etmesi bile güzeldir. Özellikle yol gösteren,
bunu yaparken şımarmayan genelde doğruları işaret eden bir erkek her genç kadının
gözdesidir. Böyle birisiyle henüz karşılaşmasam da içimde o kişiyi bulacağım inancını hep
saklı tutuyorum. Henry ile Anais’e baktığımda ve bir de yaşadığım ülkedeki gerçeklere,
onların her türlü sırrı paylaşma rahatlarına çok şaşırıyor ve özeniyorum. Bahsettiğim kayıp
parçanın benim için en nadide özelliklerinden birisi de burada gündeme geliyor. Çünkü hiçbir
zaman rahat hissedemedim kendimi, hep bir şeyler yüzünden yargılanacağımdan, kenara
atılacağımdan korktum. Bu korku nedeniyle isteklerimi, hayallerimi açıkça dile getiremedim.
Yabancıların kültürleri ile bizim kültürümüz arasındaki fark bunun sebebi, tek tek her
birimizin kötü niyetli yargıçlar olmamız değil. Ancak durum çok da karamsar değil, biliyorum
ki belli şeylerin üstesinden gelebilmiş, her türlü düşünceye açık yığınla insan var burada da. Alara Deniz Özkan
Henüz kendimizi ispat etmeye çalışmaktan birbirimizin elini tutmaya fırsat bulamasak da
biraz daha büyüyünce bunu da başarabileceğimize inancım tam.
Anais Nin ve Henry Miller arasındaki ilişkide insanı kıskançlığa sürükleyen bir başka
önemli detay ise belli bir konuda birlikte hareket etmeleri, birbirlerini beslemeleriydi benim
için. Bazen bir erkek bakış açısına ihtiyaç duyuyorum. Yolumu kaybettiğimde, başka, benim
gibi olmayan birisinin nitelikli sözleri çok işe yarıyor. Böyle bir tamamlayıcılık, bir ilişkide
iki kişiye ortak bir yolda ilerliyorlarmış hissi verir işte. Kendimce düşüncelerimi,
çalışmalarımı gösterebileceğim, onlarla ilgili yapıcı eleştiriler duyabileceğim, aynı şekilde
başka bir gözle benim onun çalışmalarına eğilebileceğim birisiyle ilişki kurmak isterdim. Tek
başına bir şeyleri yapmaya çalışmak zamanla hevesimi öldürüyor. Beni gerçekten önemseyen
ve destekleyen, yardımcı olmak isteyen birisinin varlığını bilirsem, işte o zaman hevesimi hiç
kaybetmem diye düşünüyorum. Çünkü öyle bir durumda bizi biz yapan şey, tam da
uğraşlarımız olacaktır, uğraşlarımızın, birbirimizi desteklemenin üzerinde yükselecek bir
ilişki kurulacaktır. Henry ile Anais’in yaptıkları şey buydu ve bugün bile bakıp imreniliyorsa,
doğru ilişkinin formülünü bulmuş olmalılardı; bir tarafın, diğerine uyum sağlaması değil,
birlikte büyümek, birlikte ilerlemek.
Kaynakça
Gunther Sthulmann. Edebi Bir Tutku Anais Nin ve Henry Miller’ın Mektupları. İstanbul:
İthaki Yayınları, 2016. |
123 | Hayatımıza Yön Veren Bir Duygu: Aşk
İnsanlar yeni bir konuya gireceklerinde her zaman tanım yaparak, daha
doğrusu tanımlayacakları kavramı sorgulayarak başlarlar işlerine. Ben de bu
sefer öyle başlayayım o zaman: Nedir bu aşk dediğimiz? Karşımızdaki kişiye
(belki de bir nesneye hatta belki de bir düşünceye) tutkuyla bağlı olmak ve ona
karşı büyük bir sevgi beslemek mi? Vücudumuzda meydana gelen bir takım
kimyasal olaylar dizisi mi? Yoksa yüzyıllardır gerek büyük düşünürlerin gerekse
sıradan her insanın kafa patlattığı çıkmaz bir yol mu? Aşk acı mıdır yoksa tatlı
mı? Bana sorarsanız aşk, sorduğum soruların hepsini birazcık barındırıyor
kendisinde. Aşk hakkında sorulacak sorular, söylenecek sözler bitmiyor; bu
kadar büyüleyici bir kavram olmasının sebebi belki de budur. Tanımlamamı
bitirdiğime göre yazıma başlıyorum.
Yukarıda da bahsettiğim üzere insanlar aşkın ne olduğu hakkında pek çok
fikir üretti. Yine pek çok insan gibi aşk denilince bizim de aklımıza “sevgi” gelir
herhalde. Belki sevgiden çok bağlılık. Pes etmeyiş. Zorluklara kendi
potansiyelinden çok daha fazla ve çok daha uzun süre dayanabilme. Tıpkı bir
kadının doğum yaparken vücudunda oksitosin hormonu salgılanması sonucu
normalde bayılacak düzeyde hissettiği acıya tüm gücüyle göğüs gerebilmesi gibi.
Pes etmeyiş ve acılara karşı göğüs gerebilme de insanları olgunlaştıran
deneyimlerdendir. Aşk da insanlar için bir çeşit olgunlaşma evresidir. Kalbimizi
paramparça etse de aşk; bize büyüdüğümüzü, belki de yepyeni bir insana
dönüştüğümüzü hissettirir. Aşk bize dayanma gücünü aşılayarak bizi yepyeni
bir insana dönüştürür. Tıpkı Goethe’nin dediği gibi “Bizi sevdiğimiz şeyler
yoğurup biçimlendirir.”. Aşkın en sevdiğim yönü de bu belki. Belki de sadece
tek bir olay, kişiliğinde ve yaşama bakış açında yüz seksen derecelik bir dönüş
yaratıyor.
İnsanların aşka bu kadar bağlı olmasının sebebinin aşkın insanları
değiştirme gücüne sahip olduğundan dolayı olduğunu düşünüyorum. İnsanlar
hayatlarında bir değişime ihtiyaç duydukları için aşkı arıyorlar. Umduklarıyla
bulduklarının aynı olup olmadığını bilmiyorum. Ya da bu değişimin her zaman
istedikleri yönde olup olmadığı hakkında da bir fikrim yok. Mesela bir kişi aşık
olduğunda büyük bir mutluluğu yakalayabilir. Ama bir başka kişi de aşk
yüzünden yaşadığı hayal kırıklığı ile de bunalıma girebilir. İyi de olsa kötü de olsa; insanların karşılaştığı bu tecrübelerden bir şekilde ilham aldığını
düşünüyorum.
İnsanlar, bu kavramı yarattıkları eserlerine yansıtmışlar, hatta çok güzel
yansıtmışlar. Düşünsenize aşk acısı olmasaydı “Still Loving You” gibi bir şarkı
çıkabilir miydi? Çıkması çok iyi bir şey, çünkü şarkı ayrılık hakkında. Şarkı
yazarının tüm bu duyguları içine atmaktansa bu duygularla bir sanat eseri
yaratması, kendi duygularını çok daha iyi bir şekilde değerlendirme biçimi.
Hatırlıyorum da geçen yıl, Sam Smith ödül töreninde şu sözleri söylemişti:
“Kalbimi kıran adama çok teşekkür ederim. Çünkü ona yazdığım şarkıyla dört
tane Grammy kazandım!”. Bence bu, kişinin kendisini mahvetmeye çalışan bir
duyguyu içinden atıp onunla üretken olabileceğini gösteren güzel bir örnek. Öte
yandan “Love Will Tear Us Apart” şarkısını yazıp üstünden bir yıl geçmeden
intihar eden Ian Curtis de var. Olması gereken bu mudur ki? Hani aşk pes
etmemek ve zorluklara karşı göğüs germek demekti? İnsanın karşına aşk ne
zorluk koyarsa koysun pes edilmemesi gerektiğini düşünüyorum. Ve bu
zorluklardan başka güzellikleri yaratan insanlara da ayrı saygı duyuyorum,
çünkü onlar aşkın hep bir insana iyi bir katkı sağladığının örneği olmuşlardır.
Paulo Coelho da “Aşk, evcilleştirilemeyen bir güçtür. Onu kontrol etmek
istediğimizde bizi yok eder. Onu hapsetmek istediğimizde bizi kölesi haline
getirir. Onu anlamak istediğimizde bizi kayıp ve şaşkın olarak bırakır.” (79)
demiştir. Bu söz de aşkın tehlikeli doğasını anlatmaya yeterdir. Bana sorarsanız
Coelho bir konuda haklı bir konuda haksız. Haklı olduğu kısım aşkın kontrol
edilemeyeceği. Aşık olup olmamatı seçemeyiz, ancak aşkı yine de
yönlendirebiliriz ve aşkın hayatımızı pozitif yönde etkilemesini sağlayabiliriz.
KAYNAKÇA:
• Goethe, Johann Wolfgang von. http://www.goodreads.com/quotes/23105-‐‑
we-‐‑are-‐‑shaped-‐‑and-‐‑fashioned-‐‑by-‐‑what-‐‑we-‐‑love. Wind and Fly LTD. t.y. Web. 6
Aralık 2016.
• Coelho, Paulo. Zahir. Can Yayınları. İstanbul: 2016.
Pelin Baysal |
124 | 1
Dostluk
Güvenli hissetmek ve güvende olmak için insanların ve ülkelerin neler yaptığı ve ne kadar
para harcadıkları ortada. Savaş olacakmış gibi eğitim gören askerler, hırsız girmesin diye
kurulan güvenlik sistemleri, silah sanayisine yatırılan paralar ve daha nice örnek var güvenli
hissetme çabalarımız arasında. Ama gerçek şu ki güvenilir insanlar olmadan hiçbir harcama
güven ortamını tam olarak oluşturamaz. Bize güvenilir hissettiren, zora düştüğümüzde
tutunabileceğimizi bildiğimiz dostlarımız güvende olmamazı sağlayan önemli kişilerdir.
İlkokul, lise ve üniversite hayatımız boyunca birçok insanlarla karşılaşırız. Bazılarıyla çok
uzun süre temasta kalırız ve onları özel bir yere koyarız. Eğlenceli ve kafa dengi olmaları
avantajdır ama güvenilir olmasalar hiçbir zaman dostumuz olmazlardı. Bu güven çeşitli
olaylar aracılığıyla kazanılıyor. Zor zamanlarımız ve onların zor zamanları belirleyici oluyor
güven seviyemizde. Bazen yanlış seçimler yapıp güvenilir olmayan insanlara dost deyip
büyük hayal kırıklığına uğruyor insanlar. İyi dost seçmek kolay değil ama bulmanın yolları da
var elbette.
Dostlarımla çok güzel anılarımız olmuştur. Bazıları aklıma geldikçe hala kendimi tutamam ve
gülmeye başlarım. YatIlı lisede 4 sene okumak bana çok güzel, komik anılar yaşattığı gibi
bazı zor anlar ve buruk anılarda yaşattı. Şimdi düşünüyorum da otuz küsür arkadaşım oldu
yurtta ama aralarında sadece birkaçı benim için çok farklı bir yerde. Zor anlarımda birilikte
olduğum ve destek gördüğüm arkadaşlarım onlar. Gülünç ve eğlenceli anılarımız beni hala
güldürüyor ama buruk anılarımda içten bir samimiyet ve o gün hissettiğim güven duygusunu
hissediyorum içimde. Ben şanslıydım çok aramadan iyi dostlar buldum ama durum hep böyle
olmuyor maalesef. Bazıları hep eğlenmek ister dostuyla ve işini ertelettirir veya engel olur
ona. Evet eğlendirirler ama sonuç olarak işleri, dersleri geri bırakmış olur ve bir bakıma
hayatı zorlaştırırlar. Bu arkadaşlar o işler veya derslerin sonucu başımız belaya girince hiç hoş
anılmazlar ve kesinlikle tam anlamıyla dost kabul edilmezler. Yalancı insanlardan da iyi dost 2
olmaz dememe gerek yok sanırım ama başkasına yalan söyleyen insanlara da güvenmek
problem yaratabilir bunu bilmekte fayda var. Bazıları da eğlenirken ve gezerken hep
yanımızda olurlar ama ne zaman onlara ihtiyaç duysak veya zor bir duruma düşsek ortadan
kaybolurlar. Ararsınız ulaşamazsınız veya ulaşırsınız ama size bahane bulur. Bunlara iyi gün
dostu denir ve bir noktadan sonra onlara güvenmek imkansız olur ve iyi günlerde de
yanınızda istemezsiniz. Bencil ve geçimsiz insanlarla dost olmak da zordur çünkü bir yerden
sonra tahammül edilemez hale gelirler ve tartışmalar ortaya çıkabilir. Her yönden mükemmel
insan bulmak imkansız tabii ama bazı özellikler genel olarak insanda bulunmalıdır. Dürüstlük,
yardımseverlik, hoşgörü gibi. İyi dostlar mükemmel olmayabilir ama güvenilir olmalıdır.
Sonuç olarak hayatta güvenli hissetmenin en önemli yolu güvenilir insanlar tanımaktır yani
güvenilir dostlar edinmektir. Dostluklar tecrübelerle güç kazanır veya kaybeder. Yukarıda
bahsettiğimiz gibi iyi ve güvenilir dostlar bulmak için önce o özellikleri kendimizde
bulundurmalıyız. Kendimiz iyi bir dost adayı olmadan iyi bir dost bulma gafletine düşersek
hüsrana uğrarız. İyi dost ararken mükemmel insan ararsak da dostsuz kalırız. Hayatımıza
sevinç, huzur ve güven eklemek istiyorsak iyi dostlar edinmeliyiz. Kolay değil iyi dost
bulmak ama kesinlikle imkansız da değil. Kendimiz iyi olup biraz tecrübe ve arama ile
bulabiliriz iyi dostlar. Bunun sonucunda ne zaman dara düşsek elimizi uzatacak bir insan var
güveniyle yaşarız.
Ahmet Said Aydil / 21501535 |
125 | Dilara Yıldırım
21503036
Dikkat Ediyor Musunuz?
Şimdiye kadar canınızın en çok acıdığı hissettiğiniz an neydi hatırlıyor musunuz? Bu
cümleyi okuduğunuzda aklınıza gelen ilk şey bu hayatta kaybetmekten en çok korktuğunuz
şey. Belki onurunuz belki sevdiğiniz biri belki de para. Ama aklınıza gelen o “şey” hayatınızı en
çok şekillendiren olgu. Son zamanlarda ortalarda dolanan bir söz var eminim ki
duymuşsunuzdur: ”Hayat mutlu anların toplamıdır.” Ben buna şiddetle karşı çıkıyorum çünkü
hayatımızı, karakterimizi ve davranışlarımızı yaşadığımız mutluluklar değil hayatta karşımıza
çıkan zorluklar ve çektiğimiz acılar belirler. Canınızın çok yandığı o ana geri dönün lütfen ve
düşünün o zamanki sizle şimdiki arasında belirgin bir fark var mı?
Muhtemelen birçoğunuzun cevabı evet olacaktır. Birçoğumuzun buna evet demesinin
sebebi aslında bilinçaltımız. Yaşadığımız o hezeyanın etkisiyle kendimizi korumak için yeni
davranışlar geliştiriyoruz. Kimimiz içine kapanıyor kimimiz yeni hobiler ediniyoruz. Sırf o
etkiden kurtulabilmek için. Lakin aslına bakarsanız işin en kolay kısmı da atlatmaya çalışmak
çünkü kabullenmek atlatmaktan daha zor ve daha çok zaman alıyor. Nedense olumsuz şeylerle
yüzleşmek konusunda iyi değiliz. Kaçabildiğimiz kadar kaçıyoruz. Sanırım her birimizde bu süre
değişkenlik gösteriyor. Fakat ortada genel bir gerçeklik var ki acıyla barışmak konusunda
insanlar olarak iyi değiliz.
İnkar, kızgınlık, pazarlık, depresyon ve en sonunda kabulleniş. Tüm bu sürecin son
bulduğu yer olan kabulleniş aşamasında insan başka bir duyguyla tanışıyor: pişmanlık. Özellikle
sevdiğiniz bir insanın kaybının ardından sarsılıp hayata çok farklı yerlerden bakmaya
başlıyorsunuz. Kendinizi koca bir hortumun orasında kalmış bir ağaç gibi güçsüz
hissediyorsunuz çünkü o an yetişkin olmanın insana verdiği “istersem her şeyi yaparım”
hissinin kaybolduğu an. Özgüvenin yerini pişmanlık alınca bir düşünce seli karşılıyor sizi ve
düşündüğünüz tek şey o insanla beraber geçirdiğiniz anlar ve keşkeler. Keşke ona daha fazla
vakit ayırsaydım diye başlayan ve uzayıp giden bir listeyle baş başa kalıyorsunuz bu aşamada.
Sanırım sevdiğimiz o insandan ne zaman ayrılacağımızı tam olarak biliyor olsak ve en iyi şekilde
değerlendirmek için her şeyi yapsak bile birlikte geçirdiğimiz her an yine de az gelir. Hayatınızın
en zor anı sevdiğiniz bir kişiyi kaybetmiş olmak olmayabilir. İşinizi kaybetmiş olabilirsiniz ve ya
yıllarca hayalini kurduğunuz okulu kazanamamış olabilirsiniz. Önemli olan o yaşadığınız acının
sebebi değil, canınızın yanmış olması. Çünkü sebebi fark etmeksizin bu acıların ardından insan
genelde neden tüm bunlar henüz yaşanmamışken daha dikkatli olmadığını sorguluyor.
Hayatı gelişi güzel yaşamak ortalama yaşam süresi yetmiş altı yıl olan bir canlı için fazla
cüretkar. Dikkat etmediğimiz her an hayatı biraz daha kaçırıyoruz. Renkler, sesler, kokular,
anılar her biri koşar adım kaçıyor bizden. Bu yaşamdan elimizde kalacak tek şey biriktirdiğimiz
anılar olacak. Lakin biz her gün geleceğimiz için çabalarken bugünü, yaşamı kaçırıyoruz
ellerimizden. Ve uğruna yıllarca çalıştığımız o ideal gelecek ise hiçbir zaman gelmiyor çünkü biz
o hayatı kafamızda kurgulamaktan fırsat bulup yaşayamıyoruz. İşte tam da burada acı
duygunun bize kattığı bir güzellik var. O da farkına varmak.
Hayatın, yapılan hataların, boşa geçen zamanın farkına varıyoruz. Tıpkı Demolition
filmindeki karısının ölümüyle baş etmeye çalışan Davis Mitchell gibi etrafımızdaki her şeye
daha dikkatli bakmamız gerektiğini fark ediyoruz. İnanıyorum ki eğer bizde etrafımıza daha
dikkatli bakmaya başlarsak hayatı gerçekten yaşamaya başlarız. Yaşadığımız acıdan çok şey
öğrenebiliriz işte bu yüzden hayatın mutlu anlardan ibaret olduğuna inanmıyorum. Çünkü
acılar insanlara silkelenip kendilerine gelmeleri için eşsiz bir fırsat veriyor. Acının insanı sarsan
bir etkisi var. Uyuşmayı düşünürken birden farkındalığınız inanılmaz derecede artıyor ve daha
önce hiç fark etmediğiniz şeyleri fark etmeye başlıyorsunuz. Her şeye daha dikkatli bakmaya
başlıyorsunuz çünkü biliyorsunuz ki yarın hiç olmayabilir. O yüzden dikkat etmeliyiz. Doğan
güneşe, kuş seslerine, baharla gelen o güzel çiçeklerin kokusuna, içtiğimiz kahvenin tadına ve
en çok da etrafımızdaki insanlara dikkatimizi vermeliyiz.
Kaynakça
Demolition. Yön. Jean-Marc Vallée. Haz. Bryan Sipe. 14 Nisan 2016.
|
126 | Sokaktaki Yaşantılar
Orwell'in işini bırakarak Londra da kötü koşullar altında ve bazen de evsizlerle
yaşamasını konu edinen bir kitap. Anladığım kadarıyla insanları gerçekten anlamak için
onlarla yaşayıp aynı hayatı deneyimlemeye çalışmış. Gün doğarken
sadece uyumak
için başını koyacak bir yastığı ve üstüne çekecek bir battaniyesi olsa dahi yüzünüze bir
gülümsemenin gelip oturmasına sağlayacak bir kitap yazmış Orwell. Kokuşmuş otel
mutfaklarında bulaşık yıkarken doğru düzgün uyuyamayacağını bile bile eve
gitmenin hayalini kurmak, elde kalan son işe yarar kıyafeti de rehinciye satıp
çaresizliği daha da hissetmek Orwell'in başına gelenlerden. Her gün yağlı ekmekle
beslenmekten ağızda kalan kötü tat, odanın duvarında gezen tahta kuruları
eşliğinde bir sonraki kirasını nasıl ödeyeceğinizi bilmediğiniz oda da uykuya dalmak
aslında kitapta aklımda kalan birkaç şeyden sadece birkaçı.Berduş olduğunu bir
türlü kabul edemeyen İnsanlar, yoksul bakımevleri arasında geçip giden ömürler,
başı yerde dolaşan evi olmayan insanlar, gelecek
yerde sigara bulabilmek için hep
hakkında en ufak bir hayali veya ümidi olmadan yaşayan, daha doğrusu o gün de
ayakta kalmayı başarabilen insanlarla dolu bir roman. Evsiz insanların yaşantısını
ve psikolojisini merak edenler için gerçek bir kaynak. Benim ilgimi çeken bir çok
nokta oldu kitapta ama en ilginçleri berduşlar sanırım. İyiliğe iyilikle karşılık veren
insanlar değiller. Türkiye de pek karşılaşmadığımız bir şey bu sanırım. Bu insanlar
onlara herhangi bir biçimde yardım eden insanla
ra minnet duymuyorlar hatta
sinirlenip nefret ediyorlar. Sanırım burada biraz kıskançlık devreye giriyor. ''Senin
sahip oldukların benim olmalıydı veya eskiden bende senin gibiydim'' gibi bir
düşüncede olabilirler bana göre.Tabi berduşların açısından bakınca haksızlar mı
emin olamıyorum çünkü bana karşı sahte ve gereksiz biçimde şefkat gösteren biri
olsa benimde hoşuma gitmez ve sinirlenirdim sanırım. Teşekkür beklemeden ve
sahte gülümsemeler olmadan yapılan yardımlar daha gerçekçi gözüküyor. Bence
iyi örnek ismini belirterek para bağışlamak, ismini açıkça belirten insanlarla
buna en
sokakta abartı biçimde berduşlara ilgi gösteren ve teşekkür bekleyerek iyilik yapan
kişiler aynı yapıdaki insanlar. Aslında Bilkent'e ki ilk yılımda tam olarak berduş
aşağı yukarı ona benzer bir yaşantısı olan biriyle tanışmıştım. Bilkent'e
olmasa da
kapsamlı burslu olarak girmişti derslere pek girmiyor onun yerine sokakta yatarak,
otostop çekerek ülkeyi geziyordu parçalar halinde. Gerçekten değişik ve anlaşılmaz
bir yaşantı bana göre. Hippileri sevmediğim gibi bu tarz bir şey de garip geliyor.
Okulda yurdunda kalmak ve dersleriyle ilgilemek varken sokakta yatarak bir ülkeyi
gezmeye çalışmak ne derece mantıklı ki. Yaşadığın yeri ve hatta farklı ülkeleri
ama yapılış biçimi de dikkate alınmalı. Küçük bir
gezmek bana göre çok önemli
öğrenci bütçesiyle de yurtta kalarak veya ''work and travel'' gibi bir seçenekle de
gezilebilir. Bu yaşantı biçimi daha sonrasında hazırlığı geçememesine okulu
bırakmasına neden olmuştu. En son öğrendiğim bir yerde çalışıp hayatını idame
ettirmeye çalışıyormuş. Aslında tam da kitapta bahsedildiği gibi gün içinde sadece
5 saat uyuyacağı evine(eğer varsa) gitmek için çabaladığı insanı tüketen bir
4-
yaşantı. Sanırım ülkeden ülkeye değişmeyen tek şey sokakta iy
i ve ya kötü bir sürü
hikayesi olan bir sürü insan var kimisi belki orada olmayı hakketti belki bazısı da
üzücü nedenlerden sokaklarda yaşamak zorunda kaldı ama her halükarda onlarda
bizim gibi insanlar. Bana göre kibarca yardım etmekte ve hikayelerini din
lemekte
hiçbir sakınca yok belki tam tersine bu onlar içinde iyi olabilir. Ama bahsettiğim
kişiler bizim ülkemizdeki gibi dilenciler değil tabiiki onlar daha çok sokaktan geçen insanları sömürmeye çalışıyorlar. Evsizler veya berduşlar her ne dersek diyelim
parasızlığın dibine vurmuş kişiler. |
127 | Ezgi Nur ARI
İKİ YALNIZ, BİRLİKTE YAPAYALNIZ
Yalnızlık, insanın hayatında en az bir kere tecrübe ettiği bir olgu. Bazen içimizde, bazen ise
dışımızda. Kimi zaman tercih ediyoruz onu. Kimi zamansa, bizi ondan başka tercih eden
olmadığı için yalnız kalıyoruz. Yine de yalnızlığın aslında ne olduğu, ne anlam ifade ettiği
üzerine pek düşünmüyoruz. Sanki orada değilmiş gibi yapıyoruz. Yokmuş gibi davranıyoruz.
Sanki böyle yapmamız, onu gerçekten yok edecekmiş gibi... Ne kadar da safız aslında!
Gözünü kapatınca gerçek ortadan kaybolacak zanneden küçük çocuklar kadar hem de.
Oysa yalnızlığın bir yere gittiği yok. Hep orada. Hep bizimle. Yatağın altındaki sinsi ve
korkunç canavarın ta kendisi, yalnızlık. Peki yalnızlık aslında ne? Gündüz vakti çöken
karanlık mı, zamansız gelen bir misafir mi? Sevildikçe giden, reddettikçe geri dönen vefasız
bir sevgili mi? Zor sorular...Biliyorum. Hem sorması, hem de cevaplaması zor. Ama belli ki
Caroline Kepnes'in bu soruları cevaplayacak cesareti varmış. Sen adlı kitabında dökmüş
ortaya bütün cevapları.
Kitap bitince anladım ki yalnızlık, insanın kendisini anlayacak kimsesi olmamasıymış. Bir
dolu insanın ortasında, kalabalıklar içinde bir başına kalmasıymış. Çünkü aslında yalnızlık
neymiş biliyor musunuz? Yalnızlık, kişinin hayatının anlamını aramak için çıktığı bu
yolculukta yanında ona eşlik edecek kimsesinin olmamasıymış. Kulağa çok acımasız
geldiğinin farkındayım ama gerçek bu. Gerçek, yalnız kalmanın, yalnız olmakla aynı şey
olmadığı. Kendinizi anlattığınızda anlayacak birileri olmadığını bilmek yalnızlık. Pek menem
bir şey değil yani.
Bazıları yalnızlığın tercih edilebilecek bir şey olduğunu söylüyor. İstediği için yalnız kalanlar
varmış güya. Palavra bu bence. Kimse isteyerek yalnız kalmaz. Doğru; etrafına duvar örenler,
kendini kalelerin ardına kapatanlar var. Kendisini erişilmez kapıların ardına saklayanlar var.
Ama hiç kimse yalnız kalmak, kendini izole etmek için örmez o duvarları. O duvarları aşacak
cesareti olan birileri var mı diye görmek için örer. Yalnızlık tercih falan değildir yani.
Yalnızlık bazen kader, bazen de kaçınılmazdır.
Kimileri için kaderdir çünkü öyle bir zihniyet, öyle bir karakterle doğar ki o kişiler, onları
anlayacak insan sayısı yok denecek kadar azdır. Milyarlarca insanın bulunduğu bu dünyada da
onları anlayabilecek olan o tek tük insanları da bulamazlar. Kaderi yalnızlıktır bunların
anlayacağınız. Bir de yalnız kalması kaçınılmaz olanlar vardır. Onlar için yalnız olmak kader
değil de zorunluluktur. Anlatamazlar kendilerini. Sırları vardır. Derin ve karanlık sırlar...
Paylaşamazlar kimseyle. Korkarlar. Sevilmemekten, istenmemekten, beğenilmemekten
korkarlar. Anlaşılmamak, yargılanmak ve dışlanmak, onların canavarlarıdır.
Canavarlara olan korkuları, onların kaçınılmaz olarak yalnız kalmalarına sebep olur. İsteseler
de alamazlar kimseyi hayatlarına. Suratlarında hep bir maske, hep bir yalan gülücük vardır
onların. Ne yapsalar, ne etseler olmaz. Sonunda kendilerini karanlığın içine sinmiş, tek
başlarına ağlarken bulurlar. Birisi de beni anlasın derler. Sadece anlasın. Sevmesin, kıskanmasın ama yargılamasın da. Sadece anlasın. Ama sırlarla dolu ruhlarını kimseye
açamadıkları için bu sadece hayal olarak kalır onlar için.
Ne acı değil mi? Yalnız kalmaya mahkum olmak yani... Bir hücreye kapatılmak gibi...
Kimsede anahtarı olmayan bir hücrede sonsuzluğa mahkum olmak... Çok zor ve çok acı. En
kötüsü de bununla bir ömür yaşamak zorunda olduğunuzu bilmek. Hiç bitmeyecek gibi
görünen bir hayatı, yalnızlıkla birlikte üstünüzde taşımak. Dilerim kimse bununla sınanmaz.
Sevmek ve sevilmek varken, bu yükü taşımak zorunda kalmaz insanlar. Hayatı yaşanmaz
kılıyor bu yük çünkü ve hayat, yaşamak istemediğinizde çekilmiyor.
Kaynakça
Kepnes, Caroline. Sen. Epsilon Yayınları, İstanbul: 2016. |
128 | HAYAT HİÇ ADİL OLMAZ DA İNSAN MUTLU OLAMAZ MI?
Bir günde bitirdim Yekta Kopan’ın Aile Çay Bahçesi’ni. Uzun bir kitap değil zaten; yüz kırk iki sayfa.
Hani biriyle oturursunuz, hatta hiç tanımadığınız biriyle, size tek oturuşta bütün hikayesini anlatır ya…
Bu kitap da bana biraz öyle geldi. Anlatılmak istenen fazla dolandırılmamış. Yazar anlattı, ben
dinledim sanki. Dil de yalın. Kitabı ana karakterden dinliyoruz: Müzeyyen. Bana her zaman erkek bir
yazarın ana karakteri, hatta hikayeyi anlatan karakteri, dişi seçmesi ilginç gelmiştir. Bunu seviyorum
da galiba. Bir erkeğin kaleminde, bir kadının kendini anlatması… Murathan Mungan’ın ustalığıdır bu
aslında. Neyse yazarımız Yekta Kopan, ona ihanet etmiş gibi olmayayım şimdi.
Ana karakterimiz Müzeyyen. Onun hayat hikayesini içeriyor kitap. Tabii objektif değil. Müzeyyen’in
perspektifinden bakıyoruz. Müzeyyen, mükemmel bir kız çocuğuyken (kendince), altı yaşındayken bir
kardeşi olacağını öğrenir ve hayatı alt üst olur. Kardeşi olsun istemez. Bir de kız. Onu hep kendine
rakip görür içten içe. Aslında bu herkeste vardır. Yani kimileri belli bir yaşa kadar, kimileri hayatı
boyunca kardeşlerini rakip olarak görürler. Hele ki hemcinsse... Peki, gerçekten hayattaki en büyük
rakiplerimiz kardeşlerimiz midir? Bir bakıma çok da yanlış bir söylem değil bu. Sonuçta hayatta sahip
olduğumuz ilk şeyler ebeveynlerimiz. Ve kardeş dediğimiz kişilerle onları paylaşıyoruz. Ne kadar
sevsek de kardeşlerimizi, bilinçaltında bir yarış olur mutlaka. Küçük çocuklarda gayet açık bir şekilde
görülür zaten bu yarış. İşte kitapta da, kardeşinin doğmasıyla Müzeyyen’in hayatı kötüleşmeye başlar.
Yani Müzeyyen hayatında ters giden her şeyden kardeşini sorumlu tutar. En başta da annesinin
ölümü için. Annesi doğumda ölmez, daha farklı bir ölüm bu ama küçük Müzeyyen’in yarattığı
dünyasında bu ölümün sebebi kardeşidir. Ben burada, insanların her şeyi bir nedene bağlama
çabasını gördüm. Çünkü eğer Müzeyyen annesinin ölümünün nedenini çözemeseydi içi rahat
etmeyecekti. Ve en kolay yoldan, zaten sevmediği kardeşini günah keçisi yaptı. Çok severiz birilerini
suçlamayı, onları günaha boğmayı. Sanki günahı başkasına yükleyince biz hafifleriz.
Müzeyyen’in bir de babası var. O da iki numaralı günahkar. Karısına ve çocuklarına gün yüzü
göstermeyen; ne doğru düzgün kocalık ne de babalık yapabilen bir adam… Müzeyyen babasını da hiç
sevmez. Kendi dediğine göre, Müzeyyen insanları sevmez. Zaten en yakınındakileri sevmezsen, biraz
uzağındakini nasıl seversin? Anneleri ölünce, bu iki kardeşe, hatta babalarına da babaanne Fatma
bakar. Müzeyyen, babaannesini sevse de, babasına, yani Fatma’nın oğluna olan şefkatini hep suçlar.
Çünkü annesi öldükten sonra babası birçok kadın getirmiştir annesinin yerine ki zaten annesi
ölmeden önce, annesini birçok kez aldatmış. İşte böyle bir babayı sevmez Müzeyyen. Babaannesi,
babasını sokağa atamadığı için kızar falan filan. Peki, ne kadar haklı Müzeyyen? Bütün bir hayat,
sürekli insanları suçlayarak geçer mi? Böyle bir aile içince büyüyünce, Müzeyyen, hayatına giren tüm
insanlardan medet umar hale gelir. Onlara gereksiz anlamlar yükler. Mesela bakkalın karısı vefat
edince, sanki tüm dünyası yıkılır. Halbuki Müzeyyen insanları sevmediğini iddia etmişti. Benim
kitaptan anladığım ki bu bir bölümde sıkça geçiyor: Müzeyyen en çok kendiyle yüzleşmekten
korkuyor. Aslında insanları seviyor, ama sevmediğini söylüyor. Kardeşini seviyor ama suçlayacak bir
günahkara ihtiyacı var hayatında. Babası için bir şey söyleyemeyeceğim, o konuda haklı gibi.
Müzeyyen adını sevmez, anlamını kendine yakıştırmaz. Birlikte olduğu erkeklerle uyuyamaz. İyi
resim yapar, ama hiçbir zaman bir ressam olamamıştır. Kardeşiyle kıyaslar hep kendini; kardeşi daha
güzeldir, daha alımlıdır. Kardeşinin güler yüzlü olmasını bile çekemez. Cesur insanlara hayrandır;
çünkü yapmak istediklerini yapamaz, söylemek istediklerini söyleyemez. Müzeyyen kendinde hep eksileri görür. Bu yüzden hayatı da eksilerle doludur. Dolduramadığı boşluklar yaratır kendine. Bence
insan kendi yaratır hayatındaki boşlukları. Kimsenin boşluğu değildir onlar. Kendi boşluklarımızdır.
Hayatı kendi kafamızda yarattığımız şekilde yaşadığımıza inanıyorum. Evet, her zaman beklediğimizi
bulamıyoruz ama beklentilerimizi değiştirmek de bizim ellerimizde. Söyleyeceğim şu ki; Müzeyyen
kendi kendini mutsuz etmiş bir kadın. İsteseydi daha mutlu bir hayat yaşayabilirdi. Ama o kolay olanı
seçip başkalarının onun hayatını mahvettiğini düşünerek yaşadı. Gerçi kitabın sonlarına doğru biraz
girdiği atmosferden çıkar gibi oluyor ama yine de bir sonuca bağlanmıyor. Ben kadere inanmıyorum.
Hayatımızda bin bir türlü olumsuzluk yok değil. Fakat yine de, hayata ne verirsek onu aldığımızı
düşünüyorum. Bence herkes kendi yaşam öyküsünün birer mimarı. |
129 |
MAVİNİN İÇİNDE PEMBE
İçimizde yaşattığımız -bizi biz yapan duygularımız- hislerimiz, isteklerimiz ve en önemlisi
de arzularımız acaba sahip olduğumuz bedenlerde hayata gelmek ister miydi? Nasıl bilebilirlerdi ki
dış görünüşümüzle uyuşmadıkları için onları baskılayacağımızı, göz ardı edip kimse anlamasın diye
iç dünyamızın en derinlerinde bir yerlere gömeceğimizi. Eminim, onlar da yanlış bedenlerde hayat
bulmak istemediler. İster miydi her hücremize işleyen arzularımız ömrümüz boyunca bir
mücadelenin parçası olmayı, yıpranmayı ve ortaya çıkabilecekleri anı beklemeyi ya da içimizdeki
çelik kapıları aşamayıp vücudumuzla birlikte sonsuza dek toprağın altında kalmayı? Einar
Wegener’in (Lili Elbe’nin) içindeki kadını dışa vurana kadar tam olarak yaptığı da buydu ancak
onun içindeki arzular dışarı çıkmayı başarmıştı ve çelik kapısının kilidi giydiği kadın elbisesiydi
kanımca. Einar geç olsa da başarmıştı. Bu yüzden onun hayatı herkese ışık olan bir başarı
hikayesiydi. Danimarkalı Kız filmini izlerken en çok dikkatimi çeken şey aslında hepimizin Einar
Wegener’e çok benzediğiydi ve filmde “bugünü” bulabilmemdi. Bu yaşantının üstünden seksen beş
yıl geçmiş olsa bile film bazı şeylerin hiç değişmediğini bütün çıplaklığıyla gözlerimin önüne serdi.
Einar’a nasıl mı benziyoruz, anlatayım. Bizler değil miyiz kendi istediğimiz gibi değil de
başkalarının istediği gibi yaşayanlar. Daha anne karnında bir cenin iken kadın ve erkek arasındaki tek
fark olan bir organımızdan dolayı ne renk giyeceğimiz veya odamızın ne renk olacağı gibi birçok şey
çoktan seçiliyor. Erkeksen her şeyin mavisinden, kız isen bizim için pembeden başka bir renk
yokmuş gibi adeta. Büyüyüp de erkek “adam” pembeyi sevince türlü türlü hakaretlere ve hatta cinsel
istismarlara maruz kaldı, peki ama pembe de mavi gibi bir renk değil miydi? Yo hayır elbette değildi,
çünkü bizim için renklerin bile cinsiyeti vardı!
Doğduğumuz andan itibaren kurallarını başkalarının yazdığı bir dünyaya adım atmış
oluyoruz. Kimse sormadı ki bizim dünyamız nasıl! Kimse umursamadı ki biz ne istiyoruz. Onlar dışarıdan pembe ya da mavi olmasıyla ilgilendiler, başka ne olabilirdi ki zaten… Kimse anlamadı ki
kimimiz mavi giyip içinde bir pembe barındırıyor.
Aman erkeklerle oynama, aman onlarla arkadaşlık etme, aman kızlardan uzak dur diye
tembihlendi bize hep. Karşı cinsle bütün bağlantıları kesip içimizde zaten var olan eşcinselliği iyice
ortaya çıkardılar. Peki ya içimizdeki kuşu kafesinden çıkarıp özgür bıraktığımızda ne oldu? Ne mi
oldu, ben anlatayım. Başkalarının hoşuna gitmedi, hor gördüler, dışladılar, ötekileştirdiler ve
yaşatmadılar. Evet, yaşatmadılar! Tecavüz ettiler, öldürdüler, yaktılar, gömdüler… Bir can, bir yaşam
bu kadar ucuzlaşmıştı. Niye? Çünkü eşcinseldi, o pembe olan eski bir maviydi! Halbuki farklı olmak
bizim seçimimiz değildi, bir yönelimdi; anlamadılar, anlatamadık…
Ayrıca daha sonrasında da yine bizler değil miyiz başkalarına güzel ve kadınsı görünmek için
topuklu ayakkabı giyip acı çekenler, okullarda bile erkek çocuğuna benzemeyelim diye etek
giydirilenler ya da kız gibi olmasın diye saçı kestirilen erkekler? Ailemiz onaylamaz diye sevdiğimizi
kalbimize gömüp orada sessizce onu büyütmedik mi, sonra da sırf onlar istedi diye tanımadığımız
adamla bir ömrü paylaşmadık mı? “Paylaşmak” pek iyimser oldu sanki biz ona “ömrü ziyan etmek”
diyelim, sırf “onlar” istedi diye… Belki de Einar’ın evliliği de böyleydi, belki sadece başkalarının
ağzını kapamak içindi.
Her şeye rağmen Einar çok güçlüydü, belli ki çok savaşmıştı içinde yaşayan kadını (Lili’yi)
öldürmek için ta ki Lili onun bedenini de işgal edene kadar. Tek bir hakikat var ki, Einar olmak
istediği bedende ebediyete kavuştu. Einar bir umut oldu diğerleri için, onun gibiler için, gelecek için,
bugün için. Ve… Hep hayallerini süsleyen bedende -bir kadın olarak- sonsuzluğa uzandı.
Kaynakça:
Hooper, Tom. Danimarkalı Kız. 2016
Gürsoy, Tolga. “Sinemajor”. Eddie Redmayne'ın Oscar'a Koştuğu Film: The Danish Girl.
Hürriyet. 23 Şubat 2016. Web. 30 Eylül 2016.
Selin Güngör |
130 | Ege Tezerişener
21401450
Başak Berna Cordan
Turk 101-16
21.11.2014
Ödev 5-2
Yapacak Bir Şey Var
“Godot’yu beklemek” dilimize yerleşen, sıkça duyduğumuz bir söz. İlk kez
lise yıllarında duyduğum bu sözün kaynağını araştırdığımda İrlandalı yazar Samuel
Beckett’in Godot’yu Beklerken adlı tiyatro oyunuyla ilişkili olduğunu öğrendim.
Oyunu izlemek için Ankara’daki tiyatroların repertuvarlarını araştırdım fakat
hiçbirinde oyunun oynandığına rastlamadım. Sonuçta merakımı gidermek için oyun
metnini okumaya karar verdim.
Godot’yu Beklerken, Samuel Beckett’in en bilinen eseridir. İlk olarak
Fransızca yazılmış ve Paris’te sahnelenmiş olan oyun, sonrasında diğer dillere de
çevrilip başka ülkelerde de oynanmış. Oyunun çok ses getirmesinde türü etkili
olmuştur. Absürt tiyatro (uyumsuz, saçma tiyatro türü) olarak nitelenen, alışılmamış
biçime sahip olan bir tiyatro eseri Godot’yu Beklerken. Türünden dolayı eserde
belirgin bir olaya yer verilmemiş, oyun fazla aksiyon içermiyor. Olay örgüsü ön
planda olmadığı için uzam ve zaman kavramları da pek net bir şekilde belirtilmiyor.
Eser, varoluş felsefesi ve bu konudaki düşünceler üzerine kurulmuş.
Oyunda, hayatları bekleyiş içinde geçip giden iki dost vardır: Vladimir ve
Estragon. Bu iki figür, karakter özellikleri bakımından zıt düşüyorlar. Estragon
maddiyatçı ve cahil bir figürdür. Fiziksel olaylar ve özellikler onun için daha
önemlidir. Onun için insanın güdüsel yanının simgesi diyebiliriz. Vladimir ise bilge,
düşünen bir figür olarak sergilenmekte. Manevi değerler onun için daha önemli. İnsan
onuruna değer veriyor, soyut bir şekilde düşünüyor. Vladimir ile Estragon arasında
geçen şu diyalog bu belirlememin en tipik örneğidir: “Estragon: Bir onluk bile
makbule geçer./ Vladimir: Dilenci değiliz biz.”(s. 49) Bu iki dost, oyunda “Godot”
adında birini bekliyorlar, bekleyerek geçiriyorlar hayatlarını. Bu sırada ne
birbirlerinden kopabiliyorlar ne de beklemekten vazgeçebiliyorlar. Oyunda sergilenen
bu bekleyiş sıkıcı, boş ve amaçsızcadır.
Vladimir ve Estragon’un Godot’yu beklemesi gibi insan da hayatı boyunca
hep bir bekleyiş içindedir. Hayatın vazgeçilemez bir parçasıdır beklemek. Önce
dünyaya gelmek için bekleriz, sonrasında ömrümüz bir şeyleri beklemek ile geçer.
Her insan için beklenen şey farklı olsa da bekleme eylemi ortaktır. Kimi insan iyi
hayat koşullarına sahip olmayı, kimi hayatının aşkını bulmayı, kimi de torunlarını
kucağına almayı hayal eder ve bekler. Yaşadığımız hayatla aramızdaki bağı oluşturan Tezerişener, 2
bu bekleyişlerin her biri bizim amacımız, gerçekleştirmeyi istediğimiz
hayallerimizdir.
Samuel Beckett’in oyunu da bekleyiş kavramı üzerine kurulu. Oyundaki
Godot, hayattaki beklentileri simgeliyor. Eserde iki figür kendi Godot’larını bir şey
yapmadan edilgen şekilde bekliyorlar. Biz de bazen aynısını yapıyoruz aslında.
Hayattan çok şey bekliyoruz, hem de çaba göstermeden, yorulmadan, hiçbir şey
vermeden. Fakat yapılması gereken “Godot”u oturduğumuz yerden beklemek değil,
onun için çalışıp emek sarf etmektir. Hiçbir şey birden ayağımıza gelmez ya da
beklenmedik bir şekilde gerçekleşmez. Bir şey yapmadan beklemek, sahip olduğumuz
hayatı boşa geçirmek, elimizde olan zamanı kötüye kullanmaktır. Hayatı ertelemektir
aslında boş boş beklemek. Kendimizi kandırmak, kendimize yalan söylemektir. İnsan,
hedefi doğrultusunda kendini geliştirmediği takdirde tekrara düşer. Yaşadığı hayat
tekdüzeleşir, sürekli fakat farkında olmadan aynı bekleyişi yaşar durur. Amaçsızlığı
seçen, bir süre sonra kendini unutur, benliğini kaybeder. Bir başka deyişle tükenmeyi
bekler.
Bitmek bilmeyen bekleyişte insan hiç mi bir şey yapamaz? Yapabilir tabii ki.
Bu bekleyiş sürecinde takınacağı tutum geleceğini belirler insanın. Ya kolaya
kaçacak, ben böyle rahatım, ne olacaksa zaten olur deyip kendi köşesine çekilecek ya
da çağına ve kendine yaraşır bir “Godot” belirleyip onun doğrultusunda çalışacak.
Engeller ve zorluklarla karşılaşılsa da yapılması gereken de budur. Madem yaşıyoruz,
bir amaç için yaşamalıyız. Kendimize hedefler koyup onlara ulaşmak için çaba
göstermeliyiz. Amacımıza bizim gitmemiz gerekir, onun bize gelmesini
beklememeliyiz. Vladimir’in de dediği gibi “Burada vaktimizi ziyan etmeyelim.
Fırsat çıkmışken bir şeyler yapalım!” (s. 103) Sahip olunan amaç, insanı insan yapar.
Yaşama tutunmak ve devam etmek için bir sebep sunar.
KAYNAKÇA
Beckett, Samuel. (2010). Godot’yu Beklerken. İstanbul: Kabalcı Yayınevi
http://www.gazetebilkent.com/2012/06/13/sonu-gelmeyen-bekleyis-godotyu-
beklerken/
http://www.alternatifkultur.org/2012/08/godotyu-beklerken.html
|
131 | HER CAN KUTSALDIR
Her tarafımız kötülük dolu artık. Cinayetler, tecavüzler, bombalı saldırılar, tacizler...
Çoğumuz alıştı belki de bunlara. Çünkü kendileri yaşamıyorlar bu olayları. Televizyondan
görüyor ya da radyodan duyuyorlar. Her gün aynı tarz farklı olaylar duyunca da alışkanlık
yapıyor tabii(!). Herhangi bir tepki göstermiyorlar artık. Eğer vicdanları varsa belki sadece on
dakika kadar üzülüyorlar ya da küfrediyorlar yapanlara ve yaptıranlara. Ancak on dakikadan
sonra bir şey kalmıyor kimsenin aklında. Herkesin ağzında aynı laf almış başını gidiyor: “Hayat
devam ediyor”.
Peki, bu hayat kime devam ediyor? Herhangi bir olayda hayatını kaybedenler için bu laf
hiçbir anlam ifade etmiyor. Aileleri ve arkadaşları için de pek bir anlamı yok artık hayatın. En
azından bir süre onlara da devam etmiyor hayat. Peki, tecavüze, tacize, psikolojik şiddete uğramış
insanlar için devam ediyor mu? Ya da cinayete şahit olmuş biri için? Onlar için de devam ettiğini
sanmıyorum. Hayatlarının geri kalan kısmını o olayların bıraktığı yaraları iyileştirmeye çalışarak
geçirecekler. Psikolojik destek alacaklar. Bazı şeyleri o olayla bağdaştıracak veya herhangi bir
suçları olmadığı halde sorunu kendilerinde arayacaklar. Bu durumda hayat yine onlara devam
etmeyecek. Bizler de yine sessiz kalmaya devam edeceğiz. Ne herhangi birini sorumlu tutacağız
ne de bu durumu değiştirmek için bir şeyler yapacağız. O olayları yaşamış insanları anlamaya
çalışıp, empati kurup, hayata bakış açımızda bir değişikliğe de gitmeyeceğiz büyük ihtimalle.
Arkadaşlarımızla birlikte otururken bu olayların sebebini konuşacağız belki. Yine “eğitimsizlik,
cahillik, nefsine hakim olamama” sonucunu çıkaracağız. Ertesi gün yine her şey kaldığı yerden
devam edecek.
Bu durumu nasıl yok edebiliriz ya da en azından azaltabiliriz diye sorguluyorum Dexter’ın herhangi bir bölümünü seyrettiğimde. Geçmişten günümüze kadar gelen “çivi çiviyi söker”
deyişini düşünüyorum. Gerçekten öyleyse kötülük kötülüğü yok eder mi diyorum kendi kendime.
Bu kötülüğü yapan veya yayan insanları ya da nesneleri, Dexter Morgan’ın yaptığı gibi etkisiz
hale getirmek ya da ortadan kaldırmak bunun bir çözümü olabilir mi diye sorguluyorum. Onlarca
insanın, çocuğun hayatını almış birinin ortadan kaldırılması bir çözüm mü? Dosyası yüzlerce
tecavüz, taciz, gasp olaylarıyla dolu olan birinin hayatını almak bu durumu iyileştirir mi? Eğer
çözüm buysa, Dexter Morgan cinayet işlemiş olur mu?
Böyle sorular sorulduğunda hiç düşünmeden cevap olarak “Her varlığın canı kutsaldır”
derdim. Hala daha bu görüşü savunurum ancak Dexter’ı seyrettikten sonra bir duraksama geliyor
böyle sorularda artık. Bir düşünce döngüsünün içinde kalıyorum. Önce, aklıma para, otorite,
saygınlık ya da fikir dayatmak için hayatı alınan masum insanlar geliyor. Sebepsiz yere öldürülen
onca insan… Küçücük yaşta annesini, babasını kaybetmiş çocuklar geliyor ya da çocuğunu
kaybetmiş ebeveynler. Kardeşini, aşık olduğu insanı, dedesini, yıllardır öz kardeşi gibi gördüğü
arkadaşını kaybedenler geliyor aklıma. Sonrasında da “başkasının canını alan bir can kutsal
olabilir mi artık?” diye soruyorum kendi kendime. “Nedeni ne olursa olsun, bir çocuğun hayatını
almak; kardeşleri, akrabaları, dostları ayırmak kabul edilebilir bir şey mi?”, “Başka bir canı alma
hakkını kim verdi?” diye sorular geliyor aklıma ardı ardına. “Para, pul, otorite ya da fikir için
öldüren bir varlık bahsettiğim kutsallığa dahil olabilir mi?” diye sorguluyorum sonrasında. En
son bir ses yükseliyor vicdanımdan. Bana dünyadaki adalet sisteminin varlığını hatırlatıyor. İyi
çalışan bir adalet sisteminde, hapsetmek, ıslah etmek ya da sosyal bir hizmet için çalıştırmak
varken neden hayatını sonlandıralım ki? Nihayetinde canı alma hakkı da verilmedi hiçbirimize.
