index
int64
0
6.84k
content
stringlengths
5
17.9k
200
HAYAT İÇİN SANAT Geçtiğimiz günlerde Bilkent Üniversitesi’nde çoğunlukla haftalık periyotlarla düzenlenen senfoni orkestrasında bulundum. Burada yaşadığım geçmiş tecrübelerim, daha konser başlamadan, tatlı bir mutluluğa vesile oluvermişti benim için. Birçoklarımız her nasılsa zamanında Türk kültürüne uzak bulmuşsak da, senfoni orkestraları insana ender rastlanabilecek bir deneyimin kapılarını açar. Bunu tatmamışların böyle düşünmesi olağan olsa gerek… Salona girildiğinde o tatlı atmosfer, insanların kibarca konuşmalarından, nezih tavırlarından ele verir hemen, saklayamaz kendini. Anlarsınız ki birazdan size yaşam enerjisi pompalayacak bir etkinlik patlak verecek. Sizin için sanatın ne demek olduğunu, sanatın neden ruhun gıdası olduğunu ve sanatsız hayatın nelere mal olabileceğini dört başlık altında sunmak isterim… Sanat Derinlerde Bir Bileşenimizin Mutlak Eşidir İşin içine evrimi de katar, Carl Jung’un psikanaliz teorisine şöyle bir göz atarsak aslında ruhumuza işleyen her bestenin bir zamanlar atalarımızın varlığıyla özdeşleştirdiği seslerin birer yansımaları olduğunu söyleyebiliriz. Elbette ki bu bizleri müziğin neden bu kadar derinden etkilediğini de açıklar. Diğer bir değişle, bizi mutlu etmiş, düşünebileceğimiz her şey, bir dahaki rastlaşışımızda istemsiz bir gülümsemeye yol açar: Eski bir dost, acımızı dindiren bir doktor mesela… İşte bu tekerrürler, müziğin içimizde uyandırdığı yaşam sevincinin bariz nedenleridir ya da kanıtlarıdır diyelim… Peki, nedir bu tetikleyişin getirileri, “Dinleyeceğiz, canlanacağız da ne olacak?”. Mutluluk düzeyinin insanlar üzerinde üretkenlik, yaratıcılık ve işlevsellik anlamında etkilerini analiz eden araştırmalarla kafanızı karıştırmaktansa, zihninizde bir tetiklemeye yol açmayı tercih ederim. En mutlu anınızı düşünün: baba oldunuz, kızınız üniversiteden mezun oldu, hayatınızın işine kabul edildiniz. Şunu hissetmemiş misinizdir; bir dünya dertle boğuşmanız gerekse bir Spartalı gibi hepsine göğüs gerebilecek güçtesinizdir… Konuyu hayatımdan bir örnek vererek sonlandırmak isterim. Yalnız geçirilen bir günün ardından, ufak bir sorumluluğu yerine getirmek dahi saatlerimi alır bir üniversite öğrencisi olarak; ancak sevdiğim bir yakınımla, bir dostumla geçirilen ufak bir zaman diliminden sonra, hızıma erişmenin güçlüğü, her zaman bahsi geçen durumu düşündürür bana. Sanat Sevgidir Senfoni orkestralarına ters düşmekle eleştirilen kendi kültürümüzden örnekler verelim bu alt başlık için. Çoğumuz için angarya olarak görülse de o ana kadar görmediğimiz ve o andan sonra da görmeyeceğimiz bir uzak akrabamızın, tanıdığımızın düğünde buluyoruz kendimizi… Burada geçireceğimiz birkaç saatimizin, ömrümüzün boşa harcananlar koleksiyonuna ekleneceği fikri bizi demoralize ediyor olsa da, hafiften işitmeye başladığımız müzik bir şeyleri kıpırdaştırmaya başlıyor içimizde. Dans eden insanları bir süre daha izledikten sonra, “ne işim var aralarında” dediğimiz insanlar birden yakın gözükmeye başlıyor bizlere. Gerisi malum, lafı uzatmadan son sözü söyleyelim; müzik birleştiricidir, sevmeyi hatırlatır ve sevilebilmek için başlı başına bir nedendir… Sanat Keyiftir, Yol Arkadaşıdır, Sırdaştır Sıhhatini sağlayacağı bir hastası olmayan diş doktorunun yabancı bir pop müzik şarkısı açıp minik hareketlerle dans etmesine, en azından filmlerde, bitmek bilmeyen yollarda bağıra çağıra şarkı söyleyen çiftlere, sevgilisinden ayrılmış bir gencin dertlerini gözyaşlarıyla anlatabileceği tek dert arkadaşının müzik olmasına rast gelmişsinizdir, bunlar yabancı gelmiyor olsa gerek sizlere… Evet, hepimizin farklı farklı, zaman zaman sıra dışı hayatları var; fakat şu bariz değil midir; sanat hayatımızın tamamlayıcısıdır, bahsettiğim her bir hayat sanat olmadan eksiktir, en iyi arkadaşını, yol arkadaşını hatta sırdaşını yitirmiştir, zamanı çaresizlik içinde geçirecektir belki de… Sanat Eğlencedir Tartışmakta olduğunuz bir dostunuza öfkenizi püskürtmekle meşgul olduğunuz bir zamanda, tesadüf bu ya işte, arka fonda ikinizin de komik bulduğu bir müzik işittiniz. Zorla kendinizi tutmaya çalışırken sizce önce hanginiz kahkahayı basıverirdi?.. Bu ekstrem örneğe bir de araştırma eklemek isterim. Alışveriş merkezlerinde neden daima arka fonda bir müzik çaldığını mutlaka okumuşsunuzdur… Araştırmalara göre; müzik çalınan AVM’lerde müşterilerin %63’ü daha fazla vakit ve para harcadığını söylüyor, peki onlara daha fazla paraya ve vakte mal olan, eğleniyor olmanın buna değiyor olması olamaz mı? Ne kadar ciddi ve disiplinli olsa da, eğlencenin her insan evladı için vazgeçilmez olduğunu tartışmaya dahi açmadan, sanatın, eğlenmenin en kolay yolunun, cep doluluğundan(!) çok daha fazlasını getiriyor olduğunu bu örnekle anlatabilmişimdir umarım sizlere… Görünen o ki sanatsız hayat çekilmez, sanatsız insan boşluktadır. Bizi biz yapan şeylerden birinin sanat(ses) olduğunu, annesinin kalp ritimlerini kaydeden anne karnındaki bir bebekten dinleyebiliyor olsaydık keşke… Sanatla, sağlıcakla kalın…
201
Fatıma Aynur Silpağar 21400735 HAYAT DEĞİŞTİREN ŞEYLER Geceleri yatarken veya güne başlarken hep o gün içinde neler yaşadığımızı veya neler yapacağımızı düşünürüz. Hep küçük düşünür o günle kısıtlarız kendimizi. Hiçbir sabah kalkıp aynaya bakarken, o aynada 15 yıl sonra ne görmek istediğimi düşünmem. Nasıl biri olmak istediğimi, nerde çalıştığımı, belki evliliğimi hayal etmem. Bunun sebebi galiba geleceğin bize neler getireceğini bilmediğimizdendir. Ne kadar mükemmel bir plan yaparsak yapalım her şey tıkırında gidecek dersek diyelim, Murphy yasasıdır ya bu “hiçbir şey planlandığı gibi gitmez.” Mutlaka plan bozulur. Önünüze bir engel ya da daha öncesinde düşünemediğiniz yeni bir yol çıkabilir. Yaşarken hep o kısa günü düşündüğümüz için engel gibi gözüken bir şey aslında yeni bir kapı olabilir. “Bir İkea dolabında Mahsur Kalan Hint Fakiri’nin Olağanüstü Yolculuğu” nu bitirdiğim anda aklımda yukarıda yazanlar belirdi ve bitirdiğim gibi yukarıdaki giriş cümlelerini yazdım. Sonrasında ise o kağıdı alıp, kitabın arasına koydum ve valizimi alıp yola çıktım. Aslında bu kitabı okuma zamanım ve sonrasında yolculuğa çıkmam son derece tesadüfi oldu. Okuldaki büyük kulüplerinden birinde aktif üyeyim ve İstanbul’a sponsorluk bulmak için çıkartmamız vardı. Otobüsümüzün saati gece 3’teydi. Ne kadar uyumaya çalışsam da bir türlü uyuyamadım en sonunda bari biraz kitap okuyayım dedim ve elimi okumak için aldığım fakat zaman bulamadığım