En sonunda da yine başa dönüyorum: “Her can kutsaldır.”
İHSAN UMAY DURUR |
132 | Elif İpek Çakar
Aynadaki Sen
Her insanın tanıdıkları hakkında kafasında oluşturdukları belli başlı düşünceleri bulunur. Bu
düşünceler genellikle birlikte geçirilen zaman içinde davranışların incelenmesi, bir duruma verilen
tepkiler ve bir olay hakkında o insanın sahip olduğu fikirleri öğrenme yollarıyla edinilir. Yani çoğunlukla
insanlar bir başkasını tanırken onda ne gördüklerini umursarlar. Fakat birinin aslında kim olduğu
sorgulandığında üç açıdan bu soruya cevap bulunması mümkündür. İnsan, evet, göründüğü gibi
algılanabilir; ama herkes dışarıya sunduğu haliyle kendisi olmayabilir de. Ya da insanın nasıl biri
olduğunu çok iyi bilmesine karşın aynaya baktığında kendisini farklı biri olarak görmek istemesi de
olağan. Bu durumlarda insanı; nasıl
göründüğü, aslında kim olduğu ve olmak
istediği kişi olarak üç parçaya bölebiliriz.
Hangisi olursa olsun insanın kendisini
bunlardan biriyle açıklayabilmesi, kendine
tamamen yabancılaşmış olmasından elbette
daha iyi değil midir?
Üç farklı durumdan herhangi biri
resme bakıldığında hissedilebilir; ancak
resimde kitabın aynadaki görüntüsü doğru
şekilde yansıtılmışken, ayna karşısında duran
adamın yüzünü ne kendisinin ne de resme
bakan kişilerin görememesi oldukça ilginç.
Bu resmi gördüğümde düşündüğüm ilk şey
kimi durumlarda insanın kendisinin bile
kendisini tanıyamaması, kendi benliğinden
uzaklaşıp en sonunda kaybolabileceğiydi. Bir
sanat eserinden herkes farklı birer anlam
çıkarabilir. Ben bu resmi incelediğimde
yukarıda bahsettiğim üç kavram ve
yabancılaşma durumunu, ressamın anlatmak
istediği olarak düşündüm.
Resim: La Reproduction Interdite (1937) – Réne Magritte
Bu düşüncelerden en önemlisi, belki bazen en ürkütücü olanı, insanın kendine yabancılaşmasıdır.
Kendine yabancılaşma, kimlik kaybı veya insanların kişiliksiz oluşu ya da aidiyet yoksunluğu şeklinde
açıklanabilir. Bu aidiyet yoksunluğu çoğunlukla uzaktan baktığını fark ettirir insanların yaşadıkları hayata.
Bir noktaya gelip gözlerini açar ve fark ederler o ana kadar yaşadıkları şeylerden de aslında sorumlu
olduklarını. Yaptıklarından keyif alamamakla yüzleşirler, bir nevi hisleri uyuşur. Bazen kahkahalarla
gülseler de gözlerinin içindeki gülümsemenin gri bir perdeden ileri gidememesidir insanın kendisine yabancılaşması. Hayatlarına sanki bir vitrin camındaki manken gibi bakarlar. Yabancılaşan birey,
neredeyse kendi varlığını bile hissetmeyecek ya da hissedemeyecek bir hale dönüşür. Yabancılaşmış
insan, yaşadığının bile sanki farkında değildir ve günlük aktivitelerini bir robotmuş gibi yapar. Bu durum,
hayatı tamamı ile tatsız bir hale getirir o insan için. Çünkü kendinden uzaklaşmak, kendine
yabancılaşmak başka birinin düşünceleriyle hareket etmeye başlamakla doğar. Bir başkasının aklını
kendisininkinin yerine koyan insan, eninde sonunda kendi fikirlerini üretemeyecek hale gelir. İşte bu
sebeple tatsızlaşır yaşamı.
Çevresindekilere, topluma ve kendisine yabancılaşan kişi, artık neredeyse hayattaki amacını da
bilmeyecek hale gelir. Yabancılaşma, bir başkasının düşüncelerini benimsemek, genel anlamda da
kendine ait olmayıp sisteme ait olmak demektir. Dış bir zihniyetin ona yapması ve yapmaması
gerekenleri söylemesiyle insan, yavaş yavaş birey olma bilincini kaybedip yaşamındaki amacını unutur
hale gelir. İnsan haklarının önemini unutur, birbirine saygı duymayı ve sevgi göstermeyi unutur,
duyarsızlıklara tepki vermenin en doğal hakkı olduğunu unutur. Yani kendine yabancılaşmak, insanın
sadece kendisine verdiği bir zarar değildir. Geniş çerçeveden bakıldığında tüm topluma zarar verebilme
yetkinliği olan ürkütücü bir durumdur.
Resimden etkilenen yazar Leopold von Sacher-Masoch resimle aynı adı taşıyan bir şiir yazmıştır.
Şiirdeki iki dize şu şekilde çevrilebilir.
Yalnızlığım öyle bir tablo çizer ki bu gece,
Aynadaki yansımam bile bana sırtını döndü.
Kaynaklar:
Resim: “La Reproduction Interdit” (1937) – Réne Magritte / Museum Boijmans Van Beuningen
Google görseller URL:
https://www.google.com.tr/search?q=la+reproduction+interdite&biw=1920&bih=943&source=lnm
s&tbm=isch&sa=X&ved=0ahUKEwjsuuPi1tzPAhWjOsAKHW2_A1UQ_AUICCgB#imgrc=ve-
CLk4YmXLpqM%3A
Von Sacher- Masoch, L. (1870) - Venus In Furs / Kürklü Venüs [çev. Murat Çakır (2001) – Çivi Yazıları
Yayınevi]
|
133 | Ege Ozan Özyedek
FARKLI
Gözlerinizi kapatın ve bir yol hayal edin. Orman içinden geçen ağaçlar ile çevrili bir yol. Sonra da
bu yol üstünde küçük bir kız ve bozuk olan beline yardım etmesi için ayaklarına demir takılmış
olan bir erkek çocuk olduğunu. Onlar yolda otururken arkadan üç bisikletli çocuğun erkek çocuğa
taşlar attığını ve bu atılan taşlardan kaçmak için ayağında o demirlerle koştuğunu hayal edin.
Arkadan küçük kız “Koş Forrest, koş!” diye bağırıyor. Ve son olarak bu çocuğun koşarken
ayağındaki demirlerden kurtulmasını ve inanılmaz bir hızda koşuşunu düşünün. Forrest Gump
filmindeki bu sahne bana hiçbir zaman pes etmememi hatırlatır her izlediğimde ve her izledikten
sonra geleceğe biraz daha olumlu bakarım. Bu son ay benim için zor bir ay oldu. Yeni bir şehir,
yeni insanlar, yeni bir okul. Her zamanki gelecek kaygılarım omuzlarım üstünde daha da fazla
ağırlık yapmaya başlamıştı. O yüzden ben de bir daha Forrest Gump’ın öyküsünü izlemek ve
biraz hayatım için ilham almak istedim.
Forrest Gump’ ı ilk defa ailemle birlikte baya küçükken izlemiştim. O zaman hayatın bana neler
getireceği hakkında pek bir fikrim yoktu, Gump ile aynı masumlukta izliyordum filmi. O zaman
tam olarak anlamamıştım filmde değinilen konuları, yaklaşık 9-10 yaşlarındaydım. Benim için ne
kadar önemli olacağını ve ilerde bana ne kadar yardım edebileceğini bilmiyordum. Bana farklı
insanların çok şey yapabileceğini öğretti ve bu yüzden filmin ana konusunun farklılık olduğunu
düşünüyorum. Bunu Forrest’ın kendisinde de görebiliyoruz. Normal olarak tanımlayacağımız biri
değil ama bu filmi özel kılan da bu değil mi, ana karakterin çevresindekilerden farklı olması?
Hiçbir zaman o normal çocuk figürü olamadım. Çoğu insan da zaten garip olduğumu söyler,
ama ben bunu kötü bir şey olarak algılamıyorum. Hatta bence beni ben yapan özelliklerden biri
de bu. Fakat şu an kendim hakkında çok beğendiğim bir özellik olsa da ilkokuldayken insanlardan
bu yüzden çok da güzel laflar işitmedim. Bugüne kadar da hala düşünürüm: neden insanlar farklı
olan insanlar karşısında böyle tepkiler verirler? Neden insanların dış görünüşleri normalde
gördüğümüzden farklı, bir insan çoğunluktan biraz daha saf veya çoğunluktan farklı bir
düşüncede olunca bir tepki verme gereği duyuyoruz? Herkesin belirli bir kutuya sığması mı
gerekiyor ki? Bence hayır. Ben farklılığımızın bizi diğer herkesten ayıran özellik olduğunu
düşünüyorum. Maalesef ki herkes böyle düşünmüyor ve aynı filmde olduğu gibi farklı bir insanı
“taşlıyorlar”. Benim de kendimi böyle durumlarda bulduğum oldu, tabi ki sözcüğün gerçek
anlamıyla taşlanmadım fakat üzücü durumlar yaşadım. Çocuklar Forrest’ı kovalarken o pes
etmemişti ve koşmaya devam etmişti. İşte ben de böyle durumlarda Forrest’ı örnek almaya ve
pes etmemeye çalıştım.
Forrest film boyunca hiç pes etmiyor. Evet belki bazen hayatın onun için ne kadar zor olduğunu
hissettiriyor izleyiciye fakat gene de ilerlediği yolda durmadan devam ediyor. Sinemanın
beğendim bir özelliği de işte bu. Bize, bizim hayatımızdan başka birinin hayatını gösterebilmesi
ve yaşatabilmesi. Mesela filmi izlerken Forrest’ın hayatını yaşıyor izleyici. Böylelikle görebiliyoruz
ki bu hayatta mutluluk veya zorluk yaşayan tek insan biz değiliz, bu da bence bizim diğer insanların hayatlarına daha geniş bakmamıza ve biraz daha düşünceli olmamıza sebep oluyor.
Sinema sayesinde başkalarının hayatlarında yaşadıkları durumları ve bu durumlara verdikleri
tepkileri görebiliyoruz. Filmde de Forrest’ın yaşadığı zorluklara verdiği tepki, bir yumruk veya söz
değildi. O onunla dalga geçenlerle savaşmıyordu. O hayat ile savaşıyordu ve bu yüzden pes
etmiyordu. Ben de bu filmin en sevdiğim yanının bu olduğunu düşünüyorum: pes etmemek. Ve
bu filmi çok sevmemin ve bana çok yardımının dokunmasının sebebi de bu. Bana pes etmememi
hatırlatıyor ve ne olursa olsun ileride olabilecek bir mutlu gün için bile hayatla savaşmamı
sağlıyor.
Aynı Forrest’ın annesinin dediği gibi “hayat bir çikolata kutusundan ibarettir, içinden ne
çıkacağını asla bilemezsin…”. Bu hayata nasıl geldiğimizi, ne kadar akıllı olduğumuzu, ne kadar
“normal” olduğumuzu veya hayatımızın nasıl olacağını biz seçmiyoruz. Fakat bu belirlemediğimiz
özelliklerden dolayı yargılanıyoruz ve üzülüyoruz. Umuyorum ki bu farklılıklarımız ilerideki
günlerimizde birbirimizi yücelttiğimiz sebeplerden biri olur çünkü bizi birimizden ayıran ve güzel
kılan nokta bu: farklılıklarımız.
Kaynakça
Zemeckis, R. (Yöneten). (1994). Forrest Gump [Sinema Filmi].
|
134 | BEKLEMEK
Bana öyle geliyor ki hayatımız boyunca bir şeyleri bekliyoruz. Açıkçası bu bekleyiş
benim kendimi bildim bileli çözmeye çalıştığım bir sorun. Nedeni ise hayattan çalıyor olması.
Okul evreleri mi tetikliyor bu durumu bilemiyorum fakat ben altı yaşımdayken anaokulunun
bitip ilkokulun başlamasını beklediğimi çok net hatırlıyorum. Sonra ilkokul bitsin ortaokula
geçeyim diye bekledim. Sonra lise, lisedeyken de üniversite… Hani liseyi nasıl geçirdin diye
sorsanız neredeyse bitkisel hayatta diyeceğim, o kadar az hatıra kalmış ki daha dört beş sene
öncesinden belleğimde. Üniversiteyi beklerken yaşamayı unutmuşum. Beklemişim de
beklemişim. Hala da bekliyorum fakat bu bekleyiş yaş arttıkça daha da stresli hale geliyor.
Daha üniversitenin birinci sınıfındayken okul bittikten sonra yapmayı planladıklarınız
hakkında konuşmak o kadar kolay ki. "E ben sadece bir iç mimar olarak kalmak istemiyorum,
akustik üzerine yüksek lisans yapmayı planlıyorum." "Bu diplomayı alıp da üstünü
tamamlamamak büyük haksızlık olur, ben aydınlatma ve ışık üzerine yoğunlaşacağım." Fakat
son sınıfa geçtiğinizde o işin o kadar kolay olmadığını, fark etmediğiniz bir vitrin camına
bodoslamak gibi ansızın ve bir hayli acılı şekilde idrak ediyorsunuz. Önce ben bu işin yükseğini
okuyacağım dediğiniz bütün konuları toparlayıp önünüze koyuyorsunuz. Geleceğinizi
torbalayıp kurayla karar verecek değilsiniz ya, oturup tek tek artılarını eksilerini yazıyorsunuz,
yani en azından ben öyle yapıyorum. Bölümü seçerken avantaj olarak algıladığım geniş çalışma alanı gerçekliği de benim için bir dezavantaj olarak görünmeye başlıyor tabii. Ha bir de bir
bölüm okumaya karar verdikten sonra üniversitelerin sunduğu yüksek lisans programlarını ve
bu programların giriş koşullarını araştırmak var. Sonra yavaş yavaş rüyalarda bile on beş
üniversitenin yirmi beş programı arasında koşturur hale gelmek...
Üstüne üstlük bu sene daha önce yaşamadığım bir sorun daha yaşıyorum. Bu belki de
şimdiye kadar başarılı olduğunu düşündüğüm bir sistemin son ayağı. Üniversitenin o ilk yılında
hırslı ve stresli bir öğrenci olarak verdiğim o zor kararın; yani dönemlik ders yükümün bir
fazlası ders almamın ironik bir sonucu bu sorun. Şimdi "Ee, adam gibi dersin de kalmamış işte,
okula misafir gibi gidip geliyorsun, daha ne için hayıflanıyorsun?" Diyebilirsiniz. Açıkçası ben
de geçen sene altı stüdyonun altında, boyası çıksın diye taşın altında ezilmiş ortanca çiçeği gibi
kıvranırken aynı sizin gibi düşünüyordum. Fakat şimdi geriye kalan iki üç dersimin bir
öncekilerin farklı ölçekli tekrarları olduğunu görüp diyorum ki "Ya galiba benim bu okuldan
alabileceğim bir şey kalmadı artık. Bu okul bana ne sunduysa öyle veya böyle bitti, kalmadı,
ben hepsini tükettim." Tabii durum böyle olunca bu son mimari stüdyoların gereksizliğini
sorgulayıp yapacağım kat kat maketleri, onlar için uyumayacağım saatleri, günleri, haftaları
düşündükçe daha da kahroluyorum.
Ha bir de sekiz dokuz yaşlarından beri hayali kurulan İskandinav sevgilinin yanına
gitme telaşı var. Açıkçası Bilkent Üniversitesi gibi itibarı sağlam, sıralaması da Türkiye'nin ilk
beşinde olan bir üniversiteyi 4 üzerinden 3,5 üstü bir ortalamayla tamamlamak, Türkiye'deki
hemen hemen bütün üniversitelerde yüksek lisans eğitimini garantileyen bir anahtar. Benim de
not ortalamamı yüksek tutmaya çalışmaktaki birinci amacım buydu. Fakat sonra hayatın onunla
beraber daha tatlı olduğunu fark ettiğim bir adamla tanıştım. E o da çocukluğumdan beri
hayalini kurduğum bir İskandinav erkeği oldu diye kadere de isyan edemem ki, değil mi? Sonuç
olarak yurtiçindeki tüm o okul alternatifleri birer birer aklımdan silinmeye başladı. Gözümü
İsveç'teki Danimarka'daki okullara dikmeye başladım. Tabii bu durumun bir sonucu olarak da
özgüven yetersizlikleri çıkmaya başladı ortaya. Yani ben kendi okulumda, hatta belki
Türkiye'de iyiyim, tamam, peki ya Avrupalı, Amerikalı, Uzak Doğu Asyalı meslektaşlarımla
karşılaştırıldığımda neredeyim, kaçıncı sıradayım? Şimdi o hayalini kurduğum üniversiteye
kabul edildim belki, ama ya okul ücreti? Bakalım Bilkent'ten aldığım gibi oradan da tam burs
alabilecek miyim? Kabul alıp da burs alamadığım için o okullarda okuyamamak da var.
Sizi bilemiyorum ama ben hala bu sancılı bekleyiş sürecine bir türlü çözüm bulamadım.
Yani yüksek lisansa başladığımda da sanki bitirip de çalışmayı bekleyecekmişim gibi
hissediyorum ve bu durum beni hakikaten korkutuyor. Fakat düzeltmek için uğraşmadığımı
söylemek de kendime haksızlık olur. Gerçekten bu kısır döngüyü kırıp aşmaya uğraşıyorum.
İnanıyorum, illa bir gün iliklerime kadar yaşadığımı hissedeceğim, sadece henüz o günün ne
zaman geleceğini bilemiyorum.
Bilge DOĞMAZ |
135 | Dilara Halavurt – 21602151
Durup, İnce Şeyleri Anlamaya Vakti Olmayan İnsanlar
Bayan denilmesinden hoşlanmayan kadınlardanım. Kadın-kız ayrımının da toplumun
bilinçaltındaki cinsellik merakından kaynaklandığını düşünürüm. Kadın kelimesi, erkek
kelimesinin zıttıdır ve erkek denildiği yerde karşı cinse bayan denmez, abla denmez, kız
denmez veya bacı denmez, kadın denir. Düğünlerde çalan tek tip şarkılar beni ayrıca sinir
eder. Rock seviyor olabilirsiniz ama düğününüzde Candan Erçetin çalmadan gerçekten
evlenmiş kabul edilmezsiniz. Akrabanızın düğününe ceket veya kravatsız katılırsanız
ayıplarlar. Bu ne angarya yahu? Facebook’tan tanıştığınız kadın eşiniz çıkarsa veya mekanik
bir kalabalığın yarattığı trafikte sıkışıp kalırsanız ne olur peki? Yukarıda saydığım günlük
hayattan, ilgi çekici ve bir o kadar da şaşırtıcı olaylar Hakan Bıçakçı’nın Hikayede Büyük
Boşluklar Var adlı hikaye kitabında yer verdiği olaylardan sadece birkaçı. Toplum eleştirisi
yapan, distopyalar kuran ve kahkahalarla bu distopyaları yıkan bir yazar olarak aklımda
kalacak Hakan Bıçakçı.
Toplumun normları hepimizin sınırlarını zorlamıştır zaman zaman. Akrabaların
tutuculuğundan, toplumun eleştirel bakışlarına, ailelerin mükemmeliyetçiliğine… Hepimiz
hayatımızın bir evresinde “Toplum ne der?” diye düşünmüş, kimi zaman adımlarımızı buna
göre atmış, kimi zaman bu soruyu görmezden gelmişizdir. Hakan Bıçakçı görmezden
gelinemeyen normların yarattığı distopyayı, belki biraz mübalağa ile sunarken biz farkında
olmaksızın bizi çepeçevre saran normları görmeye başlayacaksınız.
Bıçakçı’nın toplumsal baskıdan sonra katlanamayacağı bir başka şey varsa o da
çağdaş yaşam standartları olabilir. Metropoller, yüksek katlı beton yığınları, kalabalıklar, trafik ve modern hayatın bize kattığı daha nice eziyet Hakan Bıçakçı’nın hikayelerinde yer
verdiği unsurlardan. İşe gitmek için harcağınız iki saat sizin için sıradanlaşmışsa ve bu
zamanı gözünüzde büyütmüyorsanız bir daha düşünün. Mekanik insanlar, onların yarattığı
mekanik trafik ve monotonluk her tarafınızda. Etrafta naturel tek bir renk tonu kalmamış.
İnsanların gülümsemeye vakti yok. Bir metro istasyona yaklaşıyor, kapılar açılıyor. İnsan
seli. Hepsi birbirine benzeyen, hepsi ifadesiz onlarca insan boşalıyor metrodan. Bir o kadarı
da biniyor. Bu döngü 6-7 dakikada bir, günde on iki saat haftada yedi gün devam ediyor. Bu
karamsar tonda, histerik gülüşlerle süslenmiş sayısız hikayeden oluşan bu eser sizi kaygı
içinde bırakmayacak yalnız. Eserde karşılaşabileceğiniz bazı hikayeler de size toplumun
aksak ama komik yönlerini gösterecek ve hatırladıkça yüzünüzde gülümsemeye sebep olacak.
Bilirsiniz, toplumumuz kadın deme özürlüdür. Örnek verelim, x-ray cihazından
geçeceksiniz; kadınları ve erkekleri farklı güvenlik görevlileri arayacak. bu senaryoda
duymanız en olası cümle: “Erkekleri sağ taraftan alalım, bayan arkadaşlar bu taraftan
ilerlesin” olabilir.Tabii bayan yerine bacı, teyze kızı, ablacığım gibi samimiyete dayalı
sözcükler de kullanılmış olabilir. Ama asla kadın denmez çünkü kadın cinselliği çağrıştırır.
Erkek cinselliği çağrıştırmazken, kadın nasıl çağrıştırır derseniz verecek cevabım yok. Hakan
Bıçakçı’nın da yok. Bakın, Bıçakçı’yla ortak düşündüğümüz bir alan daha.
Toplum yaşantınızda neden rahatsız olduğunuzu çözemediğiniz ama bir şekilde
rahatsız olduğunuz bir şey olursa bu kitabı okuyun. Yazar sizin için nedenlerini detaylarıyla
ortaya dökecek, sizi bile ikna edecektir. Monotonluk, sıradanlık zor geldiğinde, gözünüz bir
parça yeşil aradığında, gülen insanlar görmek istediğinizde de okuyabilirsiniz. Başka bir
şehirde, belki deniz kıyısında belki yemyeşil bir çimenlikte bu kitabı okuyup, sizin gibi
düşünen insanların var olduğuna inanın. Güzel insanların, Gülten Akın’ın dediği gibi, durup
ince şeyleri anlamaya vakti olan insanların var olduğuna inanın.Eğer inanırsanız dünya daha güzel gözükecek size ve bu dünyanın güzel olmayan hallerini güzelleştirme arzunuz
filizlenmiş olacak. |
136 | Hayattan Kaçış
Kaçmak sizce nedir? Neden kaçılır? Niçin kaçılır? Belki bu soruların hepimize
göre farklı anlamları ve cevapları var ama ben sizlere kendi düşüncelerime göre
yani, çevremde gözlemlemiş olduğum hayatları ve bu hayatların getirmiş olduğu
yaşantılar ile hayatımızda yer alan “kaçmak” terimini anlatmak istiyorum. Evet,
kendimi iyi bir gözlemci ve fikirlerimi de kaliteli buluyor olabilirim ama bu demek
değildir ki, insanların yaşantılarını direkt kendim üzerimden sizlere anlatayım.
Onları kendi fikirlerim ile harmanlayıp ya da bütün bunları yaparak kendimi de bir
rutinin içinden yani, kendi yaratmış olduğum hayatın içinde kaçmak için kullanmak
istiyorum. Kim bilir? Belki de anlatacağım olaylar ve yaşantılar tamamen beni ve
benim gibilerin hayatlarını anlatıyordur çünkü bana göre insanlar ne zaman başka
insanlar üzerinde yazıp çizmeye başlasa, kendi hayatlarını o insanların hayatlarını
kullanarak anlatmış ve aynı zamanda da eleştirmiş oluyor.
İlk olarak hepimizin bildiği ve her gün karşı karşıya kalmak zorunda
olduğumuz “stres” denen o illetten söz etmek istiyorum. Stres neredeyse
hayatımızın her anında karşımıza çıkıyor. Bazen yapılması gereken bir iş, ödev ya
da başkaları tarafından yapmamız için verilmiş herhangi bir şey olarak karşımıza
çıkıyor ama işin ilginç tarafı ise, biz insanların bu verilmiş olan görevlerden mümkün
olan en kısa zamanda kurtulmak istiyor oluşu olsa gerek. Bu duruma sürekli
içimizde büyüyen stresi kaynak olarak gösterebiliriz. Bir adam düşünün, kimsesi
yok, işi yok, ailesi yok daha da önemlisi parası yok ve bir gün bu adam hayattan
kaçmak, getirmiş olduğu ağır yükten kurtulmak istiyor. Sizce bunu nasıl başarabilir?
Tabii, günlük hayatımızın getirmiş olduğu bu tarz sorunları çözmek için yine bu
modern çağın getirmiş olduğu banka kredilerini ya da hayat koçlarını çare olarak
gösterebiliriz fakat gerçek kurtuluş yolunun ne olduğunu siz de benim kadar iyi
biliyorsunuz. Çaresizliğin insan beyninde şekil bulmuş hali olsa gerek kendi
hayatımızı sonlandırmak yoksa bu kadar çok alternatif varken kendi canını hiçe
saymak mantıksız bir şeymiş gibi geliyor bana. Şahsen, eğer bir iş veya olay
yolunda gitmiyorsa yapılacak en doğru haraket tarzının işlerin rayına oturmasını
beklemek olduğunu düşünüyorum. Birçoğunuza göre bu saçma ve yanlış bir
düşünce gibi gelebilir ama olaylara geniş bir pencereden baktığınız anda aslında
olan biten her şeyin tamamen sizin kontrolünüzün dışında geliştiğini görecek ve
anlayacaksınız.
Şimdi size anlatacaklarım ise ilk başta bahsettiğim konuya birazcık zıt gibi
gözükebilir. Genelde çoğumuz günlük hayatlarımızda bazı olayların olmaması
durumda şu cümleyi kullanıyoruz: “Boşver ya! olacağı yokmuş” ya da “Kaderde bu
yokmuş, zorlama artık!” gibi cümleler bu tarz konuşmalara örnek olarak verilebilir.
Ben ise yukarda söylediğimin haraket tarzının aksine bu türlü cümlelere zıt
bağlamış durumdayım. Neden mi? İnsan istediği şeyin sonuna kadar gitmeli ve o
isteği başarmak için de sonuna kadar gayret göstermeli. Çünkü zaten olaylar ve
onların sonuçları bizden bağımsız bir şekilde gelişmekte yani, ne yaptığımızın
aslında pek bir önemi yok. Önemli olan nokta bizim bu durumu kendi bilinç altımızda kendimize söylememiz ya da çevremizdekilerin bize söylemesi. Kendimizi
işe yaramaz hissettiğimiz an bu duygulardan uzaklaşmak ve yaptığımız işe dört elle
sarılmak doğru bir davranış gibi geliyor bana. Basitçe söylemek gerekirse,
yağmasakta kükremek bu türlü durumlarda kendi kendimize hayıflanmaktansa
yapılması gereken bir şey gibi gözüküyor bana. Bu dediklerimi yapmadığımız anda
muhtemelen kendimizi işe yaramaz bir ruh halinde bulabiliriz. Keşke dememek ve
kendimizi depresyona sokup hayattan kaçmaya çalışmamak bu olsa gerek. En
azından denedim ve elimdem geleni yaptım demek kendimizi domuz bağında
bulmaktan daha iyi bir seçenek gibi gözüküyor.
Sonuç olarak söylemek gerekirse, insanlar kendi hayatlarında yarattıkları
kurgu ve hayal ürünü olan şeylerin yolunda gitmemesi durumunda kendilerini
umutsuzlukla çevrelenmiş derin bir çukurun içinde buluyorlar. Belki de bu insanlar
için olağan ve olması gereken bir şey ama maalesef benim için bu düşünce
tamamen yanlış bir hareket. Evet, bazen bu durum bizim lehimize olabilir ama
genel olarak baktığımız zaman bunun gereksiz ve kendimizi küçülten bir hareketten
başka bir şey olmadığını anlayacak ve kendi hayatımızı daha düzgün bir çizgi
üzerinden gitmesi için var gücümüzle çalışımaya başlayacağımıza eminim. Bu fikre
hala katılmıyor olabilirsiniz ama gerçek şu ki; kendimize eziyet etmeye devam
ettiğimiz sürece ileride daha kötü bir durumun içinde olmamız kaçınılmaz ve tahmin
ediceğiniz üzere bu gerçekleştiği zaman geri dönmek için çok geç kalmış olucağız.
Oytun Ege Aytaç |
137 | Tutkunun Bir Kadına Yaptırabilecekleri: Stefan Zweig’den Bir Kadının Yirmi Dört Saati
Turk 101 dersi bloğu için okumayı seçtiğim kitap Stephen Zweig’den Bir Kadının Yaşamından
Yirmi Dört Saat’tir. Önceden seçilmiş kitaplar listesinde arkadaşım bu kitabı seçtiğini
ve kitabın kısa olmasına rağmen anlatamın oldukça yoğun olduğundan bahsetmişti. Ben de kitabı
arkadaşımdan ödünç istemeye ve bloğumu bu kitap ile ilgili hazırlamaya karar verdim. Her zaman
bir kitaba başlamadan önce yaptığım gibi kitabın yazarı ile ilgili küçük bir araştırma yaptım.
Yazarımız Stephan Zweig ile ilgili biraz bilgi edindikten sonra Kitabı bir an önce bitirmek için
hemencecik kitaba başladım.
Kitabın başları oldukça hoş ilerledi, betimlemeleri oldukça detaylıydı. Kahramanlarımızın
konakladıkları pansiyona kadar her dekor oldukça iyi işlenmişti. Fakat “Kadın” hayatı boyunca
unutmadığı o yirmi dört saati anlatmaya başlayınca kitap benim için sıkıcı bir hal almaya başladı.
Özellikle kumarhane masasında gördüğü yirmili yaşlardaki gencin el hareketlerini izlerken
aktardığı izlenimler bana göre fazlasıyla uzundu ve birbirini tekrarlar niteliğindeydi. gencin elinin
titreyişini yaklaşık beş yüz kelime ile anlatması beni daralttı. Aynı kelimelerin yerleri ile oynanarak
yeni cümleler oluşturulmuştu. Belki de orijinal dili olan Almancadan çevirilirken böyle bir hal
almıştır. Ama bu durum benim okumamı oldukça sekteye uğrattı. Aynı satırı tekrar tekrar
okuyormuşum hissi yarattı bende. Hatta bir ara kitabı okumayı bırakmayı bile düşündüm. Ama
kitabın sayfalarında kendimi kaybolmaya zorladıkça bu sıkıcı ve uzun anlatımın sadece o bölüme
özgü olduğunu anlayınca okumaya devam etmişim. Zaten yaklaşık otuz beş sayfam kalmıştı bu
yüzden başlamışken bitireyim diyerek okumaya devam ettim.
Kitabın sayfalarında gezindikçe kitapta yer yer sürükleyici, yer yer ise kadının o yirmi dört saatini
anlatmaya başlamasında olduğu gibi hız kesici yerler olduğunu fark ettim. Bazı bölümlerde deyim
yerindeyse o sahneyi yaşarken, bazı bölümlerde ise sadece yerleri ile oynanarak kurulmuş
cümlecikler kitabı sıradanlaştırıyordu. Otelde başlarından geçen olay anlatılırken kitap, ilgi çekici ve
sürükleyici iken kumar masasındaki eller son derece sıradan ve sıkıcıydı.Bu kitabı bana öneren
arkadaşım kitabın çerez gibi hemen anlaşılıp, bitirebilecek bir kitap olduğunu söylemişti. Kitabı
okuduktan sonra o arkadaşıma oldukça hak verdim. Kitap bana da oldukça basit ve hemen
tüketilebilecek gibi geldi. Bana kalırsa üstüne düşünülecek bir kitaptan çok kısa hoş öyküydü.
Yazarın üslubundan içeriğine geçecek olursam, kitabın fikrinin hoş olduğunu söyleyebilirim. Ama
yine de çok etkileyici olduğunu düşünmüyorum. Yaşlı, görmüş geçirmiş bir kadının hayatını
değiştiren o yirmi dört saati, yaşandıktan sonra ilk defa yirmi dört sene sonra bir yabancıya yüksek
sesle dile getirmesi, yaklaşık yetmiş sayfaya sığdırılarak anlatılsa da yeterli olduğunu
düşünüyorum. Kitapta muallakta bırakacak boşluklar yoktu. Yaşlı kadının yani Bayan C’nin
suskunluğunu bozmasının nedeni de kaldıkları pansiyonda yaşadıkları bir olaydır. Bayan C.’nin
kahramanımıza açılmasının sebebi ise,kahramanımızın pansiyondaki olaya bakış açısı ve fikrini
tüm karşı gelenlere karşı korkusuzca savunmasıdır. Kahramanımızın bu tavrı ve kadın ruhundan
anlayışı Bayan C.’nin ona güvenmesini sağlamıştır.
Bana göre olaylar ve bu olayların altında yatan nedenler birbirlerine özenli bir şekilde bağlanmış,
ilgi mantıklı bir şekilde kurulmuş. Ama yine de ben kitabı biraz sığ buldum ve etkileyici bir anlatıma
sahip olduğunu düşünmüyorum. Okurken beni sürüklediğini ve sayfaları değiştirmek için can
attığımı söyleyemeyeceğim.
Kitaba başlamadan önce yazarın yanı sıra okurların bu kitap için yaptığı yorumları da
incelemiştim. Yorumlar genelde, tutkunun mantıklı bir kadına yaptırabileceklerinin etkileyici bir
anlatımı ve başarılık psikolojik çözümlemeler barındırdığı üzerineydi. Bundan dolayı beklentilerim
kitaba başlamadan önce oldukça yüksekti. Belki de beklentimi yüksek tuttuğum için okudum bu
kitap beni yeterince tatmin etmedi.
Zweig,Stefan. Bir Kadının Yaşamından Yirmi Dört Saat. Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.2016 |
138 | Ah Şu Babalar
Bilgehan Salih UYHAN
İnsanlar küçük yaştan itibaren birilerini örnek alarak yetişirler. Bunlar genellikle bir çizgi film
karakteri, tarihten bir lider, öğretmenler vb. gibi bireyler olurlar. En çok da örnek alınan bireyler babalar
olur. Ben de hayatım boyunca babamı örnek alarak kararlar vermeye ya da yaptığım davranışlarda
“babam olsa nasıl yapardı?” sorusunu kendimi sormaya dikkat ederek ilerledim. Tıpkı Cem’in ve
eminim ki Cem gibi birçok çocuğun da yaptığı gibi.
Babalar genelde çocuklarıyla annenin ilgilendiği kadar ilgilenmezler. Bu sadece toplumsal bir algı
deyip geçemiyorum ne yazık ki çünkü bu durum bütün toplumlarda alışılmış bir gerçek. Bu gerçeğe
dayanarak babayı örnek almanın buradan geldiğini düşünüyorum. Babaya ayrı bir ilgi duyuyorsun
çünkü “kaçan kovalanır misali” o kaçıyor sen onu kovalıyorsun. Okuduğum romanda da bu olay benim
bu konu üzerinde durmamı sağladı. Cem’in babasının bir örgüt yüzünden gözden uzak olması ve yazılar
yazması; Cem’i okumaya iten ve ileride yazar olmaya sürükleyen bir durum olarak sergileniyor.
Toplumumuzu incelediğimizde buna benzer birçok örnekle karşılaşıyoruz. Asker bir babanın evden
uzun süre uzakta görev yapması çocuğun ideolojisinin babayı örnek olarak “ileride ne olmak
istiyorsun?” sorusuna “ASKER” diye cevap vermesi, geceleri sabaha kadar nöbetlerde olan bir doktorun
çocuğunun tıbbi alanlara yönelmesi gibi örnekleri çok görüyoruz ve duyuyoruz. Tabii ki bu durum
kesinlikle bu şekilde oluyor demiyorum ancak belli bir gözleme dayalı genelleme yapıyorum.
Peki çocuklar babalarının sadece mesleklerini mi örnek alıyorlar? Okuduğum roman benim bu
soruyu irdelememi de sağladı. Cem’in, bir aralar babasının kaçamak olarak birliktelik yaşadığı kadına
aşık olması aslında baba ile oğlu arasındaki ilgi benzerliğini de göz önüne serdi. Ancak bu durum bir
örnek alma olarak görülebilir mi? Evet, belki babanın yaptığı yani bildiğin davranışlarını örnek alabilirsin
ama bilmediğin bir durumda karşına gelen durumda gösterdiğin tepki de aslında babanın ki ile aynı ise
bu aradaki içgüdüsel benzerliğin bir göstergesidir. Bu noktada aslında çocukların sadece babalarını
örnek alarak yetiştiğini değil içgüdüsel olarak baba ile benzerlik göstererek yetiştiğini de söyleyebiliriz.
Hatta romanda ki görüşe dayanarak çocukların babasını veya babası gibi gördüğü insanları fiziksel ve
toplumsal rolde örnek aldığını ancak kişisel özelliklerini öz babalarından aldığını söyleye biliriz. Nasıl
mı? Cem’in babası gittikten sonra Mahmut ustasının yanında kuyu kazmaya gitmesi ve bir süre sonra
onu “babası” gibi görmeye başlaması ileride Jeoloji okumasında bir etkendi (öz babasını örnek
almasının aksine); ancak öz babası ile aynı kadına aşık olmaları kişisel yani içgüdüsel bir örnekti.
Bu romanda en çok baba ile çocuk arasındaki etkileşim dikkatimi çekti ve beni kısa bir düşünme
sürecine soktu. Yaptığım toplumsal ve kişisel gözlemlerin ardından düşüncelerimi şekillendirdim ve
çocukların gerçekten babalarını nasıl örnek aldıklarını, hangi noktalarda örnek aldıklarını irdeledim.
Ulaştığım sonuç yukarıda da belirttiğim gibi gelişim süreci size en yakın olanı örnek alarak değil
uzaktakinin neler yaptığını kestirmeye çalışarak ilerliyor. Çocuğun arka planda yaşadığı olaylar çocuğu
etkiliyor ve hayatı boyunca verdiği kararlarda gün yüzüne çıkıp onu etkiliyor. Verdiği kararlar her ne
kadar gördüklerine ve duyduklarına dayanıp toplumsal statüsünü etkilese de duygusal hayatını
şekillendirmeye yönelik verdiği fevri kararlar içgüdülerine dayanıyor.
Yazının okunmasının üzerine daha ileri yazılarda okuyucular, çocuklar ile babaları arasındaki
içgüdüsel benzerliklerin nereden geldiğine ve hangi boyutlara ulaştığına yönelik düşünce yazıları
yazabilirler.
|
139 | Page |
140 | Aytuna Özsaraç
FARKLIYA KARŞI TUTUM
“… bir ev kasvetli bir yerde bulunuyorsa veya eski romantik usulde inşa edilmişse yahut
da içinde cinayet, ani ölüm ve buna benzer istisnai bir olay meydana geldiyse o ev
muhakkak ki mimlenir ve de daha sonraki vakitlerde buraları hayaletlerin mesken
tutacağına inanılırdı”
-Bourne’un Tarihi (Irving, 75)
Lanetli veya hayaletli olarak tanımlanan evler… İnsanların yaklaşmaktan korktuğu ve zarar vermeye
çalıştığı, üstüne üstlük verebildiği bu zarardan içten içe zevk aldığı mekanlar… Diğerlerinden farklı olması
onu lanetli diye tanımlamaya iter insanları çünkü çoğu insan değişiklikten haz etmez. Geneli değişime ve
bunun sonucunda doğan farklılığa karşıdır. Yaşlılar mesela sürekli gençlere laf etmez mi “Ah bizim
zamanımızda şöyle idi, vah bizim zamanımızda böyle idi” diye ya da “Şimdiki gençler …”le başlayan yüzlerce
cümle kurmazlar mı yaşlılıkları boyunca? Bu lanetli ev gibi diğer dışlanmış nesneler bana göre hayattaki
farklıları gösteren belli başlı semboller. Daha doğrusu farklılıkları değil de farklı insanları diyebilirim.
Farklılıklar ve değişiklikler… İnsanın adapte olması gereken şeyler olduğundan, insanlar genellikle
uğraşmak istemiyor sanırım. Perili bir ev düşünürsek mesela, çocuklar ilginç bulacak ağır bir korku duysa da
içine girip keşfetmeye çalışacaktır. Lakin bir yaşlı o eve ne kadar yaklaşabilir ki? Herhangi bir yaşlıdan
bahsetmiyorum, bu tip paranormal olaylara inanan bir yaşlıdan bahsediyorum. “Ben güvende olayım,
başıma bir şey gelmesin” diye o eve yaklaşmaz bile. Yaklaşmayı hatta bakmayı aklından bile geçirmez
muhtemelen. Çünkü ona göre bu ev korkutucu ve günlük yaşamının çok dışındadır. Her gün karşılaşmak
isteyeceği, hayatına dahil etmek isteyeceği bir varlık değildir.
Şöyle bir düşününce bu ülkede yaşayan ve genellikle eğitim görmemiş, kendini geliştirmek için bir
çaba sarf etmemiş kesim her yeniliğe, değişikliğe bu gözle bakıyor. Misal, benim mavi saçlarım Ulus’ta ne
kadar dikkat çekip ayıplanıyorsa Bahçelievler’de o kadar seviliyor. “Neden?” diye soruyorum kendime, aynı
şehirde ve sadece birkaç kilometre uzaklıktaki semtlerde değişiklik bu kadar farklı karşılanmamalı bana
göre. Bahçelievler çocuk ise Ulus yaşlı kesimi simgelemekte benim gözümde.
Kendimi biraz daha lanetli ev gibi betimlemeye devam edeceğim. Küçükler şaşkınlıkla tepki verseler
de şu güne kadar hiçbiri bir zarar vermedi. Lakin iki dakika ulustan geçmek zorunda kaldığımda omuz
atmalar mı dersiniz, küçümseyici bakışlar mı dersiniz… Fiziksel ve psikolojik olarak zarar vermek değişikliği sevmeyenlerin hoşuna gidiyor anladığım kadarıyla. Onlara göre herkes normal olmak zorunda, sıradışı
olmaya asla yer yok. Bu değişikliklere benim mavi saçlarım dışında bir sürü örnek verilebilir. Kızların saçlarını
kısacık kestirmesi, erkeklerin küpe takması veya paçalarını kıvırması… “Biz ne yapıyorsak beğendiğimiz için
yapıyoruz, size farklı geldi diye hakaret edip aşağılamak gibi bir hakkınız yok” diye bağırmıyorsam saygımdan
bağırmıyorum, emin olun. Lanetli bir ev olsaydım gerçekten siz insanları uzun süre önce lanetlemiştim ama
maalesef değilim.
İnsanların bu derece aynı düşünmesi, değişikliklere ve farklılıklara bu derece karşı çıkması… Bu
kadar gerici insan varken nasıl gelişebiliriz ki? Bu herhangi bir alanda bir gelişim olabilir. Politikadır,
eğitimdir, sanattır… Hiçbir şeyi kabul etmeyen bu toplum karşısında ne kadar yenilik yaratabiliriz. Kendini
eskiye ve köklerine bu kadar bağlamış bir toplum olması, bu toplumu gerileten yegane sebeplerden bence.
Bir saç konusunda bile bu kadar tepki verilmesi… “Neden insanlar bu kadar bağlı eskiye?” diye sormama
sebep oluyor. Gelişime kapalı bir toplumuz sanırım. İnsanlar tuhaf, herkesin aynı şeyi düşünüp
benimsemediğini anlamaları da gerek. Yenilik istiyoruz işte anlamıyor musunuz? 1900’leri geçeli çok oldu,
biz büyüdük, siz her ne kadar eskiye takılıp kalsanız da. Sizin ön yargılarınız ve bundan doğan yıkıcı
eleştirileriniz, bizi yıkmaya çalışmanız… Bunun size ne yararı var? Kendinize gelin ve ayak uydurun artık.
Değişik, farklı ne varsa bu hayatta aynı muameleyi görüyor. Fiziksel ve psikolojik şiddete maruz
kalıyor eninde sonunda. Adapte olmuyor ve hatta olmak de istemiyor, hayatında yeri olamayacağına
inanıyor.
Kaynak
Irving, W. (2016). Uykulu Kuytu Söylencesi: Seçme Öyküler. İstanbul: İthaki. |
141 | UMUDA YOLCULUK Esra Demiryılmaz 21401717
Umut nedir sizin için? Tutulur ya da görülür bir şey mi umut? İçinizde bir yerlerde dolaşan bir
şey mi umut yoksa baktığınız manzarada da görüyor musunuz onu? Kaybettiğiniz küpenizi aramaktan
vazgeçmemek mi mesela, ya da aşık olduğunuz adamı beklemek mi bir gün size siz gibi bakacak diye?
Kalıplara sığdırılır, şekle sokulur bir cevabı yok şüphesiz. Bambaşka hayatlar ve bambaşka bakışlar var
o hayatlara. Gökkuşağına bakarken örneğin, o düşünce denizinden siz tek bir rengi ve yakıştırdığınız
insanı çekip çıkarırken; şehrin başka bir yerinde bir diğeri belki kaybettiği annesinin gülümsemesini
görüyor. Umudun tanımını onlarca dilde, onlarca sözlükte bulursunuz muhakkak. Sözcüklere
sığdırmaya çalışanlar her zaman olacaktır ancak bana sorarsanız, umut her dilde arayıştır.
Belki de istemediğimden bilmiyorum, tekdüze bir hayatım olmadı hiç. Gözümü aynı şekilde
açtığım, aşağı yukarı aynı şeyleri yaptığım, yastığa başımı koyarken yine “o” şeyleri düşündüğüm bir
dönemim hiç olmadı. Kimisi ya mutludur çoğunlukla, ya daha mutsuz. Ya güleçtir ya da daha çok asar
suratını. Bir günümün diğerini tutmadığı, iyisini de kötüsünü de uçlarda yaşadığım her dönemimde
varmaya çalıştığım nokta hep umut oldu. Umudu aradım hep. Tarif etmeye çalıştığım şekliyle umudun
kendisine değil, umudu bulmak fikrine tutundum. Kimisi kolay pes eder umut edecek gücü bile
bulamaz kendisinde. En sade şekliyle, umut etmek güçlünün işidir aslında. Korkak olan umut
etmekten bile çekinendir. Umut etmek beklemektir acıyı, acı çekmeyi ve gözlerden damlayacak o
onlarca yaşın tuzlu tadını kaldırabilmektir. İnsana güç veren de umuttur, güçlü olmayı öğreten de.
Hayal kurmak bile öyle kolay bir iş değildir eğer umut etmeyi bilmiyor ya da umut etmekten bile
kaçınıyorsanız. Geleceğinizi düşünürken; nerede, nasıl, kimle olacağınızı hayal ederken bile aslında
umut ederek yapıyorsunuz bunu. Umut bizim bir noktaya varmak için dayandığımız, ondan destek
aldığımız bir baston değil; varmak istediğimiz o noktaya ulaşmamızı sağlayacak olan pusulanın ta
kendisidir. Ellerinizden kum taneleri gibi kayıp giden mutluluklarınızı bir düşünün, umut etmek kadar
güç verebilecek bir duygu olmasaydı içimizde çoktan her şeyden vazgeçmez miydik? Her
düştüğümüzde yerden kaldıran o el, içimize mutluluk saçan o ışık demeti umut değil midir?
Bir an düşünün. Umut etmek duygusunun, böyle bir hissin içimizde hiç olmadığını varsayın.
Düşüncesi bile nefesinizi daralttı değil mi? Sizi en bunaldığınız, artık yaşamdan tat almadığınız anda o
derin, karanlık ve sessiz boşluktan çıkarabilecek duygunun yokluk hissi bu. Çünkü annesini kaybedip
gülümsemesini o gökkuşağında gören başkasının şehrin öbür ucunda hissettiği de; dört duvar
arasında belki pişman, belki masum o mahkumun hava almasına izin verilen birkaç dakikada oksijeni
içine çekip o mavi gökyüzüne bakarken yaşadığını hissettiren de umudun ta kendisidir. O zor şartları
göğüslemesini sağlayan işte o umuttur, dışarı çıktığında neler yapabileceğine dair hayaller kurduran o
umuttur. İşte ismini okuduğunuz o şarkıyı dinlerken, bu yazdıklarımı ve daha nicesini düşünürüm hep.
Güneşin doğmayacağından en emin olduğunuz anda bile, o ışık süzmesini ararsanız çıkarsınız ancak
işin içinden. Umuda varmaya çalışarak çıkarsınız. Ancak umudu aramak gayesindeyseniz anlamlanır
her şey. İster bir mahkum olun, ister annesini kaybeden bir çocuk; ister hayatınızın en karanlık
gününde olun, ister yıllarca hayalini kurduğunuz o en güzel gününüzde, size eşlik eden ve gününüzü
kurtaran her zaman umudu bulmaya attığınız adımdır. Bu arayış her ruh için aynı ve değişmez olandır. |
142 | RESBER1
KABLODAKİ YAŞAM
Günümüzde dünyanın engellenemez bir hızla yükselen ve hayatımızdan
soyutlanamayacak birçok trendi var. Bunlardan en etkilisi olarak teknolojiyi ele alabiliriz. Artık
yaşadığımız çağa bile adını veren teknoloji furyası kimi zaman kaçınılmaz bir sonuç kimi zamansa
yadsınamaz bir gerçek bizler için. Elbette her konuda olduğu gibi bunda da farklı görüşler ve
eleştiriler mevcut…
Ne olursa olsun hayatımızın her anında bizimle olan bu teknoloji bizi gerçekten daha
iyiye ulaştırıyor mu yoksa tüm bunlar süslenmiş bir yalan, karşı konulamaz bir illüzyon mu? İşte
tam bu noktada dikkatli olmak, teknolojiye karşı yaklaşımımızı gözden geçirmek gerekiyor zira
teknoloji olumsuz yönüyle hayatımızda birçok sorun teşkil ediyor.
Modern insanın en büyük sorunlarından biri iletişim bozukluğu bana kalırsa. Gerçek
anlamda iletişim kurmayı, ilişkilerimizi sağlam temeller üzerine inşa etmeyi unutalı çok oldu.
Derinliğimizi, içtenliğimizi korkunç bir hızla kaybetmeye başladığımızı düşünüyorum. Bunun
temel sebeplerinden birinin teknoloji olduğu aşikar. Birbirimizi anlamaktan, anlama istemekten
oldukça uzağız. Hayatlarımız birkaç inçlik telefon ekranlarına sıkışmış durumda. Bütün gün sürekli
sosyal medya hesaplarımızı kontrol ediyoruz, en fazla bir saat bile çevrimdışı kalsak kendimizi
rahatsız hissediyoruz. Öyle ki artık uyandığımızda bile ilk yaptığımız şey telefonlarımıza bakmak
oluyor. Yalan mı? Kabul edelim, değil. Teknolojiye karşı kendimizi kontrol edemiyoruz başka bir
ifadeyle otokontrolümüzü yitiriyoruz… Örneğin arkadaşlarımızla görüşmeye karar veriyoruz, bir
kafeye giriyoruz girer girmez internet şifresini soruyoruz. İletişim kurmak için girdiğimiz ortamda
iletişim halinde kalabilmek adına tekrar gerçek hayattan kopuyor, ilişkilerimizi sınırlandırıyoruz.
Bu örneği sizin de yaşadığınıza adım gibi eminim. Hayatlarımızın geldiği nokta gerçekten bundan
ibaret.
Elimizden düşmeyen telefonlarla, sürekli gelen bildirimlerle, hayatımızın fonunu
oluşturan açık televizyonlarla uçurumun kenarına doğru gidiyoruz. Asıl sosyalliğimizi
kaybediyoruz ve ne yazık ki farkında değiliz. Farkında olanlarımız ise bu duruma karşı çaresiz
çünkü artık bu durum bir bağımlılık halini almış, kurtulması oldukça güç görünüyor. Elbette
teknolojinin yararlarını göz ardı etmiyorum, hayatıma kattığı yenilik ve kolaylıklardan
faydalanıyorum ancak soyut bir terazi de tartarsak teknolojinin getiri ve götürülerini,
hayatımızdan çalınan şeyler ciddi ölçülerle ağır basacaktır. Tüm bunlara rağmen teknoloji devleri
diye nitelendirebileceğimiz şirketler, borsalar, holdingler insanları teknoloji bağımlılığın da daha
da berbat hale getirecek reklamlar yayınlayıp onları manipüle etmeye çalışıyorlar. Bu politikada
oldukça başarılı oldukları yadsınamaz bir gerçek. Artık yeni aldığımız bir ürünün üst modeli çıkar
çıkmaz ona saldırıyor, almak için elimizden geleni yapıyoruz. Çünkü firmalar, reklam politikaları
bizi yeni çıkanın illaki daha iyi olduğuna inandırıyorlar. Teknoloji konusunda dikkatli olmamız
gerekiyor daha önce de dediğim gibi... Teknoloji çok geniş ve tehlikelerle dolu bir alan kendimizi
olumsuz yanlarına karşı izole edip mümkün olduğunca bilinçli ve kontrollü bir yaklaşım
edinmeliyiz zira toplum olarak gidişatımızı endişe verici buluyorum. RESBER2
Bu korkunç gidişatın farkında olmayan birçok insan var hala etrafımızda. Kendimizi,
varlığımızı yok etmek üzere olan, bizi bir robota çevirmekte kararlı gözüken teknolojiyi gerçek
anlamda tanımayan insanlarla dolu toplum. Belki daha geniş ve realist bir perspektif sağlar
umuduyla sizlere İngiltere’de çekilen 2011 yapımı Black Mirror isimli televizyon dizisini tavsiye
edebilirim. Senarist koltuğunda Charlie Brooker bulunan dizi teknolojinin korkutucu realitesini
gözlerinizin önüne tüm çıplaklığıyla serecektir. Kimilerinin abartı olarak nitelendirebileceği bu
televizyon serisinde bizi bekleyen kötü senaryoyu görebilir, kendinizi tüyler ürperten bir
distopyanın tam ortasında bulabilirsiniz.
İşte tam o zaman ciddi bir farkındalık kazanacağınıza, teknolojiye olan bakış açınızın çok
farklı boyutlara taşınacağına dair hiç şüphem yok.
Koray Berker REŞBER
Kaynakça
Black Mirror. Haz. Charli Brooker. 2011.
|
143 | Ezgi Nur ARI
21400419
NE GEÇMİŞTEN MUTLULUK NE GELECEKTEN UMUT
Şu sıralar en çok duyduğum şeydi sanırım “Kendi dünyanda yaşıyorsun.” cümlesi. Benim
dünyam. Geçmişi tufan, geleceği kıyamet olan dünyam. Ben gibi… Ben de geleceğin bir
cesedi değil miyim? Belki yarının belki üç ay sonranın belki de elli sene sonrasının.
Zaman içinde yaşadığımız bir akarsudur. Bizi alıp ya ileriye doğru götürür ya da boğup
öldürür. Şayet beni boğsa, bilebilir miyim hangi damlaya verdiğimi son nefesimi? Bir şey
ifade eder mi benim için zamanın hangi damlası, hangi anı olduğu? Birilerine göre daha yolun
başında bile sayılamayacağım şu ömrümde ne fark ettim biliyor musun? Boğulmak için suya
gerek yokmuş. Düşünceler, insanın içindekiler yetiyormuş boğulmaya. Buna rağmen hep bir
gelecek var tabi. Hep bekliyorum. Bir olayı, bir gideni belki de hiç gelmeyecek olanı
bekledim hep. Dünün geçtiği ve belki de yarının hiç gelmeyeceği ihtimalini bilmeme rağmen
bekliyorum. Geçmişin ve mevcut zamanın yalnızlığı, acısı ve tecrübesi arasında, geleceği
düşünüp tebessüm etmemi sağlayan içimdeki umut sayesinde. Veya sayesindeydi. Söz konusu
insanın içindeki umut olduğunda benim umudumun içimdeki yeri belli gerçi. Genelde
kursağımda kalır kendileri. Hayal etmek bir nevi umut etmektir bana göre. İçimdeki umudu
filizlendiren kurduğum hayallerdi hep, bundan bu düşüncem. Ben her gece kafamı yastığa
koyduğum anda, uykuya dalmadan önce hayaller kurdum hep. Ama artık gözlerimi
kapattığımda hiçbir şey düşünmüyorum bile. Çünkü canımı en çok acıtanın, beni en çok
kıranın, gerçekleşmediğinde parçalanıp ve her parçasını yüreğimin ayrı bir yerine saplayan
umutlarım olduğunu fark ettim. Tam da şuanda, akrep ve yelkovan 03:40 ı gösterirken, yola
bakan bir pencere kenarında farkına vardım bunun. Aslında beni başkalarının üzmediğini, o
başkalarının üzerine kurduğum hayaller yıkıldığı, onlardan beklediklerimin gerçekleşmediği,
bırakın gerçeklemesini kıyısından bile geçmediği zaman acıyor canım en çok. Ne güzel demiş
adını hatırlamadığım bir filmde, pek de önemli olmayan bir sahnedeki yan karakter; en çok
beklentiler yorar insanı diye. Sokak lambasının ışığından seçebildiğim yağan yağmur
damlaları da aynı fikirde olmalı. Aklımdan bunlar geçerken birden hızlanmaya başladıklarına
göre. Elimdekiler, sahip olduklarım mutlu olmama elbet yeterdi ama ben yetinmeyi
bilemedim.Oysa hayatta ilk öğrendiklerimdendi şükretmek. Ayrıca en çabuk unuttuklarımdan
da. Hep bir koşul-şart kip eki kattım yaşamıma. “Bu olur-sa mulu olurum. O gelir-se
sevinirim.” Ne beklediğim geldi, ne de istediğim oldu. Sevdiğimin gidişi acıtmadı
canımı,yakmadı yüreğimi dönüşüne dair kurduğum hayaller, geri gelişine dair beslediğim
umutlar kadar. Son kez baktım camdan dışarıya, içlendim gerçekleşmeyen hayallerime,
beklentilerime, mesafelere. O mesafelere rağmen unutmadıklarım, unutamadıklarım ve son
nefesime kadar unutmayı istemediklerim var benim. Anıları hafızaya değil de kalbe yazınca,
nefes almadan yaşamaktan bir farkı kalmıyor unutmanın çünkü. Ve ben iyi kötü her ne
yaşadıysam O’nunla beraber yüreğime yazdım. Sanki benim için söylemiş Canan Tan; “o
yürek şimdi talan, şimdi yangın yeri.”
Her zorluğa göğüs gerebilirim gibi geliyor. Tabi işin içine, artık sadece ağırlık yapmaya
yarayan yüreğim dahil olmasa. O dahil olmasa yaşadıklarıma, mantığım ve ben gül gibi geçinip
gideceğiz belki de. Hem mantığımla birini özleyemem ki. Bir daha gelmeyecek olanın gidenin yokluğuna üzülemem. Belki de en güzeli umut edemem. Bu sayede, o geminin bir gün
geleceğine inanan İsmail abiden bir farkım olur. Umut etmek zaten en son nokta değil miydi?
Bırakalım öyle kalsın. Biz de varsın olduğumuz kadar güzel olalım. Sonrası olmasın. Gecenin
dördünde gözlerim artık uyku için sızlarken, birkaç saat sonra güneşin yeniden doğacağını
bilmek bize yetsin. Kendimizden başka, yeni günden bile bir şey beklemeyelim. Çünkü
bekleyen her şey bir gün soluyor. Bu bir papatya da olabilir umut da. Bırakalım biz
beklemeden çiçek versin bazı şeyler. Yaşanılası her şey er ya da geç bir şekilde yaşanır zaten.
Giden geminin ardında kalıp, limanda el sallayan, dönüş yolu gözleyen olmak kime ne
kazandırdı ki şimdiye kadar? İnsanoğlunun bir türlü vazgeçemediği illüzyon olan umuttan
benim vazgeçme zamanım gelmiş de geçiyor sanırım. Belki de bu yazıya başlamadan
vazgeçmiştim ama farkında değildim. Demek ki benim zaman makinemde geçmişe götüren
yüreğime kazıdığım anılarım olsa da geleceğe götüren umutlarım değilmiş.Şimdi uyumalıyım.
En azından uyumaya çalışmalıyım. Başta bir dergideki röportajından etkilenerek bunları
düşünmeme sebep olan Mahir Ünsal Eriş’e, sonra Leyla ile Mecnun’un İsmail abisine son
olarak da sizlere iyi geceler. Güneş doğuyor. |
144 |
Emin Bahadır Türker
KAYBOLMUŞ İNSANLAR
Hayatınızda ne kadar çaresiz kaldınız? Bir kış akşamında soğuktan yakalarınızı kaldırıp
ceketinize sımsıkı sarıldınız. Hızlı adımlarla evinizin yolunu tutarken gidecek yerinizin
olmadığını aklınıza getirdiniz ve bu bile kanınızı dondurmaya yetti. Peki ya, hiç yanından geçip
gittiğiniz hayatları gözünüzün önüne getirdiniz mi? Gidecek bir eviniz, yiyecek yemeğiniz
yoksa ve yalnızca yasal olmayan yollarla, çalıp çırpma gibi, var olabiliyorsanız, tam olarak
sistemin yuttuğu yerdesiniz demektir ve çaresizliği iliklerinize kadar hissedeceğinize bahse
girerim. Günümüzün “gelişmiş” modern dünyasında insan haklarının öneminden
bahsedilirken, adeta vahşi doğa metaforuyla geri getirilen köle sisteminden bir haber
yaşayan orta sınıfın bitmeyen dertlerinin aksine, ortada yüzyıllardır şekil değiştiren kölelik
sistemini ele aldığımızda refah düzeyinin yanından bile geçmeyen milyonlarca yaşamın
yanından biz geçip gidiyoruz her gün. George Orwell hayatının sadece bir dönemini
betimleyerek bunu tüm çıplaklığıyla önümüze koyuyor. Etrafımızdan duyduğumuz şehir
hikayeleriyle yüzleşip yakınında olduğumuz uzak yaşamların kapısını aralıyoruz. Karın
tokluğuna 17 saat çalışılan mahzenlerin yemek yediğimiz lüks restoranların altında olması
belki de tüm hikayeyi baştan sona özetliyor. Ya da bir dilenciye bozuk para verdiğimizde
neden beklediğimiz o minnettar bakışı almadığımızı ve bozukluklarla kendimizi nasıl
tanrılaştırdığımızı aslında bizim olanın sistemde nasıl kaybolup bize geri döndüğünü ya da
zorla alındığını dibe çöküp tekrar dipten çıkarak tecrübe ediyoruz. Sefalet düzenli hale
geldiğinde çaresizlik azalır, bir süre sonra yok olur. Somutlaştırdığımız her şey anlamını yitirir
soyut somuta, somut soyuta karışır.
Dibe çöktükten sonra hiçbir şey yokmuşçasına normale dönülebilir mi peki?
Mutfakların arkasındaki pisliği, saf çaresizliği, sistem atığı olarak görülmekten dolayı herkesin
maskesiz ifadesini, gerçek duygularını gördükten sonra büyük oyuna tekrar dahil olup
topluma karışılabilir mi? Belki sefalet çoğuna müstahak görülebilir sınıf farkına, çabalayan
çabalamayan arasındaki farkın adaletli olacağına inanılabilir ama insanın insan olarak
yaşamasına izin verilmeyen bir modern dünyada bunun ırkçılıktan farksız olduğu söylenemez.
Herkesin baştan aynı şartlarda doğmadığı aşikar olan bir düzende hayatı boyunca bunu
eşitleyemeyecek olmak bizi barbarlıktan öteye götürmez. Biz bunun için pişman değilsek
bizden para isteyen dilenci de bize minnettar olmayacaktır.
Yokluğu kabullenemediğimiz bu hayatta her şeyin kıtlığından söz ederiz. Kıtlık her
daim hayatın içindedir sevgi kıtlığı kırık kalplerin, merhamet kıtlığı gaddarlığın, adalet kıtlığı
yoksulluğun sebebidir. Ama her kıtlık başkasının zenginliğine sebep olduğu için buna karşı
koyacak güç hiçbir zaman bulunmaz. Unutmamak gerekir ki: bir yerlerde kıtlık varsa mutlaka
başka bir yerin zenginliğine sebep olmak içindir. Semtler bölümlere ayrılmış, merdiven
usulüyle yaşanan bir sistem var olduğu sürece, yukarıdan bakan aşağıdakini görmediği sürece
insanların niteliği söz konusu olmayacaktır. Eğitimli kişiler bile sokakta dilenebilir ya da
kalacak yer bulmak için şehri günde iki kere baştan sona yürüyebilir. Ya da ucuz restoranlarda
garson olabilirler. Hayatı boyunca bir kitap açmamış olan, restoranından iki kilometre
uzaklaşmamış cahil birinin ona emir vermesi de yanlış değil bu durumda. Sistem tarafından
bir kere sindirildikten sonra tekrar kimlik kazanmak biraz şansınız yaver gitmesine bağlı kalır.
Elbet bu çaresizlik sonsuz değildir, en azından anlatılan hikayeye göre eşsiz bir deneyim olsa
da bize hep haberdar olduğumuz ama farkında olmadığımız dünyanın kapılarını açar. Saf
çaresizliği, beş parasızlığı önümüze koyarak küçük hayatlarımızın neyin parçası olduğunu ve
bazı hayatlar karşısında ne kadar büyük olduğunu önümüze koyar. Bizden daha büyük
şeylerin varlığının farkına varmamıza yardımcı olur belki de. Var ve yokun arasındaki ince
Emin Bahadır Türker
çiziği de duran büyük yaşamların, kaybolan insanların, yutulan hayatların hikayesini
öğrenmek gözümüzü açabilir. Kurulmuş koca sistemin neresinde olduğumuzu fark edip
yolumuza devam edebiliriz.
Kaynakça
Orwell, George. Paris ve Londra’da Beş Parasız. Can Yayınları, 2015. 8.Basım. |
145 | Dilara Durmuş
21300796
Umudunu Kaybetme
Hayatta sahip olduğun tüm mal varlığını kaybettiğinde ne yapardın? Pes etmeyip,
sorunlarla mücadele mi ederdin? Yoksa hayatın içinde kaybolup, kendine acımayı mı
seçerdin? Cevap vermesi çok zor bir soru bana göre çünkü her iki durumda da sıkıntı
çekileceği çok net bir şekilde görülüyor. Peki, bu kaybettiğin paralarla birlikte mutluluğunu da
kaybetme olasılığın var mıydı? Bu senin için olası bir durumsa eğer, hayattaki mutluluk
kaynağının sadece maddiyat olduğu açıkça anlaşılıyor. Hayatı boyunca çocuğu ve eşinin
mutluluğu için çalışmış bir baba hayal edelim… Hiçbir zorluğa boyun eğmeyen, her sorunun
üstesinden gelmeye çalışan bir baba… İş hayatında yaşadığı başarısızlıklar sebebiyle eşi
tarafından terk edilmiş olması ve maddi sıkıntılar yaşaması, onun çocuğuyla birlikteyken
mutlu olmasına hiçbir zaman engel değildi. Çünkü hayatta daha önemli şeyler vardı mutlu
olmak için… İşte filmin konusu tam olarak da burada başlıyor. Will Smith’in başrolünde
olduğu The Pursuit Of Happiness filmi, hayata olan bakış açımı ve mutluluğun tanımını bende
tamamı ile değiştirdi. Hayata nasıl pozitif yönünden bakılması gerektiğini, hayatta en önemli
olan şeyin para olmadığını çok güzel bir şekilde işlemişti. Filmin gerçek hayattan
alınmış olması bendeki bu büyük etkinin sebebi sanırım.
Gelelim mutluluk konusuna… Mutluluk nedir? Daha doğrusu size göre ne demektir?
Mutluluk dediğimiz sadece sekiz harften oluşan ancak hayatımızın asıl amacını oluşturan şey
değil midir sizce? Kişiden kişiye göre değişebilen ama aslında aynı temele dayanan bir
duygudur bana göre. Günümüzde, insanlar bu duyguyu biraz farklı yorumluyor sanırım.
Mutluluğun sadece parayla gelebileceğini düşünüyorlar ve hayatlarının merkezine parayı
koyuyorlar. Ne kadar çok para kazanırlarsa, o kadar çok mutlu olacaklarına inanıyorlar ve bir süre doyumsuz oluyorlar. Sahip olduklarının hep daha fazlasını istemekten, sahip
olduklarından zevk alamaz hale geliyorlar. Kendilerini mutlu olduklarına inandırıp, sahte
mutluluklar yaşamaya başlıyorlar ve bu mutlulukları sahip oldukları paraya göre ölçüyorlar.
Zaman geçtikçe, manevi değerler önemini kaybediyor. Örneğin, arkadaşlarınla buluşacağın
zaman oturduğun mekanın önemi artıyor ve lüks olmayan bir yere gittiğinde mutsuz
oluyorsun, yanında en sevdiğin insanların olmasına rağmen… Oturulan mekanın, yenilen
yemeğin hiçbir önemi yoktur aslında çünkü sen arkadaşlarınla birlikte yine aynı şeylere
gülecek, aynı şeylere ağlayacaksın. Oturduğun lüks restoran, bu gerçeği asla değiştiremez.
Arkadaşlarınla, ailenle birlikte oturduğun çok da pahalı olmayan bir yerde, gülüp eğlenmenin
verdiği mutluluk paha biçilemez çünkü o gerçek mutluluktur ve sahip olduğun paranın
çokluğuyla hiçbir ilgisi yoktur.
Neden insanlar her şeyin iyi taraflarını görmezden gelip sadece kötü taraflarına
odaklanırlar? Mutlu olmak varken neden mutsuz olmak için sebep ararlar? Karamsarlıktan
kurtulup, hayata pozitif yönünden bakmak bu kadar zor mu? İşler sarpa sardığında bile güzel
günlerin geleceğine inanmak düşünüldüğü kadar zor değil aslında. İnsanın hayattan
kopmaması için iyi bir nedeni varsa eğer ona tutunup her şeyin üstesinden kolaylıkla gelebilir
bana göre. Bunu The Pursuit Of Happiness filminde de çok açık bir şekilde görebiliyoruz.
Chris’in hayatta sahip olduğu her şeyi kaybetmesine rağmen oğlu için hayata dört elle
sarılışını ve umudunu asla kaybetmeyişi iyi bir örnek olarak verilebilir bu konu hakkında.
Umut bizi hayata bağlayan en önemli şeydir. Biraz klişe olacak ama nefes almamız
durduğunda değil, umudumuzu kaybettiğimizde ölürüz aslında… Çünkü bizi hayatta tutan,
sorunlarla mücadele etmemizi sağlayan sahip olduğumuz umudumuzdur. Hayatta her ne
yaşanırsa yaşansın, sonuçları kötü olsa bile umutsuzluğa kapılmamalıyız. İyi taraflarını
görmeye çalışıp, daha güzel günlerin geleceğine inanmalıyız. Çünkü hayat sandığımızdan çok
daha kısa… |
146 | Can Soygür
Parlak Geçmişler ve Bitik Hayatlar
Dibe batmak da, oradan çıkmak da ancak bizim elimizdedir. Öyle bir zaman gelebilir ki,
hayatımızın kontrolü elimizden istemeden kayıp gidebilir. Kendimizi umduğumuz, tutkuyla
arzuladığımız yerle alakası olmayan bir konumda buluruz. Farkında bile olmayız belki. Öyle ki
yaptığımız işe ümitsizce tutunma çabalarımız, boş birer çırpınışı andırır. Nitekim bir yerden
sonra gerçekten koparız. Zihnimiz ve egomuz el ele verir, o an olduğumuz acınası kişi yerine
eski, güzel ve başarı, şan, şöhret dolu günlerimizi yüzümüze vurur adeta. Gerçek hayat ve
aklımızda olan bitenler birbirine girer. Önümüzde sıra sıra duran engeller aşılmaz birer duvar
gibi görünürken dostlarımız da, eğer kaldıysa, bize acıyarak bakarlar.
Şöyle de bir durum var, ne kadar dibe batarsak çıkışımız da o kadar eşsiz ve görkemli
olur. Doğru kararlarla ve biraz da cüretkar hamlelerle kendimizi olduğumuz yerden olmak
istediğimiz yere taşıyabiliriz. Durum ne kadar zor, hatta imkansız görünse de… Tıpkı Birdman
filminin başkahramanı, aktör ve eski sinema yıldızı Riggan Thomson gibi. Geçmişi bir türlü
peşini bırakmayan, iç çatışmasız bir anı olmayan bitip gitmiş bir adam ve peşinden son bir umut
kovaladığı başarılı bir Broadway sanatçısı olma düşü… Hayallerinde kaybolmuş milyonlarca
insanı temsil eder bir açıdan.
Bu filmin bana aşıladığı bir fikir varsa o da şudur: Hayatımızı bir başarı öyküsüne de, bir
kara-mizaha da çeviren yalnızca bizizdir. Riggan da kendisini sürekli başarısız olarak addeden,
Hollywood yıldızı olduğu yılları ve oynadığı, onu ünlü yapan karakteri, Birdman’i özleyen bir
aktördür. Bana kalırsa bu bağlamda nasıl biri olmamamız gerektiğinin portresini çok iyi çizer:
Bitap ve diplerde bir adam. Günümüzde eski başarısını kaybetmiş tüm insanların ortak bir
betimlemesidir tıpatıp. Riggan’la ilgili en önemli ve anlamlı detay, kafasında ona ne kadar
acınası ve eskiden ne kadar harika olduğunu söyleyen bir Birdman figürü olmasıdır: Kulağına
devamlı, çıldırtırcasına fısıldar ve aşağılar. Tıpkı herhangi bir mutsuz insanın, başarılı geçmişine
ve eskiden kim olduğuna olan takıntısı, kendine haksızlık yapması gibi. Oysa kendini şimdiki
olduğu haliyle kabul edebilse…
Kendileri budur, bu arada… Her ne kadar genellemelere karşı olsam da itiraf etmeliyim, insanlar olarak böyleyizdir
çoğu zaman; geçmişlerimize takılır kalırız. Bir türlü bırakmayı beceremeyiz. Misal ben, bir hata
yaptığımda günlerce, belki haftalarca kafaya takarım; “Ne yapsam daha iyi olabilirdi?” diye.
Hatamın boyutuna göre de bir pişmanlık duygusu kaplar içimi. Bilakis burada göstermemiz
gereken erdem, geçmişte neler yapabildiğimiz yerine şu anki potansiyelimize odaklanmamız.
Filme dönersek, Riggan’ın da sonlarda da olsa bu erdemi gösterdiğini görebiliriz: (Cahilliğin
Umulmayan Erdemi) adı ile kastedilen de budur.
Nasıl yaptığından ve neler olduğundan bahsetmeyeyim çok; herkesin kendi
yorumlaması gereken ve her saniyesi düşündüren bir yapıt. Ancak şu yorumu yapabilirim;
hepimizin kafasının içinde, Riggan’ınki gibi, kulağımıza fısıldayıp duran bir Birdman vardır. Bu
gıcık, susmak bilmeyen şahıs aslında bizim geçmiş özlemlerimiz, belki de pişmanlıklarımızdır.
Geçmişe dair olumsuzluklarımızı simgeler. Biz ona artık susmasını söylemedikçe de hiçbir yere
gitmeyecektir. Bu yüzden kendimizi gereksiz yere ezmek, geçmişe ikide bir bakmak yerine
önümüze ve aslında neler yapabildiğimize bakmak en doğrusudur. Bunları yaptığımızda iç
sesimizin bizi yermeyi bıraktığını da fark ederiz en sonunda.
Kendi açımdan bakayım biraz da. Neyse ki henüz kafamı tırmalayan bir Birdman’im yok,
hayatımın kontrolü de şimdilik benim elimde gözüküyor. Belli mi olur, belki de konuşmak için
çok erkendir. Daha özlemle ve takıntıyla bakacağım bir geçmişim bile tam oluşmamışken hele…
Riggan’ın orta yaşlarında olduğunu düşünürsek, o hale düşmek için önümde uzun yıllarım var.
Daha ilerde özlem duyacağım bir başarım da yok. Ancak farkında olduğum gerçek, hayatımızın
kontrolünü hep kendi elimizde tutmamız gerektiğidir. Hayaller ve Birdmanler peşimizi
bırakmak istemese de arkamıza değil, önümüze bakmalıyız daima.
Kaynakça:
1. Birdman veya (Cahilliğin Umulmayan Erdemi). Yön. Alejandro González Iñárritu. Bir
Film, 2014. DVD. |
147 | Deniz Güzelcik
İçi Kalaylı Kazan
Trabzon’u ilk kez ziyaret ettiğimde o zamanlar hangi yaşta olduğumu hatırlamayacak kadar küçüktüm.
Saatler süren yol boyunca arabanın içinde çok sıkıldığımı hatırlıyorum. Henüz okuma yazma bilmediğimden,
annem ve babamdan sürekli şehre kaç kilometre kaldığını yazan tabelaları okumalarını istiyordum. Yolculuk
sırasında dedemlerin evinin Trabzon’un Vakfıkebir ilçesinde olduğunu öğrenmiştim. İlçe Trabzon’un merkezinin
dışındaymış. Bu beni mutlu etmişti çünkü yolun kısaldığı anlamına geliyordu. Tabelalarda yazan mesafeden
Vakfıkebir’e olan uzaklığı çıkararak ne kadar yolumuzun kaldığını hesaplamaya çalıştığımı hatırlıyorum. Sanırım
matematiği hayatımda ilk olarak o noktada kullandım. Henüz çok küçükken Trabzon’da kazandığım izlenimlerin
hayatıma yön verdiğini düşünüyorum.
Vakfıkebir’e varmıştık ancak bu yolculuğun sonuna geldiğimiz anlamına gelmiyordu. Dedemlerin evi
merkezden uzak bir köyde bulunuyordu. Bizim köyümüz de Doğu Karadeniz bölgesinde bulunan köylerin çoğu
gibi birbibrinden oldukça uzakta konumlanmış evlerden oluşuyordu. Çocukken kafamda oluşturduğum köy
imgesiyle bizim Trabzon’daki köyümüzün tek bir ortak noktası bile yoktu. O zamanlar köy denince aklıma bir köy
meydanının etrafında konuşlanmış evler, büyükbaş ve küçükbaş hayvanlardan oluşan bir ortam geliyordu.
Ancak Trabzon’daki evler birbirinden uzakta olduğu gibi, hayvancılık namına hiçbir şey yoktu. O zamanlar anlam
veremediğim bu durumun sebebini lise yıllarında gördüğüm coğrafya dersi sayesinde öğrendim. Vakfıkebir’in
merkezinden köye çıkan yolu düşündüğümde hala tüylerim ürperiyor. Yolun büyük kısmını gözlerim kapalı bir
şekilde arabanın arka koltuğuna kapanarak geçirmiştim. Köy dağın eteklerine değil, direkt olarak dağ sırtına
kurulmuştu. Keskin dönüşlerle dağa tırmanan, hiçbir güvenlik önleminin olmadığı, insanda sürekli uçurumdan
aşağı düşecekmiş hissi uyandıran bir yoldan köye gittiğimizi hatırlıyorum. Bugünlerde yaşadığım yükseklik
korkusunun temelinin o gün atıldığını düşünüyorum. Bugün içimde olan klasik araç tutkusunun da ilk Trabzon
ziyaretimde başladığına eminim. Zorlu arazi şartlarından dolayı neredeyse bütün köylüler ulaşım için jip
kullanıyordu. Tabii bu jipler günümüzdeki lüks benzerlerinden ziyade, 1950’li yıllarda üretilmiş, güçlü motorları
ve engebeli araziye uygun yürüyen aksamlarıyla öne çıkan modellerdi. O zaman bu araçlara hayran kalmıştım.
Şimdilerde bu hayralık klasik araç tutkusu olarak devam ediyor.Babam geçen sene Trabzon’a gittiğinde ona bu
araçlardan bir tane alması durumunda aracı restore edip çok yüksek bir meblaya satabileceğimizden bahsettim
ancak ikna edemedim. Şimdi düşünüyorum da, bu yaptığım hareket klasik araç tutkusuyla zaten ters düşüyordu.
Trabzon’da geçirdiğim günler boyunca fıkralara konu olan Karadenizli zekasının kullanıldığı alanları bizzat
gözlemledim ve hayretler içinde kaldım. Köylüler sosyal hayatın birçok alanında kullanmak üzere bir çok teknik
ve araç geliştirmişti. Tarlalar ve evler arasına kurdukları teleferik mantığıyla çalışan ulaşım sistemini hala
unutamıyorum. O yaşta bu sistemin mühendisliği üzerinde düşünmek yerine onu bir oyuncak gibi kullanıp tadını
çıkartmakla meşguldüm tabii ki. Gördüğüm buna benzer araçların ve oranın yerli insanlarıyla kurduğum
diyalogların yaratıcılığıma çok büyük katkı sağladığına eminim.
Hayatım geri kalan bölümünde birçok kez daha Trabzon’a gittim. Her ziyaret benim için ayrı bir
heyecandı. Oraya her gidişimde keşfedilecek yeni şeyler buldum, yeni insanlarla tanıştım. Yaşımın da
ilerlemesiyle her gidişimde etrafı daha farklı gözlemledim. Haliyle şehrin bana olan etkisi de arttı. Her yaptığım
ziyaretin hayatıma yön verecek etkiye sahip olduğunu düşünüyorum. Oradaki büyüklerden öğrendiklerim,
gözlemlediklerim ve yaşadığım olayların psikolojim üzerindeki etkisi direkt olarak hayatıma yön verdi. Bu
yaşantılar kimi zaman hayatımı olumsuz etkilese de –yükseklik korkusu gibi-, çoğu zaman bana yol gösterecek
etkiye sahipti. |
148 |
Bartu İlkılıç
KENDİMDEN KAÇTIKÇA KENDİME DÖNÜYORUM
Hiç durup dururken, hayatınızın ve gündelik yaşantınız tam ortasında şöyle bir durup da yaptığınız veya
etrafınızda olan biten hiçbir şeye bir anlam veremediğiniz oldu mu? Ya da yine her şeyin tam ortasında
aklınıza o an gelebilecek her şeyden son derece sıkılmış bir halde olduğunuzu fark ettiniz mi? Yaklaşık bir ay
önce bu bahsettiklerimin hepsi benim başıma geldi. Hayatımın fazlasıyla tekdüze olduğunun farkına vardım
ve o andan itibaren hiçbir saniyesinden de keyif alamaz oldum. Olduğum kişiden, yaptığım işlerden,
çevremden, kısacası hiçbir şeyden memnun değildim. İçimde bir şeyleri bırakıp gitme isteği oluştu, hem de
öyle böyle değil, direnilecek gibi değil… Fakat bir yandan da biliyordum ki sıkıldığım ne varsa kendimdeydi,
kafamın içindeydi. Ben nereye gidersem oraya geleceklerdi. Kendinden de kaçamazdı ya insan… Yapacak bir
şey yoktu benim için, ta ki bir tesadüf eseri Pia Tafdrup ile tanışıp şiirlerini okuyana kadar. Özellikle
Bulunduğun Yerde adlı kitabındaki her şiir, tabiri caizse ufkumu açtı ve beni bu büyük karanlık sıkıntıdan
kurtarmayı başardı…
Her şey okulun yoğun temposundan bunalmam ile başladı. Her gün eve onlarca ödevle dönüyor, bütün
akşamlarımı akademik çalışmalara ayırıyordum hemen hemen. Geri kalan zamanımda ise vücudum adeta
evden dışarı adım atmayı reddediyordu, “Yat dinlen!” diyordu bana. Sosyal yaşantım da böyle böyle sıfıra
inmeye başladı. Aile ilişkilerim ise her zamankinden daha zayıftı. Belki de yaşımın getirdiği özgürlük aşkından,
bağımsızlık arzusundan olacak sürekli didişiyordum ailemle. O kadar küçük şeyleri tartışma konusu haline
getiriyordum ki çevremdeki herkesle, bir süre sonra ben bile rahatsız olmaya başlamıştım kendimden. Oysa
kendimden asıl rahatsız oluşum, gerçekleri görüşümle başladı. Sadece kendimden değil, daha önce de
bahsettiğim gibi, her şeyden ve herkesten rahatsız oluyordum artık. Ben dahil bütün insanlar üretim tarihleri
farklı fakat tasarımları aynı robotlar gibi davranıyorlardı. Onlarca fabrikadan sürüyle aynı ürün çıkıyordu. Hep
bir zorunluluk vardı üzerimizde, hep bir kendini adanmışlık. Okul, iş, aile, emeklilik… Döngü hiç şaşmıyordu
neredeyse. Bir kitabın farklı sayfalarıydık fakat konu aynıydı. Değişen bir şey yoktu… Bu yüzden de değişmek
istiyordum. Pia Tafdrup’un şiirlerinde gördüm yapabileceğimi. Gidebileceğimi, her gidişin bir kaçış
olmayacağını, normlardan sıyrılıp kendim olabileceğimi gördüm. “Arada bir gereksinim duyuyorum geceye /
Arada bir ödünç almam gerekiyor onun sessizliğini / Arada bir bırakıp gidiyorum içinde bulunduğum /
Koşulları / Ve şu anda uzaklaşacaksam eğer / Kendimden / Gecenin sessizliği gerekli bana / Hemen şimdi bu
gece.” (Tafdrup, 2016, 16) diyordu bir şiirinde Tafdrup. Sözüne aynen uyup günlerce gecenin karanlık ve
sessizliğinde kendimi bulmaya çalıştım. Gördüklerim ya da duyduklarım hiçbir şekilde engel olamıyordu bunu
gece yaptığımda, işin püf noktası da buydu. Asıl isteklerim, asıl amaçlarım neydi? Ben kimdim? Daha da
önemlisi, kim olmak istiyordum ve nasıl olacaktım? Cevap çok basitti… Kısacık bir şiirinde gizliydi Tafdrup’un.
“Düşlerdekinden / Daha uzağa gitmek / Ve gelmek dünyaya / Bin kez doğarak.” ( Tafdrup, 2016, 101) diyordu
Tafdrup şiirde, kendimi bulabilmem ve bu sıkıntı dolu hallerimi arkamda bırakabilmem için her türlü olanağı
sağlarcasına bana…
Ben ne mi yapacağım? Gideceğim, gezeceğim… Zorunluluklarımdan bağımsız bir zaman geçireceğim.
Her şeyden, herkesten, hatta kendimden bile uzak. Henüz iyileşmedim, henüz tertemiz çıkamadım
etrafımı bir süredir sarmış olan bu toz bulutundan fakat artık ümidim ve geleceğe doğru ilermeye gücüm
var. Benimle aynı tozları yutan herkese de önerim odur ki, bir şiir okuyun, bir şehirden gidin, bir ülkeyi
gezin. Ancak kendinizden kaçınca kendinizi bulabileceksiniz, “kendinizden kaçtıkça kendinize
döneceksiniz…”
Kaynakça: Tafdrup, Pia. Bulunduğun Yerde. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları. 2016. |
149 | Gonca Sude Kıvrak
BİLDİĞİMİZ AMA BİLMEDİĞİMİZ KIZLAR
Şu dünyaya bir daha gelsem tekrar kız olmak ister miydim? Büyük ihtimalle cevabım
“evet” olurdu. Biz kızların omzunda erkeklerinkine göre daha fazla yük varmış, öyle diyorlar.
Bazılarına göre de erkekler kızları taşırmış omuzlarında. Hayatta en nefret ettiğim şeylerden
birisi iki cinsiyet arasındaki bu bitmeyen rekabettir. Halbuki hepimizin birbirinden farklı ama
bir o kadar da aynı sorunları var ve bir şekilde kendi hayatlarımızı yaşayıp gidiyoruz. Fakat
kız olmak biraz daha hassas bir konu, bunu kabul ediyorum. Toplumda cinsiyetimizden dolayı
konumlandırıldığımız yerlerin bize sundukları bizleri erkekler ve kızlar diye ayırıyor ama bu
yetmez. Biz kızlar öyle karmaşık canlılarız ki kendi içimizde de bir ispat yarışına girdik. Lena
Dunham da bana bununla ilgili bir şeyler düşünmemde yardımcı oldu Bildiğin Kızlardan
Değil adlı kitabında.
Kimdi bu bildiğimiz kızlar? Bu sıfatlandırmada o kadar büyük bir anlam yatıyor ki
üzerine biraz düşününce benim bile ağzım açık kaldı. Sanırım bu bildiğimiz kızlar “kız”
kelimesini duyduğumuzda aklımıza ilk gelen kız modelini temsil ediyorlar. Lena Dunham’ın
da anlattığına göre bu kızları biz oldukça kıskanıyoruz ama aynı zamanda örnek alıyoruz.
Biraz özelliklerinden bahsetmek gerekirse en güzel elbiseleri bu kızlar giyer mesela. Şüphesiz
ki inceciktirler. Hiç imkansız bir aşka kafayı takıp üzmezler kendilerini çünkü en güzel ilişki
de bunlardadır. Hayat ne kadar pembeyse onlar için notları da o kadar yüksektir. Peki
üzülmezler mi bu kızlar? Üzülürler ve ağlarlar tabii ki ama rimelleri akmaz hiçbir zaman. Nil
Karaibrahimgil’in de dediği gibi “Hayat bazen birini seçer, biz "pas!" deriz söz Pelin'e
geçer.”. Buradaki Pelin bizim namıdiğer bildiğimiz kızlarımız. İşin aslı bir yol çizilmiş bu
bildiğimiz kızlara ve biz bütün kızlar öyle olmak istiyoruz elimize ilk oyuncak bebeğimizi
aldığımızdan beri. İncecik belli oyuncak bebeklerimizin parlak saçları gibi bir hayat
hedefleyerek açıyoruz gözümüzü dünyaya.
Üzgünüm ama ben sizin bildiğiniz kızlardan değilim. Hatta size bir sır vereyim: Kimse
o kızlardan değil. Elbette içimizde yatan bu kızlardan olma hevesi bizi bırakmıyor ve bir
bakıma onlara da benzeyen yanlarımız yok değil. Fakat unuttuğumuz bir şey var ki ben
sadece benim. Sen de sensin. Kimse bir kalıp altına girip hayatını mükemmel kız olma
peşinde koşarak tüketmek zorunda değil. İncecik bir belim yok ama ince düşünceli bir
insanım. Son moda elbiseler bende değil ama son derece kıvrak bir zekam var. Parlak ve uzun
saçlarım yok ama parlayan gözlerim var bu hayatta. Sizin bildiğiniz kızlarda var mı bu
özellikler? Bilemezsiniz ki. Kimse bilemez. Kimse karşısındakini tek seferde “bildiğimiz kız”
kalıbına sokma cesaretine giremez. Küçüklükten beri hayalini kurduğumuz o mükemmel kız
profilini kafamızda şekillendirenlerin günahı boyunlarına ama sanırım ben sizin bildiğiniz
kızlardan olmak için uğraşmayı bıraktım. İçimdeki kızı dinledim ve o bana çok daha ilgi
çekici şeyler sunuyor.
Biz kızlar kendimizi hiç önemsemiyoruz ama önemsediğimizi sanıyoruz. Biz
başkalarının gözlerini kendi gözlerimizden daha çok düşünüyoruz bu hayatta. Kısacık
hayatımızda birileri tarafından yazılıp çizilmiş bir kızın rolünü oynamak bana hiç akıllıca
gelmedi. İşin aslı ben sizin ne bildiğiniz kızlardanım ne de bilmediğiniz. Ben sadece bu
hayatta her nefesimi kendim gibi almaya çalışan bir kızım. Hatta ben aslında bu hayatta bir eşi
daha bulunmayan ama çok fazla ortak nokta bulabileceğiniz bir insanım. Sadece kendimden
de bahsetmiyorum, ben aslında sizim. |
150 | Berfin Küçük
Aile Bağları
Bir insanın kendisinin seçimi olmayıp başına gelebilecek en güzel şey ne olabilir? Ben bu soruya
hiç tereddüt etmeden aile cevabını verebilecek şanslı bir birey olarak dünyaya geldim. Kimisi ise başına
gelebilecek en kötü şey olduğunu düşünüp kendi seçimleri olmadığını da belirterek isyan eder bu
konuda. Oysa herkesin ailesine bağlılığı aradaki kan bağından çok daha fazlasıdır. Kimisi bunu
nefretiyle dile getirir kimisi de sevgisiyle ama o bağı açığa çıkaran bir duygu her zaman vardır.
Beni hayata bağlayan ve bu hayatımı değerli kılan en büyük etken ailem olduğu içindi kendimi
şanslı hissetmem. Bu yüzden ailem benim hep hassas noktam olmuştur. Benim üzülmeme değebilecek
tek insanlar olmasının yanı sıra en büyük sevinçlerimin de kaynağı oldular. Ne zaman canımı sıkacak
bir durumla karşılaşsam onların desteğinin daima benle olduğunu ve olacağını bilir böylece anında bir
rahatlama hissine kavuşurum. Mesela, ne zaman arkadaşlarımla tartışıp canım sıkılsa ya da derslerim
istediğim gibi gitmese ailemin varlığını ve desteğini hatırlayarak kendimi iyi hissederim. Kerem
Görkem'in Aile Fotoğrafı adlı kitabını okumamın da sebebi benzer bir nedenden kaynaklanıyordu.
Bilkent'te derslerimin yoğunlaşıp bir karabasan misali üstüme geldiğini ve elimi kolumu bağladığını
hissettiğimde kitabı elime alıp okumaya başlayarak bir an da olsa bu yoğunluktan kurtulduğumu
hissedebiliyordum. Her ne kadar Aile Fotoğrafı'nda bir ailenin dağılışından bahsediyor olsa da bu
ailenin bir o kadar da birbirlerine olan bağlılığı görüp kendi ailemi anımsıyordum. Ben aileme çok bağlı
birisiyim, kimi zaman bunu yengeç burcu olmama bağlar kimi zaman da ailemin bu bağlılığı hak ettiği
için öyle olduğumu düşünürüm. Aileme olan bu düşkünlüğümün aşırılığını geçen sene üniversite
dolayısıyla şehir değiştirdiğimde fark ettim. Eskiden, yengeç burcunun duygusal olma ve aileye
düşkünlük gibi özelliklerini aslında pek de taşımadığımı düşünürdüm. Lakin eğitim dolayısıyla şehir
değiştirip yanlarından ayrılınca onlara ne kadar da bağlı olduğumu fark ettim. Belki bu biraz da insan
kaybettiği şeyin değerini daha iyi anlıyor tarzında bir şeydi. Neyse ki kaybettiğim tek şey ailemle aramdaki yakın mesafe yani onlarla birlikte yaşıyor
oluşumdu çünkü aramıza giren mesafeler ailemin bendeki değeriyle ilgili en ufak bir kayba sebep
olmadı. Hatta bu ayrılık ile aileme daha çok bağlanıp aile kavramına da daha çok değer biçmeme neden
oldu. Kendimi çevremdeki insanlarla kıyaslayıp evlenip çocuk sahibi olmayı bir zorunluluk olarak
görmeyen nadir insanlardan olduğumu fark ettiğimde de aile kavramının bendeki değerini tekrar
tekrar anlıyordum. Hele ki konu çocuk sahibi olmak olduğunda düşüncelerimiz bu insanlarla tam olarak
çelişiyordu. Onlar kendi kariyerlerinin hayalini kurup şu konuma gelmeden ölmek istemem gibi
cümleler kurduklarında bense annelik duygusunu yaşamadan ölmek istemiyorum diyorum. Bu
isteğimin en büyük nedeninin annelik kavramını bana en güzel şekilde temsil eden annem olduğunu
düşünüyorum. Her zaman kendisinden önce çocuklarını düşünen ve çocukları için en iyisi neyse onu
yapan bir anne. Annemin bendeki değerinin yoğunluğu bendeki anne olma isteğini tetikliyordu çünkü
anneliğin ne kadar kutsal olduğunu kendisinden görebiliyordum. Normalde, yine yengeç burçlularının
aksine, duygularını açığa vurmayan ve yoğun duygular yaşamayan biri olmama rağmen; ailemden
ayrılmak zorunda kalmam, benim aileme karşı içimde barındırdığım en derin duygularımın bile açığa
çıkmasının sebebi oldu. Bu duygu patlamalarını en net yaşadığım anlardan birisi de geçen senenin
Anneler Günü'ydü. Annemi öpmeden, sarılmadan kutladığım ilk Anneler Günü idi. Sabah uyanır
uyanmaz kutlamak için annemi aradığımda onsuz geçirdiğim ilk Anneler Günü olması dolasıyla
hüzünlendim. Annemin durumu fark edip üzülmemesi için annemle konuştuğum süre zarfında
ağlamamak için kendimi zor tuttum ve ona seni seviyorum anneciğim derken boğazım düğümlendi.
Telefonu kapattığımdaysa hıçkırarak ağlamaya başladım. İşte o zaman, aileme aslında ne kadar da çok
bağlı olduğumu ve de bunun değerini anladım.
Beğensek de beğenmesek de ya da ne kadar bağlı olduğumuzu hissetsek de hissetmesek de
hepimiz bir ailenin bireyi olarak dünyaya geldik. Kimimiz kendimizin seçimi olmayan, kendi aile
kavramından memnun olup ailesine daha da bağlanırken kimimiz de kendi durumundan şikayetçi olup
ailesinden bağlarını koparmaya çalışır. Ben kendi durumumdan memnun olacak bir ailede doğduğum için kendimi dünyanın en şanslı insanı olarak görüyorum. Bu yüzden de hep onlara layık bir evlat
olmaya çalıştım ve hep de öyle olacağıma inanıyorum.
Kaynakça
Görkem, Kerem. Aile Fotoğrafı. İstanbul: Sel Yayınları, 2016. Baskı.
|
151 | Yeraltında İç Savaşlar / Sümeyye Küçük
Her insanın hayatında izler bırakan, insanları hayat izleriyle yaşamaya
mahkûm eden duygular, olaylar ve halledemediğimiz iç meselelerimiz vardır. Yer
altına hapsettiğimiz, kimi zaman içten içe canımızı yakan, bizleri derinden sarsan
ve durmadan kanayan… İçimizde en derinlerde iz bırakan iç meseleleri, onlardan
kurtulmak ve kaçmak istediğimiz zaman yeraltına hapsederiz. Varlıklarını unutmak
isteriz. Onlardan kaçmaya çalışmak, varlıklarını daha çok hissetmemize ve bize
rahatsızlık vermelerine yol açar oysaki. İçimizdeki bitmek tükenmek bilmeyen
kavgaları ve iç meseleleri bastırmanın en kolay yolu, Dostoyevsky’nin de
Yeraltından Notlar adlı eserinde yaptığı gibi, insanoğlunun kendisi ve iç meseleleri
ile yüzleşmesidir.
Yeraltından Notlar, hayat karşısında çaresiz kaldığı bir anda, bir insanın
ruhsal olarak yaralanmasının ve kendini yakın hissettiği yer altına yönelmesinin
romanıdır. Yer altına yönelen ve orada yaşayan kişiler, normal yaşama ayak
uyduramaz ve hayata dair her olayı yanlış değerlendirir. Dostoyevsky eserini
yazmaya başladığında otobiyografik bir roman yazacağından bahseder oyucularına.
Eserine yalan katacağına ve bu yüzden anlattıklarının hepsine inanmamamız
konusunda uyarır bizleri. İnsanın kendisinden bahsederken birtakım yalanlar söylemesi, öz yaşam hikayesini yazabilmesi için olmazsa olmazlardandır onun için.
Dostoyevsky romanında kendisini beraber yaşadığı topluma yabancılaşmış ve bu
yüzden kendi içinde de yalnızlaşmış, anlaşılamamış biri olarak tanıtır. Kırk yaşında
eserini yazmaya başlayan yazar, romanını kırk yaşında olan Dostoyevsky’nin genç
Dostoyevsky’e bakış açısı olarak ele almıştır. Yer altı, Dostoyevsky’nin kendine
ulaşabilmek için kaçmayı tercih ettiği bir alan, gizli bir dünya ve Montaigne’de
olduğu gibi iç kalesidir. İç meselelerinden kurtulmak için vardığı sonuç hiçbir şey
yapmamak, bir köşeye, yeraltına çekilip olaylara seyirci kalmaktır. İç
hesaplaşmalarından kurtulmak için kaçtığı yer altı, çözümden çok sorun, sevgiden
çok nefret, mutluluktan çok acı ve hüzün olmuştur. Hak ettiği değeri ve saygıyı
göstermeyen çevresine ve yeraltına kızgındır çünkü. Ulaşamadığı çözümler
karşısında bir böcek olmayı şiddetle istemiştir. Kendini yaşadığı çevrede
saygıdeğer görüp önemserken, iç hesaplaşmalarıyla baş edemeyen, hor görülen ve
yalnızlaştırılan bir insan olmak, ona bir böcekten aşağı olduğu hissini vermiştir.
İnsanlar kendisi ile barışmadan, iç meselelerini halletmeden bir başkası ile
uyum içinde olması, yeni ilişkiler kurması mümkün değildir. Eserde anlatıldığı
gibi, kendi kendimize açık itiraflarda bulunmak, belki de kendimiz ile barışmanın
en gerçekçi yoludur. Yeraltına saklanmak ise çözümün anahtarı olamayacaktır.
Dostoyevsky içinde bulanmak istemediği, aşağılandığı, kendini bir böcek gibi
hissettiği topluma istemese de kendini tutamayıp dahil olmuştur. Yer altına
saklanmasındaki sebeplerden biri de nedensiz bir biçimde kendini tutamayıp nefret
ettiği sistemin içinde kendini bulmasıdır. İçinde bulunduğu ruh hali dönem dönem
farklılık göstermektedir. Kimi zaman insanlara nefret duyarak, onlarla konuşmak
istemezken, kimi zamanda kendini onlara yakın hissedip, dost olmaya bile
çalışmıştır. Ancak her zaman kendini herkesten daha akıllı, kültürlü ve soylu
bulmuş, bu yüzden de onların karşısında ezilip bükülmek, horlanmak, zararlı bir
böcek gibi görünmek ağırına gitmiştir. Toplum tarafından hor görülmek yeraltını
daha da baş edilemez bir hale sokmuştur.
Dostoyevsky yazdıklarını sadece kendisi için yazdığını belirtse de, satır
aralarında değerli okurlarım diye hitap eder okuyucularına. Anılarının beyninde
değilde kağıtta daha görkemli olduğunu savunur. Yazmaya başlarken itiraflarını
yayınlamayacağını, buna gerek duymadığını söylese de, içindeki itiraflarını
paylaşma istediğine boyun eğmeye karar verdiğini belirtir. Dostoyevsky’nin bu
kararsız ruh hali, eserinde ki gelgitlerle de benzeşmektedir. Dostoyevsky’e göre her şeyin cetvel, analitik ve geometri ile belirlendiği bir dünyada, macera peşinde
koşmak gereksiz bir çabadır. Yaşamanın ve heyecanın bir önemi yoktur onun için.
Macera gereksiz, heyecan ve zevk ise yitip giden bir şeydir çünkü. Kim bilir belki
de Dostoyevsky hayattan zevk almayı becerebilen bir yazar olsaydı, bu kitap ortaya
çıkmayabilirdi. |
152 | Sinem YEKTEUŞAKLARI
21102025
TURK 101-021
Ali Turan GÖRGÜ
18/11/2014
BİLİNMEYEN DUYGULAR
“AŞK'ın hiçbir sıfata ve tamlamaya ihtiyacı yoktur.