için okuyamadığım kitap yığınına atıp aradan bu kitabı seçtim. Koltuğa gömüldüm ve okumaya başladım. Siz düşünün artık kitabın ne kadar okuyucuyu sardığını. Zaten kitabı okurken zaman- mekan ikilisinden sıyrılıp karakterle birlikte yolculuk etmeye başlıyorsunuz. Onun gerildiği yerlerde siz de panik olup, aşkı bulduğu yerde siz de aynı hisleri yaşıyorsunuz. Zaten adından da belli olduğu gibi kitap, sürekli hareket halinde. Şans eseri neredeyse tüm dünyanın çevresini dolaşıyor hikayenin kahramanı olan Hint fakiri. Ve bu yolculuk geri alınamaz bir şekilde değiştiriyor kahramanımızı. Yeni insanlar giriyor hayatına tüm yol boyunca. Kamyonun arkasında oturan Wiraj ve arkadaşlarından hayatın acımasız bir yüzünü, bavulunda sakladığı ünlüden cömertliği ve İkea mağazasındaki kadından aşkı öğreniyor. Tabii ki bunların hepsi çıktığı yolculuk sayesinde oluyor. Zaten şöyle bir düşünürsek bir insanı hayatında neler değiştirir diye hemen hemen herkesin listesinin başında yolculuklar gelir. Sonrasında yeni insanlar tanımak, veda etmek, yardımın çift taraflı çalışması geliyor benim aklıma. Listemi anlatmaya sondan başlayayım ki, en güzelini sona saklayayım. Yardımın çift taraflı çalışması derken hem alan insanın hem de veren insanın hayatını değiştirdiğini kastediyorum. Alan insanın hayatına yeni olasılıklar katarak, hayat koşullarını yükseltir. Bu hem maddi hem de manevi olarak. Maddi olan zaten gayet açık, manevi olan ise duygusal manada destek olmak olabilir. Veren insanın ise kendini iyi hissetmesini sağlamanın yanı sıra hayata daha farklı bakmasını sağlar. Çünkü yardım ederken hayatın başka bir yüzü ile karşılaşıp yeni yeni hikayeler edinir. Veda etmek her ne kadar yeni bir başlangıç, hayat değiştiren bir şey gibi gözükmese de aslında öyledir. Bazı şeylerin bittiğini, bir daha yaşanmayacağını hissettirir insanlara vedalar. Şahsen ben nefret ederim veda etmekten. Çünkü insanlarla arama kesin ayırıcı bir nokta koymak gibi gelir veda etmek ve kimseden ayrılmak istemem, veda etmektense aradaki bağın zayıflayıp kendisinin kopmasını isterim. Böylesi daha doğal hissettiriyor. Zaten hikayede de olaylar gerçekleşirken kahramanımız hiç veda etmeye zaman bulamıyor zaten gerekte yok. En görüşme imkanı düşük kişi bile ilerleyen sayfalarda çıkıyor karşısına yeniden. Yeni insanlar tanımak aslında yolculukların içinde olabilecek bir başlık ve o yüzden onları birlikte yazacağım. Mantık olarak yolculuğa çıktığınızda yeni insanlarla tanışırsınız ve onlarda size hayatın başka yönlerini, kendi bildikleri yönlerini gösterirler. Böylece kafanızdaki at gözlüğünün sınırları biraz daha açılır. Hikayede kahramanımız kamyon arkasında ki insanlarla konuştuğunda olan budur. Kendi dünyasını kötü sanırken, başka insanların kendisinden daha zor bir hayat yaşadığını anlar ve hayatında yaptığı bazı şeylerin- köyündekilere yalan söyleyip, onların iyi niyetlerini suiistimal etmesi gibi- hoş olmadığını fark eder. Sadece bu da değil, attığı her adım zaten hikayenin yönünü değiştirdi bu da yetmezmiş gibi, attığı her adım karakterin de hayatında büyük değişimlere yol açtı. Ben de eminim ki şimdilik gittiğim bu İstanbul gezisi pek önemli bir şey gibi gözükmese de, ileride bana önemli şeyler kattığını fark ederim.