Başlı başına bir dünyadır AŞK,
Ya tam ortasındadır merkezinde,
Ya da dışındasındır hasretinde...” Bu dizelere vuruldum kitabı ilk elime aldığımda. Herkes pembe kapaklı ortasında
kocaman yaprağa benzeyen bir kalp, adı da "Aşk" olan bir romanı görünce ellerimde, okusa da
anlamaz dercesine bakıyorlardı gözlerime. Hatta bazı büyüklerim "Kitap okuyacaksan işe yarar
bir şeyler oku, aşk da neymiş?" dediler. Tabiki aldırmadım onlara... Çünkü günümüzde kitapları;
ismine, kapağının tasarımına ve yazarlarının ünlü olup olmamasına göre değerlendiren ve
kitapların içeriği hakkında en ufak bir fikri olmadan yorum yapan insanların sayısı oldukça fazla.
Bu durum, yazarları içi dolu bir kitap yazmak yerine kapağı havalı, ismi popüler gözüken kitaplar
yazmaya itiyor. Gün geçtikçe sadece kapak tasarımından dolayı alınan fakat içlerinde
anlatılanların hiçbir şey ifade etmediği kitaplar raflarda yerlerini almaya devam ediyor. Elif Şafak
ise sanki bu duruma bir tepki gösterirmişçesine Aşk’ın rengini pembe yapmış. Bilirsiniz, Türk
erkekleri kapak rengi pembe ve içeriği aşk ile ilgili bir kitabı okumaz. Okuyan erkekler de,
kendini eleştirmen sanan insanlar tarafından biraz farklı görülebilir. Ama ortaya çıkan sonuçlar
Aşk’ın kadınlar kadar erkeklerin de okuduğu bir kitap olduğunu göstermiştir ve toplumumuzun
önyargısını yıkmıştır.
Büyük bir iştahla okudum çağımızda yaşayan Ella ile asırlar öncesinde birbirleriyle yolları
çakışmış olan Mevlana ve Şems-i Tebrizi'yi. Sanki farklı çağlarda yaşanmış ortak hayatlar
birbiriyle bağdaşıyordu. Elif Şafak, Aşk’ı ibretlik hayat hikayeleriyle süslemiş. Bazen kocaman
bir kilit vurmuş anılara bazen de tek tek anlatarak şeylerin anlamlarını ihtiva etmiş. Bazı yerlerde
yazarın fazla ileri gittiğini, Tebrizli Şems'in Kırk Kuralı’nda bazı konuları abarttığını -hatta direkt
absürtçe olduğunu- düşünsem de roman büyüleyici ölçüde günümüz insanının suratına aşkın ne
olduğunu tokatla vuruyor sanki… İki günlük sevgiler, yapmacık seni seviyorumlar, aşkımlar,
canımlar, cicimler... Mesela “Altıncı Kural: Şu dünyada çatışma, önyargı ve husumetlerin çoğu dilden kaynaklanır. Sen sen ol kelimelere fazla takılma. Aşk diyarında dil zaten hükmünü yitirir.
Aşık dilsiz olur.” Diyor. Aşk nasıl olur gerçekten? Dilin hükmü nedir sahi? Aslında ne ağır
şeymiş aşk denen duygu; insanın beyninde değil kalbinde yaşadığı bir metamorfoz, sırtında
taşıdığı kocaman bir yük ya da aksine bizleri bu alemden alıp başka diyarlara götürecek,
sırtındaki yükü hafifletecek bir his. Dudaklardan dökülen değil yürekten gelen bir senfoni gibi…
Yazar bu senfoniyi bizlere aktarabilmek için farklı dönemlerde yaşanmış hayatları birbiriyle
bağdaştırıp, sanki kitap içinde başka bir kitap okuyormuş hissini tattırıyor. İki farklı dünyanın
kapılarını aralıyor ve diğer her şeyden farklı olarak; ilahi ve dünyevi aşkı yansıtıyor. Bir nevi iki
dünya arasındaki perdeleri kaldırıp, gerçek aşk ve gerçek hissiyat arasında bir köprü kuruyor. Bu
köprüyü düşmeden geçmek de okuyucuya kalıyor. İki farklı duygu arasındaki bağlantıyı
yaparken de çoğu yazar gibi sürekli aynı şeyleri deklare etmiyor Elif Şafak.
Elif Şafak bu kitabında gerçek aşkı tüm saflığıyla betimlemiştir ve çok derin bir duygu
bütünlüğüne yer vermiştir. Sanki ilahi ve dünyevi aşk arasında bir kapı açıp ve bizleri davet
etmiştir. Günümüzde yaşanan değil de gerçek saf olan aşkın ne olduğunu tam anlamıyla
öğrenebileceğimiz bir kitap Aşk… Kitapta yer alan kahramanlar çok farklı olmasına rağmen,
yazar çok sade bir dile yer vererek bu farklılığın hissedilmesini engellemiştir. Elif Şafak çoktan
aşkın merkezinden geçmiş ve bu duyguyu insanlara nasıl anlatabileceğini çözmüş bir kadın…
Hayatım boyunca çok roman okudum fakat Elif Şafak her romanında bambaşka şeyler öğretiyor
bana ve "Aşk"ta öğrendiğim ve aklıma kazınan en büyük şey: "Ne pahasına olursa olsun; kalpten
gelen, dudaktan dökülen, içimi kemiren, beynimi kurcalayan ne olursa olsun; hayat kısa önemli
olan mutluluğumuz!"
KAYNAKÇA
Şafak; Elif, ‘Aşk’, 8. baskı – Mart, 2009, Doğan Kitapevi
|
153 | Muhammed Fatih ÖZCAN 21601777
Sebastian Eriksson – Lost in Thoughts
Muhammed Fatih ÖZCAN 21601777
DÜŞÜNCELER İÇİNDE BOĞULURKEN
Her yerdeler… Her tarafta başka bir düşünce… Beynimin içerisinde bir gürültü… Her şey
başka bir tarafa doğru gidiyor… Hiçbirini seçemiyorum, hepsi benden kaçıyor! Ne yapmalıyım;
kafamın içindeki bu düşünceleri nasıl ayırt etmeliyim, nasıl dışarı atmalıyım? Bilmiyorum;
çaresizim ve öylece yatağıma uzanmış düşünmeye, bir çıkış yolu aramaya çalışıyorum. Sanırım
bulamayacağım! Çıkışı olmayan bir labirente düşmüş gibi hissediyorum! Çaresizlik, korku, hüzün
ve birçok duyguyu aynı anda yaşıyorum. Birazcık ümidim olsa birinin elimden tutup çıkaracağına
inanırım ama ümidimi dahi kaybetmiş durumdayım, ne yapacağımı bilemiyorum. Bildiğim tek şey,
bu çıkmazdan bir an önce çıkmam gerektiği… Daha önce bu yaşadıklarımı yaşayıp elimden
tutabilecek birisi var mı?
Karanlık bir odada, yatağa uzanıp derin derin düşüncelere daldınız mı daha önce hiç?
Birbirini kovalayan düşünceleri yakalamaya çalışmanın ne olduğunu bilir misiniz?
Bilmiyormuşsunuz gibi davranıp biraz anlatayım o halde. Bir gün içerisinde yüzlerce insanla
karşılaşıp binlerce farklı duygu ve düşünce içerisine giriyoruz. Aşk, sevgi, nefret, mutluluk, hüzün
ve bunun gibi birçok duyguyu birkaç dakika içerisinde yaşayabiliyoruz. Gün bittiğinde, evinize
gelip odanıza girdiğinizde, ışığı kapatıp yatağa girdiğiniz anda tüm bu duygular bir anda
koşuşturma içerisine giriyor. Adeta zihni bir labirent gibi sararak sizi içine alıyor. Aşk ve nefret
gibi zıt duygular bir anda sizi çıkmaza sokuyor ve bir çıkış yolu aramaya başlıyorsunuz. Mesela,
bir tarafta hoşlandığım kız varken öteki tarafta ondan nefret eden en yakın arkadaşımın olduğu
durumu yaşadım daha önce. Aşk ve dostluk bir anda karşı karşıya geldi ve çıkışsız labirentin içine
düştüm. Zihnimdeki bu iki duygu ve hayatımda büyük bir öneme sahip olan iki kişi bir anda karşı
karşıya geldi ve aralarında kalan, bu zıtlığı bir şekilde ortadan kaldırmak zorunda olan kişi oldum.
Haftalarca hatta aylarca zihnimi kurcalayan bu zıtlığı hala daha çözmüş değilim ve hala daha Muhammed Fatih ÖZCAN 21601777
geceleri yatağa uzandığım zaman bu çıkmazla karşı karşıya kalıyorum. Düşünceler üst üste geliyor
ve bir türlü bir sonuca varamıyorum, arkadaşımı mı yoksa hoşlandığım kızı mı seçeceğime karar
veremiyorum, orta yol dahi bulamıyorum.
Düşünceler, tarifi kolay olmayan şeylerdir. Ne kimseye tam anlamıyla anlatabilirsin, ne de
kendi başına bir sonuca varabilirsin. Sokaklarda, caddelerde, kalabalıklarda kaybolursun. Daha
sonra kendini de kaybedersin. Sonunda anlamadığın bir şey olup çıkarsın. Tek anlayamadığın sen
olunca tekrar başa sararsın. Kendini miyop gözlerle sokakta bir yeri arıyormuşsun gibi hissedersin
düşünürken. Her taraf sisli, bulanık ve karanlıktır; gideceğin yeri bir türlü bulamazsın. Bulanık olan
yalnızca çevren değil aynı zamanda zihnindir. Böyle bir durumda ben hep şarkılara sığınırım,
onlarda bir çare bulmaya çalışırım. Benim dışa aktaramadığım, bir çözüm bulamadığım karmaşık
düşüncelerimi şarkılarda anlatılmış gibi hisseder, kafamdaki düşüncelere en yakın olan şarkıyı açıp
defalarca kez dinlerim. Çoğu zaman dinlediğim şarkılar zihnimi iyice bulanıklaştırsa da kısa süreli
bir kurtuluş yolu olarak dinlemeye devam ederim. Zaten kafamda bir sürü düşünce varken bir de
şarkılar yeni düşünceleri kafama sokar ve döngü içine girerim. Ama yine de böyle bir ruh halinde
şarkılarda çare aramanızı tavsiye ederim, emin olun sizi, zihninizi biraz olsun rahatlatacaktır.
Düşüncelerinizin bir şarkıda toplandığını ve zihninizdeki koşuşturmanın bir süreliğine sona
erdiğini hissedeceksiniz. Bu tam anlamıyla bir rahatlama, bir çözüm olmayacak; fakat içinizin
rahatlamasına yardımcı olacak. Sonrası… Sonrasında yeniden labirente girecek ve sonsuz bir
çıkmazın içinde yaşamaya devam edeceksiniz…
Düşünceler… Sonu olmayan, bitmeyen, tükenmeyen fikir yığıntıları… Zihninizi
kurcalayan, bir türlü sonuca varamadığınız birtakım “kuru kalabalık”. Gürültüler artıyor… Sanırım
yine geliyorlar… Evet, evet; geliyorlar… Her yerdeler… Boğuluyorum... Tutacak biri var mı
elimden? |
154 | Mustafa Pekdemir
Hayal Etmekten Korkar Mı İnsan?
Lise yıllarıma denk gelen, eğitim hayatımın ve geleceğimin şekillenmesinde önemli bir rolü
olan Ethem Baran öğretmenimin kitaplarını okumak her zaman güzel olmuştur benim için. Onun
kitaplarından çıkardığım anlamlar beni alıp uzak diyarlara, çocukluğuma, hayallerime götürür. Onun
edebî tarzı, etkili anlatımı en önemli özellikleri benim için. Hocamın sekizinci kitabı olan “Zira”’yı
okuduktan sonra uzaklara gitmedim, çocukluğuma dönemedim, hayallerime gidemedim. Daha farklı
bir mekan olan köyüme gittim. Oranın havasını, suyunu, toprağını hissettim. Oraya gittiğimde ikindi
vakti evimizin önünden geçen koyunların zil seslerini, çeşmeden su doldururken kavak ağaçlarının
çıkardığı o hışırtılı sesleri, gece vakti öten böceklerin sesini özledim. Daha doğrusu Rehberlik ve
Danışmanlık öğretmenim bana bunu bu kitabında hissettirdi, özlettirdi.
Dedim ya köyüme gittim diye… Bunu içimde hep tuttuğum, biriktirdiğim, umudunu taşıdığım
bir özlem içerisinde söylüyorum. Dönüp o yıllarıma baktığımda güneşli günler, kavak ağaçları,
hayvanlar, dalından koparıp yediğim çeşitli meyveler aklıma geliyor. Dertlerimi, üzüntülerimi,
kaygılarımı hatta ve hatta en basit örnek olarak sınav stresini bile unutuyorum ve tüm bunlar sadece
hayal ederek oluyor. Hayal etmek demişken… Ne geniş bir kavramdır hayal etmek… Alır götürür insanı
uzaklara, derinlere… Ben köyümü hayal ettiğim zaman nedendir bilemiyorum ama üzüntü içerisinde
oluyorum. Duygusallık, hayal ederken yaşayabileceğim, en baskın his olarak karşıma çıkıyor. Galiba o
günlerimi özlüyorum. Bir daha yaşayamayacağımı bildiğim için, o günleri geri getiremeyeceğim için
üzülüyorum. Yaşadığım anılar güzel, aklıma geldikçe yüzümde tatlı bir gülümseme olur ama güzel olan
şeylerin beni hüzünlü etmesi de ayrıca bir ironi. En çok neyi özlüyorum biliyor musunuz? Üzüm
salkımlarının altında oturduğum o günleri… Bahçemizde bir baştan bir başa uzanır giderdi üzümler,
kara kara, irice üzümler… Herhangi birisinde bir salkım görsem hemen koşar ve salkımını koparırdım.
Sonra da uzanırdım boylu boyuna, engin masmavi gökyüzü ve güneşin o salkımların arasından sızan
ışınları eşliğinde yerdim bir güzel… Sonra da dedem görürdü ve kaçacak delik arardım. Kızardı
genellikle rahmetli… Olmamış meyveyi neden koparıyorsun diye? Aslında meyveyi koparmama veya
onu yememe kızmazdı. O dalını kıracağımdan korktuğu için kızardı, zarar vereceğimden kızardı.
Meyve onun sadece bahanesiydi. Ben dedemi de çok özledim. Bir de çeşmemizi özledim… Küçükçe
bir çeşme, ucu havuza bağlı… İnsanın küçük parmağı kalınlığında suyu akardı. Az akardı ama o
çeşmeden bir yudum alan bir daha hasta olmazdı. “İçene şifa, yaptırana dua!” yazardı çünkü
duvarında… Gariptir ki kışın ılık, yazın soğuk akardı suyu… Hele ki yazın, o incecik akan suyun giderini
kapatırdım ve küçük çaplı bir su birikintisi oluştururdum. Sonra da ayaklarımı içine sokar ve
serinlerdim. Benim en çok özlemini duyduğum, hasretini çektiğim ve en çokta hayalini kurduğum iki
basit örnek budur. Belki siz okuyuculara çok basit veya sıradan gelebilir ve elbette sizlerin daha iyi
hayalleri olabilir. Herkesin hayali kendine özgüdür zaten.
Sonuç olarak, hep “Anılar güzel de olsa kötü de olsa insana acı verir.” Derdim. Bunu
söylememin sebebi hayal kurmaktan korktuğum içindir, üzülmekten korktuğum için. Anılar kişiye
özeldir. Bir gün birisi “Hadi bir anını anlat” derse anlatmak istemediğim için hep o cümleyi kurardım.
Ben Ethem hocama çok teşekkür etmek istiyorum çünkü bana hayal kurmaktan korkmamayı öğretti.
Öyle ki; yaşadığım anıları düşündükçe üzülen birisiydim. Fakat kitabını okuduktan sonra bundan
vazgeçtim. Şimdi ise iyi ki vazgeçmişim diyorum.
KAYNAKÇA
Baran, Ethem. Zira. İstanbul: İletişim Yayınları, 2015 |
155 | null |
156 | BİHTER’İN İKİLEMİ
Ben Aşk-ı Memnu’nun ilk dizisini izleyip sonra kitabını okuyanlardanım. Her kitap uyarlamasında
olduğu gibi dizi ile kitap arasında bazı farklılıklar var tabii ki ama bana pek de farklı gelmedi ikisi.
Sanırım en büyük fark dizide Behlül’ün de Bihter’e aşık olmasıydı. Oysaki kitapta Bihter’in diğer
kadınlardan farkı yok Behlül için.
Açıkcası kitabı okurken kendimi Bihter’in yerine koydum çoğu zaman. Onun yerinde olsaydım ne
yapardım, nasıl davranırdım diye düşündüm. Zaten Adnan Bey’le evlenmesi hiç mantıklı bir şey
değildi her ne kadar adına mantık evliliği dense de. Kendinden yaşça çok büyük birisiyle evlenmesi,
tek ihtiyacının para olabileceğini düşünmesi aslında Bihter’in nasıl bir psikolojide olduğunu çok rahat
bir şekilde gösteriyor. Firdevs Hanım’ın da Adnan Bey’e ilgi göstermesi cabası. Firdevs Hanım’ın o
kızlarını kıskanan, onlar gibi genç ve güzel olmak isteyen tavrı Bihter’in canını daha da sıkıyor haliyle.
Annenizin kocanıza ilgi duyduğunu düşünsenize. Bu, Bihter’in Adnan Bey’i aldatmasını tetikleyen en
önemli sebep bence.
İkinci sebep olarak da paranın onu mutlu edebileceğini sanması. Ama evlilikte işlerin sadece parayla
yürümediğini anladığında Bihter’in gözleri açıldı ve farkında olmadan Behlül’e yani en yakınında olan
gence ilgi duymaya başladı. Behlül zaten dünden razıydı böyle bir şeye.
Zaman içinde aşık oldu Behlül’e Bihter. Aynı duyguları Behlül’ün de hissettiğini sandı belki de. Ama
Behlül ve Nihal’in evleneceğini duyunca kıskançlığından deliye döndü demek ki. Firdevs Hanım’a
anlatıp yardım istemesi daha da onur kırıcı bir şey bana göre. Çünkü annesini sevmeyen, onun gibi
biri olmak istemeyen bir kadın bunu yapmamalı bence. Sonuç olarak Firdevs Hanım’ın kızı olduğunu
kocasını aldatarak ve bunun üstüne de sevgilisini kıskanıp evlenmesine mani olmaya çalışarak
kanıtladı. Zaten Behlül ve Nihal’in evlendirilmesi işinin Firdevs Hanım’ın marifeti olması da ayrı bir
muamma.
Nihal’in de bu ‘Aşk-ı Memnu’ yu öğrenmesiyle işler iyice sarpa sarıyor tabii. Her şeyin bittiği, Adnan
Bey’in de bu ilişkiden haberi olacağı belli artık. Bihter’in panik olması, ne yapacağını bilememesi gayet
normal bir durum. Behlül’ün de ondan artık hevesini almış olması genç kızı iyice depresyona itiyor.
Bütün o toy duyguları ile Adnan Bey’le evlenen ve sonra onu yeğeniyle aldatan Bihter, artık ölümü
düşünmeye başlıyor. Bunun Adnan Bey’in, kapısına dayandığı anda aldığı bir karar olduğunu
düşünmüyorum. Saatlerce hatta belki de günlerce düşünmüştür intihar etmeyi Bihter. Ben olsam
Bihter’in yerinde aynı tepkileri vereceğime eminim. Adnan Bey’den özür dilese, evliliğini kurtarmak
istese aylarca arkasından iş çevirdiği, aldattığı adama bakacak yüzü yok artık. Hem bakalım Adnan Bey
onu affedecek mi ki? Behlül’le kaçsa, yeni bir hayata başlasalar beraber? Behlül zaten kendi
dalgasında. Hevesini aldı bir kere. Artık Bihter’in hiçbir önemi yok onun için. Kısacası geriye hiçbir
çıkar yol kalmıyor, intihar etmekten başka.
Ve kitabın en sevdiğim kısmı… Beşir’in her şeyi anlatması üzerine hasta kızını bırakıp hiddetle
yerinden kalkan Adnan Bey, Bihter’e hesap sormak için yatak odalarının kapısında belirdi. Kapıyı
açması için her ne kadar bağırıp kapıya vursa da o kilitin açılırken çıkardığı ses hiç duyulmadı. Onun
yerine ufacık minicik bir silahın çıkarttığı o karanlığı bile delen patlama sesi… Gencecik bir kadının
hayatının sonu… Olmak istemediği bir insana dönüşmüş, kendini içine attığı durumdan çıkar yol
bulamamış bir kadının son anı… Ne kadar da dramatik ve acı bir son!
Bu kitabı ve dizisini çok sevmemin bir nedeni de son sayfaları. Tabii dizi için de son sahneler0. Ben,
Bihter’in yaptığı gibi, kendimi çıkmaza sürükleneceğim durumlara sokmak istemiyorum. Mantıklı
düşünmek ve duygularıma hakim olmak istediğimi anlamama yardımcı oldu bu kitap o küçücük
yaşımda. Tabii ne kadar olabildiğim ise ayrı bir mevzu… |
157 | ZAMANI OLMAYAN KİTAP
Bugünü anlamak için başucu kitaplarından biri olan 1984, George Orwell –asıl adı ile
Eric Arthur Blair- tarafından 1949 yılında yazılmıştır.
Kitap; zıt düşünceleri olan insanların düşünce polisleri olarak adlandırılan devlet
görevlilerince silindiği, sanki hiç var olmamış gibi gösterildiği bir distopik dünyada geçiyor. Her
anın, her düşüncenin, her hareketin tele ekran denilen kameralar tarafından izlendiği ve kayıt
altına alındığı bir dünya. İnsanların özgürlüklerini kısıtlayan, onları makineleştiren bu sisteme
dayanmak elbette mümkün değil. Bu yüzden, bir makine olmaya karşı çıkan ana karakter
Winston da, insanın doğası gereği, özgür olmak istiyor.
Romanın odağındaki isim olan Winston Smith, Düşünce Bakanlığı adlı bir devlet
dairesinde çalışmaktadır. Halk; sokakta, işinde, evinde ve hatta banyosunda bile tele ekranlarca
izlenmektedir. Bu durum haliyle insanların elini kolunu bağlamıştır sisteme karşı. Winston, bir
parçası olduğu sistemin kurallarına içten içe karşı çıkarak ‘’düşünce suçu’’ işler. Diğer
insanların da kendisiyle paralel düşüncelere sahip olduğuna inanmaktadır. Bundan dolayı,
düşünce suçu işlediği için bunu birilerine anlatma isteği duyar ama cesaret edemez ve sonunda
çok tehlikeli olmasına rağmen içindekileri kağıda döker ama yazdıklarından dolayı ileride çok
pişman olacaktır. Sonrasında cinsellik karşıtı bir örgüte üye olan Julia, Winston ile temasa
geçer ve bu ikilinin kaderi tamamıyla değişir.
Romanın ilerleyen olay örgüsü içerisinde düşünce polisinin onları yakalayacak mı diye,
için için merak ederken kitabın akışına kapılıyorsunuz.
Kitabı akıcı kılan Orwell’ın fikirlerini anlaşır bir şekilde okuyucuya aktarması ve
geleceğe ışık tutabilmesidir. Basıldığı dönemi başarıyla yansıtmış olmasına rağmen günümüz
totaliter rejimlerini de eleştirir nitelikte. Bunun gibi ideolojilerin hakim olduğu devletlerde
halkın çektiği eziyetler, kısıtlamalar, bilimin hiçe sayılması yani cehaletin işlendiği bir kitap. Her
ne kadar kapitalistler tarafından, komünistleri eleştirdiği için methedilse de aslında tüm kapalı
düşünce yapılarının sert bir eleştirisidir 1984. Kısacası George Orwell’ın ileri görüşlülüğü ve
tümevarımsal anlatımı saygıyı hak ediyor.
Kitaba hakim olan tema ‘‘nefret’’tir. Tüm ülke ‘’nefret yayını’’ denilen ve her gün
gerçekleşen bir uygulamaya maruz bırakılır. Bu öyle bir uygulamadır ki, vatandaşların bütün
nefretlerini iki dakika boyunca parti karşıtlarına ve düşman devletlere kusması beklenir.
Winston’ın düşünceleri kitapta şu şekilde belirtilmiştir: ‘’İki Dakika Nefret’in en korkunç yanı,insanın katılmak zorunda olması değil, katılmaktan kendini alamamasıydı.’’ Eli mahkum, Büyük
Birader seni izliyor. Bu nefretin, her fırsatta birbirini kötüleyen ve birbirine diş bileyen
partilerin, Orwell’ın distopik Parti’sinden aşağı kalır yanı yok.
Bu romanı okuduktan sonra insan medya, devlet gibi bir parçası olduğu tüm kavramlara
kuşkuyla bakmaya başlıyor. Onlardan soğuyor, çünkü yazılalı yıllar olmuş olsa da her dönemin
kitabı ve bu yüzden okurun kendi içinde bulunduğu dönemi de sorgulamasını sağlıyor. Ben de
okurken zaman zaman sıkıldığımı ve kitabı bırakmak istediğimi söyleyebilirim; çünkü içinde
bulunduğum ve kurallarına uymak zorunda olduğum sistemin yanlışlarıyla örtüşüyor Büyük
Birader’in Devleti. Bu bıkkınlık aslında tam da kitabın eleştirdiği fikir, farkında olduğumuz ama
dile getir(e)mediğimiz bir şey: ‘’Hepimiz sistemin yarattığı birer makineyiz.’’
Haber kaynakları kısıtlı, var olanlar ise kontrol altında, insanların ne görmesi gerektiği,
neye inanması gerektiği bile programlı. Asıl istenilen düşünmemek ve söylenenleri harfiyen
yerine getirmek. Bu düşüncelere karşı bir tavrı vardı Winston ve Julia’ın da. Belki de ikisini bir
arada tutan bağ aşk değil de aynı düşünceye inanmalarıydı, ama nasıl olursa olsun sonuçta suç
işliyorlardı. Eğer ilişkileri açığa çıkarsa, birbirlerini ele vermeyeceklerini konusunda söz verdiler
fakat Büyük Birader’in yapabileceklerini küçümsüyorlardı. Yakalandıktan sonra, gücünü
kaybetmemek ve ilkelerinden asla ödün vermemek için her şeyi yapabilecek olan devletin
uyguladığı işkenceler o kadar ağırdı ki, bırakın aşkı, geriye ‘’düşünce’’ bile kalmadı.
Romanın sonunda Winston ve Julia her ne kadar ‘’düşünmeyen’’ varlıklara dönüşseler
de önemli olan kitabın mutlu sonla bitip bitmemesi değil. George Orwell’ın asıl vurgulamak
istediği, ulusların yozlaşmışlıktan arındırmanın yolu onları bilinçlendirmektir. Kitapta geçtiği
gibi:
‘’Bilinçleninceye dek başkaldıramayacaklar, başkaldırmazlarsa da hiçbir zaman
bilinçlenemeyecekler.’’
MERİÇ BİROĞLU ID: 21301350 TURK 101-21 |
158 | Rabia BIÇAK
21301651
Türkçe 102 6. Ara Ödev
ASLI UÇAR
PARDON DA SİZ KİM SİZİN?
Türk KÜRT ALEVİ SÜNNİ ÇERKEZ LAZ BULGAR HIRVAT ELİT PAÇOZ ZENGİN
FAKİR BEYAZ SİYAH
MÜSLÜMAN HRİSTİYAN YAHUDİ BUDİST PANTEİST ATEİST BİSEKSÜEL GAY
LEZBİYEN TRANS OLGUN TOY KADIN ERKEK EVLİ BEKAR ÇALIŞKAN TEMBEL
HIRSLI YALANCI YERLİ GÖÇMEN…….. …………DÜRÜST GÜZEL ÇİRKİN
MUHAFAZAKAR DEMOKRAT LAİK YOBAZ ÇAPULCU ÖRÜMCEK
KAFALI………………………….
UYARI :LÜTFEN YUKARIDA BELİRTİLMİŞ OLAN SIFATLARDAN İNSANLARIN SİZİN
İÇİN UYGUN GÖRDÜKLERİNİ SEÇİNİZ, KENDİNİZE YAFTALAYINIZ VE SAKIN OLA Kİ
TERK ETMEYE KALKMAYASINIZ.
(NOT: EKSİK YADA BELİRTİLMEMİŞ SIFAT VARSA LÜTFEN TOPLUMSAL SIFATLAR
KURULUNA BİLDİRİNİZ)
Yukarıdaki bildirge aslında gayri resmi olarak yayınlanmış ve tarih boyunca bütün
toplumlar tarafından yürürlükte tutulmuştur. Bizde toplumun başı önünde fertleri olarak
önümüze konmuş bu belgeyi kabullenmiş ve sessiz sedasız zaten önceden başkalarının
koyduğu sınırlar içinde yaşamaya devam etmişiz. Arada sırada Amini Maaluf gibi inanlarda
çıkıp siz kimsiniz diye sorduğunda yukarıdaki gibi önceden biçilmiş olan kimlikler
doğrultusunda cevapları ardı ardına sıraladı asla düşünmeden gözünü sevdiğim masum
insan(!). Nasıl olsa herkes söylüyorsa kesin doğrudur ya.
Amin Maaluf kitabının adını ölümcül kimlikler koyarken aslında temelde kişinin kendini,
yani Freud’un tabiriyle “ego” sunu kazandığı kimliklerle öldürmesini kastetmiş. Bence haklı
ama kaçırdığı nokta aslında bu sonradan yaftalanmış ve insanoğlunun da cahilce sımsıkı
sarılmaktan günümüzde bile vazgeçemediği kimlikler sadece bireyleri değil aynı zamanda Rabia BIÇAK
21301651
Türkçe 102 6. Ara Ödev
ASLI UÇAR
toplumları da etkilemiş ve gerçekten ölümcül boyutlar kazanmıştır. Aynı dokuların tek
hücrelerden oluşması, dokularında bir araya gelerek organ
sistemlerini ve insan biyolojisinin bütününü oluşturmaları gibi tarih boyunca topluluklarda
bireylerden meydana gelmiş ve devlet sistemlerini oluşturmuştur. Yine aynı biyoloji
sisteminde olduğu gibi nasıl ki kanserler farklılaşmış hasta dokularda tek bir hücrenin
bölünmesiyle çoğalıp dokuları oradan organları oradan da tüm insan vücudunu sarıyorsa,
hastalıklı ideolojiler ve yeni kimlikler bireyler tarafından ortaya atılmış önce birkaç kişi
tarafından sonra da kitlelerce kabul görmüştür. Tıpkı orta çağda yaşanan mezhep ve din
savaşları gibi. Müslüman ve Türk kimlikli toplulukların Orta Doğu’da ve Orta Anadolu’da
yayılmaları ve ilerlemeleri üzerine Hristiyan kimliğinin liderleri bir araya gelmişler ve onları
kutsal kimlikli topraklardan çıkarmak için Hristiyan kimlikli ordular kurmuşlar. Sonrasında bu
orduları zamanın Balkanlarından ve dünyanın göz bebeği olan şimdiki İstanbul o zamanki
Konstantinapol’ün üzerinden Orta Doğuya salmışlardır.
Yalnız bu kimlik karmaşası öyle kalabalıklar içinde öyle bir hal almıştır ki o devasa ordu
üzerinden geçtikleri bütün topraklardaki insanların sadece Hristiyan olmalarına bakmamış
ayrıca isimlerinin başına kutsal Katolik sıfatını da eklemiş ve kendilerinden olmayan yüz
binlerce masum Bulgar Hristiyan Ortodoks’u katletmişler. Bu katliamlar ve yağmalar öyle bir
boyut almış ki sırf Ortodoks oldukları için halkının katledilmesinden korkan zamanın
imparatoru Kutsal Katolik haçlı ordusuna haraç ödemeyi kabul etse de çabaları sonuç
vermemiş şehir yağma talan ve kandan nasibini almıştır.
Kendine yakın kimliği olan Ortodoksları affetmeyen insanlar Müslüman kimlikli
Arapları ve Türkleri mi affedecekler? Hiç olur mu tabi ki hayır sadece Müslümanlar yahut
Araplar değil Yahudiler putperest bedevileri ve eski Kudüs’ün yerlilerini kısacası kendi
kimliklerinden olmayan
Rabia BIÇAK
21301651
Türkçe 102 6. Ara Ödev
ASLI UÇAR
kim varsa kutsallıkları adına öldürmüşlerdir. Bu katliam öyle boyutlara ulaşmıştır ki eski
yazıtlarda Kudüs sokaklarında kandan ve insan etinden yürünecek yol kalmadığı yazar.
Bu ölümcül kimlikler sadece Katolik Hristiyanlara özgü müydü elbette ki hayır.
Ölümcül kimlikler öyle veya böyle hayatta kalmaya ve zayıf karakterli ve eğitimsiz
insanların bedenlerinde hayat bulmaya yüzyıllardır devam ediyor tıpkı günümüzdeki sözde
Irak Şam İslam devleti gibi. Cihat adı altında insanları katleden evlerinden eden, masum
sivillerin evlerinden eden, kadınları kendilerine cariye yapan ve bütün bunları Müslüman
kimliği ile yapan insanlar yine Müslüman kimlikli insanları öldürüyor, üstüne üstlük
vahşetlerinin fotoğrafları marifet misali sosyal medya üzerinden paylaşıyorlar.
Peki, bu noktada sorulması gereken asıl soru şu; bu kanserli hücreler için yani ölümcül
kimlikler için tedavi ne? İşte bu noktada Amin Maalufun çözümü bence sadece kişiler
üzerinde değil toplumlar üzerinde de uygulanabilir. Yazara göre; eğitimli ve vicdan sahibi
bireylerin yetiştirilmesidir. Ancak ve ancak bu yolla doğruyu yanlıktan ayırt edebilen toplum
dayatmalarına hayır diyebilen, yanlışı doğrudan ayırt edebilen kişiler yetişecek ve kanserli
hücreler yani toplumlardaki bu ölümcül kimlikler ortadan kalkacaktır.
KAYNAKÇA
Maalouf, Amin. ölümcül Kimlikler. İstanbul: YKY YAYINLARI, 2014. Print.
|
159 | Erkin Karataş
Hisselerimin ve Mantığımın Çatışması
Hissettiklerimi her zaman genel bir mantık çerçevesine oturtmaya
çalışmak artık eskisi kadar doğru gelmiyor. Hep bir uyum yakalamaya çalışmak
ve çevremin etkisinde kalıp gerçek özgürlüğümden ayrı kalmakla eş değermiş
gibi geliyor gözüme. Çünkü bence çevre faktörünü baz alarak hayatını sürdüren
biri toplum baskısına göre hayatına şekil verir. İster istemez herkesin
karakterine yansımıştır bu durum. Nefes alıp verme şeklimiz bile bundan
nasibini almış hatta. Fakat bunu en aza indirgemek ve kendini ön plana
koyabilmek bence her bireyin kendi açısından vermesi gereken en önemli
karardır. Çünkü benim gözümde toplum baskısını yenip, özgürlükçü ve bireysel
düşünce sistemini geliştirebilmiş her toplum, fikirlere ve değişime en açık ortamı
sağlar.
Bu durum aynı zamanda hislerimizle hareket edebilmemiz için güzel bir
alan sağlar. Fakat özgürlüğüne bu kadar düşkün olduğunu iddia eden
toplumumuz, aslına bakarsak bireysel değil toplumsal açıdan özgür olmayı
diliyor. Atladıkları kritik nokta ise bireysel olarak özgür olmadığımız bir yaşam
alanında toplumsal özgürlüğün bir anlamı olmayışıdır. Kanaatimce, bireysel
anlamda özgür olmayışımız aynı zamanda hissiyatımızla değil de, tamamen toplumsal baskının yarattığı düşünce ve mantık sistemiyle hareket etmemize
sebep oluyor. Ama bir yandan da bu eksilerden kurtulup hayatımızın
kontrolünün tamamen elimizde olduğu umuduyla yaşamak zorundayım.
Kendime olan inanıcımı asla yitiremem. Bunun çok önemli iki sebebi var.
Birincisi özgür düşünce sistemini içimde geliştirmem için çok uygun olan bu
üniversite hayatımı değerlendirip değerlendirmemek benim elimde. Bu durumu
değerlendirmemek bana sağlanan bu imkanlara yapılabilecek en büyük ihanet.
İkincisi ise bu düşünce sistemini geliştirebilirsem benim gibi hisleriyle hareket
etmek isteyip her zaman mantığıyla karar almak zorunda kalanlara emsal
olabilirim.
Kendim dahil etrafımdaki insanlara baktığımda şunu görüyorum: Kimse ne
düşündüğünü açıkça dile getiremiyor. Bunun en büyük sebebinin ise birbirimiz
üstünde kurduğumuz bu baskıdan dolayı olduğunu düşünüyorum. Bazen
isteyerek bazense istemeden bunu ben de çok yapıyorum. Çünkü kim ne zaman
farklı ve kendiminkiyle uyuşmayan bir düşünceyi istediği gibi dile getirmeye
çalışsa, ilk yaptığım şey, toplum tarafından onaylanmış genel geçer doğruları
kullanarak onu haksız çıkarmaya çalışmak oluyor. Bunu yaparak çoğu zaman
haklı çıkmış gibi gözüküp karşımdakinin düşüncelerini hiçe saymış oluyorum.
Fakat bu özelliğimden son derece rahatsızım. Bu rahatsızlığımın sebebi ise çok basit. Çünkü benim de aklıma farklı duygu ve düşünceler geliyor. Ne yazık ki ben
de aynı toplum baskısına maruz kalıyorum ve çoğu zaman karşımdaki tarafından
anlaşılamadan düşüncelerim çürütülmeye çalışılıyor.
Peki herkes aynı durumdan müzdarip ise ne yapmak gerekiyor? Bence
empati yapmak ve yeni fikirlere açık olabilmek bu durumun üstesinden gelir.
Çünkü anlaşıldığını hissetmek insan için, özellikle kendi adıma, çok mutluluk ve
haz vericidir. Bu hazzı ve mutluluğu yaşamak içinse karşımızdakine de bu
mutluluğu ve hazzı yaşatmamız gerekir. Böylelikle bu üstün anlayış biçimi
bizlere özgürce istediklerimizi, fikir, duygu ve düşüncelerimiz rahatça
birbirimize anlatma olanağı tanır. En büyük getirisi ise başta bahsettiğim gibi
hislerimizi ve asıl söylemek istediklerimizi toplum baskısı altında kalmadan,
rahat ve özgürce ile getirebilme olanağı sunmaktadır. Benim kendi içimde
yaratmaya çalıştığım bu algı toplumun değil bireyin ön plana çıkmasını
hedefliyor. Çünkü insan sadece mantığıyla hareket edebilmeye uyum
sağlayabilecek bir varlık değildir diye düşünüyorum. Eğer öyle olsaydı kimseyi
karakter bazında ele alamayıp, sadece tip bazında değerlendirebilirdik. Fakat
duygu ve düşüncelerimi, hissiyatım ile şekillendirdikçe artık daha fazla kendim
gibi hissediyor ve hissettiriyorum.
|
160 | Alkın Tolga
BİTMEYEN ARAYIŞLAR VE TATMİNSİZLİKLER
Gündelik koşturmacaların arasında, aniden bir köşeye sessizce çekilip bütün bu çabaları
ne uğruna gösterdiğini sorgulamayan bir insan dahi yoktur herhalde. İnsan, “Neyin var, ne
oldu?” gibi sorulara maruz kalırken gözünü uzaklara dikip boşluğa düşmez mi, o an her şeyi
geride bırakıp kaçma ihtiyacı duymaz mı hiç? Tatsız, hüzünlü ve uzun geçen bir gecenin
ertesinde yataktan kalkamadığında, yaşam mücadelesine devam etme arzusunun zerresini
bulamadığı olmaz mı? Belki de sizde hiç olmuyordur, bilemem. Yine de bütün bu ruhsal
çöküntülerin, içinde ömrümüzü tükettiğimiz güzel makyajlı ama içi kokuşmuş düzen var
olduğu sürece peşimizi bırakmayacağını düşünüyorum. Bazıları bunun ergenlikle ya da
yeterince olgunlaşmamış olmakla bağlantılı olduğunu söylese de ben depresyonun yaşa bağlı
gelişen bir durum olduğunu düşünmüyorum. Bu çöküntüler, sürekli çaba göstererek
arayışında olduğumuz şeylere aslında hiç yaklaşamadığımızı fark ettiğimizde başımıza geliyor.
En makul, en mütevazı arzularımızın bile gerçekleşmemesinin yıkıcılığı karşısında öylece
boşluğa düşüyoruz işte, kendimizi umutsuz bir vaka olarak tanımlıyoruz. Böyle bir çöküşle
karşılaşınca, sahip olduğumuz mutluluklarla, başarılarla, kazanımlarla da tatmin olamıyoruz
ve mücadeleye devam etmek için kendimizde bir ümit, bir inanç göremiyoruz.
Sürekli arzulayıp da bir türlü erişemediğimiz şey nedir peki, neden bu kadar önemlidir?
Elbette bu soruya genel bir cevap vermek olanaksız. Nihayetinde hepimizin farklı özlemleri,
arzuları, doldurulacak boşlukları var ve hepimiz eşsiz yaşam öykülerine sahibiz. Benim en
fazla içime işleyen ve kendimi en yakın hissettiğim öykülerden biri ise kesinlikle Yurttaş
Kane’in öyküsü. Evet, yaşam koşulları ve maddi varlık bakımından kendisiyle en ufak bir ortak
noktam olmayabilir fakat mevzu bu değil ki! Sahip olduklarımız üzerinden kendimizi
başkalarıyla özdeşleştirmeyiz zaten; eksikliğini çektiğimiz şeylerin, dolduramadığımız
boşlukların benzeşmesiyle bu bağı kurabiliriz. Bu sebeple Yurttaş Kane, uzaktan baktığımda
kendi hayatımla çok alakasızmış gibi duran bir öyküye sahip olsa da yoksun kaldığı ve
arayışında olduğu şeyler bakımından da bir o kadar yakınımda duruyor. Orson Welles’in
yazdığı, yönettiği ve başrolünde oynadığı bu film, sonsuz bir servetin maliki olan Kane’in,
çocukluğundan beri yoksun olduğu gerçek sevgiyi güçle, parayla kazanmaya çalışmasına
değiniyor. İnatla herkesin sevgisini kazanmaya çalışan Kane, bunu gerçek sevgiye çok değer
verdiği için değil, sevgiye olan açlığını bu yolla tatmin etmek istediği için yapıyor. Bu kadar
çabaya rağmen istediğine ulaşabiliyor mu peki, hayır, o da arzularına ulaşabilme konusunda
bizden iyi durumda değil. Kader ortaklığımız da tam olarak bu noktada başlıyor işte,
yoksunluğunu yaşadığımız ve o kadar çabaya rağmen sahip olamadığımız şeylerin sebep
olduğu ruhsal çöküntü bizi yakınlaştırıyor.
Ruhsal çöküntülere maruz kalıyoruz, bir şekilde bunların da üstesinden geliyoruz -ya da
halının altına süpürerek üstesinden geldiğimizi sanıyoruz- fakat kafamızı sürekli kurcalayan
bir sorudan kaçamıyoruz. O soru da şu: Umutsuz hissediyorsam, boşa kürek çektiğimi
düşünüyorsam ve bir şeyleri elde etmeye çalıştıkça tatminsizliğimin bitmeyeceğini, aksine
daha da artacağını biliyorsam, cidden yaşamaya ve mücadele etmeye değer mi? Doğruya doğru, bütün çabalara ve arzulara rağmen bu öykünün bir yerlerinde yolumuz nihai tatmin ve
mutluluk duygularıyla kesişmiyorsa, bu çabayı sürdürmenin de pek bir anlamı kalmıyor. İşin
tuhafı, her ne kadar yaşama motivasyonumuzun devamlılığını sağlayacak olumlu gelişmelerle
karşılaşmakta güçlük çeksek de hayat her an sürprizlerle karşımıza çıkabiliyor. Sonuç olarak
da bizi hayata bağlayan şeyler bu küçük sürprizler, tebessümler, mutlu anlar oluyor.
Yaşadığımız müddetçe kendini sıkça tekrarlamaya devam edecek olan tatminsizlik ve düş
kırıklıklarıyla uğraşacağımızı bilsek de arada kalan olumlu ve güzel sürprizleri kaybetmeye
korkuyoruz. Bana göre hayat, mutsuzluğa ve umutsuzluğa doğru giden yolda karşılaştığımız
olumlu parçalardan ibaret ve bize yaşama isteğini sağlayan şeyler de bu olumlu parçalar
oluyor. Arayışlarımız ve tatminsizliklerimiz bitmiyor ve bitmeyecek, bu doğru. Yine de hayat,
bütün yılgınlığımıza rağmen mücadeleyi terk etmemize bir şekilde engel olacak ve aslına
bakarsanız çok da iyi yapmış olacak. |
161 | Dilara Halavurt
21602151
Bu Hikayenin Hiçbir Tarafı Gerçek Değildir
Rekorlara koştuğu, psikolojik gerilim türünde
olduğu idda edilen Azra Kohen’in aynı adlı
romanından uyarlanan Fi dizisi hakkında
olacak bugünkü yazım. Dansçıların,
müzisyenlerin ve hayalleri olan genç
gazetecilerin popüler kültüre, onun
dayattıklarına, medyanın ikiyüzlülüğüne karşı
çıkışını konu alan bir dizinin popüler kültürün
ve o iki yüzlü medyanın ta kendisine hizmet
edişinin ironikliği bu yazıyı yazmaya
yönlendirdi beni. İzleyen düşünmez bunları da
belki yazdığım satırlar düşünmeye yönlendirir.
Ünleri zirve yapmış Serenay Sarıkaya ve
Mehmet Günsür’ün ateşli sevişmesini
düşünmeden izlemek varken, oturup da dizinin hangi ideolojiye hizmet ettiğini, anlatımın
içerikle bağdaşıp bağdaşmadığını tartmak için uğraşmayanlar için ben tarttım da yazdım. Her
biri senelerce popüler kültürün yarattığı ve evlerimize servis ettiği anlamsız ama izlemesi
zevkli dizilerde boy gösteren en başarılı oyunculardan seçilmiş, erkeklerin tanrı kadınların
tanrıça sayılabileceği kadroya sahip bir yapımı değil psikolojik gerilim, çizgi film türünde de
sunsanız emecek bir izleyici kitlesi varken, Fi dizisinin rekor kırmasına neden
heyecanlanıyoruz?
Romanı okuyanınız olduysa, oldukça kötü bir yapım olduğu halde yüz binler
satmasına şaşırmamıştır umarım. Okumadıysanız da erotizm dolu, sanatın s’sinden
anlamayan biri tarafından yazılmış rezalet bir yapım olduğunu gönül rahatlığıyla
söyleyebilirim. Sanatı anlamayı öğrenememiş bir millete sanat tatavası yaparak yüz binler
satan bu romanı eleştirerek içimi soğutmam sanırım günlerimi alır, bu sebepten diziye geri
dönüyorum. Ana karakter olan Duru, bir balerin. Sevgilisi Deniz, çok başarılı ama şarkılarını
halka sunmaktan kaçınan bir müzisyen. Başrölünü bir balerinin ve müzisyenin canlandırdığı
bir diziden bolca bale sahnesi ve müzik bekleriz. Gel gelelim dizinin en önemli dans
sahnesini başarısız, kareografiden ve müzikten bağımsız bir lirik dans oluşturuyor. Dansçılar
senkronize olamıyor. Serenay Sarıkaya görebileceğiniz en ucuz dansı sergiliyor ama
izleyenler ona bayılıyor. Çünkü dizinin izleyicileri zaten Tschaikovsky’den Kuğu Gölü
Bale’si beklemiyorlardı. Sadece Serenayı’ın güzel vücut hatlarını belli edecek ve Deniz’in
zekasını sergilecek basit bir kareografi bile onları büyülemeye yetiyor. Duyduğumuz tek iyi müzik dizinin ilk bölümünden Chopin’in Nocturne’ü. Bunun da izleyiciyi diziye bağlamak
için kullanılan bir yöntem olduğunu düşünmeden geçemiyorum.
Sanatın insan üstülüğünü, dansın ve müziğin muhteşem birlikteliğini insanlara
anlatmaya çalışan bir yapımda dans ve müzik unsurları böyle üstünkörü geçilebilir mi? Eğer
konu alındığı üzere, sanata değer vermeyen toplumu eleştiriyorsa dizi, yayınlandığı gün
milyonlarca kişi tarafından izlenen bir dizi aracılığıyla toplumu eğitmek ne kadar mükemmel
olurdu. Milyonlarca kişi Chopin dinlese, Sergey Prokofyev’in bestelediği müzik eşliğinde
Shakespeare’in Romeo ve Juliet’ini izlese, bunun hakkında eleştiriler ve yorumlar dinlese,
Duru’nun başarısını kıskanıp kızlarını bale kursuna gönderse… Bir hafta sonunu sinemada
Kolonya Cumhuriyeti’ni izleyerek değil de Devlet Opera ve Balesi’nin gösterisini izleyerek
geçirse… Vakıflar sanata yatırım yapsa, mezun olduktan sonra yurt dışına gitmekten başka
çaresi olmayan konservatuar öğrencileri yaptıkları işle gurur duymaya başlasa… Rekorlar
kırdığını ilk duyduğumda bu tarzda bir dizi bekliyordum bu kaliteli kadrodan. Umut
ediyordum ki bir sanat dizisi bizim ülkemizde de izleyici tarafından kucaklansın ve sevilsin.
Ama içten içe de biliyordum ki öyle olmayacak.
Bu yazı vesilesiyle, iyi yüzlü olmakla suçladıkları medyadan daha iyi yüzlü olan dizi
oyuncularına, yapımcılarına ve sözde sanat yönetmenine, toplumun sanat okuryazarlığı ile
zerre kadar ilgilenmedikleri için, kendi çıkarları doğrultusunda diğerlerinden hiçbir farkı
olmayan bir dizi çıkardıkları için nacizane teşekkür ediyorum. Bu diziyi izleyip de
beğenenlere de vakitlerini daha kaliteli yapımlarla ve daha yararlı aktivitelerle geçirmelerini
tavsiye ediyorum. Zira dünyada Özge Özpirinçci’nin sevişme sahnelerinden daha sanatsal
ögeler de var. |
162 | Nur Ecem Kulak
Tutsak Etmeye
Çalıştıkça Özgürleşen
Ruhlar
Hapsedilmek midir insanı mahveden, sevdiklerine
dokunamamak mı, yoksa umudunu kaybetmek mi? Umudun
belki de hayatımızdaki en önemli unsur olduğunu bana
yeniden hatırlattı Can Dündar, Tutuklandık kitabı ile. ‘‘Bu
kitap, uzun volta seanslarında, sarı duvar manzarasında,
koğuşun üst katının demir karyolasında, alt kaloriferin yanı
başında tasarlandı. (…) En güzel kitapların en muhteşem
manzaralara karşı yazıldığını zannetmeyin. Tersine… Bazen
güzel manzaralar karşısında uyuşup tembelleşen hayal gücü,
TUTSAK ETMEYE ÇALIŞTIKÇA ÖZGÜRLEŞEN RUHLAR "1duvarla karşılaştı mı, ardını görmek hevesiyle havalanıyor. Bu
da ona yetişmeye çalışan kalemi kamçılıyor.’’ diyor Dündar
kitabı için. Ben de aldığım andan itibaren elimden
bırakamadan okudum bu kitabı. Kah gözlerimden yaşlar akıttı
kah kahkahalara boğdu.
Hakkında müebbet istenen bir adam, her güne nasıl
umutla uyanabilir ki? Uyanıyordu… Çünkü biliyordu asıl
istenenin onları yalnız bırakıp umutsuzluğa düşürmek, kendi
kendini yiyip bitirmesini izlemek olduğunu. Her gün uyanıp
kendine sanki misafiri varmış gibi kahvaltı hazırlıyor,
bahçesine çıkıp kendi kendine dans ediyor, bıkmadan
usanmadan kitap okuyor, içeride de kendini geliştirmeye
devam ediyordu. Kendimi onun yerine koymaya çalışıyorum
ama düşüncesi bile beni rahatsız etmeye yetiyor ve düşünmeyi
kesiyorum. Aylarca bir odanın içinde, kendinden başka
konuşacak kimsen olmadan yaşamak insanı deli edecek
cinsten bir şey olmalı. ‘’Tecridi keşfettiler. Koğuş sistemini
yıkıp ‘‘suçlu’’yu küçük hücrelere tıktılar. Artık asıl işkence,
yalnız bırakmaktı.’’ Eskiden mahkumlar koğuşlarda
birbirlerine destek olur, gün sayarlardı. Hapishane bir cezadan
çok hazineydi sanatçılar için, mahkumlar da altın.
Gözlemleyecek bir sürü insan, öğrenecek bir sürü hayat
hikayesi… Bir yazar ne isterdi ki daha? Umut verirlerdi
birbirlerine… Tecrit, insanın umudunu tüketmek için en iyi yol
belki de. ‘’Kantinde top satılıyor ama ancak duvarınızla
oynayabilirsiniz, takım kurmak yasak. Kendinize ait bir
bahçeniz var lakin çiçeksiz; çünkü toprak yasak.’’ Çiçek yok,
toprak yok, bir dost yüzü görmek yok. Renk bile yok, koku
yok. Size insan olduğunuzu hissettirecek ne varsa hiçbiri yok.
Can Dündar'ın tecrit anılarını okurken aklım sürekli olarak
Nazım Hikmet'in şiirlerine gitti. Nazım da hapiste uzun yıllar
TUTSAK ETMEYE ÇALIŞTIKÇA ÖZGÜRLEŞEN RUHLAR "2kalmış ve bu tutsaklığının büyük bir bölümünü tecritte
geçirmişti. Sadece düşüncesi yüzünden hapiste on beş yıl
yatan bir adamdan bahsediyoruz, on beş yıl... Dile kolay denir
ya böyle zamanlarda, Nazım: "Ben içeri düştüğümden beri
güneşin etrafında on kere döndü dünya. Ona sorarsanız lafı
bile edilemez, mikroskobik bir zaman. Bana sorarsanız on
senesi ömrümün." dizeleriyle bir klişeyi ancak bu kadar
kusursuzlaştırabilirdi. Aslında bence Can Dündar da yaptığı
haberden değil Nazım gibi düşüncesinden dolayı hapse
düşmüştü. Hapiste altı ay kaldı ancak ne kadar kalacağını
bilmiyor, günleri müebbet hapis istemiyle yargılanan birinin
endişesiyle geçiyordu. Kitapta anlattığı tutsaklığa alışma
hikayeleri bana komplike duygular yaşatsa da genel olarak
hepsinden çok etkilendim. Onu oraya düşüncesi ve basın
özgürlüğünü savunduğu için tıkıp tüm umutlarını yitirmesini
ümit eden herkese inat yaşıyordu. Hatta belki bizden daha
özgür yaşıyor, mesela göremediği doğayı bizden daha çok
duyumsuyordu. Nazım Hikmet hapiste yazdığı sayısız şiirinde
-ki en çok beğendiklerim; Ben İçeri Düştüğümden Beri, Bir
Cezaevinde Tecritteki Adamın Mektupları ve Yaşamaya Dair-
istisnasız doğadan bahsetmiş, hatta diğer mahkumlar gibi
hücresinden çıkmasına izin verilmediği zaman bile inatla
güneş, toprak, ağaç vb. şeylerden bahsetmişti. Can Dündar da
Nazım Hikmet de birbirinden çok farklı olmayan şekilde
tutsaktı. Fakat her ikisi de küçük şeylerden mutlu olmayı ve
her şeye inat gülmeyi ihmal etmiyordu. Aynı vaziyette ben
olsaydım onlar gibi yaşama sevinciyle, umutla mücadele
edebilir miydim bilemiyorum. Ancak benim için müebbet hapsi
istenen Can Dündar ile idamı istenen Nazım Hikmet'in dahi
dört duvar arasında şevkle okuyup, yazıp, hayal kurabiliyor
olması ya eşsiz bir yetenek, yahut yaşamaya aşık iki adamın
her şeye rağmen umudunu kaybetmediğinin kanıtıydı. Avukat
TUTSAK ETMEYE ÇALIŞTIKÇA ÖZGÜRLEŞEN RUHLAR "3görüşüne çıktıktan sonra bile, odasına dönerken iki kere
ayakkabısının içine kadar aranıyordu bu adam. Yanında
memurlar varken arandığı halde bir daha aranıyordu.
Bunların hepsi insanı bıktırmak, içinde nokta kadar umut
bırakmamak için yapılan şeylerdi. Ama onlar kendilerine en
ufak şeylerden bile umut yaratmayı başardılar. Mesela
Silivri’ye renkli kalem sokmak yasaktı, diğer her şeyin yasak
olduğu gibi. Can, gazete kağıtlarını buğulu cama yapıştırıp
akan damlalardaki renklerle papatyalar çizdi. İnsan bu kadar
yokluktan bile nasıl böyle güzellikler yaratabilir kendine diye
düşünerek hayretle okudum bütün satırlarını. Banyonun
kapısına çekilen sıvaya ‘’özgürlük’’ yazdı. İnanıyordu çünkü
yeniden özgür olacağına… ‘’Onlar tecritte yalnızlaştırmaya,
eksiltmeye çalıştıkça, sana inananlar çoğalıyor. Nazım’ın da
dediği gibi, ‘’İçeride kuyunun dibindeki taş gibi’’ yapayalnız
kalsan da bir yanın karışıyor dünyanın kalabalığına…’’
95 yaşındaki Aydın Boysan bile gelip Silivri’nin önünde
umut nöbeti tutmuştu. Bence bu insanlar hepimiz için
muazzam birer umut öyküsü. ‘’Hiçbir mezarın, yazarı
gömemeyeceğini, işleyen bir kalemin tükenmeyeceğini herkes
görsün. Cesaretlendir dostlarını, düşmanların ürksün’’ demişti
Can. Onun da dediği gibi, kaybetmeyin umudunuzu
yitirmenize neden olacak cesaretinizi, düşmeyin
umutsuzluğa… Ürkütün düşmanlarınızı…. Her konuda
çabucak umudunu yitiren bizlere örnek olsun bu adamların
hikayeleri…
Kaynakça: Tutuklandık, Can Dündar, Can Yayınları, 2016
TUTSAK ETMEYE ÇALIŞTIKÇA ÖZGÜRLEŞEN RUHLAR "4 |
163 | Ayça Begüm Taşçıoğlu
Ankara ve Anlamı
Gök, olan biteni anlarmış gibi kızıl. Buna rağmen kelimeleri toplayamamam benim
nazarımda utanç verici olandır. Bugün, geçip giden gecelerin aksine gözlerimi griye açmaya ihtiyaç
duydum, Kirpinin Zarafeti sayesinde. Zihnimin gerisine fırlattığım, "Hayat bu, düzeni bunu
gerektirir ve sürdürür." dediğim her şey, usta bir poker oyuncusunun rakibinin masaya serdiği
kartlar gibi önüme serildi, üstelik poker oyuncusu bendim yenilgiye alışkın değildim. Nefret
ettiğim, nadiren olmuş durum vuku buldu, gardım düştü, yenildim. Ölümü düşünmek, beyanlara
dökmek, anlamlandırmak zorundaydım, ne kadar kaçsam da bunları yapmaktan. Fiil olarak
geçiştirmek değildir düşünmek, herkesin gördüğünün aksine. Düşünmek inşa edeceğiniz düşünceyi
anlamlandırmaktır. Ölümü düşünmek, anlamlandırmaya çalışmak ise griliğin arasında çiçekler
açtırma çabasıdır. Ankara’nın anlamına eşdeğer olan.
Ankara’da doğmuş büyümüş biri için dünyada buradan güzel yer bir elin parmağını
aşmayacak denli azdır. Biz burayı griliği, monotonluğu için bile yüceltebiliriz. Çoğu insan bunu
"taşralılık" olarak yorumlayacaktır. Öyle değil. En azından ben ömrümün uzunca bir süreci boyunca
böyle düşündüm. Beni bundan ne mi vazgeçirdi dersiniz? Şehirleri içinde olan insanlar yüzünden
severmişiz, öyle derler. Ben buna da inanmazdım çünkü ruhu var sanırdım şehirlerin. Öyle
değilmiş. Ankara'dan soğuduğum an, içinde ölümü barındırdığını anladığım zaman oldu. Ölümlerin
de cinsi vardır bana soracak olursanız. Evet, hak edilmiş ömür, hakkı ile tüketilmiş hayatlar vardır,
Kirpinin Zerafeti,
benim yıllar boyunca sayıkladığım bu anafikir üzerine inşa edilmiştir. Ölüm
fiilinin gerçekleşmesinden çok, ne yaparken öldüğünüz, ölüm fiilinin anlamı önemlidir. Mesela, bir
çocuğu korumaya çalışırken sadece onu korumayı amaçlarken ölmek şüphesiz çeşitli intihar
fikirlerinden daha kutsal olandır. Herkesin dünyanın geniş coğrafyalarına atmak istediği imza,
fiilleriyle değil amaçlarıyla mürekkep bulacaktır kendisine. Tüm bu fikirlerin aksine Ankara, haksız ölümler içeriyordu. Dağılmış bozuk imzalar, çoğuna mürekkep yetmemiş. Diğer tüm şehirler gibi,
tarih gibi.
Buralıysanız, insanların yaşamlarına son verdikleri yerler, Boğaziçi Köprüsü kadar romantik
mekanlar değildir. Nereden atlarsanız atlayın griliğe çakılırsınız, taptığım griliğin sevdiğim
insanların toprağı olduğunu anladığım gün, Ankara'dan soğudum ben. Griliğinden kaçtım, özür
dilerim Ankara. Bu kaçışta en ironik şey, senden yüzlerce kilometre ötede Ankara Otel'de kalmam
oldu. Asla kaçamadığım Ankara, asla kaçamadığım ölüm düşüncesine hiç bu denli benzememişti o
güne dek. Belki de Ankara kelimesinin herhangi bir dilde anlamı budur.
Ankara ilk ölüm siftahını birkaç sene önce yaptı, benim çevremden başlattığı. Günler geçti
sonra, insanlar bana geçmişe bağlı kaldığımı ve bundan bıktıklarını açıkça belirtecek yüzü
bulacakları kadar zaman geçti. Büyümem gerektiğini söylediler, büyükler yüzlerce ölüme tanık
etmişlerdir çünkü. Bu zamanla ilgilidir, herkesin hassas milimetrelik cetvellerle ölçülmüş kum
saatleri vardır, kum taneleri insanın ömründeki her bir anı temsil eder ve son kum tanesi pek tabii
rasyoneldir, son tanenin akıp gitmesine gözyaşı dökülmez, kabullenilir. Üstelik yetişkinler
kelimelerin anlamlarına çok da takılmazlar. Fiiller olur ve biter, sorgulamak zaman kaybı değil mi?
Biraz daha kahve içip çalışıyor gibi görünerek mesai bitmesini beklemek, zaman kaybını
önleyecektir, düşünmek yerine. Hem son kum tanesinin akıp gidişi önceki tüm tanelerden neden
farklı olsun, neden abartılıp düşünülmeyi hak etsin ki? Belki de Ankara tüm bu beyannamelerle
yoğurduğu için asırlık benliğini, iticidir. Anlamları görmemezlikten gelmemizi/gelmelerini sağlayan
da Ankara’dır, hiç şüphesiz. Keşke insanlar fiilleri yalın kelimelerden ibaret görmek yerine,
düşünse, düşünmek istese, anlamlandırsa çevresini ve ona getirdiklerini. Çehreler iyi
hatırlanmalıdır, gökdelende gerçekleşen bir intihardan arta kalanlar olmamalıdır çehreler. Karları
delen kardelenler vardır elbet, arkasında gülümsemeler de bırakabilir ölümler. |
164 | Paranoya / Deniz Akkaya
Bir temel sorudan başlar aslında bütün kuşkular. Bir insan aldatıldığını düşünüyorsa, "Benden
başkası var mıdır?" sorusunun kafasında fazlaca tekrar etmesi bu düşünceleri alevlendirir. Bir insan
uzaylılardan korkuyorsa da aynı şekilde; "Bu evrende bizden başkaları da var mı?" sorusu,zihni meşgul
eden soru olacaktır. Bu kuşkular tek başına çok kuvvetli olmakla beraber, başka duygularla da
karışınca içinden çıkılmaz hale gelirler.
Okulumuzda sahnelenen "Böcek" isimli tiyatro da bu temel
sorular üzerine kurulmuştu aslında. Kuşkuyu yaratan sorunun "Bu
denli teknolojik, yapay böcekler var mı?" olması ve bunun iki kişinin
aşkı ile harmanlanması, başrolleri içinden çıkılmaz bir duruma
sokuyordu. Her şeyin bir tesadüf olabileceği, yanılıyor olabilecekleri
ya da başka bir olasılık akıllarının ucundan bile geçmedi. Birbirlerine
duydukları aşırı güven onların mantıklı düşünmesini engelliyordu.
Bir yerde okumuştum; insanlar doğada gördüğü binlerce
ipucunun sadece %5-10'unu zihin süzgeçlerinden geçirebilirlermiş.
Süzgeçten geçenler ise genellikle kendilerini haklı çıkaracak ya da
inançları ve düşünceleriyle ters düşmeyecek durumda olanlar
olurmuş. Onlar da bu şekilde, beyinlerine yenik düşmüş olsalar
gerek. Belki bütün düşünceleri ve teorileri doğruydu, ancak her
zaman genişçe düşünmelidir insan. Bir konuda haklı olduğumuza
(1) "Böcek"
emin olsak bile; diğer tüm fikirlerin haksız olduğunu mantıksal ve
deneysel bir şekilde test edip haklı olduğumuzu ispatlamalıyız. Akıl
sağlıklarını kaybedip, intihar etmeleri de; fikirlerine bu denli bağlanmalarından dolayı bence.
Karakterlerin son sahnelerde duyduğu şüpheler, tüm hayatlarının başka birileri tarafından
yönetildiği üzerineydi. Günümüzde bir sürü insan kayboluyor, kaçırılıyor, öldürülüyor. Bazıları
bulunuyor, bazıları ise bir gizem olarak kalıyor. Gizem olarak kalan insanların yakınları devletler
tarafından yeni bir hayata sürükleniyor olabilir mi? Kaybedecek hiçbir şeyi kalmamış insanlar, gözü
kara birer ajan mı olurlar? Devlet bu potansiyeli gördüğü insanların, sevdiklerini aramayı bırakıyor
olabilir mi? Bunlar üzerinde çokça düşünülmesi gereken sorular, ancak insan düşündükçe içini yoğun
bir paranoya da kaplayabilir. Dikkatli olmak lazım...
Bu tartışmayı bir kenara bırakarak, tiyatro sayesinde kafama takılmış ve üzerinde düşünmeye
başladığım bir konudan bahsetmek istiyorum. Bir ülke, kendi askerlerini; biyolojik silahlar için kobay
olarak kullanabilir mi? Bana kalsa; hiçbir insan, hatta hiçbir hayvan bir deneyde kobay olarak
kullanılmamalıdır.
Bir mucize olduğunu ve insanların bu deneyler için kullanıldığını varsayalım; ben bir devlet
başkanı olarak vatandaşlarımı oğlum/kızım bilir ve onların kıllarına zarar gelmesine razı olmazdım.
Bırakın bir deneyle gençlerimi harcamak, başka bir ülkenin zarar vermesine de izin vermezdim. En
azından bir savaş ya da operasyonda ele geçirdiğim rehineleri, ya da hafifletici opsiyonlar sunarak
ülkemdeki mahkumları denek olarak kullanırdım.
Oyunu izlemeye başladığımda çok ilginç bir şey daha keşfettim. Hayatım boyunca birkaç klasik
dışında hiçbir oyuna gitmemiş olduğumu... Yani gerçek hayata daha yakın, gerilim temalı bir tiyatroyu
bu oyunu izleyene kadar pek hayal edemiyordum. Oyuncuların ağızlarında sürekli bir küfür; gençlik
havasını katmak için sürekli ortada olan sigara, uyuşturucu, cinsellik vb. öğeler oyunu daha gerçekçi
yapmış. Büyük ihtimalle devlete bağlı olmayan bir tiyatro olduğu için bu kadar rahattı oyun. Bu
zamanlarda kimse kötü bir durumda, Türkçe altyazılardaki gibi "Seni lanetliyorum!" demiyor. Ya da
serseriler aralarında verdiği partilerde masa oyunları oynayıp sebze yemiyorlar. Durum böyle olunca;
daha çok tiyatroya gitmeye, daha çok "güncel" ve özel tiyatrolara gitmeye karar verdim. En azından
işlenen konulara biraz daha hakim olabiliyor insan, bir klasiğe göre.
Sonuç olarak, gitmekten çok keyif aldığım bir oyun oldu "Böcek". Başlangıçtaki amacım GE250
etkinliğinden puan kazanmak iken, oyundan çıktığımda elimde kırk puandan çok daha fazlası olduğu
için çok mutluyum. Yukarıda belirttiğim gibi, fırsat buldukça hem okulumda hem de dışarıda
tiyatroya gitmeyi planlıyorum.
KAYNAKÇA
Böcek. Tracy Letts tarafından. Yön. Jason Hale. Bilkent Üniversitesi MSSF Sahnesi. Bilkent
Üniversitesi. 12 Şubat 2015. Performans.
(1) http://www.bilkenttiyatro.com/boumlcek-mezuniyet-projesi-guumlz-doumlnemi.html
|
165 | Aslınur Karaca
21400913
İNSAN OLMAK
Yaşam... Aslında çok büyük bir kelime. Esrarengiz, büyülü ve süslü bir örtüymüş de
altında çok şeyler gizliymiş gibi. “Yaşam” deyin ve şöyle bir düşünün. Ne demek, ne anlama
geliyor, neden var ve neden bir gün bitiyor? Bu Dünya’da sonsuz tane yaşam varken neden
ben sadece kendiminkini hissediyorum. Hiç siz de denediniz mi bilemeyeceğim ama ben
bazen insanlara bakarım ve “Ne garip! O da yaşıyor, onun da hisleri var, o da içinden
konuşuyor.” diye düşünürüm. Ben de o olabilirdim ama olmamışım; Aslı olmuşum. Neden?
Hiç var olmasaydım ne olurdu? Yok olsam ne olacak? Kainatta minicik bir yer işgal ederken,
bu bendeki var olma arzusu neden? Ben kimim?
Bir sebeple Dünya’ya gelmişiz. Nefes alıp veriyoruz. Yemek yiyoruz, ihtiyaçlarımızı
gideriyoruz. Çalışıyoruz, uyuyoruz. Bir tek bu yaptıklarımıza uzaktan bakıldığında, hakikaten
hayvanlardan farkımız olmadığını söyleyenler haklı gözüküyor. Ya da bir fabrikanın otomatik
makineleri gibi hareket ettiğimizi söyleyenler... Ne var ki, biz sadece işlediklerimizden,
söylediklerimizden ibaret değiliz. Hatta bunlar varlığımızın oldukça küçük bir kısmını teşkil
ediyor. Benim aslım fikirlerimde, duygularımda, sezgilerimde, ruhumda... Eğer bunlar benim
içimde bir yerlerdeyse; benim aslım içimde. Kainatta minicik bir yerim olsa da bütün kainata
yetecek kadar yer var bende! Kendimi dünyalar kadar görmemin sebebi de bu belki. Bir
yaprak yapraktır. Tabiri caizse kendi haddini biliyordur. Bilmem ki o hayatını hiç sorgulamış
mıdır? Kedi, kendi kendine konuşuyor mudur? Kelebek mesela hiç hayal kuruyor mudur?
Bir farkımız daha var ki biz bulunduğumuz Dünya’da görev yerine getirmekten çok
orayı şekillendiriyoruz. Maddi ve manevi bir anlamda şekillendirme bu. Dünya’yı inşa
ediyoruz. Fikirler, akımlar üretiyoruz. Bazen bütün insanları ve hayvanları etkileyecek
kararlar veriyoruz. Üstelik sadece kendi çağdaşlarımızı değil asırlar sonrasının insanlarını bile
etkileyecek kararlar... Bu bağlamda, artık yaptıklarımız da bir ruh kazanmış oluyor.
Makineleşmekten kurtuluyoruz. Fikirlerimizi hayata geçiriyoruz. Daha ilginci ise kendi
varlığımızı başka bir varlığa adayabiliyoruz. Yaşamın bununla daha manalı olduğunu
düşünüyoruz. Bir gün buralardan gitsek bile yapacaklarımızın daha sonraki “misafirler” için
işe yaracağı inancıyla bir nebze kendimizi rahatlatıyoruz. Yok olmak istemediğimizdendir
belki en azından “Dostlar beni hatırlasın.” diyoruz ve böylelikle esasında kendimize yeni bir
varlık alemi yaratıyoruz. Bana kalırsa işte bu zaman insan oluyoruz.
İki gün önce iki candan arkadaşımla beraber “The Suffragettes” filmine gittim.
Londra’da, kadınların mevcut vaziyetlerinin iyileştirilmesine dair verilen mücadele ele
alınıyordu. O zamanın toplumunda var olan kadınların saygınlık ve emeklerinin karşılığını
almak bakımından erkeklere nazaran daha elverişsiz şartlara sahip olması eleştiriliyordu.
Ancak, filmde kadınlar Dünya’yı şekillendirmenin en güzel örneklerinden birini sergilediler
ve en azından kadınlara oy hakkının verilmesini sağladılar. Bu ise kadınların da artık
kendilerini yönetecek hatta cezalandıracak kanunların yapımında payları olacağı anlamına
geliyor. Eğer Maud ve arkadaşları düzenin kendilerine layık gördüğü duruma alışsalardı,
üzerine düşünmeselerdi, hislerini dinlemeselerdi ve bir şeyleri değiştirebilme potansiyellerini Aslınur Karaca
21400913
keşfetmeselerdi bu tarz bir zafer kazanılamazdı. Öncekilerin bir çoğu gibi bir gün mutlaka
ölürlerdi ve yeni gelenler için hiç var olmamış olurlardı. Bir bakıma hiçliğe mahkum
olurlardı. Çok sevdiğim yazar Stefan Zweig’in bir sözü bu halin vehametini ortaya koyuyor
ki: “Bu dünyada hiçbir şey insan ruhuna hiçlik kadar insan ruhuna baskı kuramaz.” O kadınlar
insan olmanın gereğini yerine getirdiler ve yokluk kapanından zaferle kurtuldular.
Öyleyse bir an düşündüm ki; insan olmak, içindeki koskoca alemi keşfedip bunu
diğerlerine de yararı olacak şekilde dışarıya aksettirmek, bir şeyleri güzelleştirmek ve
tükenmez arzumuz olan var olma arzusunu öldükten sonra da hatırlanarak tatmin edebilmek
demek. İsmimizin hatırlanması şart değil, “birileri” kalıbına sokulsak bile bir yıldız göz kırpar
herhalde bize.
Hasılı dostlar, ben varım ve yok olmak istemiyorum. Çünkü ben insanım! |
166 | Lilpar Özcan
İZLERİN GEÇİCİLİĞİ
Hayatımıza giren herkesin bizde bıraktığı bir iz vardır. Sizin de çok kez
deneyelimlediğiniz üzere insanlar hayatımıza girer, hayatımızı etkiler ve zamanı
geldiğinde hayatımızdan çıkarlar. Ne kadar bu döngüye karşı gelmeye çalışsak,
insanların kalıcılığını sağlamak için uğraşsak da hayatın değişkenliğinin
getirdiği bir zorunluluktur bu. Eminim bu zorunluluk sizi de zaman zaman
yoruyordur. Ne var ki insan için en somut gerçekliklerden biri hayatın değişim
içinde olduğudur. Böyle bir durumda bireylerin bu değişimden etkilenmeyip
aynı kalmasının imkansız olması gibi, insan ilişkilerinin aynı kalması da
olanaksızdır. Her insandan bize geriye kalan ise anılar ve hislerdir.
İnsanlara tutunmak için ne kadar çaba sarf etsek de, hayatımızdaki
insanların geçici olduğunu fark etmekten aciziz. Bununla birlikte, insanlar
hayatımızdan gittiklerinde ve artık onlara tutunamadığımızda onlardan geriye
kalan anılarımıza tutunmayı tercih ediyoruz. Her ne kadar insanlar kalıcı
olmasalar da onlarla yarattığımız anıların öyle olduğunu düşünüyoruz. Bazen de
bizi yaralayan, üzen bir olaydan sonra acımızın hafifleyeceği umuduyla
zamanın kollarına bırakıyoruz kendimizi, anılarımızı, acılarımızı... Zamanın her
şeyi iyileştirdiği düşüncesiyle izlerimizin de geçeceğini düşünüyoruz. Oysaki
izin sözlük anlamı yaranınkinden çok daha farklıdır. Bir yara iyileşir fakat
gerisinde iz bırakır ve bu iz kalıcıdır. Eğer insanların bizde bıraktıkları izlerin
kalıcı olduğu düşüncesindeysek, zamanla her anımızın silikleşmesi bu
düşünceyle çatışmaz mı? Her hissin ve düşüncenin sürekli bir değişim ve
gelişim halinde olduğu bir dünyada, izlerimizin aynı kalacağını düşünmek
naifçe değil midir?
Geçenlerde okuduğum Uğur Kökden’in Yüzler, Gizler, İzler adlı kitabı
beni insanların geçiciliğini bir kez daha sorgulamaya itti. Bir insana tutunma
ihtiyacımızın en büyük nedeninin onların bizde yarattığı hislere bağlılığımız
olduğunu düşünüyorum. Sanırım bu yüzden hislerimizi canlı tutmak için
anılarımıza bağlılığı sürdürmeyi tercih ediyoruz. Bu bir bakımdan da geçmişte
yaşamakla eş anlamlı aslında. Sizin de bildiğiniz üzere, geçmişte yaşamak
geleceğe açılamamaktır. Artık hayatımızda olmayan insanlar için, hayatımıza
girip yeni güzellikler getirebilecek insanları uzaklaştırıyoruz bir bakıma. Sanki
yaralarımızın iyileşmesini değil de kanamaya devam etmelerini istiyoruz içten
içe.
Benim bu konudaki tutumum kendimi bildim bileli farklı oldu. Hayatımın
hiçbir döneminde insanlar hayatımdan çıktıktan sonra onlara olan bağlılığımı
sürdürmeye devam etmedim. Onlardan öğrenmeyi bildiğim gibi zamanı
geldiğinde vazgeçmeyi de bildim. Hayatıma giren ve çıkan her insanın bana bir şey öğretmek için bu eylemleri gerçekleştirdiği düşüncesindeyim. Siz de
geçmişin size öğrettiklerine baktığınızda bahsettiğim gerçekliği kolayca
görebilirsiniz. Elbet her insanın yarattığı yaşanmışlık, anılar ve hisler farklıdır
ve yaşamak eylemi altında bu olgulara olan alışkanlığımızın geçici olması
gerekmektedir. İnsanın olgunluk ve güç olarak adlandırdığı kavramların
temelinde bu vazgeçebilme eyleminin yattığını savunmuşumdur hep. Geçmişte
yaşanan olaylara bağlılığı sürdürmek, insanı yeni olaylara ve insanlara kapadığı
gibi yaşamak eyleminden de alıkoyar. Bu düşüncem doğrultusunda, hayatın
doğal akışının bir getirisi olarak farklı insanlarla tanışmak, yeni anılar yaratmak
ve zamanı geldiğinde bu anılara veda etmem gerektiğinin farkında oldum her
zaman. Sanırım insanların yanlış yaptığı nokta da bu farkındalığı
yaratamamaları oluyor.
Hayatımdaki kimsenin daimi bir kalıcılığı olmadığını bilmekle birlikte
elbet benim de yaşadığım değişimlere tepki gösterdiğim zamanlar olmuştur,
bunu inkar edemem. Daha önceki yaşlarımda, insanlar kalıcı olmasa da onların
ardında bıraktığı izlerin öyle olduğu görüşündeydim. Şimdi ise geriye
baktığımda eskiden kalıcı olduğuna emin olduğum hisleri, anıları bile
hatırlamakta zorlanıyorum. Bundan dolayı yaşanan en zor şeylerin, en samimi
gözyaşlarının, en ağır hayal kırıklıklarının bile ardında bıraktığı izlerin zamanla
iyileştiğini, hatta silindiğini düşünüyorum. Hayat aslında ne kadar da basit ama
onu zorlaştırmaktan asla vazgeçemiyoruz değil mi? Eskiden insanların
öğrettiklerinin kalıcı olduğunu savunurken, şimdi onların bile farklı insanlarla
tekrar tekrar öğrenilmesi gereken olgular olduğunu savunuyorum. Nihayetinde
insan hata yapmayı ve hatalarından öğrenmeyi seven bir varlık. Bundan dolayı
yeniliğin hüküm sürdüğü bir evrende farklı insanlarla benzer şeyleri yaşayarak
benzer şeyleri öğrenmekten de kendini alıkoyamıyor. Böyle bir durumda da
izlerin kalıcı olduğunu savunmak saçma duruyor.
hayatımız boyunca bir arayış içerisindeyiz, çoğumuz neyi
Hepimiz
aradığımızı bilmeden devam ettiriyoruz yaşamlarımızı. Hepimizin farklı yaşayış
amaçları olsa da, herkesin mutluluk arayışı içerisinde olduğunu söylemek yanlış
olmaz sanırım. Mutluluk kavramı ise insandan insana değişir. Kimisi başarıyı
yakalamaya uğraşır, kimisi bir aile kurmaya çalışır. Kimisi aşkı, arzuyu arar;
kimisi harcayabileceğinden çok paraya sahip olmayı arzular. Bana göre
mutluluğun kaynağı değişime ayak uydurmaktadır. Sahip olduğumuz her şeyi
her an kaybedebileceğimizi kabullendiğimizde başımıza gelen olumsuzlukları
atlatmamız ve mutluluğa ulaşmamız daha kolay olacaktır. Bunun aksine
geçmişte yaşamayı sürdürmeyi seçersek mutlu olduğumuzu sanabiliriz. Ne var
ki bu kendimizi kandırmaktan başka bir şey değildir. Yaşadığımızı sandığımız
mutluluk gerçek mutluluktan çok daha uzaktadır ve sadece bir yanılgıdan
ibarettir. Gerçek mutluluğun tek yolu insanların, olayların ve hislerin bizden
bağımsız bir şekilde değiştiklerini kabul etmekten geçer. İnsan ancak bu sayede daimi mutluluğu elde edebilir, çünkü hiçbir iz kalıcı değildir ve izler de yaralar
gibi iyileşir.
!
!
!
!
!
!
!
!
!
!
!
!
!
!
!
!
!
KAYNAKÇA
1. Kökden, Uğur. Yüzler Gizler İzler. Yapı Kredi Yayınları. 2016. |
167 | Ömer Furkan Parmak
İnsanlık İçin Yaşama
İnsanlık olarak zor günlerden geçiyoruz. Bir tarafta üzerine bomba yağanlar, ekmeği
elinden çalınanlar, “Öleyim de cennete gidip yemek yiyeyim artık…” diye haykıran çocuklar
varken, diğer tarafta ise kahvaltıdaki balın yanında kaymak olmamasından şikayet edenler,
arabalarının birkaç santimlik kısmı çizildi diye öfkelenenler, saatini yahut bir başka eşyasını
kaybettiği için gözüne uyku girmeyenler var. Toplumsal yaşamdaki iki ucu temsil ediyor bu
iki taraf. Her ölçekte uçlar ve o uçlarda yaşayanlar mevcut olduğu gibi toplumsal refahın da
bir göstergesi olabilecek ölçütte yukarıda sözü edilen uçlarda yaşayanlar var. Sorun şu ki bu
uçlardan sözde “refah”ı temsil eden ikinci uç, herkesin iç dünyasında gitgide büyüyor ve daha
fazla arzulanıyor. Bunun sebebi ise pek çok insanın yalnızca kendini tatmin amacıyla yaşıyor
olması. Sözgelimi, sınır komşusu ülkemizde yıllardır her gün bombaların patlaması, binlerce
insanın feci ölümlerle toprak olması çoğu insanı alakadar etmiyorken bu insanlar ülkemize
sığındıkları vakit bir anda insanların şikayet etmeye başlaması, insanların insanlık adına
kalplerinin titremediğinin bir göstergesidir. Yahut bir yıl öne bir maden kazasında 300
işçimizin hayatını kaybetmesi ardından bir yıl geçmesiyle bu işçilerin akıllara dahi gelmemesi
kalben insanlıktan uzaklaşıldığının en açık belirtilerindendir.
Ateş düştüğü yeri yakar gerçeği maalesef toplumda ciddi manada oturmuş
düşüncelerden biri. Art arda büyükşehirlerde terör saldırıları oluyor, insanlar sosyal medyada
kızıyor, üzülüyor, sinirleniyor. Gerçek hayatta karşılaştığınızda ise herkes gülmeye, esprisini
yapmaya, kahvesini içmeye devam ediyor, sanki ölenler ölmemiş gibi. Bunun en büyük
nedeni ise insanların keyiflerini bozmak istememeleri. Bir adım ötede bomba patlıyor, sesini
duyuyor binlerce kişi, ağlıyor insanlar. Peki sonra? 3 veya 5 gün sonra yine aynısı oluyor.
Herkes susuyor, ateş düştüğü yerde canlar yakmayı sürdürüyor. Ateşin düşmediği yer ise
ebediyen serin kalacağı hayalleriyle gülümsemeye devam ediyor. Bu büyük bir problemdir.
İnsanlar, kötü gidişattan, ölümlerden, terörden yılmamalı elbette. Herkes daha büyük azimle
çalışmalı ve sarılmalı sevdiklerine. Bugüne kadar kucaklamadıklarını da kucaklamalı ki teröre
karşı, insanlık düşmanlarına karşı tek bir cephe oluşabilsin, insanlık ayakta sağlam durabilsin.
Ancak hiçbir şey olmamış gibi, sanki kalp taşımıyormuş gibi, insanlıktan nasibini almamış
gibi laubaliliğe devam etmek, popüler olma çabalarını sürdürmek, küçük dağları ben yarattım
havasında gezmek bugün insanlığın kaldırabileceği bir ciddiyetsizlik değildir.
Savaş seslerinin gelmesi, insanların nefretle bilenmesi hiçbir zaman hayra alamet
olamaz. İnsanların savaştan bahsederken takındıkları tavırlar savaştan bihaber olduklarını
gösteriyor. Bu da bu işin ciddiyetini kavramış insanların kalbine bir ateş atıyor. Savaşın
ciddiyetini anlamayanların, ölümün ne demek olduğunu kavrayamamış olanların bu kadar
rahat atıp tutması, insanlığını henüz kaybetmemiş olanları rahatsız ediyor. George Orwell,
Boğulmamak İçin adlı romanında savaşın eşiğine gelmiş İngiltere’yi anlatırken böyle bir
insanı ele alıyor. Savaşın eşiğindeki bir İngiltere’de insanların olaylara kayıtsız kalması,
1.Dünya Savaşı’na katılmış olan Bowling için acı verici bir durum teşkil ediyor. “Hepimizin
alev almış bir gemide olduğunu bir tek ben biliyordum.”(33) şeklinde isyanını dile getiriyor kitabın başkarakteri. Aynen bunun gibi, hala kalbi sızlayan insanlar da diğerlerinin
tavırlarından ötürü acı çekiyorlar. Bu kadar kayıtsız olmalarını idrak edemiyorlar. Ancak o
insanların sayısının artması gerekiyor. Kalbi titreyenlerin sayısı artmadıkça kendi işini
ciddiyetle ele alan, o işle topluma, barışa, huzura katkı sağlamaya çalışanların sayısı da
artmayacaktır.
İnsanların artık kendilerine gelmeleri, olayları dışarıdan izlemeleri ve insan olarak
takınmaları gereken tavrı takınmaları icap etmektedir. Yalnızca güncel sıkıntılarda değil,
açlık, susuzluk, yoksulluk gibi her zaman var olan toplumsal sıkıntılarda başkalarına yardım
etmeyi bilmeleri, bunu isteyerek yapmaları gerekmektedir. Kayıtsızlık, toplumsal yapının
dağılmasına yol açar. Buna karşın insanları düşünme, insanlık için yaşama hem kişisel hem de
toplumsal huzuru getirecektir.
Kaynakça
Orwell, George. Boğulmamak İçin. İstanbul: Can Yayınları, 2015. |
168 |
Ahmed Faruk Ertem
Bir Avrupa Macerası
Çoğumuzun içinde bir ukte olan gezme isteği bende çok küçük yaşlardan itibaren
vardı. Neden bilmiyorum ama küçükken polis olmak isteyen, asker olmak isteyen
arkadaşlarımın yanında dahi ben bir gezgin olmak istiyorum derdim. Benim maceram da bu
şekilde başladı. Geçen yaz hayallerimde büyük bir yere sahip olan avrupa seyahatine çıktım,
sekiz ülke ve onlarca şehri yalnız başıma gezeceğim uzun bir rotam vardı. Birbirinden farklı
ulaşım araçlarını, hatlarını kullanarak dolaşacağım ülkeler için yıllar önce planlar yapmaya
başlamıştım. Gün o defteri gün yüzüne çıkartacağım ve tek tek sayfalarını tamamlandı
işaretleriyle dolduracağım gündü. Tek başıma olmanın verdiği özgürlük duygusu yerini asla
tedirginliğe bırakmadı. Türkiyeden uçakla gideceğim İskoçya ve sırasıyla İngiltere, Fransa,
Belçika, Hollanda ve daha niceleri...
Daha önce yaşadığım yurt dışı deneyimlerinden çok farklı olarak çantamı yiyeceklerle
doldurduğum bir seyahat hazırlığım vardı. İskoçya’yı gezerken çoğunu tükettiğim bu stokları
şu an hayat kurtarıcı olarak dillendiriyorum. Gerçekten zor zamanlarımda yanımda bir
arkadaş varmış hissi yaşatan ve sizi asla bırakmayan bir dostunuz konumuna gelen
yiyeceklerin olduğu günlerin içerisindeydim. Gezimin ilk rotası olan İskoçya, dünyanın
gerçekten doğa harikası bir ülkesi ve eşsiz kaleleriyle sizi hayal dünyasında hissettiren bir
memleketiydi. Ormanla çevrili büyük göllerinin kenarlarındaki şatolar, yaşlanan nüfüsla sizi
hayalet şehirlerde hissettiren sokaklar dünyanın hiçbir yerinde bulamayacağınız bir ortam
içine sokuyor. Sadece üç şehrini gezmeye fırsat bulduğum İskoçya sonrası güneş batmayan
imparatorluk olarak adlandırılan İngiltere’ye geçtim. Bu geçiş süreleri yazıda çok yer
bulmasada on saatten fazla süren yolculuklar bana eşlik etti. Genelde gece yaptığım bu
yolculuklar ülkemizdekinden çok çok daha farklı olarak ne molası olan ne de bir muavini olan
otobüs yolculuklarıyla yorucluğunu arttırdı. İngilterede yaşadığım o kültür farklılığı şoku bir
çok Türkle tanıştığım Londra’da etkisini azalttı. Şu an dahi görüştüğüm arkadaşlarımın olması
sizi bambaşka bir duyguya sokuyor. İngilizlerin o dünyada eşine rastlanamayacak kibir
duygusunu hissetmek o kadar kolay ki, sorduğunuz en ufak soru ile değişik tepkiler almaya
hazırlıklı olmalısınız. Her şeye rağmen yıllardır duvar kağıdı olarak kullanılan o dönme
dolabı, saat kulesi ve açılan köprüyü yerinde görmek eşsiz bir deneyimdi.
Avrupa’ya geçiş yapmanın vakti gelmişti ama uçak ile yapmayı düşündüğüm
yolculuğun maliyeti çok yüksek olacaktı. Bunun yerine bir kaç araştırma ile İngiltere ve
Fransa arasında denizin altında yapılan Manş Tüneli ile tren yolculuğu yapmaya karar verdim.
Belçika sınırındaki Strazburg gibi eşsiz mimariye sahip Fransız şehirlerini gezdikten sonra
Brüksel’e akşam üstü serin bir otobüs yolculuğu yaptım. Gece varmamdan dolayı kalacak bir
yer bulup dinlendim ve sabah güzel bir kahvaltıyla yoğun geçirdiğim nerdeyse iki haftaya
yaklaşan seyahatime bir enerji katmış oldum. Brüksel’in gri ve çok hareketli olmayan şehir
hayatından sonra Amsterdam’ın hareketli sokaklarında buldum kendimi. Müzeler
bölgesindeki müzelere bir gün ayırıp hepsini tek tek gezme fırsatı buldum. Van Gogh
Müzesine de uğrama fırsatı bulduğum o gün bir müze ancak bu kadar detaylı ve kusursuz
olabilir dedim. Van Gogh’un hayatını yaşamaya beraber başlıyorsunuz ve siz ilerledikçe Van
Gogh büyüyor, hayatı önünüze seriliyor. Hemen yakınındaki meşhur Amsterdam kanallarında
çektirdiğiniz fotoğraflar yüzyıllar boyu eskimeyecek bir klasik kare haline geliyor.
Anlatılacak o kadar anı o kadar güzel yerler var ki hakkında sayfalara sığamayacak yazılar
yazabilirim. Açıkçası planları ben yapmıyor gibi hissediyordum. Her şey sıradan bir şekilde
ihtiyaç doğduğu anda aniden gerçekleşiyor, sanki yanımda birisi varmışta o ayarlıyormuş gibi
hissediyordum. Nerde yemek ihtiyacım olduğunu hissedersem ilk görevim yemek yiyecek bir
yer bulmak, nerde yorulduğumu hissedersem de ilk görevim kalacak bir yer bulmak oluyordu.
Bu gerçekten öyle bir heyecandı ki ne hissedebilmesi kolay, ne de tarifi kolay
duygular içeriyordu. Bu yazıyı yazmamdaki temeli özgürlük duygusunu, yaşattığı heyecanı
herkese aktarmak, anlatmak istemem oluşturuyor. İki haftadan uzun bir süre tek başına, her
hareketini kendi kararıyla gerçekleştiren, sınırlarını kendi çizebilen bir birey olarak yaşamak
nasıl tarif edilebilir ki? Onlarca farklı milletten insan, her an fotoğraflarıyla karşılaştığımız
meşhur kuleler, müzeler, anıtlarda geçirdiğin o vakitler insana eşsiz bir tecrübe katıyor.
Herkese son damlasına kadar tavsiye ettiğim bu deneyim bana ömür boyu unutamayacağım
bir anı defteri yarattı. |
169 | Burak KÜNKÇÜ
KENDİMİZ İÇİN BAŞARMAK
İnsanoğlunun belki mücadeleci ve rekabetçi yaratılışından belki de bitmek bilmeyen her daim
daha fazlasını elde etme isteğindendir bilinmez, sürekli daha fazlasını başarmak, her zaman rakiplerini
geride bırakmak ve en üste çıkmak ister. Kimine göre bencilliktir bu, kimine göre ise başarıya giden
yegane yol. Gerçi başarının da belirli bir ölçütü yok. Örneğin profesyonel bir koşucu için dünya
çapında bir yarışta madalya almak başarıyken, standart bir insan için bir günde soluk soluğa kalmadan
belli bir mesafeyi koşmak bile başarıdır. Bu iki insanı biri diğerinden daha başarılı diye ölçülendirmek
da anlamsız. Sonuçta ikisi de kendisine göre başarılı sayılabilir. Bu anlamda belki de kendi
hedeflerimizi, motivasyonlarımızı ve başarılarımızı kendimiz belirliyoruz. Biliyorum ki böyle düşünen
bir tek ben değilim. Usta yazar Haruki Murakami de “Koşmasaydım Yazamazdım” kitabında benimle
aynı düşüncede…
Bir anılar kitabı aslında Murakami’ninki. Yaşamı boyunca sahip olduğu yazma ve koşma
disiplinlerini anlatıyor bizlere kitabında ve aslında yazarlıktaki devamlılığını nasıl koşmaya borçlu
olduğunu. Bence kitapta işlenen düşünce koşmak ve yazmaktan çok daha geniş. Kitaptaki bu
kavramlardan çok arkalarındaki felsefe önemli aslında. Sadece kendimiz için başarmak. Başkalarının
takdirini veya övgülerini ölçüt olarak almayıp, sadece kendimiz için çabalamak. Kendimi düşünüyorum
da, dışarının beklentisini bir kenara itip, sadece kişisel başarıya odaklanmam pek de mümkün değildi
herhalde. İnsanlar sizden büyük şeyler beklerden onları bir kenara itip, “bir saniye size ne oluyor ya,
bu benim kendi başarım” demek pek de kolay olmasa gerek. Belki de kolaya kaçtım bilinmez ama
sonraları dışarının beklentilerini başarı ölçütü olarak değerlendirmenin ne kadar riskli olduğunu fark
ettim, çünkü bu beklenti aynı zamanda beni başarısızlık korkusuna da itiyordu. Bu sadece kendi için
başarmak erdemine sahip olmanın zorluğu bir yana bunu muhafaza edebilmek daha da zor bence.
Elde ettiğimiz başarıların sadece kendimiz için olduğunu unutup da dışarıdan gelen övgüleri ölçüt haline getirdik mi vay halimize… Sonuçta insanız ve hatalar yapabiliyoruz. Başarılarımız olduğu kadar
başarısızlıklarımızın da olacağı kaçınılmaz. Bu başarısızlıklarımız sonucunda da övgü yerine yergi
alacağımızdan, dışarının övgülerini yegane ölçüt haline getirip de yergi ile karşılaştığımızda tüm
motivasyonumuzu ve isteğimizi kaybetmemiz işten bile değil. Belki de Murakami’nin yapabildiği ama
bizim beceremediğimiz şey, gerçek başarıya ve bununla gelen mutluluğa götüren tek yol sadece
kendimiz için başarmayı öğrenenebilmek.
Murakami’nin bir diğer değindiği nokta da bize herhangi bir konuda “sen bunu yapamazsın,
başaramazsın, sen bu işi bırak” diyenler olabileceği gerçeği ve onlara aldırmadan sadece kendi
başarımız için nasıl çabalamaya devam etmemiz gerektiği. Belki de Murakami’nin bahsettiği gibi bizi
küçümseyen ve alaya bu alan insanların olmasına da muhtacız kim bilir. Churchill demiş ya:
“Uçurtmalar rüzgar gücü ile değil, o güce karşı koydukları için yükselirler.” Belki de yapmamız gereken
başarıya giden yolda karşımıza çıkan zorluklarla ve başkalarının eleştiri ve alaylarına rağmen sadece
kendi başarımıza odaklanmak. Başkalarının ne başardığı ve onları geçme, onlardan daha iyiyi başarma
kaygısından çok, kendiyle yarışma, kendini geçme kaygısı taşımalı aslında insan. Ne yazık ki ben
bunun ne kadar farkında olduğumu düşünsem de bu “sadece kendim için başarmak” erdemine sahip
olduğumu düşünmüyorum. “Ya başaramazsam başkaları ne der sonra” diye dert bile ediyorum bazen
kendime. Kim bilir belki ben de bir gün Murakami gibi koşmanın arkasındaki felsefeyi, sadece kendim
için başarmayı öğrenebilirim. |
170 |
Müzik
ve
İletişim
Müzik
ruhun
gıdasıdır
diye
boş
yere
dememişler.
Küçüklüğümden
beri
müzikle
hep
iç
içe
olmuşumdur.
Babam
küçüklükten
beri
Pink
Floyd
dinlettiği
için
hep
klasik
rocka
bir
merakım
olmuştur.
Küçükken
İngilizce
bilmesem
de
şarkılardaki
melodiler,
sololar,
ritimleri
dinleyerek
şarkıları
sevmişimdir.
Büyüyünce
ve
yabancı
dil
olarak
İngilizce
öğrenmeye
başlayınca
gördüm
ki
şarkılar
sadece
enstrümanların
çıkardıkları
seslerden
oluşmuyor.
Bir
şarkıyı
şarkı
yapan
en
önemli
unsurlardan
biri
de
şarkının
sözleri.
Bugüne
gelene
kadar
farklı
farklı
konulardaki
şarkı
sözlerine
denk
gelmişliğim
oldu.
Bazıları
aşktan
,
bazıları
mutluluktan
hatta
bazıları
da
bir
kazak
için
yazılmış
oluyordu.
Beni
ise
en
çok
etkileyen
şarkı
sözleri
Pink
Floyd’un
The
Wall
albümünde.
Albüm
solist
Roger
Waters’ın
başından
geçenleri
anlatıyor.
Küçüklüğümden
beri
en
sevdiğim
gruplardan
Pink
Floyd’un
solisti
konser
vermek
için
İstanbul’a
gelince
ben
de
bu
şansı
kaçırmadım
ve
babamla
beraber
konsere
gittim.
Waters
emekli
olmadan
önce
son
bir
kez
turneye
çıkmak
istemiş
bunun
içinde
şansıma
Wall
albümünü
seçti.
Konser
başlamadan
erkenden
babamla
İTÜ
Stadyumu’na
gittik.
Konser
iki
bölümden
oluşacaktı
ilk
bölümde
duvar
yıkılacak
ve
ikinci
bölümde
ise
tekrar
örülecekti.
Hava
karardı
ve
sahneye
gökten
bir
uçağın
inip
duvarı
yıkmasıyla
konser
başladı.
En
sevdiğim
parçalardan
biri
olan
“In
the
Flesh”
ile
konser
başladı.
Roger
Waters’ın
yetmiş
bir
yaşında
biri
için
çok
enerjik
olması
beni
çok
şaşırtmıştı.
Onun
enerjisi
de
tüm
seyircilere
yayıldı
ve
hepimiz
başlardaki
neşeli
şarkılar
sayesinde
ayağa
kalkıp
Waters’a
eşlik
ettik.
Waters
sonra
daha
yavaş
ve
daha
duygulu
şarkılarla
devam
etti.
Waters
babasını
ikinci
dünya
savaşında
kaybettiği
için
onun
adına
yazdığı
şarkılardan
birini
söyledi.
Söylediği
şarkı
“Goodbye
Blue
Sky”
dı.
Bu
şarkıyı
her
duyduğumda
tüylerim
diken
diken
oluyor
.
Waters
şarkıyı
seslendirirken
kendimi
onun
yerine
koyma
şansı
bulmuş
oldum
ve
onun
duygularını
paylaştım
diyebilirim.
Gerçekten
çok
zor
zamanlardan
geçmiş
olmalı
diye
düşündüm
çünkü
bir
aile
yakınını
kaybetmek
bu
dünyada
başımıza
gelebilecek
olaylardan
biri
ve
liriklerinden
kendisinin
çok
çaresiz
hissettiğini
anlyabildim
Burada
da
yine
görmüş
oldum
ki
müzik
en
önemli
iletişim
araçlarından
biri.
En
içten
duygularımızı
aktarmak
için
şarkılardan
daha
iyisinin
olmadığını
görmüş
oldum.
Konser
Pink
Floyd’un
en
ünlü
şarkısı
Another
Brick
In
the
Wall
ile
devam
etti.
Şarkıda
Waters
ve
arkadaşları
aldıkları
eğitimin
ve
içinde
bulundukları
yönetim
sisteminin
kötü
taraflarından
yakınıyorlardı.
Bu
şarkıyla
beraber
gençlerken
ülkelerinde
bulunan
eğitim
sisteminin
yanlış
ve
eksik
noktalarını
belirtmiş
oldular.
Bu
şarkıyla
beraber
konserin
ilk
bölümü
bitmiş
ve
duvar
tamamen
yıkılmış
oldu.
Bu
şarkının
bitimiyle
kendi
kendime
düşündüm
neden
biz
de
hiç
böyle
eğitim
sistemimiz
yargılayan
şarkılar
yok
?
Şarkılarla
hep
aşkı
anlatmak
yerine
neden
sosyal
sorunları
da
anlatmıyoruz
?Burada
duvar
Berlin
Duvarı’nı
sembolize
ediyordu
artık
savaşın
bittiğini
ve
her
şeyin
eski
haline
döndüğünü
gösteriyordu
Konsere
gittiğim
sıra
Gezi
Parkı
olayları
daha
yeni
olmaya
başlamıştı
ve
bir
kaç
kişi
de
kendilerine
uygulanan
gereksiz
şiddet
yüzünden
hayatını
kaybetmişti.
Waters
bana
bu
noktada
etrafında
olan
bitenlere
ne
kadar
duyarlı
biri
olduğunu
gösterdi.
Sahneye
çıkıp
durumu
eleştirip
hayatını
kaybedenleri
andı
ve
orda
aşırı
şiddetinin
gereksizliğinden
konuştu.
Aranın
devamında
duvar
tekrar
örülmeye
başladı.
Burada
duvarın
örülmesi
bana
Waters’ın
kendini
insanlardan
uzaklaştırmaya
çalıştığını
düşündürdü.
Savaş
sonrası
babasını
kaybedince
bir
süre
kendini
etrafınakilere
kapayıp
kendini
korumak
istemiş
olabilir.
İkinci
bölümdeki
şarkıların
daha
üzücü
ve
yavaş
olması
da
bundan
kaynaklanıyor
olmalı.
Konserin
ikinci
bölümüne
Waters
In
the
Flesh’in
ikinci
versiyonuyla
başladı
ve
yine
gönlümü
fethetti.
Bu
şarkının
devamında
ise
sıra
en
sevdiğim
Pink
Floyd
şarkısına
geldi.
Comfortably
Numb.
Bu
şarkı
gitar
sololarıyla
herkesin
gönlünü
kazanmış
şarkılardan
biriydi.
Şarkıya
Waters
bomba
gibi
girdi
ve
çok
güzel
bir
şekilde
devam
etti.
Şarkının
sonlarında
da
grubun
gitaristi
on
metrelik
duvarın
tepesine
çıkıp
efsane
bir
gitar
solosu
attı.
O
andaki
görüntü
tarif
edilemeyecek
bir
güzellikteydi.
Sahnedeki
tüm
ışıklar
yanmış
ve
duvar
bir
ayna
gibi
parlıyordu.
Bu
şarkıdan
sonra
konser
biraz
yavaşladı.
Waters
yine
kendi
ülkesinin
yönetimini
eleştiren
bir
kaç
şarkı
daha
söyledi.
Devamında
da
hepimizi
selamlayıp
sahneden
indi.
Konser
sonrasında
bir
şeylere
farklı
bakmaya
başladım.
Türk
müziğinde
olduğu
gibi
sadece
şarkıların
konusu
aşk
olmamalı.
Müzik,
insanın
tüm
duygularını
ifade
edebileceği
bir
araç
olmalı.
Sosyal
sorunlar
olsun,
kişisel
sorunlar
olsun
müzik
gerçekten
de
insanın
duygu
ve
düşüncelerini
aktarabileceği
en
önemli
araçlardan
briri
|
171 | A. Bilgehan Başpınar
ÜÇÜNCÜ BOYUTTAN BAKMAK
Yukarıdaki fotoğraf yazın balkonda oturup dışarıyı seyrederken gökyüzünün
ne kadar mavi, bulutların ne kadar masalsı göründüğünü bir anda fark edişimin
sonucu olarak ortaya çıkan bir görüntü. Hatta güzelliğine fazlasıyla güvendiğim ve bir
sanat eseri olarak nitelendirecek kadar ileri gidebileceğim bir kare diyebilirim. Ancak
bu noktada durup size bir soru sormak istiyorum: Bu fotoğrafın sanatçısı kim? "E
bariz değil mi, sizsiniz tabii!" yanıtını duyar gibi oluyorum. O zaman izin verin şöyle
sorayım: Burada sanatçı bu kareyi yakalayan fotoğrafçı olarak ben miyim, bana bu
karede kullandığım efekti kullanma imkanını sağlayan makine mi, o küçük bulut
parçasının diğerlerinden bağımsız olarak tam o noktada bulunmasını gerektiren fizik
kuralları mı, yoksa fizik kurallarını ve bu muazzam güzellikteki gökyüzünü yaratan
Tanrı mı? Kim burada sanatçı? Şimdi işler biraz karıştı değil mi? Tıpkı "Bu fotoğrafın sanatçısı kim?" sorusunda olduğu gibi bazen cevaplarını
bariz olarak nitelendirdiğimiz soruların altında daha fazla soru; apaçık ortada olan
olay ve durumların merkezinde ise bambaşka gerçekler, belki de belirsizlikler vardır.
Ben bunu insanın içinde bulunduğu dünyayı değerlendirişinin yüzeyselliğine
bağlıyorum. İnsanoğlu olarak karşılaştığımız, hakkında fikir ürettiğimiz ve
değerlendirmeler yaptığımız olay ve durumların herhangi bir kuyunun dibine düşmüş
büyükçe bir top olduğunu düşünün. Aşağıdakinin ne olduğunu anlamak için kuyunun
üstünden aşağı şöyle bir bakmakla yetinirseniz aşağıdaki topu iki boyutlu dairesel ve
düz bir tepsiyi andıran bir düzlem gibi algılanırsınız. Ne var ki hakikate ulaşmak için o
kuyudan aşağı bir ip sallandırıp derinlere inmek gerekir, ancak o zaman iki boyutlu
sandığınız tepsinin aslında üç boyutlu bir top olduğunu anlayabilirsiniz. Bu, hayatta
da böyledir işte bence; bir insan düşünürken ne kadar derinlere iner, değerlendirme
yaparken ne kadar etraflıca düşünürse yanılsamalardan o kadar kaçınır, bir "boyut"
daha hakikate yaklaşır.
Bu noktada yanlış anlaşılmamak adına şunu belirtmeliyim ki, söylediklerim şu
aşamada bir eleştiri niteliği taşımıyor. İnsan beyni zaten kimi durumlarda yüzeysel
değerlendirmeler yapacak şekilde evrilmiş olmalı. Neden mi böyle düşünüyorum?
Çünkü insan beyni her gün sayısız yeni bilgiye, sayısız uyarıcıya maruz kalır. Derste
öğrenilen yeni birtakım bilimsel bilgiler; gün içerisinde tanışılan insanların yüzleri,
isimleri, aklınıza ne gelirse! Dolayısıyla her gün pek çok girdiyi işlemekle meşgul olan
insan beyninin, bu bilgileri daha sonra kullanmak üzere daha rahat bulmak ve
hatırlamak adına birtakım kategoriler oluşturması ve dışarıdan aldığı bilgileri bu
kategoriler altında sınıflandırması gerekir. Ben bunu düzenli bir gardıropta aranan bir
kıyafetin daha kolay bulunmasına benzetiyorum. İşte bahsettiğim yüzeysel
değerlendirmenin altında yatan temel neden bu bence: beynin birtakım sınıflandırmalar yapma mecburiyeti. Demek istediğim, gün boyu hızlı kararlar vermek
zorunda olan insan, hayatın temposuna ayak uydurabilmek için karşılaştığı olay ve
durumları derince düşünmeden, "kuyuya inmeden" beynindeki bu sınıflardan birine
sokup o yönde değerlendirmeler yapmak, kararlar almak durumundadır. Örnek
vermem gerekirse, kahvaltı yaparken şimdi salatalık mı alsam yoksa reçel mi diye
uzun uzun düşünmez bir insan mesela ya da sokakta yürürken yanından geçtiği
meczup görünümlü bir kimseyi hemen "tehlikeli" sınıfına sokup adımlarını sıklaştırır.
Dolayısıyla, kimi durumlarda yüzeysel değerlendirmelerde bulunmak aslında hem
biyolojik hem psikolojik anlamda bir ihtiyaç.
Ne zaman ki, muhtemelen insan beyninin evrimsel gelişim sürecinde ortaya
çıkmış olan bu sınıflandırmalar ve hızlı, üstünkörü değerlendirmeler "beyin tembelliği"
yapılarak gerekli olduğu durumların dışına taşar, o zaman hayatı kolaylaştırmak
adına beynin kazandığı bu özellik insanın düşmanı kesilir birden. Bunun en bariz
örneklerinden biri bence bir iki hal ve tavır gözleminde bulunup insanlar hakkında
genel kişilik çıkarımlarında bulunmak, yani onları yaftalamak. Başka bir deyişle,
sınıfta ders işleyen bir öğretmenin derse geç kalan öğrencisine aklının bir köşesinde,
belki de istemsizce "tembel" etiketi yapıştırması gibi, altı boş, temeli olmayan,
irdelemeden oluşturulmuş, "iki boyutlu" çıkarımlarda bulunmak. Yaftalamayı, bir insan
hakkında yeterli bilgiye sahip olmadan eksik ya da yanlış çıkarımlarda bulunmayı
Einstein'ın genel görelilik kuramındaki uzay-zaman modeline benzetiyorum ben.
Genel görelilik kuramındaki uzay-zaman modelini, gergin bir sofra bezine bırakılmış
olan portakallar gibi düşünebilirsiniz. Portakalın sofra bezini eğmesi gibi uzaydaki
yıldızlar ve gezegenler de uzayı, dolayısıyla ışığı eğer ve uzayda yer alan cisimlerin
bulundukları konumdan farklı bir konumda görünmelerine neden olur. Asosyal etiketi
yapıştırdığınız insanları -ben de bir zamanlar o yaftayı yiyenlerden biriydim, belki de hala biraz öyleyim- düşünün mesela. İnsanlarla vakit geçirmekten hoşlanmadığını
düşündüğünüz o kişiler aslında genellikle belki de yetiştirilme tarzlarından
kaynaklanan bir çekingenliğin eseri konumundalar; sizler tarafından sosyal ilişkilerin,
konuşmaların içine çekilmeyi bekliyorlar. Oysa siz, irdelemeye kapattığınız beyninizle
uzayı eğiyor ve o insanları farklı bir konumdaymış, belki sizden daha uzak bir
konumdalarmış gibi algılıyorsunuz.
Demem o ki yanlış yerlerde, yanlış kişiler hakkında yapılan yüzeysel
değerlendirmeler, insanların yanılsamalar üzerine bir gerçekler dünyası kurmasına
sebebiyet verir. İrdelemeden, derinlemesine düşünmeden verdiğimiz kararlar çoğu
zaman hayat kurtarıcı ya da en azından kolaylaştırıcı bir niteliğe sahip olsa da bu,
beynin genel çalışma prensibi haline getirildiğinde insanları yaftalamak gibi, hem
yaftalayan hem yaftalanan için olumsuz olan sonuçlar doğurur. Bu yazının kendisi
bile irdelemenin gücünün somut bir örneği aslında. Küçücük bir fotoğraf karesinin
"yüzeysel olmayan" bir değerlendirmesinden kocaman bir metin çıktı, farkında
mısınız?
Kaynakça:
Cennet Kapısı, Ankara. Yazarın kendi çektiği fotoğraf. 20 Eylül 2016
|
172 | BİR ANNE GİDİNCE
Bilkent Üniversitesi’nde en sevdiğim yer kütüphane. Aydınlık, camlarından ağaçlar görünen,
temiz, ferah bina. Çalışırken ihtiyaç duyduğum her şeyi barındırıyor. Dikkatli ayak sesleri, çevrilen
sayfaların hışırtısı ve klavyelerin tıkırtısı ile çalışılabilecek kadar sessiz, boşluktaymış hissiyle
kaybolunmayacak kadar gürültülü. Ama en güzeli insanın zihnini hem besleyen hem dinlendiren sanat
galerisinin hemen alt katta olması. Bu ay Birsen Salahî resim sergisine ev sahipliği yapıyor galeri. İçeri
girdiğimde özellikle bir grup resim dikkatimi çekti. Duvarda peş peşe sıralanmış bu resimlerin hepsinde
aynı kadın var farklı yaş ve giysilerde, arka planlarda değişen renklerle. Üç tanesi aşağıda olan resim
serisinde annesini çizmiş Birsen Salahî. Evlenişi, gençliği, yaşlanışı ve ölümü.
Beyazlar içinde yeni bir ilişkiye yelken açıyor kadın. Etrafı da kendisi gibi beyaz henüz.
Yaşanacaklar için geniş bir zemin hazırlar gibi. Umut meyveleri yüklü ağaçlar eşlik ediyor geline. Hayatın
yeni başlayan dönemi gibi henüz küçük ağaçlar. Zamanla yaşlanmaktan çok olgunlaşıyor kadın.
Etrafındaki ağaçlar emeklerinin meyvelerini taşıyor. Tıpkı ilişki gibi ağaçlar da büyüyor ve zaman biraz
eskitiyor her şeyi. Sonunda ise anne gidiyor çünkü ölüm çalmış kapısını.
Son resmin önünde dakikalarca durdum. O kadar tanıdıktı ki anlattıkları: Annesiyle sıcak bir
ilişki kurabilmiş ve bunu ömür boyu -arada iniş çıkışlar olsa da- sürdürebilmiş şanslıların annesi
öldüğünde yaşadığı duyguydu bu ve eğer bir resim çizebilseydim aynısını çizmek isterdim annem
öldüğünde. Her şeyin solduğu, dünyanın soğuduğu, içinde bulunduğum mekanın bir karton gibi
çatırdayarak yırtıldığı bir resim.
Annem bir kış günü öldü. Doğumgününden üç gün önce. Çok hastaydı ve sonun başlangıcında
olduğumuzu biliyordum. Yine de gerçek ağır geldiğinden olsa gerek, beynim sanki bir bilim kurgu
filminin parçasıymış gibi çalışıyordu. Sanki biz gerçekliktik de içinde ölümün olduğu, doktorların
anlattığı dünya bir filmdi. Bizim dünyamızda ölüm yoktu. Evet işler çok iyi gitmiyordu ama bu kadarla
kalacaktı ve annem gitmeyecekti.
Gitti. Tıpkı üçüncü resimdeki gibi etrafımdaki her şeyin rengi soldu. Şakalarıma en çok gülen
kadın olmayınca şakalarımın turuncusu kalmadı. Etrafı dağıtmama en çok kızan kadın gidince
dağınıklığın kırmızısı kalmadı. Çığlık attığımda başıma kötü bir şey gelmesinden en çok korkan kadın
gidince çığlığımın solgun sarısı kalmadı. Ağladığımda en çok üzülen kadın gidince göz yaşlarımın mavisi
kalmadı. Gitti. Tıpkı üçüncü resimdeki gibi dünya soğudu, buz kesti. Beni en çok seven, bana en çok
merhamet gösteren kadın gidince güneş ısıtmadı. Beni koşulsuz, tüm iyiliklerim ve kötülüklerimle,
kabul eden kadın gidince hayatımda kar soğuğu başladı. Başkalarının bir şeyleri olmaya devam etmek
bile değil ısıtmak, ılıtmadı.
Gitti. Tıpkı üçüncü resimdeki gibi yırtıldı tüm gerçek bildiklerim. Meğer nasıl bir kalkanmış bana
ve nasıl bir süzgeçmiş benden dışarıya. Görmek ve duymak istemediğim her şey önüme serildi onun
kalkanı olmayınca. Ben ne yapacağımı bilmeden dehşetle onlara bakarken ve onları dinlerken, onlar
şaşkın ve sabırsızdılar. O zaman anladım sadece kalkan değildi annem. Biz bir takımdık onunla ve o,
takımdan dışarı her şeyi beni koruyacak şekilde süzerek çıkarmıştı yıllarca kimseye fark ettirmeden.
“Anneciğim gitti, çocukluğum bitti...” (Kenter, 92) ve ben ilk defa hayatın acı yüzüyle baş başa
kaldım. Epey zaman neyi nasıl yapacağımı aramakla, denemekle, öğrenmekle geçti. Zamanla fark ettim
ki yanımda olmayan sadece annemin bedeni. Annem anılarımla geçmişimde, sevgisiyle yüreğimde,
fikirleriyle bugünümde var. Bana öğrettiklerinin ışığıyla geleceği yine birlikte şekillendiriyoruz. İşte
bunları anladığım gün dünyam ısınmaya, renkler geri dönmeye başladı. Fark ettim ki giderken bana
ölümün anlamını ve yaşamın bir parçası olduğunu da öğretmiş; son dersini vermeden, beni
büyütmeden gitmemiş.
Kaynaklar:
Salahi, Birsen. Yağlıboya Resim Sergisi. 2015. Bilkent Sanat Galerisi. Ankara.
Kenter, Yıldız. Hep Aşk Vardı. İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2003. Baskı.
|
173 | Sahip Olunanlar ve İmkansızlıklar
Doğduğumuz andan itibaren birtakım haklara sahibizdir. Sahip olduğumuz ilk ve en
temek hak yaşama hakkımızdır. Ardından temel haklarımız ve insan haklarımız gelir.
Ancak bu listeye dahil olmayan bir hakka daha sahibizdir. Bu hak sayesinde olmak
istediğimiz kişiler haline gelebiliriz ve bir bakıma hayatımıza yön verebiliriz. Kimileri için
“kader” olarak adlandırılan bu durumun kontrolü çoğunlukla bizim elimizdedir. Peki ya
olmasaydı? Ya bütün hayatımız daha biz dünyaya bile gelmeden önce bizim yerimize
belirlenseydi; o zaman benliğimizin bir önemi kalır mıydı?
Birkaç hafta öncesine kadar bu sorular aklımın ucundan bile geçmemişti. Şans eseri
karşılaştığım bir filimde bu sorular gerçeğe dönüşerek somut bir hal alıyor ve bizlere
fütürist bir ütopyanın imajını aktarıyor. Fütürist filmlerin başarılı olmasına neden olan en
önemli özellikleri belki de aktarmayı başardıkları gerçekçiliktir. Ütopik bir dünya
|
174 | Hediye İlayda Erdoğu
21502971
ENKAZ ALTINDAKİ BEN DÜNYASI
Hiç hayallerinizi, hayatta yapmak istediklerinizi düşündünüz mü? Belki hiçbir hayaliniz
olmadı belki de şu anda gerçekleştirmek için bir uğraş peşindesiniz veya yapmak istediklerinizi
birer birer hayata getiriyorsunuz. Peki, hayallerinizi gerçekleştirirken karşınızdakilerin de istek
ve görüşlerini dikkate alıyor musunuz? Bana kalırsa, çoğumuz sadece ‘ben’ dünyamıza yani
gözümüze bir anda perde iniyor kendi görüşlerimize yoğunlaşarak başkalarınınkilere sırtımızı
dönüyor ve açıkça bencilce davranıyoruz. Bunun sonucunda da ne acıdır ki bu davranışın
sadece karşımızdakine değil bize de zarar verdiğinin farkında bile olamıyoruz bazen.
Yaşam süremiz boyunca hayallerimizi gerçekleştirebilmemiz için birçok fırsat çıkıyor şu
hayatta karşımıza. Mesela ben yıllarca tiyatrocu olmayı hayal ettim. Bu nedenle sürekli
annemle babamın başının etini yerdim. Yıllarca sırf tiyatrocu olacağım diye derslerime hiç
önem vermedim. Daha sonra farklı bir bölüm seçtim kendime ama tiyatroculuk hayalimi de
gerçekleştirmeye başladım bir yandan, hiçbir zaman bırakmadım peşini. Bu duygu çok güzel
bir şey bana göre. Küçük bir çocuk nasıl bir uçurtmanın peşinden koşarsa sonsuzluğa uzanan
gökyüzüne aldırmadan, işte öyle hayallerini hiç bırakmadan takip etmek insana hayatında belki
de hiçbir zaman tadamayacağı mutluluk duygusunu armağan ediyor. Ediyor etmesine de ya
hiç kimseyi önemsemeden, umursamadan, uğruna sevgilerden, mutluluklardan vazgeçtiğimiz
hayaller? Bir de onlar var değil mi? Hadi, gözlerimizi kör edip onları da yok sayalım gitsin(!). Öyle olmuyor işte çünkü ailemizin, arkadaşlarımızın, sevdiğimiz insanın da hayalleri, istekleri
var. Hayallerimizi gerçekleştirirken aslında onların ne istediğini hiçe sayıyoruz ve sadece bizim
isteklerimize uygun bir hayat sürdürmeye de zorlayabiliyoruz onları. Kimin böyle bir şeye hakkı
var ki ya da olabilir mi? Düşüncesi bile oldukça saçmayken.
Az önce kendi hayatımdan yola çıkarak verdiğim örnekteki durumu farklı bir şekilde
düşünelim. Tiyatrocu olmak istiyorsunuz ancak başka bir şehre gitmeniz gerek bunun için ve
birlikte yaşadığınız aileniz de emekli olup sizin gitmek istediğiniz yerin tam zıttı bir yere sizinle
birlikte taşınmak istiyor. Siz onların hayalini hiç okunmamış tozlu bir kitap gibi rafların arasına
bırakıp sadece kendi kafanızdaki şeyi gerçekleştirebilir miydiniz böyle bir durumda? Ben
yapamazdım açıkçası. Çünkü hayatta bazı şeylerin önceliği vardır ve kimse bunları görmezden
gelemez. Damien Chazelle’in filmi La La Land’deki hikaye buna çok güzel bir örnek daha
oluşturuyor aslında. Birbirine deli gibi aşık Mia ve Sebastian, ufacık bir bencillik yüzünden
ayrılmak ve apayrı hayatlar yaşamak zorunda kalıyorlar (Chazelle). Buradaki bencilliğin
tanımını da çok iyi bir şekilde açıklıyor Oscar Wilde, ‘’İnsanın istediği gibi yaşaması değildir
bencillik; başkalarını kendi isteklerimiz doğrusunda yaşamaya zorlamaktır.’’ (Soyek). Sonsuz
isteğimiz olabilir bana göre ancak bunları gerçekleştirirken karşımızdakilerin isteklerini yok
saymamamız gerektiği gibi empati kurarak duygularının nasıl olabileceğini de tartmalıyız. Kolay
ya da zor bir şekilde hayatımıza dahil olan özel insanları bir anda kaybetmemek için.
Unutmayın ki o yegane insanın hayatınıza kattıklarını başkası asla sağlayamayacak ve siz
günden güne onu daha çok özleyecek, bin bir zorlukla onun yokluğuna alışmak zorunda
kalacaksınız. Kim ister ki böyle bir şeyi? Madem istemiyoruz o zaman belki de hayal kurarken
biraz da gerçekçi olmakta fayda vardır.
Bir ‘ben’ dünyası var ki insanların, bu dünya tüm hayalleri, istekleri kapsayabilecek
kadar büyük ve kaybolası. Bir kapılan oldu mu o büyüsüne etkisinden çıkmak neredeyse
imkansız. Hani sıkça duyduğumuz kara büyü tanımı vardır ya sözde bir kişiyi diğerine bağlamak
için yapılan, işte öyle herkese, her şeye kör ediyor gözlerini bu dünya da. Sonra tek tek
kaybetmeye başlıyorsun sevdiklerini çünkü gözün onların ne isteklerini ne de hayallerini
görebiliyor bir süre sonra. Belki de bencilliklerin en büyüğü de bu şekilde doğmuş oluyor.
Bence artık farkında olmadan bize ve karşımızdakilere en büyük kötülüğü yapan dünyadan
sıyrılma vakti. Yoksa günden güne nice canlar daha yanacak.
Kaynakça
La La Land. Yön. Damien Chazelle. Summit Entertainment. 2016. Film.
Soyek, Muharrem. ''Bencillik.'' 16 Ocak 2009. Milliyet Blog. Web. 21 Mart 2017.
|
175 | AKSU 1
İREM NAZ AKSU
KAHVESİNİ SICAK SEVENLER İÇİN
İçinizi ısıtacak sımsıcak kısa anılardan oluşan Soğuk Kahve'yi ben de çok büyük
umutlarla almıştım. Sosyal medyada paylaşılan alıntılarından ve sayfalarından görerek,bir
heves gidip aldığım bu kitabın aslında sadece zaman kaybından ibaret olduğunu okudukça
anladım. Yazarın ilk eseri olan Soğuk Kahve, en başta yazdığım gibi içinizi ısıtacağına ismi
gibi yazarın bahsettiği güzel duygulardan ve hatta kendi anılarından da soğutan bir tat
bırakıyor kitabın sonunda okuyucuda. Kitabın türüne bile tam olarak karar verebilmiş değilim
aslında. Öykü desen değil, roman hiç değil ancak denemenin yandan yemişi olarak ifade
edebiliyorum. Genel olarak bakıldığında bu kitap, yazarın kendi hayatından kesitlerle bizlere
sunduğu kısa kısa anılardan ibarettir.
Öncelikle kitabın okuyucuyla sürekli bir konuşma havasında geçmesi ilgimi çekmişti
ama sonradan fark ettim ki söyleşi havası kitaplar için uygun bir dil değilmiş. Karşımda kim
olursa olsun sürekli bana hayatı hakkında öğütler verse ya da sürekli yaptığı hatalardan
bahsetse elbet bir yere kadar dayanabilirim. Soğuk Kahve'de tam olarak hissettiğim de bu idi,
'ben yaptım, siz yapmayın' havası çoğunlukta. Aslında yazarın da kendisiyle çeliştiği çok fazla
yer olmuş. Eski aşklar unutulmalı mı, peşinden mi gidilmeli? Sevdiklerimize çok fazla mı
değer veriyoruz yoksa biz hiç mi değer görmüyoruz? Sürekli bir soru seli fakat cevaplar her
sayfada farklı bir yanıt ile dile getirilmiş. Yani ben bu kitabı okuduğumda bana ne kattı diye
sormayı cesaret bile edemedim çünkü zaten kitabın yazarı dahi kendisinin ne istediğini veya
ne anlamak istediğini güzelce anlayıp, dile getirememiş. Bir sayfada sevgili yüceltilip, mecbur
hissedilirken sayfayı çevirdiğinde aslında bizi hak etmediğini anlatıyor Batman satırlarında.
Yazdıklarından anladığım kadarıyla; kendi çocukluğunu, gençliğini ve aşk hayatını tamamen
farklı geçirdiği için bunların hepsini harmanlayıp okuyucusuna nasıl ifade edeceğini
bilememiş olucak ki, ben de kendime bu kitaptan çıkaracak hiçbir satır bulamadım. Baştan
sona kötü yorumlanmış bir eser de demek istemiyorum fakat okurken altını çizdiğim yerler
olmadı değil; söylemek istediğim o alıntılardan sonra gelen cümleler. Bu alıntıda çok
güzelmiş deyip altını çizdiğim neresi varsa ardından gelen cümle onun tam tersini
savunuyordu. Yazarın, yazılarındaki anlam bütünlüğü sıkıntısı fazlaca olduğundan kitap
benim için sadece altını çizdiğim alıntılardan ya da sosyal medyada paylaşılan birkaç satırdan
öteye geçemedi maalesef.
Kitabın içinde geçen 'Nasılsın Sabah Uykum?' adlı yazıda sevgilisini sabah uykusuna
benzetmiş hatta birini sabah uykusu kadar sevebilmekten sözetmiştir. Bence birini sabah
uykuna benzetmek sevgiliye hakaret etmekten farksız. Benim için sabah uykusu hep o yarım
kalandır, istemediğim halde bölünendir. Yazar ise bunu birine söylediğinde karşısındakinin
'Bu adam beni çok seviyor' diye düşünmesini bekliyor. Sonra ise farklı bakış açısı olmayan
biriyle hayatın geçmeyeceğinden bahsediyor. Genel olarak ne olup bittiğinden habersiz
tavırları, fazla ciddiyetsiz diliyle beni bu kitaptan soğutmayı başardı. İçten olmaya çalışmış
fakat kullandığı 'lan', 'oha' gibi sözcüklerle sokak ağzının ve alaturkalaşmanın dışına
çıkamadığını düşünüyorum. Soğuk Kahve'yi okurken size sabır diliyorum. Ben çok büyük
hayallerle aldığım bu kitaptan ufak alıntılar dışında çok bir şey kazanamadım. Yazarın AKSU 1
yaşamından bahsettiği kesitlerden olsun ya da üslubunun verdiği ciddiyetsizlik olsun bu
kitaba kütüphanem arasında yer bulamadım. Umarım yazarın diğer eserleri de bunun gibi bir
hayal kırıklığıyla sonuçlanmaz benim için. Yine de size iyi okumalar...
Kaynakça:
Kitabın Adı:Soğuk Kahve
Kitabın Yazarı: Ahmet Batman
Sayfa: 224 sayfa
Yayınevi: Destek Yayınları
|
176 | ESKİNİN, TARİHİN RUHU
Geçmişten günümüze kadar gelen yapıları yeni yapılardan ayıran özelliklerden
biri de otantik ve farklı görünüme sahip olmalarından öte, içinde barındırdıkları ruhtur
bana kalırsa. Örneğin on sene önce inşa edilmiş bina ile yüz yılı aşkın bir süre önce
yapılmış olan bir yapının insanda uyandıracağı hislerin bir olmasını bekleyemeyiz.
Çünkü on sene boyunca bir binanın tanıklık ettikleri ile yüz yılı aşkın bir zaman
diliminde bir binanın tanıklık ettikleri arasında çok fark vardır. Dolayısıyla bir yapı ne
kadar çok an'a ev sahipliği yaparsa o kadar farklı bir izlenim ve orjinal bir his bırakır
kişilerin üzerinde.
On iki yıldır oturulan bir ev insana güven, huzur ve sıcaklık verir. Çünkü o ev
bir insanın hayatında gerçekleşen pek çok şeye tanıklık etmiştir. Belki bir bebek o
evde doğmuştur ve ortaokula gelene kadar o evde yaşamıştır. Yani o ev, bir insanın
bebekliğine, çocukluğuna ve ergenliğine şahit olmuştur. Mutluluk, neşe, hüzün gibi
pek çok duygu o on iki yıl içinde evin duvarlarına, tavanına, pencerelerine işlemiştir.
Ancak yeni yapılan bir eve taşınıldığında, eski evdeki sıcaklığı, samimiyeti bulmak
mümkün olmaz. Hiçbir geçmişi olmayan, yaşanmışlıktan yoksun olan bu ev,
ruhsuzdur henüz. Ona ruh ve değer katacak olan şey, anı biriktirmektir. Gelip geçen
her yılda bir yığın anı depolanır o evde. Eve ruh kazandırılmış olur böylece.
İşte bu yüzden yaşanmışlığın binalara kazandırdığı ruh, bende büyük etki
yaratır. Özellikle de yapıldığı tarih yüzyıllar öncesine dayanan bir yapının içerisine
girdiğimde heyecanlanırım. Belki de bu yapının ev sahipliği yapmış olduğu onca
anıya saygı duyarım. Çok değerli bulurum bu yüzden. Gözümde her zaman başka bir
yeri olmuştur çok eski yapıların. Tarihî bir yapının önünden geçerken, içine girmesem
bile dikkatle incelerim onu. O ruhu hissetmeye çalışırım kalbimde. Bana huzur verir,
iyi gelir yüreğime.
Bu nedenledir ki Roma, benim için ayrı bir yere sahiptir. Öyle bir şehir düşünün
ki, adım attığınız her yer, her sokak, her bina, her kaldırım çok eskiye dayansın.
Tarihi derinlemesine hissedeceğiniz, içinize doyasıya çekeceğiniz bir şehir Roma.
Arnavut kaldırımları, kiliseleri, apartmanları… hepsi birer tarihî miras. Yeni
denilebilecek hiçbir şeyi Roma'da göremezsiniz. Öylesine eski ki, insan kendisini açık
hava müzesinde hissediyor. Yolda yürürken yüzyıllar önce yaşayan insanlarla aynı zeminde yürüyor olduğunuzu hissetmek bambaşka. Tarihe yolculuk yapıyor insan
adeta.
Türkiye'de günümüzde inşa edilen suni ve ruhsuz binalara alışkın olan
gözlerim ve ruhum, Roma'da bayram etti diyebilirim. Roma, tamemen sahici bir şehir
hissi yarattı bende. Yani özentisiz, kendi halinde ve sahip olduğu tarihe değer veren,
saygı duyan ve onu koruyan bir şehir. Durum böyle olunca Roma'da inanılmaz bir ruh
hakim. Eski yıllardan itibaren varlığını hep aynı kimlikte, değişmeden ve
yenilenmeden sürdürmüş olan ve pek çok anıya, olaya sahne olan bir şehirde bu
denli ruhun olmaması mümkün mü zaten?
Ben Roma'da yaşayanların kendilerine özgü bir huzurunun olduğunu
düşünüyorum. Belki de şehirlerde yaşayanları mutlu eden unsurların başında ruhun
yer aldığına olan inancım bana bunu düşündürüyor. Şehirin bir ruhu olması ister
istemez insanın yüreğine yaşama enerjisi ve yüzüne gülümseme aşılar. Bu nedenle
tarih kokan bir şehirle eskiden eser bırakılmamış bir şehrin insan üzerindeki etkisi bile
çok başkadır. Türkiye'de de böyle eski yapılarla bezeli, kendine özgü ruhu olan
şehirlerin daha çok olmasını isterdim açıkçası. Böylelikle Türkiye'de o eşsiz ruhu
yakalamak için çok daha fazla fırsatımız olurdu.
Deniz ÖĞRETMEN |
177 | Aysu Aktulay
GRAFİTİ SANATININ LOUVRE MÜZESİ
Sanatseverim diyenlerin mutlaka görmesi gereken mekanlar vardır. Buralara gitmeniz
için illa ki sanattan anlamanız gerekmez elbette. Sanatın tek bir duygunuza bile
dokunabilmesi yeterlidir bana göre. Doğrusunu söylemek gerekirse ben de kendimi sanat
insanı olarak tabir edemem. Fakat sanatın dili ile gücü evrensel ve görecelidir, tıpkı duygu ve
düşüncelerimiz gibi. Herkesin eşsiz bir benliği olduğu gibi sanat da herkese farklı şekillerde
hitap eder, kendi içinde bölünmüş ve dallara ayrılmıştır. Belki de en tartışmalı olanı ve ironik
olarak bazılarına göre görüntü kirliliği yaratanı grafiti sanatına en iyi tanık edebileceğiniz
yerlerden biri de Miami’de yer alan Wynwood sanat bölgesi; sayısız sanat eseri ile bu bölge
Louvre Müzesi gibi değerli bir sanat koleksiyonuna sahip diyebiliriz.
Bölgeye yaklaştığınız zaman anında eski püskü binalarla rengarenk, capcanlı
grafitilerin karşıtlığını fark ediyorsunuz. Mekanın büyüleyici tarafı da buradan geliyor bana
sorarsanız. Bunun nedeni de eskiden bu bölgenin işçi sınıfın yerleşim alanı ve depo bölgesi
olarak görev alıyor olmasıydı. Şaşırdınız değil mi, o halden bu hale nasıl geldi diyorsunuz? Bir
zamanlar Güney Amerika’dan işçi göçü ile gelen latin kökenlilere ev sahipliği yapan yıpranmış
binalar son birkaç senedir Dünya'nın dört bir yanından gelen sanatçıların kanvasına
dönüşmüş durumda. Sanatın el değdiği ve güzelleştirdiği bir başka yer. Bu değişime zemin
hazırlayan etmen belki de Latin kültürünün o neşeli, hareketli yapısıdır. Bana göre en
etkileyici tarafı imkanlar el vermediği için sanattan yoksun yaşayan çalışan toplumun içinden
çıkan insanlar sayesinde bir zaman sonra bu bölgenin iç karartıcı havasından ve üretim
fabrikalarından sıyrılıp, hayat dolu bir kültürün somutlaştırılmış haline dönüşmüş olması.
Öyle ki eski zamanlardaki griliği ve tekdüzeliği yerine grafitilerle beraber samimi ve sıcak bir
havaya bürünmüş. Sanatseverlerin akınına uğrayan ve sanatçıların hünerlerini sergilediği bu
yerde hayranlıkla eserleri inceledikleri, nefes kesici parçaların bulunduğu bir yer Wynwood
sanat bölgesi. Bambaşka kültürlerin buluşma noktası olan bu yerde mutlaka hoşunuza giden
bir eser olacaktır. Hepsi birbirinden farklı çizgilerle, farklı hikayelerle çiziliyor. Politikadan film
karakterlerine, kara mizahtan grafiksel tasarıma birçok temayı içeren bu sokaklarda
neredeyse hiçbir duvar boş bırakılmamış durumda, sanat uygulamasını ve bölgeyi gittikçe
genişletiyorlar. Anlayacağınız tüm sanatçıların kendilerini ifade etmeleri için burada yer var.
Sanat, sanatçının benimsediği kültürün dışa vurumu sonucu ortaya çıkar. Fakat bana
kalırsa bu konuda insanların asıl dikkat etmesi gereken kültürün tek bir topluma veya ırka ait
bir olgu olarak görülmemesi gerektiğidir. Kültürler farklı olsa bile içerdiği değerler ya da
yansıttığı düşünce ve duygu durumları evrensel konumdadır, bu yüzden sanata, aynı şekilde
sanatçıya da, önyargısız bir bakış açısıyla yaklaşmak esastır. Gerçek sanatçılar için
alışılagelmiş kalıplar, olgular önemli değil; asıl önemli olan iç dünyasını ve güzelliklerini diğer
bireylere, topluma sunmasıdır. Çeşitli duygu ve düşüncelere hitap ettikleri için seyircileri de
aynı olmaz, yani demem o ki sanatta güzellik bizlerin algılama biçimiyle ilgilidir. Bu sebeple,
orada yer alan yüzlerce çizim gibi hiçbir sanat eserinde güzel-çirkin ayrımı olamayacağı
düşüncesindeyim. Eğer siz de benim gibi “Kültürel çeşitlilik zenginliktir.” düşüncesine
sahipseniz emin olun bu yerden saatler sonra bile ayrılmak istemeyeceksiniz. İnsanın
baktıkça bakası geliyor derler ya işte o hesap. Eskimiş ve terkedilmiş binalarını ve kasvetli
atmosferini bu denli değiştirebilmiş, tekrar hayat vermiş sanatın gücünü böylesine eğlenceli
bir şekilde başka nerede görebilirsiniz ki? |
178 | Doğa GÜRGÜNOĞLU
ÖZLEMEK KORKUTUR
Hiç çok sevdiğiniz birinden uzun süre ayrı kaldınız mı? Kaldıysanız özlem nedir bilirsiniz.
Özlemek basit bir duygu gibi gözükür başta, sevdiğiniz uzaktayken onun yanınızda olduğu hayalini
kurdurup sonra o hayalin ulaşılmazlığıyla sizi boğan bir duygu gibi. Sevdiğinizden uzaktayken ne
yapmakla meşgul olduğunuza göre bu durum doğru ya da yanlış olabilir, eğer sevdiğinizin hayalini
kurarak ve yokluğuna ağlayarak zamanınızı geçiriyorsanız görebildiğiniz tek gerçek bu dahi olabilir.
Ancak sevdiğinizin özlemiyle yanıp tutuşurken kalbiniz eğer siz bu duyguyu sorguluyorsanız özlemin
daha karanlık yüzünü de görmüş olursunuz. Özlemek çünkü sadece insanı sevdiği insanın yokluğuyla
yakmaz, aynı zamanda onu bir daha görememenin korkusuyla titretir insanı. Bu korku ne kadar ciddidir
peki? O kadar Yıldız Savaşları izliyorsunuz, Anakin Skywalker kadar ciddidir işte o korku.
Yıldız Savaşları serisinin ilk filmi olan Bölüm I: Gizli Tehlike serinin en can alıcı karakterlerinden
olan Anakin Skywalker’ın çocukluğunu, Anakin’in nasıl Jedi Şövalyeleri’ne katıldığını ve Sith tehlikesinin
nasıl büyüdüğünü konu alır. Konu her ne kadar Anakin’in Darth Vader oluşuyla çok ilgili gözükmese de
filmin olay örgüsü aslında tam da Darth Vader’ı yaratan ve Anakin’i gücün karanlık tarafına iten temel
etkeni anlatır: korku. Anakin’i Tattoine gezegeninde annesiyle sürdüğü köle hayatından kurtaran
Jedi’lar onu annesinden ayırmakla içindeki korkuyu beslemiş oldular. Anakin annesini bir daha
görememekten korkmaya başladı bir Jedi Şövalyesi olma yolundaki ilk adımını atmasıyla. Bu korkunun
aslında ona neler yapacanı ise Jedi ustası Yoda açıklıyor: “Korku Karanlık Tarafın yolu… Korku öfke olur,
öfke de nefret. Nefret acıyı getirir. Korkuyla dolu senin için.”(Yıldız Savaşları Bölüm I: Gizli Tehlike, 1999)
Bu korku işte Anakin’i karanlık tarafa çeken. Annesine duyduğu özlemin ona Darth Vader olarak neler
yaptırdığı düşünülünce anlaşılıyor zaten özlemin aslında ne kadar karanlık bir yüzü olduğu.
Özlem böyle bir şeydir aslında. İnsanın içini karartır, hem yokluğun acısını yaşatır ona hem de
insanı yokluğun kalıcılığına inandırır. Çünkü o yokken zaman geçmek bilmez. Zaman acı verici bir oyun
oynar insan aklıyla. Bu oyun insana aklını kaçırtır, insanda isteksizlik yaşatır. Gündelik hayatında sosyal
biriyse bu insan, kalabalık yalnızlıklar yaşar. Her zamanki dostlarıyla beraberken bile tat alamaz onların
muhabbetinden. Bir çeşit cam fanusa kapatır insanı özlem. Zaten o cam fanusta büyümedi mi Darth
Vader? Galaksinin en seçkin şövalyeleri arasında eğitim görürken ve onların en güçlüsü olarak çok
büyük fayda sağlayabilecekken bile içindeki korku yüzünden güce olan açlığı büyümedi mi? Annesini
kaybeden Anakin, çok sevdiği Padme’yi kaybetmekten korktuğu için güce muhtaç hissetmedi mi?
Annesine duyduğu özlem içine keder oldu ve içindeki karanlığı besledi. Bu karanlık beslendikçe büyüdü,
Anakin’i olmadığı biri haline getirdi, onu benliğinden çıkardı.
Bütün bunlara karşın, hayatta bize çok sıradan gelen varlıklara duyulan özlem daha zayıf olduğu
için genelde bu karanlık taraf ortaya çıkmaz. Ancak bu karanlık taraf insanları yine etkiler. Örneğin çok
sevilen bir aktivitenin uzun bir süre yapılmadıktan sonra tam yapılacakken engellenmesi bireyi çok
hiddetlendirir. İnsanda bunun yarattığı öfke ona her şeyi yakıp yıkma gücüne sahip olduğu hissini verir.
Bu da özlemin karanlık tarafının insanı her durumda içten içe yıktığını gösterir.
Özlem basit görünür ancak çok güçlü bir duygudur. Üzerinde dikkatli düşünüldüğünde özlemin
karanlık doğası ortaya çıkar. Özlemin korkuyu, korkunun da öfkeyi tetiklemesi sonucu insan kendini
kaybederek karanlığa gömülür ve o karanlıktan asla çıkamayacağını zanneder. Ancak evrenin ikili doğası
gereği özlemin bir de aydınlık tarafı vardır ki bu da kavuşmanın verdiği tarifsiz sevinç ve huzurdur. İnsan
sevdiğine kavuşunca özlemin zamanında yarattığı bütün karanlığı ve kederi bir anda unutuverir. Bu da
gösterir ki kavuşma ile sonlandığı sürece özlem hiçbir gerçek zarar veremeyecektir.
Doğa GÜRGÜNOĞLU
KAYNAKÇA
Lucas, George, dir. Yıldız Savaşları Bölüm I: Gizli Tehlike. Twentieth Century Fox, 1999. Film. |
179 | Olguner 1
Simge Olguner
21302282
Başak Berna Cordan
07 Kasım 2014
Türkçe 101-18
ÜÇ MAYMUNU OYNAMAK
Milyonlarca yıl önce yasayan canlıların birçoğunun nesli tükendi; dinozorlar, mamutlar
belki de bilmediğimiz canlı türleri. Peki, ya bizi bu canlılardan ayıran şey ne? Belki de insan
ırkı da tıpkı bu canlı ırkları gibi ilerde bir zamanda yok olacak, hatta belki de bizim ırkımızı
kendi elimizle yarattığımız yapay zekalar sonlandıracak . Kendimizin yarattığı bir şeyin
sonumuzu getirmesi oldukça ironik olurdu ama teknolojinin üst noktaya ulaştığı bir gelecekte
bizden daha zeki bir canlı ırkının oluşması da muhtemel. Zeka beraberinde güç de getirir,
böyle bir üstün ırkın oluşması söz konusu olduğunda insan ırkının onlara karşı pek de bir
şansı kalmaz. Bencilliğimizin diğer canlıların sonuna neden olması gibi yine sadece kendimizi
düşünüp daha iyi olanaklara ulaşmak için yaptığımız bu robotların bizim sonumuza neden
olması, belki de hak ettiğimiz bir son olur.
Muhtemel gelecek hakkındaki çoğu düşünce bu üstün ırk oluştuktan sonra bizim ırkımızı
sona erdirip dünyanın sonunun gelmesine yol açacağı yönünde, sonumuzun gelmesi
düşüncesinde bile bencilliğimizi ortaya çıkarıyoruz. Sanki dünyanın biz olmadan sonu
gelecekmiş gibi. Aslında olacak olan sadece bir ırkın yok olup yerine başka bir ırkın
oluşmasıdır, milyonlarca yıldır olduğu gibi.
Süper gelişmiş robotların dünyayı ele geçirmesiyle ilgili birçok film yapılmış olmasına
rağmen beni en çok etkileyen Andy Wachowski'nin yazdığı ve yönettiği Matrix olmuştu
çünkü bu film diğerleri gibi sadece bu konu üzerine yoğunlaşmayıp beraberinde yaşadığımız Olguner 2
hayatla ilgili çok farklı bir bakış açısı getiriyor; yaşadığımız hayatın tamamen bir yanılsama
olması gibi.
Hayat nedir? Hissettiğimiz, duyduğumuz, tattığımız, kokladığımız, gördüğümüz şeylerin
bir bütünüdür hayat. Ama bu beş duyunun sadece beyne giden sinyallerle oluştuğu
düşünülünce, bu hayatı bir makinenin içinde bize bu hisleri hissetmemiz ya da yaşadığımızı
sandığımız şeyleri görmemiz için uyarılar verilerek yaşıyor olabilir miyiz? Bu fikirle ilk
karşılaştığımda bunun üstünde çok düşünmüştüm, insana yaşadığı hayatın tamamen bir
yanılsama olabileceği söylenilince pek de kabullenmesi kolay bir şey olmuyor. Her insan
yaşadığı anıların, duyguların gerçek olmasını istiyor ama ne yazık ki hayatın bir yanılsama
olmadığını kanıtlayacak bir şeyimiz yok bu hayatın gerçek olduğunu kanıtlayacak bir
şeyimizin olmadığı gibi.
Asıl soru belki de şu olmalı "Hayatımızın tamamen bir yanılsama olduğunu
kanıtlayabilseydik bunu kabullenebilir miydik ve bu yanılsamadan kurtulmak için çabalar
mıydık?" Karar vermesi oldukça güç bir durum olurdu, sonuçta kim renk renk boyanmış
yapma bir çiçek yerine gerçek ama solmuş bir çiçeği seçer ki? Gerçek olmadığını bilsek bile
güzel görünen şeyler insanları cezbeder, o yüzden onları mutlu eden şey solmuş çiçek yerine
yapma çiçektir ama asıl mutlu eden şey ise o yapma çiçeğin gerçek olduğuna inanmaktır.
Elbette kimse bir yalanla yaşamak istemez, en küçük bir olayda bile kandırılmak
hoşumuza gitmez. Ama hayatımızda inandığımız bütün doğruları yıkacak bir yalanla karşı
karşıya kalsaydık bunu bilmemeyi tercih etmez miydik? Üç maymunu, üç maymun
oynadığını bilmeden oynamak değil midir asıl mutluluğu getiren? Bir insanı asıl üzen
kandırılmak değildir onu asıl üzen kandırıldığını öğrenmektir. Peki, ya hiç öğrenmezse? Olguner 3
Şimdi iyi düşünün, eğer hayatımız bir yanılsamaysa ve size bir seçim hakkı sunulsa
yaşadığınız her şeyin yalan olduğunu gösterecek kırmızı hapı mı yoksa bu yalana gerçek
olmadığını fark etmeden devam edebileceğiniz mavi hapı mı seçerdiniz? |
180 |
Nota Kalabalığı
Geçen gün internette gezinirken bir şarkıya rastladım. “Counting Crows” grubunun
“Accidentally in Love” şarkısı. Çocukken izlediğim bir animasyon filminde çalan bir şarkıydı. Şarkıyı
oynattığım anda ilk notayla birlikte beynime anılarım ve çocukluğum hücum etti. O şarkıyı küçükken
dinlediğimde nasıl bir ruh halindeysem, neler düşünüyorsam hepsini hatırladım. En önemlisi de ruh
halimi hatirlayabilmiş olmamdı. O masum, kendi küçük dünyasında dış dünyadan bihaber bir şekilde
film izleyen çocuk doğdu içime. İçinde tüm dünyaya yetecek kadar bir yaşama sevinci, geleceğe dair
sonsuz ümitler, hayaller… Hepsini şarkı bitene kadar hatırladım. Gerçekten çok hoş bir duyguydu.
Ruhum adeta geçmişle gelecek arasında köprü vazifesi görüyor, aklım da ikisi arasında mekik
dokuyarak karşılaştırmamı sağlıyordu. Kelimelerin kifayetsiz kaldığı yoğun duygusal bir haz
yaşamıştım.
Tek bir şarkı insana neler neler hissettiriyordu. Müzik gerçekten de günümüzde hayatımızın
her alanında yer alan çok güçlü bir olguymuş meğer. Düşününce aslında bebekken annemizin
ayaklarında sallanırken ninnilerle uyuruz, gençliğimizde şarkı dağarcığımızı genişletiriz ve en son
hayata veda ederken arkamızdan yanık sesli bir müezzin sela okur. Metroda, arabada, otobüste ve
dolmuşta kulaklıkla dinlemesek bile radyolardan gelen müzikleri istemsiz de olsa dinleriz. Kızılay
Meydanı’nda, Taksim’de gezerken sokak çalgıcılarının maharetli ellerinden yüzyıllar önce Ortaçağ
Avrupası’nda bestelenmiş şarkıları dinleriz. Hele ki televizyon yayıncılığının olmazsa olmazıdır müzik.
Hatta şu anda bu yazıyı yazarken bile aslında müzik dinlemem, hayatıma ne kadar girdiğinin
önemli bir kanıtıdır. Yani aslında müzik, pek dikkat etmesek de hayatın tam ortasındadir.
Ama günümüzde geçmişe oranla çok daha fazla bir müzik kirliliği olduğu aşikar.
Peki bunun nedeni neydi acaba? Neden müzik, özellikle günümüzde, her yerdeydi?
Üzerine biraz daha düşününce kendimce şu sonuca varmıştım: Kulağımız; gözümüz, derimiz,
dilimiz ve burnumuz gibi beş duyu organımızdan biriydi. Hatta bunu da şarkıyla öğretirler ilkokullarda.
Geçmişle karşılaştırınca günümüzde insanların her bir duyu organından daha fazla zevk almak
istediğini fark ettim. Mesela önceden şeker ve çikolata çok az tüketiliyorken ve temin edilmesi zor bir
lüks iken şu anda en ücra yerlerde bile var ve insanların dilini tatmin ediyor. Gözleri tatmin eden şık
kıyafetler, makyaj ürünleri ve her an internetten erişebileceğimiz harikulade manzaralar var.
Burnumuz icin her köşe başında ve hatta el sabunlarının içinde bile parfüm çeşitleri var. Kötü kokan
ahırlar, pis yerler de artık sadece köylerde kaldı. Derimiz için ise en rahat koltuklar, yataklar ve
rahatsız etmeyen yumuşak kumaşlar var. Hepsinden zevk alma potansiyelimiz arttı. Kulak için de öyle.
Belki eskiden sadece taverna veya belirli yerlerde belirli insanlar tarafından dinlenebilen şarkıların
hepsi ve daha fazlası günümüzde kulağımızı doyurabilmek için elimizin altında.
Tabii ki bu kadar fazlalık kaçınılmaz olarak duyarsızlık oluşturuyor. Nasıl ki bir yemeği çok
sevsek bile her gün yiyemeyiz, bir süre sonra bıkarız; aynı şekilde çok sevdiğimiz bir şarkı da çok
dinledikten sonra bıktırabiliyor. Sırf bunun önüne geçebilmek için çok eskiden severek dinlediğim
şarkıları her zaman dinlemem, sadece kendi başıma olduğum zamanlar açarım ve duygusal bir
yolculuğa çıkarım. Notalar ahenkle kulağımdan içeri süzülürken ruhum da farklı bir nefesle
soluklanmış olur, adeta taptaze bir havayı tenefüs eder.
Müzik gerçekten de ruhun gıdasıymış meğer. Ve aslında benim için gereken modern zamana
inat çok ufak bir miktar. Bir tutam anı canlandıracak kadar çok, sıkmayacak kadar az…
Seyfullah Said ORHAN
|
181 | Kaybetmek / Deniz Akkaya
Hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığını bir sürü şarkı, film veya roman söylemiştir şu zamana
kadar. Hepsi de başarılı teknikler ile gerçek kurguyu gizleyip okuyucu ve izleyicileri olması daha
muhtemel olaylara inandırmak üzerine ilerler. Laura Kasischke'nin romanından uyarlanan Karda Bir
Beyaz Kuş da bu etkileyiciliğe sahip. Kimsenin tahmin
edemeyeceği sonu bir sır gibi saklıyor ve diğer filmlerde alışık
olduğumuz sonları hayal ettiriyor. Filmin kalitesini arttıran bir
başka şey ise hayal ettiğimiz sonun her yeni olay sonunda
değişmesi ancak hiçbir şekilde gerçek finale yaklaşamaması.
İnsanların en güvenilir kaynakları çoğu zaman
gözleridir. Görebileceğimiz herhangi bir şey yok ise, en
sevdiklerimizin sözlerine güvenmeyi tercih ederiz. İlginç bir
gelişme olmadıkça, sevdiklerimizin sözleri bizler için
vazgeçilmez gerçekler gibidir. Doğal olarak bu en büyük
yanılmaya sebep olur. Filmde, başrolün annesi o kadar kötü
tanıtılıyor ki; kaybolduğu zaman evden kaçtığını düşünüyor
insan. Yazar ve yönetmen bir şekilde sizi kadından
iğrendirmeyi başarıyor.
İşlenen ikinci mühim tema ise insanın sevdiklerini (1) Karda Bir Beyaz Kuş
kaybetmesiydi. Sevdiklerimizi kaybetmek; herkese, her yaşta
zor gelecek bir olaydır. Ancak bundan daha kötü bir durum
ise, kaybettiğimiz kişilerin nereye gittiklerini bilememektir. Çocuklarını kaybeden ailelerin, sevdiklerini
kaybeden insanların en büyük sorunu budur aslında. Kaybetmekten kastım, gerçekten kaybetmek.
Başına ne geldiğinden, niye gittiğinden veya nerede olduğundan hiçbir şekilde haberdar olamamak.
Kat bu duyguların kendisinden çok uzakta olduğunu düşünüyordu film boyunca. Annesi kaybolduktan
sonra hayatında daha özgür olduğunu ve her şeyi daha iyi yönettiğini düşünüyordu. Bir üniversite
kazanmıştı ve hayatının çok daha güzel olduğunu zannediyordu.
Fakat bu doğru değildi. Bazen sevdiğimiz insanların bizleri çok sıktığını, tavsiye ve öğütleriyle
bunalttıklarını düşünürüz. Çoğu zaman gerçeklik payı da yüksektir. Ancak nadiren de olsa bu insanlara
ihtiyacımız olabilir. Özellikle bu kişiler ebeveynlerimiz ise bu durum çok daha farklıdır.
"Annem ya da babam bir gün ortadan kaybolsa ne yapardım?"
Bu soruyu çokça sordum film boyunca kendime. Sonuç olarak yeni bir hayat hedefim olurdu. Onların
izini bulmaya, sürekli araştırmaya, keşfettiğim şeylerle yeni sonuçlara ulaşmaya çalışırdım. Aynı
durumda olduğum insanlara ulaşmak isterdim. Bir kişinin bile bu yolda başarılı olduğunu görmek
bana gereken özgüveni aşılayabilir. Sonuç olarak, sadece ailem olmak zorunda değil, bir sevdiğimi
kaybetsem onu bulana kadar araştırırdım. Kesinlikle çok inatçıyımdır, zaten lise dönemimde de
dedektif olmak isterdim zaten.
Bu filmde ve diğer birçok filmde dikkatimi çeken başka bir durum daha var aslında. Yabancı
ülkelerdeki yoksul kasabaları, onların deyimiyle "countryside". Kasabadaki evler ne kadar kötü ve eski
gözükse de hepsinin iyi kötü bir bahçesi var. Ayrıca evler arasındaki mesafeler de çok güzel, aralarında yeterli mesafeler var. Çoğu kişinin bir kamyoneti var, kamyonetleri çok severim, insanlar işlerini
bunlarla hallediyor. Kesinlikle bir tane bile apartman yok, hava tertemiz. En önemlisi, insanlar çok
mutlu. Eğer böyle bir yer sadece filmlerden ibaret değilse, büyüdüğümde yaşamak istediğim hatta
yaşayacağım yerin bu tarz bir yer olduğuna eminim.
Filmi, taşıdığı mesajlardan dolayı herkese tavsiye etmek isterdim. Ancak çoğu film gibi bu film
de cinsel sahnelerin filmin büyük bir bölümünü oluşturması sebebiyle, anlamsal güzelliğini kaybeden
bir film. Sinemacılıktan pek anlamam, ama izlediğim yüzlerce filmin bana kattığı tecrübe sayesinde;
fazla sayıda aksiyon ve cinsel sahnelerin; konu yetersizliğinden dolayı filmi uzatmak amacıyla
çekildiğini düşünmeye başladım. Belki romanı daha etkileyici olacaktır, benim için. Ama bu kötü
özelliği dışında kesinlikle izlenmesi gereken bir film.
Kaynakça
Karda Bir Beyaz Kuş. Yönetmen. Gregg Araki. Oyuncular. Shailene Woodley, Eva Green, Shiloh
Fernandez. Laura Kasischke, 2014. Film.
(1)http://tr.web.img1.acsta.net/r_640_600/b_1_d6d6d6/pictures/14/08/18/12/44/580370.j
pg |
182 | BİR GARİP YURT HİKAYESİ
Bilmiyorum siz hoşlanır mısınız ama bana oldum olası cazip gelmemiştir başlığıyla okuyucuyu
tavlayan okuma listelerindeki kitapları okumak. Bu listelerde birçok defa karşılaştıktan ve Microsoft
şirketinin efsanevi CEO'su Bill Gates'in de favori kitapları arasında yer aldığını öğrendikten sonra,
en yakın kitapçıya gidip Çavdar Tarlasında Çocuklar'ı almaktan kendimi alıkoyamadım. Amerikan
edebiyatının önemli isimlerinden olan Salinger hakkında toplumdan uzak bir hayat sürdüğünden
başka bir şey okumamıştım ve yazdığı bu kitabın başucu kitabım olacağını bilmiyordum.
Sayfaları bir bir çevirdikçe dinledim Holden'ın öyküsünü ve, ne kadar Özdemir Asaf aksini iddia
etse de, birbirimizle paylaştık yalnızlığımızı. O da çok şikayetçiydi yurtta kalmaktan keza ben de
öyleyim. İnsan küçücük bir odada 3 farklı insanla beraber yaşamak zorunda kalınca hayatında
birçok yadsınamaz değişiklik oluyor. Mesela kendi kendinize konuşamıyorsunuz rahatça ya da
özgürce dans edemiyorsunuz. Ve zorunlu olarak daha yakından tanımak zorunda kalıyorsunuz
diğerlerini. Tanımak deyince yanlış anlamayın. Dost olmak zorunda değilsiniz hatta arkadaş bile
olmayabilirsiniz ama mutlaka ‘günaydın’ deyin her sabah. Bu düzeyli ilişki içinde ister istemez anne
babalarından daha iyi biliyorsunuz kaçta yatar, kaçta kalkar. Kız arkadaşıyla üst ranzada telefonla
kavga ederken siz de kavgaya dahil olmuş buluyorsunuz birden kendinizi. Yorumlar yapıyorsunuz
sessizce. Bu kız bu oğlanın ne kadar pis olduğunu bilse hala sever mi acaba diye soruyorsunuz
kendi kendinize. Sonra aklınıza en son ne zaman duş almıştı bu çocuk diye bir soru geliveriyor.
Nerden bileceksin arkadaş, ne zaman duş aldığını demeyin. Dedim ya iç içe yaşanılıyor her şey.
Sonra uzun zamandır duş almadığını fark ediyorsunuz ranza arkadaşınızın. İçinizden acaba
yukarıdan bir bit aşağı atlar mı diye geçiriyorsunuz. Biraz tedirgin, biraz kuşkulu ve bolca kaşınarak
uykuya dalıyorsunuz yavaşça.
Sabah Kadıköy'ün martıları çığlıklar atarak uyandırıyoruz sizi. Kimileri bu korkunç sesi nasıl güzel
buluyor anlayamıyorum. Böyle uyandırıldığınız için zaten bozulmuş sinirleriniz, horlayarak
uyumaya devam eden diğerlerini görünce daha da katlanıyor. Yavaşça açıyorsunuz kapısını odanın.
Çünkü kimseyi uyandırmak istemezsiniz sabahın bu saatinde. Sonra kendinize kızıyorsunuz. Sizin de
o odada olduğunuzu yok sayarmış gibi yaşayanları uyandırmamak için özenle odadan çıktığınız için
kendinizi keriz gibi hissediyorsunuz ama olsun, büyüklük biz de kalsın. ''Nasıl muamele görmek
istiyorsan, öyle muamele et.'' demiş atalarımız. Acaba istedikleri muameleyi hiçbir defa
göremeyince aynı hassasiyetle devam ederler miydi bilemem. Büyük ihtimalle bir dur derlerdi
duruma. Atalarımız ne yapardı diye kafa yorarken yüzünüzü yıkayıp hemen kahvaltıya iniyorsunuz.
Bunca kaos ve can sıkıcı şey arasında mutlu olabilmek için o kireç gibi olan beyaz peynirden
yiyorsunuz bolca. Kimse sevmiyor diye midir bilinmez nedensizce çok seviyorsunuz o peyniri.
Sabahları sırf bu peynir için uyanıyorsunuz hatta. Yüzümüzü yıkadık, peynirden yedik. Peki ya şimdi
ne yapacağız? Dışarı çıkıp dolaşmaya gerek yok. Her şey yerli yerindedir. Bir gecede deniz çekilecek
değil ya. Deniz havası almaya da gerek yok. Bunca yıllık Ankaralı olarak deniz havası almadan
büyümüşseniz bu sabah da almanıza gerek yoktur. Böyle tatsız ve isteksiz bir hal alıyorsunuz
kahvaltıdan hemen sonra. Çayınız soğuyor. Canınız sıkılıyor. Odaya geri dönmek hiç ama hiç
istemiyorsunuz. Büyün gece havasız kalmış odaya tekrar girmek az cesaret istemiyor. O havasızlığa
alışıncaya dek akla karayı seçiyorsunuz. Geriye hiçbir seçenek kalmıyor. Oturduğunuz sandalyede
tekrar hafif bir uykuya dalıyorsunuz.
Sayılı gün çabuk geçer derler ya benim için de öyle oldu. Şöyle bir geriye doğru baktığımda,
elimde bavullar yurda yerleşmeye gittiğim günü daha dün gibi hatırlıyorum. Koca bir sene acısıyla
tatlısıyla geçti, sizin de anlayabileceğiniz üzere acısı ağır bastı ama olsun. Neyse ki Holden gibi
kavga falan çıkarmadım. Uslu uslu boyun eğdim kaderime ve tecrübe haneme birçok anı yazdırmış
oldum.
|
183 | Yaş Aldı Başını; Geldi Emeklilik Çağı
Çocukluğumdan beri, en sevdiğim süper kahraman Batman
olmuştur. İyi niyetinden midir, maskenin verdiği gizemden
midir, bindiği arabadan sahip olduğu malikaneden midir
bilinmez. Ama sanırım Cine5’in altın çağında, çocuk
kuşağındaki tek süper kahraman çizgi film serisinin ana
karakteri olması nedeniyle ona karşı olan sevgim ve saygım,
diğer kahramanlara göre daha fazladır.
Sinema sektörünün gelişmesi ve yaptığı atakla beraber,
süper kahramanlar kendilerini “asgari ücretle çalışan dizi
oyuncusu” olarak sayarken, bir anda “milyonlara hitap eden
beyaz perde starı” oluşlarına tanıklık etmiştir. Hal böyle
olunca Batman de kendini beyaz perde içinde, karşısında
binlerce gencin bakışları içinde Gotham şehrinin bekçisi
olarak bulmuştur.
Evet, bekçisi diyorum. Çünkü, eski çocuk değilim artık;
yanındaki Alfred’den bir haber olan adama “Gotham’ın
sefiri” diyemem ben. Eskiden, koruyucusuydun, kollayıcısıydın bu şehrin. Herkese değer verip saygı
görürdün. Şimdi ise senin çizgi filmlerinle büyümüş bir çocuk olarak, senden aynı tadı aynı hazzı
alamıyorum be Batman. Az sonra kalemimden dökülecek kelimelerin nedeni de bu yüzdendir. Sen de,
zamanla beraber bizim gibi değiştin. Eskiden sorgulamazdım, ağabeyim olarak görüp bağrıma
basardım. Ama dost acı söyler be Batman. Bu yüzden buraya, sana ithafen açık mektup yazıyorum.
Siyahlara büründün Batman diye göründün! Neden arabandan tutup da kıyafetlerine kadar her şeyin
siyah? Neden güneş yüzü görmeyen mağaranda yaşıyorsun? Börtü olsaydın, böcek olsaydın kıyafeti
giyip köçek olsaydın be Batman? Neden süper kahraman olmak için kör bir hayvanı maskot edindin?
Mağara tepelerinde baş aşağı ters durup beyin kanaması geçirmeye meyilli hayvanlar, seni nasıl
cezbedebildi? Aslan olsaydın, kaplan olsaydın yırtıcı bir sırtlan olsaydın. Zengindin Bruce Wayne. O
kadar paran vardı. Gidip kendine GDO’lu bir hayvan bile üretebilirdin. Neden gidip körlüğüne çare
olarak radar yutmuş bir hayvanın peşinden gittin? Alımı neydi, çalımı neydi yarasanın?
Süper güçleri olmayan bir süper kahramansın sen. Ne bir böcek ısırmış seni, ne bir kelebek konmuş
omzuna. Tek varlığın babandan kalan aile şirketin be Bruce. Ama bravo, yılmamışsın. Hayallerinin
peşinden gitmesi için aletler edevatlar geliştirmişsin. O aletler ki içinde sevgi barındırmayan, kimisi
kör eden düşmanını, kimisi öksürten cinsten. Yakışır mıydı sana bu aletler, edevatlar? Hiç oturup
düşünmüş müydün?
Peki süper kahramanlık bu muydu Bruce? Jokeri hapishaneye tıkıp, kaçıncaya kadar mağarada yarasa
dövüştürmek miydi? Gökyüzünde yarasa amblemi görene kadar mağaranda çektiğin çile miydi
kahramanlık? Ya Alfred ne olacaktı Bruce? Hani şu senin bebeklikten beri cefanı çeken, senden izinsiz adımını
atmayan, arkandan iş çevirmeyen, seni yediren içiren ve sana istihbarat verip karın tokluğuna çalışan
yaşlı adam. Hiç düşündün mü emeklilik sigortası yatıyor mu bu adamın? Ayağı kırılsa sağlık
masraflarını karşılayacak bir sigortası var mı? Süper kahramanlık gece geç saatlere kadar dışarda fink
atıp kameralara oynamak değildir yarasa adam. Süper kahramanlık etrafındakilerin mutluluğu kadar
anlamlı, bir çocuğun rüyası kadar temiz olmaktır. Tutturmuşsun bir başkent sevdasına, unutmuşsun
yanındaki koca çınarı.
Kötü adamlar, karanlık adamlar siyah giyer. Hem bizim orda bir söz vardır yarasa adam. Beyaz giyme
söz olur, siyah giyme toz olur diye. Tabii çamaşırdan ütüden sana ne ki; yapar hepsini mağaradaki
moruk!
Karanlık gecelerin ıssız adamı Batman’in düştüğü şu hale bak! Koskoca süper kahraman bir yaşlının
sırtından geçiniyor. Kumlar azalıyor be Bruce, bak zaman tükeniyor. Allah elden ayaktan düşürmesin
ama Alfred’in yaşı aldı başını yürüdü. Gel artık çek elini eteğini bu işten. Sen de, Gotham gibi
yozlaştın, soysuzlaştın, dejenere oldun be Batman. Vaktin doldu, geldi eyvallah etme zamanı. Hem
koskoca şehrin yok mudur polis ekibi? Var, var tabii ki, olmaz mı? Tabii onlar da buldular senin gibi
enayiyi, nasılsa Batman halleder diye iyice hamladılar. Öğlen yemeğinde güçlü olmak için protein
yiyen operasyon ekibinin masası macaron’dan, “donut”dan geçilmez oldu. Ekip, bırak suçluları
yakalamayı, yerde duran kaplumbağayı bile yakalayamaz oldu.
Veda etme zamanı geldi çattı artık. Yaş aldı başını yürüdü, geldi emeklilik çağı. Ununu eledin artık,
eleğini asma vaktin geldi. Ayrıl artık Gotham’dan, uzun bir dünya tatiline çık. Eş edin, arkadaş edin,
sırrını paylaşacağın yoldaş edin. Hem gençlerin de önünü açmış ol. Bak ne güzel altyapıdan Robin
yetişiyor, bırak gençliğinin verdiği tutkuyla o korusun kollasın şehri, hem bir ipte iki cambaz oynamaz
olgun adam.
Şunu da bilmeni isterim ki, her ne kadar eleştirmiş de olsam seni; sakın yanlış anlamayasın.
Eleştirilerim, sana olan sevgimden, saygımdan ve seni ağabeyim olarak görmemden kaynaklanıyor.
Eminim ki okurken sen de dediklerime hak vereceksin.
Sevgilerle,
Biricik hayranın Hulusi Kaptan.
|
184 | Kendin Olabilme Sanatı
Özgürüm, kendimi asla baskı altında hissetmiyorum diyen kaç kişiyiz acaba?
Toplumun baskısından hepimiz nasibimizi almışızdır. Çocukluğumuzdan tutun da
yaşlılığımıza kadar hemen her konuda birileri bizim yerimize karar vermiştir. Bir karar
vermişliğimiz olsa bile ya vazgeçirilmeye çalışılmışızdır ya da garipsenmişizdir. Fikrimize değer
verilmemiştir. Ayıplanmış, küçük görülmüş veya onlar gibi düşünmek zorunda bırakılmışızdır.
Hatırlayalım... Çok istediğimiz bir oyuncaktan nasıl vazgeçirildiğimizi, mezuniyet partisinde
giyeceğimiz elbiseye annemizin karar verdiğini, üniversite tercihlerimizde aile bireylerinin içinde
ukde kalan mesleklere yönlendirildiğimizi...
Belki de evlenmek istediğimizde kendi kriterlerine uygun birilerini isteyecekler, sanki
kendileri evleniyormuş gibi... Üzerimizde hep bir baskı vardır. Bize bunu yapanlar da aslında baskı
altındadırlar. Çünkü bizim toplumumuzda “Komşular ne der? Akrabalar ne der?” diye neredeyse su
içmek gibi alışkanlık haline getirdiğimiz, beyinlerimize kazıdığımız bir anlayış vardır.
Toplumumuzdaki bireylerin büyük bir çoğunluğu bu baskıyla büyümüştür. O yüzden farklılıklar
sevilmemiş, farklı düşünenler hor görülmüştür.
İnsanın kendini baskı altında hissettiği konulardan biri de evlilik yaşı ve evleneceği insan
profilidir. Zengin fakiri alamaz, okumuş, halk deyişiyle, davulcuya varamaz. Hadi bunları da geçtik,
evlilik için yaşın otuzu geçemez. Es kaza otuzuna vardıysan artık evde kalmışsındır mübarek ola.
İnce eleyip sık dokumaya vaktin yoktur senin, acele karar vermen gerekecek, armudun sapı,
üzümün çöpü diyemezsin, hem bak yaşın da geçiyor çocuğun da olmaz senin. Beyaz atlı prensini
bekleme lüksün yok artık. Kelli felli, çoluk çocuk sahibi, dul, hali vakti de pek yerinde olmayan
birisi seni idare eder pek ala.
Geçen senelerde bir filme gitmiştim. Filmin adı Kocan Kadar Konuş’tu. Ne gülmüş ve
eğlenmiştim. Hatta ne yalan söyleyim biraz da umutlanmıştım. Bizim insanımızın, özellikle de
kadınlarımızın, kızlarını daha çocukluktan itibaren nasıl koca bulmaya programladıklarını mizahi
bir anlayışla izlemiştim. Otuzuna gelmiş Efsun’un sözde evde kalmışlığına çözüm arayan aile
bireylerinin komik ama gerçeğe yakın davranışları bana hiç de yabancı gelmemişti.
Efsun’un bütün baskılara ve yönlendirmelere karşı hala kendi gibi kalabildiğini ve sırf kendi
gibi kalabildiği için lise aşkıyla kaldığı yerden devam edebildiğini, mutluluğa uzanan yolu
bulduğunu izlemek keyif vericiydi. Efsun ne çirkin ne de basit bir kızdı. Onun otuz yaşına kadar
evlenemeyişinin sebebi; gerçek aşkı araması ve dürüst bir ilişki istemiş olmasındandır. Evlilik
konusunda yapılan baskılara boyun eğmemiş, etrafındaki insanların koca bulma konusunda yaptığı
tavsiyeleri dikkate almamıştır. Çünkü yapılan bu tavsiyeler onun karakteriyle uyuşmamaktadır.
Çevre baskısına dayanamayıp istemediği bir evlilik yapsaydı, ne aradığı sevgiyi bulabilirdi ne de
lise aşkına kavuşabilirdi.
Atılan oklara rağmen hedefe koşmada kararlılık gösteren insanlar üzerlerindeki baskıyı
kırabilirler. Toplum bizden kadın olarak erkenden evlenip çoluk çocuğa karışmamızı bekler, kariyer
yapmamızı istemez, kalbimizin sesini dinlemememizi bekler. Bunları yapınca ideal kadın oluruz...
Saygı görürüz, istenen, aranan gelin oluruz. Böyle yapmadığımızda ne oluruz? Söylemeye dilim
varmıyor, türlü türlü isimlerimiz olur. Bunlardan en hafifi “evde kalmış” ibaresidir.
Kendimizi olabildiğince kabul ettirmektir aslolan. Toplumda fazla antipati oluşturmadan
ama kendini de farklılaştırma zorunluluğunda hissetmeden, sadece kendimiz gibi olmak. İnsanın kendi gibi olması ne güzel! “Komşu ne der? Akrabalar ne der?” demeden yaşayabilmesi... İnadına
hayalleri için mücadele vermesi, direnmesi, baskıları kafaya takmaması...
Özgürlükleri kısıtlayan değer yargılarından, okuldan veya işten eve geldiğimizde
üzerimizdekileri çıkarıp atıverdiğimiz gibi kurtulsak. İşte o zaman otuzunu geçmiş kızlara evde
kalmış gözüyle bakılmaz. İşte o zaman sen lise aşkınla mesleği ne olursa olsun evlenebilirsin. İşte o
zaman ressamlar istediği resmi çizebilir, müzisyenler kendi ritmini yakalar, yazarlar, senaristler
sıradanlıktan kurtulur. İşte o zaman hayat gerçek değerini bulur.
Filmi izlerken umutlandığımı söylemiştim ya. Belki bir gün benim de çocukluk aşkım
karşıma çıkar. Efsun’un lise aşkı gibi... Masum, dürüst, gerçek aynı kendim gibi, aynı ben gibi...Kaynakça
Kocan Kadar Konuş. Yön. Kıvanç Baruönü. 2015. Türkiye. Beşiktaş Kültür Merkezi (BKM). |
185 | Verda Nur Sarıbaş
Kurşunlu Şelalesi’nde Esrarengiz Bir Gezi
Bazı kitaplar, filmler, belki bir kıyafet ya da bir koku insanı bulunduğu zamandan alıp başka
zamanlara veya başka diyarlara götürüyor. Beni değişik diyarlara götüren ve her anında sanki bu
dünyada değilmişim gibi hissettiren öyle bir yeri gezdim ki şuan bile gözümün önüne getirdikçe mutlu
oluyorum. İşte o yer, Antalya’nın eşsiz güzelliklerinden biri olan Kurşunlu Şelalesi.
Küçüklüğümden beri şelaleleri hep değişik ve sıra dışı bulmuşumdur. Bu yüzden Antalya’ya
girdiğim anda ilk önce şelaleleri görmek istedim. Henüz Kurşunlu Şelalesi’nin bulunduğu tabiat
parkına girmeden meraktan ve heyecandan yerimde duramıyordum. Biraz yürüyüp, merdivenlerden
inip çıktıktan sonra gördüklerime gerçekten inanamadım. Sanki bir film sahnesindeydim, uçağım
gizemli bir adaya düşmüş ve ben de yiyecek ararken susuzluğumu giderecek mükemmel bir şelaleyle
karşılaşmış gibiydim. Beni sanki tılsımlı fısıltıyla kendisine çekiyordu. Yer ayağımın altından kayıyor,
kendime engel olamadan ilerliyordum, ortamın verdiği serinlik ve esrarengiz bir havayla. Boyumdan
kat kat daha büyük olan devasa kayaların arasından geçerken dünyadaki tek insan sanki benmişim ve
yeni bir yer keşfediyormuş gibi hissediyordum. Öyle bir heyecanla ilerliyordum ki etrafımdaki onlarca
insanın farkına bile varamıyordum. Serinliğiyle beni kendine çeken şelaleye kayalıkların arasından
ulaştığımda her açıdan farklı bir güzelliğinin olduğunu bana anlatmak istiyordu sanki. Gürül gürül akan
suyun yüksekten hızlıca düşmesiyle havada özgürce dolaşan her bir su taneciği tenime değdikçe,
geçirdikleri uzun yolculuktan bahsediyor gibiydiler. Üstümün ıslanması ayaklarımın çamur içinde
kalmasını umursamıyordum. Sadece orada öylece durup ortamın büyüsü içinde kaybolmak
istiyordum. Beni değişik zamanlara götürmesini ister gibi gözüm kapalı ayakta kalmıştım. Tam o sırada
sanki bir su perisi beni elimden tuttu ve şelalenin içine çekmeye başladı. Bir tarafımda gözlerime
inanamayacak kadar güzellikte, şırıl şırıl akan bir şelale; öbür yanımda yukardan sarkan upuzun
sarmaşıklar ve kayalara sıkıca tutunmuş yosunlar…
Evet, gerçekten şelalenin altındaydım. Üstüm başım daha çok ıslandıkça bu dünyadan daha
çok uzaklaşıyor, ufak bir çocuk gibi oluyordum. Kayalıklardan, çamurlardan ve şelaleden
korkmuyordum; sanki hep oraya aitmişim gibi… Sırtımı kayalıklara verip şelalenin beni içine alıp
ruhumu temizlemesini istiyordum. İçimde ne bir kötülük ne hırs ne mutsuzluk vardı; hiçbir olumsuz
şey yoktu. Sadece mutluluk hissediyordum. Kendimi hiç olmamış kadar özgür hissediyor ve
korkusuzca kayalıklardan kayalıklara atlıyordum. Sonsuza kadar orada kalacakmış gibi
sahipleniyordum ortamı. Nasıl gerçek olabilir bu kadar güzel bir yer? Nasıl beni bu kadar
heyecanlandırabilir? Etrafımdaki insanların bana çılgın gibi bakmasını umursamadan şelalenin
güzelliğini doyasıya yaşamaya devam ediyordum. Her yerim ıslak, ayakkabılarım çamur içindeydi ama
ben daha önce hiç eğlenmediğim kadar eğlenmiş, suyun tadını doyasıya çıkarmıştım. Su perisinin
rehberliğinde, şelalenin altından çıkıp suyu takip ederek yürümeye başladım. Aşağılara indikçe suyun
hızı yavaşlıyor, su gibi ben de sakinleşiyordum. Suyun büyük oranda durduğu ve bir göl oluşturduğu
yere gelince burada saatlerce durduğumu ve artık bu efsanevi güzellikteki yerden ayrılma vaktimin
gelip çattığını anladım.
Oradan uzaklaşırken böyle muhteşem bir yerde bulunduğum için çok mutlu aynı zaman da bu
güzelliklerden ayrıldığım için hüzünlüydüm. Fakat içimdeki ses yolumun tekrar bu büyülü mekana
düşeceğini fısıldıyordu bana. Hayatımda gördüğüm tartışmasız en güzel yerdi. Benim için her zaman
farklı ve eskimeyen yerini koruyacak olan esrarengiz ve bir o kadar da sıra dışı olan, kendimi kaybederken bulduğum, ilerledikçe küçüldüğüm ve kesinlikle tılsımlı olduğuna inandığım yer Kurşunlu
Şelalesi…
|
186 | Atahan Göktürk Doğan
Hayallerini Gerçekleştiremeyenler
Fareler ve İnsanlar… John Steinbeck’in bu eserini hala okumamış olmanın verdiği utancı hissettiğim
yıllarda hep kendime sorardım, fareler ve insanların canlı olmalarının yanısıra bir başlığı
paylaşabilecek kadar ne alakalarının olacağını hep merak ederdim. Romanın ilk sayfalarında
karşılaştığım bir cümle hem bu merağımı gidermemin, hem de oldukça derin düşüncelere dalmamın
önünü açmıştı. “İnsanlar ve fareler hiçbir zaman hayallerini gerçekleştiremezler”. Düşünsenize, her
gün içinde bulunduğumuz koşuşturmacaların sonucu olmalarını umduğumuz sonuçların, yani
hayallerimizin tamamının bir çıkmaz sokağa çıktığını kabullenebilir miydi pek aciz insanoğlu?
Hayallerimiz, kim olumsuz bir durumu hayal eder ki? Dolayısıyla hayallerimizdeki, en azından benim
hayalimdeki herşey mükemmel olmalıydı. Peki bu mükemmeliyet ne kadar gerçekçi olabilirdi ki? Bu
düşüncelerime romanda bir yorum ararken, Steinbeck’in kurguladığı karakterlerden George’un bir
deha olmasına ragmen oldukça çelimsizolması; aynı zamanda diğer ana karakter Lennie’nin yapılı,
geniş omuzlu bir adam olmasına rağmen oldukça saf ve unutkan olması bir insanın gerçekten hiçbir
zaman mükemmeliyet şeklinde tanımlayabileceğimiz hayallerine ulaşamayacağının bir kanıtı gibiydi.
Belki de yazar karakterleri kurgularken bunu düşünmemişti, ancak mükemmel olmayan bir okuyucu
olarak karakter betimlemelerinden bunu çıkarabilirdim, çünkü bir insan olarak benim de hata yapma
payım vardı, dolayısıyla Steinbeck de bu şahsımca eşsiz eseri ortaya koymasına ragmen mükemmel
olmayabilirdi. Her ne kadar bizim sürdüğümüz hayatla bire bir aynı olmasa da, Steinbeck’in kurduğu
dünyada da insanların hayallerine yaklaşabilmek için yenmek zorunda oldukları zorlukların olduğunu
farkettim. Benim bu yazıyı yazmadan arkadaşlarımla kantinde çay içmeye gidemeyeceğim gibi, Lennie
de tarlayı sürmeden pek sevdiği George adlı karakterin yanına boş boş laflamaya gidemeyecekti.
George fiziksel güç gerektiren işlerde Lennie’ye muhtaçtı, tıpkı Lennie’nin George’un zekasına kendi
özel hayatında dahi kendi yarım fikirlerinden daha fazla güvenmesi gibi. Bu size de kendi
yaşantınızdan bazı gerçekleri yansıtmıyor mu? Her işi kendimiz yapamıyoruz, sağlıklı olabilmek için
annemizin çorbalarına, doktorun iğnesine; mutlu olabilmek için sevdiklerimizin omzuna ve bize
sarılmaya her an hazır olan kollarına ihtiyacımız yok muydu? En azından benim vardı ve eğer
cevabınız hayır ise bu tamamen benim düşünce tarzımdaki çarpıklıktan, yani mükemmel
olmamamdan kaynaklanıyordu. Ben mükemmel değilim çünkü annemin çorbaları ile yediğim o pek
acıtan iğneler olmasaydı şu an sağlıklı olmayabilirdim, ya da sevdiklerimin desteği ve sevgisi
olmasaydı şu an bu kadar dik duramazdım hayallerimin peşindeyken karşıma çıkan tüm zorluklara…
Evet sevdiklerim dedim, onlara da mükemmel denemezdi aslında, çünkü her insan gibi onlar da bana
zarar verebiliyorlar zaman zaman, tıpkı Lennie adlı karakterin farkında olmadan, sevip okşarken
boynunu kırıp öldürdüğü patronunun gelini gibi… Ne tuhaftır ki ben de tıpkı George gibi bütün bu
olaylardan onları suçlu tutamazdım, çünkü sevdiklerim insanların hayallerime ulaşamamamın
sorumluları olmalarını kabul etmek kendimle çelişmek anlamına gelirdi, ve kendi ile çelişen bir insanın
hayallerinin tutarlı olması da beklenemezdi. Biraz sorgulayınca sevdiklerimizi, zaten yerlerini onları
kaybedince doldurmaya çalışmıyor muyduk farkında olmadan? Zaten onların da bizden isteği bu
yönde olmalıydı, çünkü bir insanın sevdiklerinin onun yanında olup mutluluğunu temenni eden
insanlardan oluşması gerekirdi. Bu düşünceyi romanda tarayacak olursak eğer, George’un tüm
olaylarının ardından hayatlarında oluşan tüm zorluklardan sıyrılmak adına, Lennie’nin de iyiliği için
(en azından George böyle düşünüyordu, o da mükemmel değildi; en basitinden çelimsizdi) onu
öldürmüştü, üstelik ona hayal kurdurarak… İşte hayallere ulaşmak bu kadar zordu, hayalsiz yaşamak
ise uğruna vazgeçilecek hiçbir şeyin olmadığı koca bir boşlukta sürünmekten ibaretti, tıpkı fareler
gibi… |
187 | Ceren BÜYÜKŞEKERCİ
BAĞLI MISINIZ, YOKSA BAĞIMLI MI?
Bağımlı olmak… Sizce de korkunç değil mi? Bir insana, bir eşyaya, bir hayvana ya da yaşantınıza
bağımlı olmak. Onlar olmadan kendini yaşayan bir ölü gibi hissetmek, hatta onların hayatınızdan
yitip gitmesiyle kendinizi, daha önce farkına bile varmadığınız, bu koca dünyada yapayalnız
hissetmek... Issız, amaçsız ve çaresiz… Her gün defalarca soluğunun kesildiğini hissetmek… Her
gün defalarca ölmek... Sizce de korkunç değil mi? Bağımlılık bir nevi hastalıklı ruh hali, karşındaki
kişiye muhtaç olmaktan ibaretken; bağlılık sadakattir, karşılıklı saygıdır ve bir kişiye özgürce sevgi
duymaktır.
İkili ilişkilerde, insanlar genellikle karşılarındaki kişiye bağlı kalmaktan ziyade bağımlı bir şekilde
yaklaştıkları için aradaki bağlar kopuyor. İnsanlarda ne kadar “Varlığın kadar varım.” düşüncesi
hakimse, karşılarındaki insana bir o kadar müptela oluyorlar. Ben ise bu müptelalıktan
bahsetmek istiyorum. Bir insan düşünün, tüm hayatını başka birine bağlamış olan. Bütün
mutluluğunu ve üzüntüsünü karşısındaki kişiye göre belirleyen, seçimlerini bağımlı olduğu insan
olmadan yapamayan ve onun için her şeyden vazgeçmeye hazır birini düşünün. Ne kadar
korkunç değil mi? O insanı hayatının merkezine alıp kendini hiçe saymak… Hayattan gelen tüm
kurşunlara onun için kendini siper etmeye hazır, hatta o öl dese belki bir saniye bile
düşünmeden hayatına son verecek bir bağımlı ruh hali bu bahsettiğim.
Eminim siz de hayatınızın herhangi bir döneminde şuna benzer bir haber duymuşsunuzdur:
“Eşinden boşanan kadın intihar etti.” ya da “1 aylık sevgilisinden istediği yirmi bin TL’yi sevgilisi
banka hesabına yatırdıktan sonra sırra kadem bastı.” Peki hiç düşündünüz mü bu yaşananların
altında yatan gerçekler nelerdir diye? Bağımlı kişiler ilişkileri sonlandığı zaman, ki bu
sonlandırma işlemi genelde karşı taraftan olur, hayattaki tüm bağlarını kaybettiklerini, onun
yanında yaşadığı hazzı, sevinci ve aşkı bir daha başka birinde bulamayacaklarını zannederler.
Hatta tabiri caizse bağımlı kişiler ”Onun yanı benim için gezegendeki en güzel yer, onsuzluk ise
benim için dipsiz bir cehennemdir.” düşüncesi içindedirler. Bu sebepten ötürü, bağımlı oldukları
kişi tarafından terk edildiklerinde ölüm onlar için en büyük kaçış yolu olarak görünmez mi sizce
de? Kimi zaman haberlerden duyduğumuz kimi zaman da bizzat şahit olduğumuz bu terk
edilişleri kaldıramamanın altında yatan en büyük neden belki de bu bağımlı kişilik bozukluğudur.
Bir de bağımlı kişiliklerin insanların elinde bir oyuncak haline nasıl büründüğüne bakalım. İnsanın
ne kadar zalim olabileceğine… Kendilerine bağlananları nasıl oyuncak gibi kullanabileceklerine…
Karşısındakine bağlı olan insan, kendini sevdiğine bırakır ama kendini kaybetmeden yapar bunu.
Bağımlı insan ise zaten unutmuştur kendini. Muhtaçtır sevdiğine. Savunmasızdır ona karşı.
Saklamaz hiçbir şeyi. Gerçek gözlerinden okunur. İşte menfaat avcıları, kendilerine aşık ya da
daha doğrusu bağımlı olan insanların gözlerinde görürler kendilerinin ne denli önemli olduklarını ve bunu fark ettikleri an artık zincirler ellerindedir, bilirler aşığının onsuz yapamayacağını.
İnsanlar senin kendini kontrol edemediğini anladıkları zaman, seni kontrol ederler. İşte para
yatırma olayı da tam bu cümlemi kanıtlayacak nitelikte bir örnek. Bağımlı kişiler insanlar
tarafından kullanılmaya en müsait kişiliklerdir belki de. Size şöyle anlatayım. Bağımlı insanlar
karşısındaki insanı kaybetmekten o kadar korkarlar ki o, bir şey istediği zaman ne pahasına
olursa olsun komutanına itaat eden bir asker gibi her an söylediklerini yerine getirmeye hazır bir
haldedirler. Yeter ki sonucunda sevdiği mutlu olsun, kendine daha çok bağlansın, hatta o kadar
çok bağlansın ki onu bir daha hiç terk etmesin; çünkü bağımlı kişiler hayatlarını sevdiklerinin
onları terk etme korkusuyla sürdürürler.
Bağımlı bir kişiliğin en güzel anlatıldığı kitaplardan birisi de Stefan Zweig’in ‘Bir Çöküşün
Öyküsü’dür. Zweig, bu eşsiz eserinde iktidar sahibi ve ilgi odağı olmanın verdiği güçle hayatını
geçiren Madame Prie’in ansızın gelen bir mektupla bu güçten mahrum kalmasının ve çok sevdiği
Paris’ten sürülmesinin ardından geçirdiği süreci anlatıyor. Madame Prie, her geçen gün daha çok
kayboluyor bu yeni hayatında. Her ne kadar direnmeye çalışsa da yapamıyor. Bağımlısı olduğu
eski hayatının, şehrinin verdiği özlem ona çok ağır geliyor ve bir daha eski hayatına geri
dönemeyeceğini anladığında ise bu kavrayış onu geri dönüşü olmayan bir uçuruma sürüklüyor.
Bağımlı oldukları uğruna vazgeçiyor kendinden diğer tüm bağımlılar gibi.
Madame Prie ve diğer bağımlıların kavrayamadığı, belki de kavramak istemedikleri bir şey var.
Aslında mesele oldukça basit. Bir şiir ne güzel özetlemiş her şeyi:
“Bağlanmayacaksın bir şeye, öyle körü körüne.
“O olmazsa yaşayamam.” demeyeceksin.
Demeyeceksin işte.
Yaşarsın çünkü.”
Şimdi düşünme sırası sizde bağlı mısınız, yoksa bağımlı mı? Sizinki bir aşk mı, yoksa hastalık mı?
KAYNAKÇA
Stefan Zweig. Bir Çöküşün Öyküsü. İstanbul: İş Bankası Kültür Yayınları, 2017
Anonim. Bağlanmayacaksın. |
188 | Irmak Özdemir
ALGIERS’TE BİR KAHVE
“Fransızcası, Brugnans olan
tüysüz nektarin şeftalisinden nefret
ediyordu söylediğine göre. İnsanlar
nektarize oluyorlardı, tatlı ama
incelikten yoksundular, yerinde
gösterilen ama yüreklerinden
gelmeyen duyguları vardı,
tasarlanmışlardı, hazır giyim
ürünüydüler, sezaryenle dünyaya
gelmiş olup gerçekten doğmuş
değillerdi.” (Aciman 47)
Nektarinler misali incelikten
yoksun bir insan topluluğunun
arasında, kalabalığın içinde sadece bir
noktayken hayatlarımızı öylece
sürdürmeye çalışıyoruz hepimiz. Karamsar bir bakış açısı değil, her günümüz birbirine benziyor. Her
sabah aynı bardakta sert kahve, uykusuz gözlerle aynada kendini incelemek, yarım yamalak yapılmış
bir kahvaltının ardından hızlıca diş fırçalamak ve sürekli bir yerlere yetişmeye çalışırken “Ben burada
ne yapıyorum acaba?” diye zaman zaman sormak. İş yükünün içinde boğulurken bazen bunlara
yetememek, kendini kötü hissetmek ya da o kargaşada sana verilen görevleri yetiştirmeye çalışırken
yaşamın sadece bazı insanların gerçekten fark ettiği o asıl amacını unutmak. Doğal olmayan,
tesadüflere ve hatalara asla açık olmayan mükemmel hayatlarımızı yaşarken bunu sorgulamak kaç
tane insanın aklına gelir bilmiyorum. Sonuçta o kadar nektarinin arasında acaba kaç kişi “Durun
lütfen, yanlış giden bir şeyler var. Hepimiz aynıyız, tatlı ama yapayız. Aynı elden üretildik. Yenmiş bir
şeftalinin çekirdeğinden her birimiz istekle olmadık ki.” der? Aciman’ın Harvard Meydanı’ndaki ana
karakterimiz tam da başarısız bir öğrencilik hayatı yaşarken bunları sorguluyordu işte, bunu kendi
“evi” gibi gördüğü bir kafede yapıyordu. Kendi gibi bir yabancı bulmuştu Cambridge Meydanı’nda,
yaşadığı yer farklı, ana dili farklı, kendi dili ana dilinden de farklı kendi bile bilmediği. Akıcı bir
Fransızca ile konuşurken buluyorlardı kendilerini, kendi ana dilleri gibi geliyor alışamadıkları
İngilizceden biraz kaçıyorlardı. Halbuki ikisi de onlara ait değildi. Nereye ait olduklarını bilmiyorlardı
aslında, kendilerine göre Cambridge Meydanı’ndaki Kafe Algiers’e aitti bu iki Orta Doğulu. İçlerinden
geldiği için de sürekli oradalardı, evlerindeydi Algiers’te sert birer kahve içerken bu ikili. Kargaşa
içinde kaybolan insan sürüsünün bir parçası gibi tıpkı bu ikili, kim olduklarını bilmiyorlardı defalarca
sorguladıkları halde.
Kendini bulmak için verilen çabaları okurken herkesin kendinden bir şey bulabileceğini
düşünüyorum. Hepimiz aynı bahçeden çıkma nektarinler miyiz, yoksa değil miyiz? Aslında her bir
insanoğlu kendine özgü ve farklıdır. Kalaş’ın bahsettiği onlarca ameliyat geçirip birer sarışın bebek
olmuş, sadece televizyonda verilen saçma sapan programları takip eden onlarca insan var. Ama bu
insanlar aynılaşmadan hepsinin özü birbirinden oldukça farklıydı. İnsanlar nedense aynı olmak için
çok fazla çaba sarf ediyor. Büyük ihtimalle genel kanıya göre “mükemmel”e en yakın olmak için bu kadar çaba sarf ediyor ve acı çekiyor bu insanlar. Kabul edilen yargıların peşinden koşuyor herkes,
genelin beğendiğine hücum ediyor, herkes beğendiyse kesin en güzeli ve en doğrusu genelin
beğendiğini yapmaktır çünkü. Şunu anlayamıyoruz ki her birimiz olduğumuz insan olunca daha güzel
bir ortamda yaşayabiliriz. Kafalarımız ve dış görünüşlerimiz aynı oldukça hayatın ne anlamı kalır ki?
Çeşit lazım çeşit. Bunu anlayamıyoruz çünkü hepimizin kafasında yer etmiş bu mükemmellik algısına
en yakın olan insanları yüceltip tepemize çıkarmakla meşgulüz. Tabii ki bu algıya en yakın hale
gelmek için müthiş çabalar sarf ediyoruz. Halbuki gerek yok. Belki de ana karakter bunu fark ettiği için
sevdi Tunuslu taksi şoförü Kalaş’ı.
“Nektarin kendini bir meyve sanır. Doğal olmadığının farkında değildir.” diyor Kalaş. Bunu bir
öğüt olarak söylemiyorum asla, sadece kendi dileklerim olarak söyleyebilirim ki umarım hepimizin
kafasına bütün detaylarıyla kazınmış o kusursuz insan algısına ulaşmaya çalışmayı en azından biraz
azaltabiliriz. Hepimizi çok yıpratıyor bu yol çünkü, biraz kendimizi ve başkalarını tanımaya çalışsak ve
aynı fabrikadan çıkmış gibi davranmasak hepimiz için biraz daha iyi olmaz mı ki?
Kaynakça
Aciman, Andre. Harvard Meydanı. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2015.
|
189 | Burak Karaoğlu
SESSİZLİK
Yönetenlere tepkilerini sessiz bir şekilde gösteren ezilmiş ve dışlanmış
halklar tarafından geliştirilen bu ‘sessiz direniş’ aynı zamanda kitabımızın da
başlığını da oluşturuyor. Yazar, geçmiş yıllarda meydana gelen birçok sessiz
direniş hareketlerini anlatarak gelişen bu yeni stratejiyi tarihi bir perspektiften
anlatıyor. Gelin görün ki, bu anlatılan olaylar yer yer insanı güldürüyor. Neden
diye soracak olursanız; kendilerine karşı uygulanan yıldırma politikilarına karşı
zekice davranıp, başarılı bir şekilde bu hamleleri bertaraf ediyorlar.
Dünyanın hemen hemen her yerinde gözlemleyebileceğimiz bir olgudur
maalesef halkların ezilmişliği. Kendi dillerini konuşamayan veya kendi örf,
gelenek ve göreneklerine göre hayatlarını idame ettiremeyen milyonlarca insan.
Ve bunlara karşı oluşturulan haklı refleksler ortaya çıkıyor. Aynı zamanda,
geliştirilen bu sessiz direniş modeli birçok insana ve millete geliştirecekleri milli
modellerde de referans oluyor. Fikir özğürlüğünün yepyeni bir hali olarak
karşımıza çıkan sessiz direniş hareketi modern anlamda bildiğimiz gibi ilk
olarak Arap Baharı olarak adlandırılan ve Arap ülkelerinde meydana gelen
olaylar silsilesinde kullanılmıştır. Fakat bana kalırsa, bu direniş hareketi
maalesef yeteri kadar meyvesini verememiştir. Halklar, ‘sessiz’ bir şekilde
hükümetlere ve otoritelere karşı tepkilerini göstermiş olsa da, talepleri tam
anlamıyla yerine getirilmemiştir. Mısır’da gördüğümüz üzere maalesef halk
tarafından seçilmiş olan Cumhurbaşkanı, askeri darbe ile görevden alınmış ve
nihayetinde idam edilmek üzere yargılanmıştır. Demokrasi, hak ve özgürlük için
meydanlara inen halk ise görüldüğü üzere pek de başarılı olamamıştır. Bunun
altında yatan sebep ise yıllardır birileri tarafından yönlendirilmeleridir. Fakat,
sessiz direnişin ilk görüldüğü yer olan Filipinler’de bu durum Arap ülkerinde
başarılı olduğundan çok daha başarılı ve verimli olmuştur. Filipinler’ de yaşanan
sessiz direniş hareketi 1980’lerin ortasında meydana gelmiştir. Buradan yola
çıkarak varabileceğimiz sonuç şu ki; demokrasiyi isteyen halkların öncelikle
demokrasinin ne olduğunu anlamaları ve kavramaları gerektiğidir. Yıllardır
Ortadoğu’da ki halklar demokrasiyi sadece modern ülkelerde var olan ve kendi
ülkeleri içinde gerekli olduğunu düşündükleri bir algı olarak ele alıyorlar. Bunun
dışında demokratik bir ortamın oluşması için gereken etmenler veya izlenmesi
gereken yollar hususunda maalesef bir yol katedememişlerdir. Öncelikle bu insanların demokrasiyi kendi içlerinde özümsemeleri gerekmektedir. Bir
manada, kendi evlerinde, kendi ailelerinde demokratik bir düzeni tesis etmeleri
gerekmektedir. Maalesef, bu tarz eylemleri gerçekleştirmeyip de kendi ülkeleri
için demokrasi istemeleri pek de sağlıklı değildir. Ve bu isteklerini belirtmek
için geliştirilen argümanlar da aynı şekilde zayıf kalıyor. Sonuç itibariyle,
zamanında modern(!) ve gelişmiş(!) toplumlarda sessiz direniş ile elde edilen
kazanımlar, bu ülkelere nazaran fikri açıdan daha geri kalmış ülkelerde yeteri
kadar işlevsel ve başarılı olamıyor. Fakat, protesto tarzı olarak benimsenen
sessiz direniş modeli özellikle yıllar boyu bombalarla, silahlarla ve intihar
saldırılarıyla birlikte adı geçen Ortadoğu halkları için büyük bir kazanımdır aynı
zamanda. Ortadoğu’daki insanların şiddetsizliğe duydukları özlemi de ortaya
çıkarmıştır. Bana kalırsa, bu özlemden doğan bu hareket her ne kadar siyasi
anlamda büyük bir kazanım sunamasa da sosyolojik ve psikolojik olarak
Ortadoğu’da yaşayan halklar için çok ama çok büyük bir kazanımdır.
Sonuç itibariyle, neticeye bakmaksızın, sessiz direniş şeklinin benimsenmesi
bütün bir insanlık için önemli bir olaydır. İnsan canı üzerinden hesaplar yapan
birtakım odaklara rağmen uygulanan bu model sayesinde umarım ki ilerleyen
zamanlarda çok daha büyük kazanımlar elde edebiliriz. Yine ümidim odur ki,
halkların meydana getirmiş oldukları sessiz direnişe idareciler ve güç odakları
sessiz ve tepkisiz kalmazlar. |
190 | Damla Anık
Hayat Tecrübesi
Hayatımızda sürekli iyi veya kötü bir şeyler yaşarız ve insanlar genellikle ona “tecrübe” adını
verirler. Eğer hayatımızda bir şeyin sonucu iyiyse mükemmel, kötüyse tecrübe olarak kalır. Bu
tecrübeleri hayatımıza nasıl kattığımız da tamamen bizimle alakalıdır. Her insanın hayatı
tecrübelerle doludur. Bu tecrübeleri edinmeye çok küçük yaştan başlarlar. Sizce hayatınızda şu
anki yaşınıza kadar kaç tane tecrübe edinmişssinizdir. Bir düşünseniz, belki de yüzlerce vardır.
Eğer fark ettiyseniz tecrübeyi edinmek fiili ile kullanıyoruz ya da kazanmak. Çünkü çoğu insan
sonucu iyi de olsa kötü de olsa tecrübeyi bir başarı olarak görür. Eğer sonuç kötüyse ondan ders
alıp bir daha yapmazlar ama sonuç iyiyse zaten mükemmeli yaşamaya hazırdırlar.
Mesela çok zenginsiniz ama asıl zenginliğiniz çok paranız olması değil bu parayı nasıl muhafaza
ettiğinizdir. Çünkü ileride çok paranız kalmayabilir ama zamanında iyi bir yatırım yaparsınız,
ileride paranız olmasa bile o paranın ekmeğini yiyebilirsiniz. Ya da düşünelim ki çok sosyal bir
insansınız ve etrafınızda sürekli çeşit çeşit insan var. Ama her insanda olduğu gibi sadece sayılı
“dostum” diyebileceğiniz insan var ve biliyorsunuz ki dostluklar tevazu ve özenle kurulmuş
olmalıdır. Çünkü bazen bir dost bir aile olur. Gün gelir bu dostum dediğiniz insanlar sizi
sırtınızdan vurduğunda(burada genelleme yapmıyorum sadece örnek veriyorum) bu bile
hayatınızda edindiğiniz bir tecrübeye dönüşür. Yani siz bunun sonucunda kimseye çok
güvenmemeye başlıyorsunuz hatta bazılarınızda kendinden başka kimseyi sevememe
duygusuna bile dönüşebiliyor. Eğer ki günün birinden bu yapılan ihaneti ya da siz nasıl
adlandırırsanız unuttuğunuzda, hazmettiğinizde, işte o zaman güçlü bir insan olursunuz. Çünkü
İbrahim Çoşkun Akyüz demiş ki “Bizi güçlü yapan yediklerimiz değil hazmettiklerimizdir.”(1).
Çünkü biz insanoğlu tecrübelerle besleniriz. Onlarla büyür,onlarla mutlu olur, onlarla acımızı
paylaşırız. En basit örnek olarak ölümü vermek istiyorum. Eğer bir insan ölüm acısını tecrübe
edinmişse dünyaya daha farklı bir gözle bakar. İnsanları daha az kırmaya, daha az çalışıp, daha
çok gezmeye başlar. Çünkü o duygunun tecrübesiyle bilir ki, kendisi de bir gün ölecektir. Ya da
başka bir örnek vermek istiyorum. Diyelim ki çok okuyorsunuz ama kafanızda hiçbir şeyin
kalmadığını hissediyorsunuz. Tam işte bu durumda İbrahim Çoşkun Akyüz demiş ki “Bizi bilgili
yapan okuduklarımız değil kafamıza yerleştirdiklerimizdir.”(1). Yani isterseniz hayatınız boyunca
yüzlerce kitap okuyun ama eğer o kitapları kafanızda bir yere oturtamıyorsanız hiçbir işe
yaramaz. Hadi oturttunuz diyelim. Ama ona göre davranamıyorsunuz. İşte o zaman da
okuduklarınızın hiçbir anlamı kalmaz çünkü bizi erdemli kılan söylemlerimiz değil
eylemlerimizdir. Eylemler bir insanın hayatında kendini ispatlayabileceği tek şeydir. Bir sürü
sözler verebilirsiniz ama insanlar sadece eylemlerinize bakar. Onun için bizi bilgi ve başarıya
ulaştıran eylemlerimizdir.
Edindiğiniz tecrübeler karşısında değişmlere açık olun ve asla değerlerinizi kaybetmeyin.
Kazandığınız şey iyi ya da kötü mutlaka size veya yaşantınıza bir şeyler katacaktır. Bunun
değerlerinizi bozmasına izin vermeyin. Gerçek ve tek doğru iletişim kişinin kendisiyle kurduğu iletişimdir. İletişim, kendini doğru ifade etmek demektir ve biz kendimizi tecrübelerimiz
doğrusunda ifade ederiz. Ama unutmayın ki herkes aynı tecrübeyi yaşamaz. Siz nasıl yaşadığınız
kötü bir şeyin düşmanınızın başına gelmesini istemiyorsanız, onun o şeyi yaşadığındaki edindiği
tecrübe sizinkinden farklı olacaktır. Onun için çoğu zaman bizim yaşadıklarımızla karşı tarafın
yaşadığı arasında dağlar kadar fark vardır. Bana göre herkes yaşayıp kendi tecrübesini
edinmelidir. Herkesin hayatınızda güzel ya da iyi tecrübeler edinmesi dileğiyle. |
191 | ANI YAŞAMANIN GÜZELLİĞİ ÜZERİNE
Her sabah gözümü açtığımda yeni bir güne uyandığımı bilirim. Yeni bir gün, dünün pişmalığı ya
da yarın yaşamanın umudu değildir benim için. Yeni bir gün “yeni” ve yaşanılmaya değerdir, o kadar. Bu
yenilik meselesini bu kadar basite indirgediğime bakmayın, hayatımı yaşanılası yapan ve içimdeki
mutluluğun belki de tek sebebidir bu küçük yeni anlar.
Düşünüyorum da yaşadığım, nefes aldığım her dakika hayatımın en olgun zamanı, her yeni güne
bir öncekinden daha iyi tanıyarak başlıyorum kendimi. Ne olduğumu, kim olduğumu bilerek her anı
doyasıya yaşayarak... İşte bu yüzden dünki pişmalıklarımı dünde bırakıyorum. Hepsi benim için ders, ne
olursa olsun bugün burda olmamın sebebi onlar. Gözümü açacağım her sabah için, bir sürü nedenim
vardır ya da bir gün ulaşmayı hedeflediğim bir amacım. Belki bugün aşık olurum, yarın mezun olurum...
Her günüm tadılması gereken bir heyecan, yaşanılacak yeni bir macera olur çıkar karşıma. Ama hiç bir
zaman planım yok, hayat sahnesinde doğaçlama bir oyunun içerisindeyim çoğu zaman. Bulunacağım
mekanlar, tanışacağım insanlar hatta tadacağım yeni yemeklerin bile bir hesabı kitabı yok. O an ne
istersem o oluyor, saatlere takvimlere bağlı kalmadan yaşamanın tek sırrı bu sanırım. Kendimi kısıtlamayı
sevmiyorum belki de. Kimilerine göre anda kalmanın sınırlarını zorluyor olabilirim ama özgürlük bu işin
fıtratında var. Yaşadım diyebilmek için, dün yapamadıklarınızın sonradan baş ağrıtmaması için... İşte bu
yüzden benim güne söylediklerim dünle bugünün harmanlanmış hali bir yerde. Dünki Irmak olmadığımı
bilerek uyandığım her sabah için bugünün gizemini çözmeye hazır hale gelirim. Bu da dolu dolu
yaşadığım her an için şükretmemin en basit yolu. Geçmişin ayağımda bir pranga olmasına izin
vermediğim gibi, geleceğin de beni kısıtlama hakkı olduğunu düşünmüyorum. Bugün yaptıklarımın
hesabının yarın sorulacağına inananlardan değilim. Kendi iradem, aklımla verdiğim her kararın beni
ileriye taşıdığına eminim zaten, bunu üstüne bir de “neden bugün bunu yapmadım? Yarın daha rahat
ederdim.” diye tasalanmanın manası yok benim için. Bugün yapmadıklarımla bile mutlu olduysam yarın
da mutlu olmanın bir yolunu bulurum elbet. Bunu bugünden düşünüp saçları erken ağartmanın bir anlamı yok. Gamsız olmak değil benimki. Hayal kırıklıklarına, keşkelere izin vermeyen bir hayatın
portresini çizmeye çalışıyorum o kadar. İnsan bir kez dünyaya gelir diye herkes içini dolduramadığı
cümleler türetmesini iyi biliyor. İş uygulamaya geldiğinde oluşturulan teoriler, teori olarak sonsuza kadar
varlığını sürdürmek üzere rafa kalkıyor. Ben teoriye teori demem pratiğe geçmedikten sonra. Madem
yaşanılacak tek bir hayatımız var hatta ne zaman sona ereceğini bile bilmediğimiz bir hayat, o zaman
planla programla uğraşacak vakit yok demektir. Düşünmeden, başıma ne geliyorsa, bu dalgalar beni
hangi limana sürüklüyorsa oraya doğru yol almaya hazırım ben.
Her gün olduğu gibi, yarın da güneş benim için yeniden doğacak. Yeni bir sayfa, yeni bir macera...
Başıma neler gelecek hiç bir fikrim yok. Kafam da bir fikir oluşturmak için yaşamıyorum zaten. Yarın ne
olacağını düşünerek kafamı yastığa koymayacağım, en azından bunu iyi biliyorum. Günün sonunda derin
bir iç çekerek, yüzümde ufak bir gülümsemeyle bir sonra ki günü bekliyor olacağım. Bütün arayışım
yaşadım diyebilmenin en doğru yolunu bulmak için. Kaç nefes kaldığını bilmeden ama aldığım her
nefesin hakkını vererek yaşayacağım. Bugüne söyleyebileceğim tek ve en değerli şey bu.
Irmak Kocabay
KAYNAKÇA
Mungan, Murathan. Güne Söylediklerim. Metis Yayıncılık, 2015. Baskı. |
192 | Taviz Vermek Rahatlatır
Gençlere verilen nasihatları alt alta yazarsak en çok tekrar edilenler şunlar olacaktır;
“Asla ödün verme, sakın bu konuda taviz verme, asla vazgeçme, eğilme, bükülme...”. Bu
tavsiyeler çoğunlukla hayatının her aşamasında bir şeylerden taviz vermekte hiçbir sakınca
görmeyen yaşlı insanlardan gelir. Kendi hayatlarında yapamadıklarını gençlerin yapmasını
istemek, yaşlı insanların en çok sevdikleri konular arasında yer alır. Bir de yaşlı gevezeliğini
ekleyecek olursak ödün vermek konusundaki tavsiyelerin ardı arkası kesilmez.
Ben tavizkar olmanın bu kadar kötü bir şeymiş gibi yansıtılmasından rahatsız
oluyorum. Henüz bitirdiğim bir kitap, bu konudaki düşüncelerimin pekişmesine neden oldu.
Bu kitap, Hüseyin Nihal Atsız’ın Ruh Adam isimli eseri. Türkiye’de Nihal Atsız ismi telaffuz
edilince genellikle refleks olarak birçok ön yargı belirir insanların kafasında. Tüm
samimiyetimle söylüyorum ki bu ön yargıyı yıkın ve Ruh Adam’ı okuyun. İddia ediyorum
Türkçe yazılmış en başarılı eserlerden birisi. Kitap, kendi prensiplerinden ödün vermeyen bir
askerin, komutanlarıyla fikir uyuşmazlığına düşüşünü müteakip ordudan atılmasını ve
içerisine girdiği ruhsal bunalımı anlatıyor. Kitabın büyük kısmı monologlardan oluşuyor. Zaten
diyaloglar da çoğunlukla kahramanın (Selim Pusat) halüsinasyonlarında yarattığı kişilerle
konuşmasından ibaret. Bu bağlamda kitabın tamamı monolog diyebiliriz. Ruh Adam’da
kahramanın psikolojisi adım adım bozuluyor ve eser sizi kahramanla birlikte büyük bir
karamsarlığa sokuyor. Peki bu kitabın benim “taviz vermek” konusundaki fikirlerimle ne ilgisi
var?
Aslında Selim Pusat’ın kendisini çıldırtacak derecede karamsar olmasının nedenini,
hemen hiçbir konuda taviz vermemesidir. Kendisi mahkemeye çıkar, sözlerinden geri adım
atması halinde affedileceği söylenir ama o asla taviz vermez, bu durum özel hayatında da
böyledir. Sonuç olarak sürekli bir mağlubiyet ve kaybediş hali Selim Pusat’ı bekler. Peki biz
hayatta böyle mi olmalıyız? Asla taviz vermemek bizi mutsuzluğa götürmez mi? Bence
mutsuzluğun en büyük sebeplerinden birisi taviz vermeme inadı. Gerektiği yerlerde kendi
prensiplerimizden vazgeçmek, bulunduğumuz ortama uyum sağlamak zorundayız aksi halde
türlü türlü fikrin olduğu bu dünyaya uyum sağlamakta zorlanacağız. Hal böyle olunca, sakın
taviz verme nasihatları ne kadar mantıklı? Ödün veriyor olmanın bir ahlaksızlık gibi
algılanmaması gerekiyor. Zaten yer yüzünde prensiplerinden ödün vermeyen çok az insan
kaldı, insanlar sadece bu gerçeği kabul etmiyorlar. Hayatımızı kimin ne zaman koyduğu belli
olmayan prensipler için dar bir kalıba sokmanın, ruhumuzu kasmanın ne anlamı var ki?
Bu söylediklerimin biraz yanlış anlaşılmaya müsait olduğunun farkındayım. Taviz
vermemek konusundaki ısrarcılığı eleştirirken kayıtsız şartsız taviz vermeye güzelleme
yapıyor gibi görünmek istemem. Bazı konular vardır ki asla taviz verilmez. Yazının bu kısmına
kadar fikirlerine pek katılmadığım Nihal Atsız’ın “Şerefin tavizi olmaz.” sözüne samimiyetle
katıldığımı söylemem gerekiyor.1 Bir insanın kesinlikle ödün vermemesi gereken bir şey varsa
o da şerefidir. Şeref, etik değerleri de içerisinde kapsayan, kişinin öz saygı duymasını ve
dolayısıyla hayata tutunmasını sağlayan olgular bütünüdür. Ruh Adam’da Selim Pusat’ın
halüsinasyonlarında en çok beliren arkadaşının isminin Şeref olması ve kahramanın
karısından, çocuğundan bile vazgeçebilmesine rağmen Şeref’ten asla vazgeçmemesi, yazarın
(ve benim) şeref, haysiyet gibi konulardaki fikirlerimizi yansıtıyor. Sonuç olarak, insan, prensip sahibi olacağım diye kendi ruhunu kasmamalı. Bu uzun
vadede bizi mutsuzluğa ve başarısızlığa götürür. Bunu yaparken de “döneklik” sınırına dikkat
etmeliyiz. Yani, kendimizi prensiplerin boğuculuğundan azade kılarken dönek sıfatı yememek
için her ikisi arasındaki dengeyi iyi yakalamalıyız. Türkiye, uçlarda yaşamayı seven insanların
ülkesidir ancak taviz vermek ve vermemek konusunda kesinlikle uç olmamalı, dengeli
davranmalıyız.
Kaynaklar
1. Atsız, Nihal. “Düşmana Taviz Verilmez”, Ötüken, Aralık, 1965.
2. Atsız, Nihal. “Ruh Adam”. İstanbul: Ötüken Neşriyat: 2012. |
193 | MAKİNEDE BİR ÇARK
“Gerçekten özgür müyüz?” sorusu insanoğlunun beynini belki de ilk
evrimleştiğinden beri kurcalayan en özel sorulardan biridir. Soru aslında açık
görünüyor ancak düşünmeye başlayınca içinden çıkılmaz bir hal alabiliyor.
Adam Fawer’in 2005 yılında yayınlanan Olasılıksız adlı kitabı atalarımızı adeta
yüz kızartıcı suç işlemişlercesine utandıracak cinsten… Soru o kadar akıcı bir
şekilde işlenmiş ki; kitaba ilk başta klişe gözüyle bakan ben bile elimden
düşürmeden bir çırpıda okuyuverdim. Kaleme alanın Fawer olması elbette
kendisiyle beraber muazzam bir kurguyu da getiriyor, hatta o kadar iyi bir
kurgusu var ki mucizelere asla inanmayan insanları adeta fizik kurallarıyla ikna
ediyor.
Kitapta epilepsi tanısı konulan başkahramanın muazzam olasılık hesaplarıyla
geleceği okuması konu edinilmiş ve tabii ki buna bağlı olarak gerçekleşen
olaylar. Kitap yediden yetmişe herkeste farklı bir etki bırakabilir ve herkes
kitapta aradığını bulabilir. Aksiyon mu istiyorsunuz? Olasılıksız’ı okuyun! Felsefe
mi istiyorsunuz? Olasılıksız sizin kutsal kaseniz. Yoksa siz bilim sevenlerden
misiniz? Çekinmeyin, başına elma düşen Newton kadar mutlu olacaksınız! Ve
daha ne isterseniz isteyin. Kim ne arar ne bulur bilinmez ama kimse “beyni” boş
dönmez bu kitaptan, orası kesin.
Caine’in(başkahramanımız) tabağındaki ketçap lekesi kitabı okurken insanın
gözünde o kadar gerçekçi canlanıyor ki, bir an ben de olayın devamındaki gibi
camdan içeri araba dalacak gibi hissettim. Fawer’in başyapıtında satırlardan
adrenalin ‘fışkırtan’ daha onlarca kısım vardı ancak benim ilgimi bunlardan
daha fazla(şaşırtıcı bir biçimde) çeken şey sadece üç sayfada, basit bir yazı tura
örneğiyle beynimde determinizmin derinlere doğru filizlenmesini sağlamasıydı!
O bölümü on sekizinci yüzyılın efsanevi bilim insanı Laplace’ın sözleriyle
bitirmişti Fawer:
Bir an için doğanın tüm güçlerinin ve bunu oluşturan tüm varlıkların
konumlarını anlayabilen bir canlı olduğunu düşünürsek - ve bunun bu verileri
inceleyebileceğini de düşünürsek- aynı anda evrendeki en büyük varlıkları ve en
küçük atomları da hesaba katarak bir hesap yaparsa, hiçbir şey belirsiz değildir
ve gelecek de, aynen geçmiş gibi, gözlerinin önündedir.
Yıllar önce anneannem bana “İnsanoğlu rüzgarda bir parça yaprak gibidir. ”
dediğinde, o minnacık düşünce dünyamla bile reddetmiştim. Özgür olmadığımız
demekti bu, değil mi? Ve şimdi Adam Fawer, Olasılıksız adlı kitabında tam da
anneannemin söylediğini okuyucusunun beynine vuruyor!
Eminim kitabı daha çok felsefi veya bilimsel niyetle okuyan herkes(aslında
kitabın felsefi tarafının polisiye olduğu için okuyan kişilerin de ilgisini çekeceği
düşünülürse gerçek anlamda herkes) okurken veya okuduktan sonra internette
arama motorlarını ısıtmıştır. Nitekim ben de yaptım ve “Laplace’ın Şeytanı” diye
anılan bir teoriyle karşılaştım. Bir tanıtım yazısı gibi sıkıcı olmadan kısaca
özetlemek gerekirse; Laplace az önceki sözlerinde de bahsettiği ‘canlı’ yı Şeytan
–ondan yıllar sonra bazıları konuyu dini tartışmalara çekse de- olarak
tanımlamış ve evreni bir makineye benzetmiş.
“Evrenin şu anki hali geçmişinin sonucu geleceğinin ise nedenidir ” diyor
Laplace.
Kitapta zaman zaman kullanılan matematiksel ifadeler ve hatta grafikler o
sayfaların tozunu kaldırırken insanı sanki bir Fermatmış* gibi hissettiriyor.
Fawer, sadece mezar taşının üzerine bile konulsa yeterli olacak eserinde
Laplace’ın görüşünü o kadar inandırıcı ve ikna edici bir dille savunmuş ki, 1927
de açıklanan ve ‘Determinizmin çöküşü’ olarak görülen Belirsizlik ilkesinden seksen küsur yıl sonra, belirsizlik ilkesinin bile nedenselliğe tabi olduğunu konu
alan konferanslar verilmesine şaşırmamalı. İşte ben buna başarı derim!
Belki bazılarımıza rüzgarda uçan bir yaprak veya makinede bir çark olmak
kabul edilemez gelebilir ama bence bahsedilen yapraktan daha dengesiz ve
bazen de o çarktan daha monoton bir hayat süren insanoğlu için kabul edilemez
diye bir kavram olmamalı, özellikle de Olasılıksız gibi ufuk açıcı eserler bizimle
aynı evrende birer çark iken!
*Fermat, olasılık teorisinin kurucusudur.
Abdurrezzak EFE
21301883
|
194 | Ali Suvarioğulları
KENDİNİ BULMAK
İnsanın dünyaya geliş amacının ne olduğunu düşünüyorsunuz? Gezmek,
görmek, öğrenmek için mi buradayız? İbadet için mi buradayız? Yoksa belirli bir
amaca hizmet etmeden, yalnızca olmak için mi varız? Aslında birçok cevabı var bu
sorunun; kişinin yetiştiği çevreye, yaşayış tarzına ya da düşünce yapısına göre
değişen. Bana göreyse dünyaya önce kendimizi tanımak, sonra toplumu güzel hale
getirmek için geldik, yani bir süre önce bunu düşünüyordum. Demek istediğim;
evrenin mükemmelliği, insan vücudunun ölçülü güzelliği ve daha akıl sır
erdiremediğimiz birçok özellik yaşadığımız yeri mükemmel yapıyor. Biz de buraya
kendimizi keşfetmek, bu sayede başta kendimize ve sonra da topluma fayda
sağlayarak evrene layık birer birey olmak için geldik. Uzun süre böyle düşündüm
aslında, fakat sonra düşüncelerim değişti. Çünkü kafamda oluşan bir soru vardı:
İnsan kendini bulduğundan ne kadar emin olabilir? İşte bana bunu düşündüren ilk kişi
Paulo Coelho idi, Aldatmak’ı okuduğumdan beri yaradılış amacımıza dair sorularıma
asla mükemmel bir cevap bulamıyorum.
Aslında önceden çok rahat söyleyebiliyordum amacımızı, yukarıda da
söylediğim gibi. Düşünceme göre; her insan önce kendiyle barışacak, kendini
keşfedecek, mutluluğa erecek ve sonra bu mutluluğu topluma ve dünyaya faydalı
olmakta kullanacaktı. Fakat bir yakın arkadaşımın başından geçenler ve bu kitabı
okumamla beraber, bildiğim bir gerçeğin daha çok farkına vardım: aslında kendini
bulduğunu sandığında da tam olarak bulamamış olabiliyor insan. Bu düşüncemi, o
arkadaşımdan kısaca bahsederek açıklamak istiyorum. Bir cumartesi sabahına, onun
evden kaçma haberiyle uyandık hepimiz. Ailesi, arkadaşları, hep beraber her yerde onu aradık. Yaklaşık bir hafta sonra, ailesini ve bizleri arayıp iyi olduğunu, bize sık sık
fotoğraf göndereceğini söyledi. Bir yıl boyunca hepimizin telefonlarında dünyayı
gezerken fotoğrafları birikti. Mutlu olduğunu ve sonunda hayattaki amacını
gerçekleştirdiğini düşünüyorduk. Fakat bir yılın sonunda geri döndüğünde, bunun
kendi olmadığını, içinde bir yerlerde daha fazlası olduğunu söyledi. Şu an yurt
dışında pilotluk eğitimi alıyor. İşte Coelho’nun başkarakter üzerinden anlattığı, benim
de gerçekten yakınımda olan birinden gözlemlediğim, insanın kararsızlığı kafamı
karıştıran. Her şeye sahip olan ama kendini henüz keşfedememiş bir insan, ne kadar
uğraşırsa uğraşsın derinlerde keşfettiği kendinden memnun olmayabilir. Belki
potansiyeli daha fazlayken bundan daha azıyla yetinir ve değil topluma kendine bile
faydası olmaz. Hal böyle olunca, en baştan beri savunduğum “dünyaya önce
kendimizi bulmaya, sonra ona layık olmaya geldik” tezi çürüyor. Çünkü hepimiz
insanız ve dışarıdan ne kadar doymuş görünürsek görünelim, tatmin olmayan ruhlara
sahibiz. Kendimizi bulmak için girdiğimiz yoldan asla çıkamayabiliriz, hep daha
fazlasını isteyip asla doymayabiliriz. Yahut bulduğumuz ilk yola kapılıp diğer yollara
geri dönmek ve bakmak ihtiyacı duymayız ve yanlış bir yöne doğru sürüklenip gideriz.
Kısacası aslında kendini aramak için çok uzun bir yolu aşmalı insan ve sonunu
bulduğunu zannederken çıkmaz sokağa girebilir.
Özetlemem gerekirse, bana bir süre önce neden dünyada olduğumuzu
sorsaydınız vereceğim cevapla, bugünkü çok farklı. Bugün sorsanız susarım mesela,
çünkü önceden verdiğim cevabın biraz hayali olduğunu fark ettim. O cevabı verirken
insani özellikleri tam olarak düşünmemişim, normal bir olayı düşünmemiz bile çok
detaylı bir süreçken, kendimizi keşfetmemizi hafife almışım. Aldatmak kitabından
başka kim ne anlar bilmiyorum, ama benim gözümü açtığı için, bende önemli bir yeri
olduğunu söyleyebilirim. Varlığa olan düşüncelerimi sorgulamamı sağladı ve bana insanın kendini bulmakta geç kalmaması, yanılmaması ve bu uğurda her yolu
denemesi gerektiğini öğretti. Bu süreç belki sonuçlanır, belki sonuçlanmaz, belki de
yanlış sonuçlanır. Bu süreç belki de insanın dünyaya gelmesindeki amaçla alakalı
değil, ama yine de kendini keşfetmek için uğraşan insan, bunun bir başarı olduğunun
farkında olmalı ve bu uğraşından vazgeçmemelidir.
Kaynakça
Coelho, Paulo. Aldatmak. İstanbul: Can Yayınları, 2014. Roman.
|
195 | Duygu Şekerci
21501169
İnsanların Tanrısı
Aamir Khan her filminde olduğu gibi PK (Peekay) filminde de çok güzel bir noktaya
değinmiş, insanların Din ve Tanrı algısı. İnsanların dine körü körüne inanması, dinle
kandırılması ve farklı dinlerden olan insanların birbirlerine olan tutumları gibi aslında tüm
dünyada geçerli olan sorunları nüfusu çok fazla olan Hindistan’daki din karmaşası üzerinden
anlatmış. Yerdeki Yıldızlar , Üç Aptal , Fana filmlerinde olduğu gibi bu konuyu da çok güzel
ve mizahi bir üslupla eleştirmiş.
Aamir Khan bu filmde karşımıza uzaydan dünyayı keşfetmek için gelen bir yabancı rolünde
çıkıyor. Gelir gelmez başına gelen şey hırsızlık. Geri dönmek için kullanacağı kumandayı
çaldıran Khan cihazın peşine düşüyor. Ama bir sorun var dilimizi bilmiyor. Bu yüzden
karşılaştığı sorunlar bence filmin en eğlenceli sahneleriydi. Müzikal gibi olan bu sahneler
uzun Hint müziklerine rağmen hiç sıkmadı. Neyse dilimizi öğrendikten sonra cihazı aramaya
başlıyor. Cihazı ararken “Tanrı bilir, tanrıya sor, tanrı yardımcın olsun.” gibi cevaplarla
karşılaşması üzerine tanrıya ulaşmaya çalışıyor, her yerde karış karış tanrıyı arıyor ama
kendini büyük bir karmaşanın içerisinde buluyor çünkü Hindistan dinle ilgili çok fazla
düşünceyi içinde barındıran bir ülke. Buna çözüm olarak tüm tanrılardan yardım istemeye
başlıyor. Bu süreçte insanların tanrıya olan inançları ve ibadet şekillerini çocuksu ama aynı
zamanda zekice sorularla; garip, bizim de yaşadığımız ama hiç fark edemediğimiz ayrıntılarla
sorguluyor.
Bu ayrıntılar herkes gibi benim de gözden kaçırdığım şeyleri gösteriyor. Günümüzde
dünyadaki birçok insan açlıkla boğuşurken, insanlar ibadet adı altında ya da adak olarak
etrafa para saçıyor. İnanışlar ne kadar farklı olsa da insanlık her yerde aynı olmasına rağmen
insanlar yoksullara yardım etmek yerine körü körüne bağlandıkları bu tüccar dindarlara para
yediriyorlar. Bu sözde dindarlar insanların inançlarını kullanarak paraya para demiyorlar. Ne
büyük bir ironi değil mi?
Filmde PK da bu sahte adamlardan birine inanan onun dediği hiçbir şeyi sorgulamayan bir
adamın kızıyla tanrıya ulaşmaya çalışırken karşılaşıyor. Jaggu aşık olduğu Pakistanlı genç
tarafından düğün günü terk edildiğini sanan ama sadece algılarına yenik düşen bir kız. Her
ne kadar insanları dinine göre yargılayan bir insan olmasa da yetiştiği çevrenin verdiği algı
onu böyle bir düşünceye itiyor çünkü bu genç bir Müslüman ve Jaggu ‘nun ailesinin katı bir
şekilde bağlı olduğu topluluk ve hatta sözde dindarımız buna karşı. Bu da farklı bir nokta,
hatta en önemli nokta. İnsanlar kendi inanışlarından değilse karşısındaki kişinin de insan
olduğunu unutacak hale gelebiliyor. Eğer biri inanışına ters bir şey söylese onu öldürecek
insanlarla dolu etrafımız. Örneğin bazı Müslümanlar sırf karşısındakinin giyimi kendi inancına
ters diye ona istediğini söyleyebilme hakkına sahip olduğunu sanıyor, karşısındakini
düşüncesine saygı bile duymuyor. Hatta bazıları olay bile çıkarabiliyor. PK da zaten bu
yüzden bu adı almadı mı zaten? PK’nın sorduğu sorular ,insanların inançlarına uymadığı için
deli anlamına gelen bu adı alıyor.
İşte bu inançsal karmaşanın içinde kaybolmuş PK ile bu toplumda kaybolmuş Jaggu bu
durumdan memnun olmayan iki insan. PK kumandanın Jaggu’nun babasının bağlı olduğu
adamda olduğunu görüyor ama kumandayı ondan alamıyor. Jaggu’nun bir telefon görüşmesi sonucu olayı çözüyor. Bundan sonra da Jaggu ile birlik olup bu adama karşı “yanlış numara”
adı altında savaş açıyor ve iddiasını yalanlamaya çalışıyor. Bir televizyon programında sona
eren bu savaş PK ‘nın galibiyetiyle sonuçlanıyor. “İki tanrı var: Biri hepimizi yaratan, diğeri
insanların yarattığı.”Bence bu cümle tüm filmi özetliyor.
Bu kadar geniş bir perspektife sahip bir film ancak böyle yansız ve tarafsız bir şekilde
anlatılabilirdi. Aamir Khan bunu hiç kimsenin inancına hakaret etmeden başarmış ve yine
tam on ikiden vurmuş çünkü bir film anca bu kadar mizahi ve düşündürücü olabilir ve anca bu
kadar aşkı, dini ve sosyal hayatı ölçülü bir biçimde anlatabilir. |
196 | DUYGULARISINIRLANDIRMAK
Duygularvehissettiklerimiz…Nedirduygularımızındoğrutanımı?Bazen kıvranıp acılariçinde
delirirken,bazendebudünyadan alıpgötürenohaz.Sadecebirkaçkelimeileanlatılabilecekve
sonsuzakadarmucizeviliğiniyitirecek,öylesinesıradanherhangibirşeygibi.Amabudoğrudeğil,
olamaz,olmamalıçünkü eğertanımlarsamduygularıbirkaçkelimeiçerisine,duygularınsonsuz
kapsamınıgölgeleyipsınırlandırmazmıyım?Nekalıryüceliğindengeriye?
Olağanüstü Bir Geceyi okurken ana karakterleneredeyse aynı şeyleri yaşadığımıdüşündüm.
Hayatımboyuncaherzamanduygularımı içdünyamabastırdım.Çünküduygularımkontrol
edemeyeceğimkadarkarmaşıkvedüzensiz. Vedekontroledemediğim içinduygularınbenizayıf
kılacağınıdüşündüm.Duygularımıkontrol edemedikten sonrakendiminasılkontrol edebilirdim?
Duygularımınasılkontroledebileceğimidüşündümuzunbirzaman.Psikanaliz,psikoloji,kişisel
gelişim,felsefekitaplarınıolabildiğinceokumayaçalıştım. Bubüyüksorunu çözmeliydimkiher
durumaveherkesekarşıdahagüçlüolabileyim.Öyledeyaptımzaten,doğru tarifibulmuştum. Bunu
karanlıktankorkmakgibidüşündüm.Neden karanlıktan korkarız?Çünkükaranlığınardındakini
bilmediğimizden,onaistediğimiz kılıfıuydurabiliriz;
canavarlar,zombiler,vampirler,çirkinverahatsız
edici şeyler. Ancakışığı açtığımızdatümo
rahatsızlıktan kurtulabiliriz.İştebu…Basitvesıradan
amaetkilibirçözüm. Bendetümışıklarıaçıp,tüm
rahatsızduygularımdankurtulacaktım. Işığı açmanın
yoludaduygularımıtanımlamak,sonrakorkacakve
maneviolarakzayıflatacakherhangibirdurum
olamayacak,geleceği,insanlarıdahakeskingözlerle,
duygularımı katmadankararlarverebilecektim.
Işıkları açtım,sonrabüyükbirduvarördüm
duygularımvedüşüncelerimarasına.Kurtulmuştum,
şimdidahagüçlüydümvedehedeflerime
ulaşabilirdim.Metodumçokbasitti.Örnekolarakbir
duyguyugözönünealalım.Özlem:Alışkanlığın
oluşturduğugüvenineksikliğinihissetmevestres
hormonukortizonunoluşturduğubirçeşitstres
durumu.Sorunu tanımlardımvesorunortadan
kalkardı,artıközlemduymazdımvedahagüçlü
https://fisforfeisty.wordpress.com/tag/pain/
hissederdim.Birkaçyılböylesürdürdüm,mükemmeldi. Sonra,önce oduvarçatlamayabaşladı,küçük
sancılarlabirliktefarkettimvesonundaoduvarüstümeyıkıldı,büyükbirduyguboşalmasıyaşadım
hiçbirnedenyokken.Nekadarsürdüğünühatırlamıyorumama osüreboyuncadurmadan ağladım.
Doğrusunusöylemekgerekirse,herzamanduygularasahiptim,öylegözükmekistemesemdeyalnızca
cesaretedememiştim,kendimiboğmuşveiçimegömmüştüm;fakatoduyguboşalmasındansonra,
yeniden tümdamarlarımdan aynıandaüzüntü,korku,dehşetvesevgiyi tamolarakhissedebildim.
Rahmimiyırtıp,yenidendoğmakgibihissetmeyebaşladım, kendimi .Yineveyenidenbüyükbirdüşünmesafhasınagirdim.“Girdim”diyorumçünküşu andadahi
çözümlenmesigerekenkonularvar.Doğruyayadahakikateulaşmakiçinamaduygularımı
saklamadan,benibenolarakkabul ederekdevam edeceğim,eminolduğum tekkısımbu. Tamolarak
aynı şeyleriyaşadımdiyebilirimkitaplailgiliamabenimöykümdahabitmedi. Öncekendimi
bulmalıyım. Kitabınsonsatırlarındadediğigibi“Birkezkendinibulmuşolan kişininbuyeryüzünde
yitirecekbirşeyiyokturartık. Vebirkezkendi içindekiinsanı anlamışolanbütün insanlarıanlar.”
Duygularımıbastırmamalıyımyadaduygularımayenilmemeliyim,sadeceduygularımındabenim
parçaolduğu kabuletmeliyim.
Aslındaetrafımabaktığımdainsanlarınıngenelininbu çıkmazdakaldığınıgörüyorum.
Robotikleşiyoruz,hedeflerimizvekazançlarımızbizesahipoluyor.Nekadarinkaretsekde
duygularımızdan korkuyoruz,aslında sadeceduygularımızdandeğil aynızamandayaşamaktanda
korkuyoruz.Yavaşyavaşsindiriliyoruz. Sonuçolarakduygusal cinnetler,ataklar,krizlergeçiriyoruz.
Toplumsal tükenmişliğesürükleniyoruz,görevlerimizvesorumluluklarımızduygularımızıgölgeliyor.
Sonra o karanlıktaboğuluyoruz. İştetamolarakbuyüzden,insanoğlunundünyaüzerindeyaptığı tüm
kötülükleribunabağlıyorum. Çünküsevgiyi,merhametiveüzüntühissetmeyeninsan iyilikve
kötülüğünneolduğunu algılayamayız.Yenidenhissetmeliyiz,parmaklarımızın arasındangeçensoğuk
rüzgarı,gökyüzününmaviolduğunu,yağmurun toprağadokunuşunu,kuşların ağaçlardakidansını;
yaşadığımızıyenidenhissedebilmekiçin…
SAİTAKTÜRK
21501734 |
197 | Gülce Çolakoğlu
Öğrendiklerim
Sene içerisinde belli günlerde durur ve düşünürüm. Acaba bir sene sonra bugün nerede, ne yapıyor
olacağım diye. Bunu ilk defa düşündüğümde sınav senemdeydim. Çok merak ediyordum. Evet, şu
an sene sonu için bir hedef uğruna çalışıyorum. Peki, sonucu nasıl olacak? Aslında hayatın içinde
bir hileydi bu, kestirmeden cevaba ulaşmak istiyordum. Eğer ertesi sene nerede olacağımı
görebilsem, kaldığım yerden devam edecektim. Ne var ki kaçırdığım bir şey vardı. Bir sene sonra
nerede olacağım belli değildi. Ben bu noktayı nasıl atlamıştım? O kadar sabırsız biriydim ki, elde
etmeye çalıştığım şeylerin sonuçlanmış şekillerini hemen görmek istiyordum; daha yolun
başındayken, yolunu sonunu ulaşmak istiyordum. Dikkat ederseniz geçmiş zaman kipi kullandım
buraya kadar çünkü ne mutlu ki, bu düşüncelerim değişti.
Sene içerisinde öğrendim ki; ne bir şeylerin sonucunu önceden öğrenmenin bir imkanı ve anlamı
var, ne de yolun sonuna ulaştığımızda elde ettiğimiz sonuçtan pişmanlık duymanın bir faydası.
İçinizde, eski ben gibi düşünenleriniz var ise hemen kendi deneyimlerimi paylaşmak isterim.
Öncelikle, John Lennon'un bir sözünü sizlere sunayım. "Hayat siz planlar yaparken başınıza
gelenlerdir." Gerçekten de ne kadar hayatı özetleyen bir söz. Bu sözü ilk defa duyanlarınızın
kafasını onaylayarak salladığını görür gibiyim. Biz hayatın içerisinde her zaman planlar yapar ve
bu planların eksiksiz bir şekilde gerçekleşmesini bekleriz. Ne var ki beklediğimiz her şey
gerçekleşmez. Bir bakarız ki, olmasını istediğimiz noktadan çok uzaktayız. Kendimden küçük bir
örnek vermek gerekirse, senenin başında psikoloji aşkıyla hedefim Boğaziçi Üniversitesi'ni
kazanmaktı. Herhangi yedek bir tercihim de yoktu, olmama durumunda değerlendirebileceğim.
Kendimi o kadar şartlandırmıştım ki, aklımın ucundan dahi geçirmiyordum olumsuz bir durumla
karşılaşmayı. Gelin görün ki, şu an Bilkent Üniversitesi'nde Hukuk Fakültesi’nde okuyorum.
Yaptığım planlar, düşlediğim hayaller gerçek olmadı. Oysa ne kadar da çok istemiştim, gerçek
olmasını. Uzun bir süre bu sonucu kabullenemedim. Sürekli kendimi suçladım, kendimde hatalar
bulmaya çalıştım ve bunların hepsi beni keşke bataklığına sürükledi. Bir de baktım ki,
düşüncelerimin hemen hepsi geçmişe yönelik. Beni şimdiki zamandan alıp, geçmişe tutsak etmiş.
Tam bir sene boyunca günlerimi pişmanlık duygusu ile birlikte geçirdim. Geçmişe gidip, böyle
olsaydı şu an bunu yapıyor olurdum. Keşke burada bunu yapsaydım. Keşke böyle
davranmasaydım. Keşke böyle düşünmeseydim. Ne kadar da yorucu geliyor kulağa değil mi? Peki,
sonra ne oldu da her şey değişti? Ben zaten bu düşünce sistemimin yanlış olduğunun farkındaydım.
Tek sorun bunu kendimde uygulayamıyordum, zamana ihtiyacım vardı. Zaman geçtikçe, kendime
verdiğim zararı, kendimi boş yere üzmemin hiçbir getirisi olmadığını gerçekten idrak ettim. Sınav
bitmiş, tercihler açıklanmış, hayat bana başka bir yol sunmuştu. Ne zamanı geri getirebiliyordum
ne de bir şeyleri değiştirmek üzere şansa sahiptim. Benim şu anda yaşamam gerekiyordu. Geçmiş
geçmişte kalmıştı.
Şimdi dönüp bakıyorum da geçirdiğim bu olumsuz dönem bana çok şey kattı. Hayata başka bir
pencereden bakıyorum artık. Şimdiki zamanın, boşa harcanmayacak kadar değerli olduğunun
farkındayım. Yaşadığım her deneyim için, iyi veya kötü, teşekkür etmeyi öğrendim. Sabırlı
olabilmeyi öğrendim. Ve belki de en önemlisi, hayatın içinde ulaşmak istediğimiz hedeflerin son
noktası için değil, o noktaya ulaşana kadar geçirdiğimiz yol üzerinde olumlu veya olumsuzu
deneyimlemenin yaşamak olduğunu öğrendim. Bu benim deneyimlemem gereken bir yoldu. Beni
büyüten, olgunlaştıran, şu an bunları yazmamı sağlayan bir yoldu. Dönüp geriye baktığımda
yaşadıklarım için sadece gülümsüyorum. Bu da olabilecek en güzel şey sanırım… |
198 | 1
Abdullah Burak YILDIZ
21301958
Türkçe 102-03
Ali Turan Görgü
09.07.2015
İTİRAZIM VAR HAKİM BEY!
“Yasanın ne olduğunu asla öğrenemedim...” Franz Kafka böyle yazmıştı Ceza
Sömürgesi ve Hukuk Öyküleri adlı kitabının arkasına. İlk okuduğumda pek bir anlam ifade
etmemişti bu söz benim için. Ancak aynı yazarın Dava adlı romanını okuyunca bu söz tekrar
aklıma geldi ve zihnimde hak ettiği yere kavuştu. Gerçekten de neydi yasa denen şey? Biz,
insanları, huzur ve güvende tutması için yine bizim tarafımızdan yapılmış modern bir koruma
yöntemi miydi? Yoksa hepimizi bir korku imparatorluğuna hapseden, ne olduğunu
anlamadığımız ve anlayanların insafına kaldığımız bir korkutma yöntemi miydi? Hukuk
mezunu olan Franz Kafka için ikinci seçenek geçerliydi büyük ihtimalle. Dava adlı romanda da
bu karanlık ve korku dolu dünyayı çok açık bir şekilde görebiliyoruz.
İnsan bilmediğinden korkar. Mesela ölüm gibi. Çünkü hakkında hiçbir bilgimiz veya
tecrübemiz yoktur. Josef K. karakteri de neyle suçlandığını bilmediği bir suçlamanın karşısında
büyük bir korku duymaktadır. İçinde bulunduğu dünya öylesine karanlık ve bilinmezliklerle
doludur ki karakterin korkmaması mümkün değildir. Ne ile suçlandığını bilmemek aynı
zamanda ne ceza alacağını ya da nasıl bir savunma yapacağını da bilmemektir. Yani tamamıyla
savunmasız kalmaktır. Bir bakıma kör olmak gibidir. Nasıl ki ilk defa kör olan biri dış
dünyadaki tehlikeleri anlayamaz ve bu tehlikelere karşı kendini koruyamazsa Josef K. karakteri
de karanlıklar içinde kalmıştır. Bizlerin karanlıktan korkmasının da sebebi budur. Savunmasız
kalmamız, ne ile suçlandığımızı bilmemek ve ne ile karşılaşacağımızı bilemememiz... 2
Yasalar, insanların huzur içerisinde yaşamasını sağlayan ve toplumun ve devletin temeli
olan kurallar bütünüdür. Ya da olması gereken budur. Peki bu yasalar kimler tarafından
yapılmaktadır. Yasa koyucu ve uygulayanlar karşısında bizlerin içerisinde bulunduğu durum
fazlasıyla savunmasız değil midir? Eğer bu gücü elinde bulunduranlar yozlaşırsa halkın kendini
savunması mümkün müdür? Sebebini bilmediğimiz şeylerden ötürü suçlanmamız ve kendimizi
savunamadan yargılanmamız gayet mümkündür. Üstüne üstlük bunun sonucunda bir
adaletsizlik olduğunu belirtmek de oldukça zor olacaktır. Çünkü biz, insanların bir araya
gelerek yapmış olduğu yasalar tarafından yargılanmaktayızdır. Biz bilmesek de yasalar, zarar
vermediği diğer insanların gözünde doğru, hatta kutsaldır. Yani suçsuzluğumuzu bir başkasına
inandırmamız da bir o kadar zordur.
Dava adlı romanda da gerçekleşen olay aynen bu şekildedir. O çok güvenilen yasalar
bir gün karakterimizin aleyhinde işlediğinde gerçekten ortaya bir korku imparatorluğu
çıkmaktadır. Yasaların ne olduğunu, üstüne üstlük ne ile suçlandığını bilmediğinden dolayı bir
avukata ihtiyaç duymuştur karakterimiz. Burada da şöyle bir sorun ortaya çıkmıştır: Sonucu
idam dahi olabilecek böyle önemli bir davada avukata güvenebilir miyiz? Avukatın yasaları
biliyor olması bizi gerçekten koruyacağı anlamına gelir mi? İşte romanda bu güvensizlik ve
belirsizlikten kaynaklanan korkuyu büyük oranda hissediyoruz.
Gerçek hayatta da böyle değil midir? Bizi koruduğunu düşündüğümüz yasalar bir gün
aleyhimizde kullanıldığında kendimizi savunabilecek düzeyde miyiz? Yoksa bizim yerimize
bizi savunacak birine her zaman ihtiyaç mı duyacağız? Halbuki sözde bizi koruması gereken
bu yasaların bizler tarafından rahatça anlaşılabilmesi gerekirdi. Fakat maalesef, adli bir
mevzunun içerisinde kaldığımızda sanki kör olmuş ve karanlıkta kalmış gibi bir duruma
düşmekteyiz. Kendi hayatımızla ilgili böylesine önemli bir olayda araya bir aracının girmesi ve
bizi savunması oldukça tehlikelidir. Bundan dolayı büyüklerimiz “Allah kimseyi adliyeye ve
hastaneye düşürmesin, onlarsız da bırakmasın.” derler. 3
Franz Kafka’nın metnin başında geçen sözünü, tüm bu açılardan ve Dava adlı
romanından yola çıkarak tekrar incelendiğimizde gerçekten de ona hak vermemem ve bizi
yargılayan bütün hakimlere itiraz etmemem mümkün değildir. Ancak yasasız bir toplumda
benim zihnimde yer bulamamaktadır. Önemli olan basit ve herkesin anlayabileceği yasalara ve
yozlaşmamış bir topluma sahip olabilmektir.
|
199 | Buse İlayda Öz
KANLA KAPLI SÜSLÜ ETİKETLER
"Annemin kızıyım ". Daha küçücükken oynadığım oyun arasında kolumdan tutup çeken ağır kokulu
kadınlara alelacele verdiğim bu cevap, o yıllardan sonra belki de hiçbir zaman o kadar kolay gelmedi
bana. Kitaplarım kaybolmasın diye üzerlerine teker teker yapıştırdığım etiketlerden olmuş olmalı ki,
kaybolmaktan korkup etiketlerle doldurdum bedenimi. Şimdi o süslü etiketlerin arasından nefes almaya
çalışarak soruyorum kendime: Kimim ben?
Yıllar geçtikçe öğreniyor derler insan. Ben çok şey öğrendim. Önce okuldaki futbol maçlarında bizim
sınıfta olmayanları şişko patates ilan etmeyi öğrendim. Sonra sınıflar değişti, bazı sınıfları aptal, bazılarını
ise inek ilan etmeyi öğrendim. Hayat Bilgisi ikiye ayrıldı, birini kolay, birini sıkıcı ilan etmeyi öğrendim.
Liseye geçtim, renkli gömlek giyenleri havalı, okul pantolonu giyenleri zevksiz ilan etmeyi öğrendim.
Mesleğini seç dediler, önce hedef dediğimiz şeyin büyüğü, küçüğü olduğunu öğrendim; sonra büyük
hedefleri olanları hayalperest, küçük hedefleri olanları kolaycı ilan etmeyi öğrendim. Ayırmayı,
sınıflandırmayı öğrendim. Her şeyi küçük kutulara koyup kaldırmayı öğrendim. Sonra o küçük kutulara
sığdıramadım bedenimi, kendimi parçalara bölüp saklamayı öğrendim.
Artık anlıyorum ki o küçücük parçalar arasından bir tanesine göre yaşamayı seçiyor herkes. Birini
tanımaya bile vakit ayıramayacak kadar meşgul olan insanoğlu için tek bir isim, süslü bir vitrin yetiyor
hayatını devam ettirmeye. Bir isme göre yargılanıyor, ona göre giyiniyor, ona uygun konuşuyor, onun
beklentilerini yerine getirmek için yaşıyor. Hayatını bir tiyatro tiplemesi olarak geçirip yok oluyor
dünyadan. Bu devasa tiyatro oyununda kimi anne olmayı seçiyor, kimi işkolik olmayı, kimi aşık, kimi
düzenli, kimi sakin, kimi ise vurdumduymaz... Sonunda iyi karakterler ödüllendirilirken kötü karakterler
de cezalandırılıyor. Kimilerinin etiketi ise doğmadan önce seçiliyor onun fikri bile alınmadan. İşte bu
yüzden bazı çocuklar şanslı, bazıları ise ölü doğuyor.
Şimdilerde bir kart oyununda elimdekiler arasındaki işe yarar kartı aramak gibi üzerimdeki işe yarar
etiketi aramakla geçiyor günlerim. Darmadağın bedenimden istenilen parçayı buluyor, geri kalanını
fırlatıp atıyorum düşünmeden. Seçimler yapıyor bu seçimler uğruna acımasızca, defalarca
yargılanıyorum. Parçalanmakla kalmıyor bedenim, savruluyor, saçılıyor dört bir yana. Ben ise yok oluyor,
yok oldukça seçilmiş varlığımda boğuluyorum. Bu seçilmiş varlıklar savaşının bitmek bilmeyen yarış ve
kazanma zorunluluğu arasında benliğini kaybetmiş bir kazanan olmaya çalışıyorum.
Sahi, kazanmak nedir peki? "En büyük zaferi kazandığında bir Antonius olduğunu düşün " diyor eski bir
radyo programındaki ses. " Paris'e geldiğini ve o takın altında olduğunu ve bütün insanların senin altında
olduğunu düşün ve gücün en üstünde olduğunu... Yalnız kaldığın o anda, "ne oldu be, şimdi ne olacak?"
diyorsan kaybedensin sen. Kaybetmişsin. Yani o anda en büyük zaferin içinde kaybetmişsin. " Peki, sen
hiç düşündün mü, kazanmak uğruna yıllarını verdiğin savaşın sonunda ne hissedeceğini? Bir Antonius
olmak daha önce hiç korkutmuş muydu seni? Ya da sonunda galibiyetine sevinecek bir sen kalmadığında
da önemli olacak mı kazanan olmak?
Bugün birkaç dakikalığına dünyada hiçbir etiketin olmadığını düşledim. Renkli kalemlerle bölünüp
parçalanan topraklar uğruna simsiyah savaşlar verilmediğini, kimsenin dini, dili, ırkı, cinsiyeti ile
yargılanıp, o yargılara göre cezalandırılmadığını; her insanın eşit, her canlının özgür olduğunu düşledim. Ve "Keşke !" dedim, " İnsanların küçük kutular yerine kocaman kalplerde barınabileceği bir yer olsaydı
dünya.". Sonra da kendime fazla hayalperest biri olamayacağımı hatırlatıp geri döndüm o küçük, süslü
etiketlerle kaplı kutuma.
|
Subsets and Splits
No community queries yet
The top public SQL queries from the community will appear here once available.