202
ÇOCUK HIRSIZLARI TEMİZLENSİN Doğar, ailesinin göz bebeğidir, yürümeye başlar, oynar, sevilir, ilk dişleri çıkar, sağlak mı solak mı olduğunu keşfeder, belki bisiklete biner, karnı ağrıyıncaya kadar şeker yer, ağaca çıkar , su savaşı yapar, eve gizlice hayvan sokmaya çalışır, saat dokuz olmasına rağmen uyumamak için direnir, binbir türlü anne azarına rağmen yılmadan tam gaz yaşar çocukluğunu . Çocuklar ne yapar diye sorulunca hepimizin aklına bunlar geliyor değil mi? Ama bence bu cevabın asıl sorusu : “Çocuklar ne yapmalı? “ olmalı. Peki size 9 yaşındaki bir çocuğun, küçük, bir odada yıllarca dışarıdan gelen savaş sesleri içinde sadece anne ve ağabeyiyle korku içinde yaşadığını ve tüm bu zor zamanlarında babasını da kaybettiğini söylesem. Tüm bu yaşadığı zorlukların da aptal bir savaş yüzünden olduğunu dile getirsem içiniz acımaz mı? Bazılarının acımıyor işte. Savaşı çıkaran da savaşta yer alanda amacı veya nedeni her ne olursa olsun hırsızdır bana göre. Hem de en tehlikelisinden: çocuk hırsızıdır bunlar. Bence savaşta kazanan olmaz. Savaşa girmemesine rağmen her şeyeni yitiren, kaybeden tek varlık çocuklar olur. Bu düşüncemi Ivana Bodrozoc’in yazdığı “Hiçbir Yer Oteli” isimli kitapla daha da pekiştirmiş oldum. Tüm olayları küçük bir kızın gözünden gördükçe içim burkuldu. Sonra düşünmeye başladım eee savaş bitti sonra ne olucak diye. Çalınan çocukluk anılarını kim tattıracak bu savaş mağdurlarına? Bir daha kimsenin çocukluğu çalınmasın diye çocuk hırsızlarını yeryüzünden ebediyen silip süpürmenin tek çare olacağına karar verdim. Kitabın sayfalarını çevirdikçe kendimi 9 yaşindaki kızın yerine koydum. Yazarın etkileyici anlatımı sayesinde, bu kızı doğduğu zamana geri götürüp yeniden hayata çocuk gibi başlatmak istedim. Değer mi bu kadar acıya diye düşünüp durdum. Aklımı erdiremediğim hırsızlar neden savaşa bu kadar meraklı sorusunu tekrar tekrar sordum kendime. Açgözlülük, hırs, kıskançlık , kişisel çıkarlar ve yenme duygusu gibi çirkin duygular yüzünden istediği şeye önüne bakmadan ulaşmaya çalışıyor aslında bu bencil hırsızlar. Kitabın içine girdikçe umutsuzluğa kapılıyordum. Sonra bir şey fark ettim. Aslında kitaptaki kız fark ettirdi bana bu duyguyu. Umut… Tüm duyguların ve durumların eninde sonunda geçeceğini ancak durum kötü bile olsa tek bir duygunun: umudun sonsuza kadar kalacağnı gördüm. Çok güçlü olan bu duygunun durumu mutlaka bir şekilde iyileştirdiğini veya süreci hızlandırdığını fark ettim. Geçmişte yaşanan savaşlarda da umut değil miydi insanların en kötü durumlarda bile bir şekilde tutunmasını sağlayan? Küçükken dinlediğim Pandora’nın kutusu geldi aklıma sandığın içinde umut olduğunu iddia eden bir ses “ lütfen beni çıkarın dışarıdaki kötülüklerle bir tek ben savaşabilirim” dememiş miydi? Belkide Pandora gibi insanların ortaya çıkardığı kötülükleri yine Pandora’nın yap İnsan olarak geleceğe umutla tığı gibi umudu bulunca ortaya çıkararak kurtulabiliriz tüm bakmayı ve bu süreçte çocuk hırsızlarının süpürülmesini bekleyene kadar ne yapılması bu savaş fikrinden diye düşündüm. gerektiğini düşündüm. Yazar sayesinde daha çok sinirlendim savaş düşüncesine ve ne kadar iğrenç bir eylem olduğuna. Tüm insanlara zarar verdiğine ama en çok çocuklara dokunduğuna. Farkındalıktır belkide tüm savaşların önüne engel koyarak onları engelleyecek olan. Dünyada, geçmişten bu güne yaşanan savaşlara bakıyorum da hiçbirinde bir azalma yok. Tam tersine ilerleme var. Etkileri aynı ama insanlar akıllanmadan, ders çıkarmadan devam ediyor hayalleri çalıp hayatları söndürmeye. Belki de ilerde biter demek ve buna tüm benliğimle inanmak istiyorum. Bitmese bile tüm kötü etkilerinin savaş fikrine olumlu bakanları ve katılanları etkilemesini ve hiçbir çocuğu ellememesin diliyorum içimden ama şu zamana kadar etrafta olup biten her kötü olayın uçun bir şekilde dokunmadı mi hepimize? Gayet de dokundu. Hem de hiç acımadan dokundu o zaman yine yolun başında ulaştığım sonuca varıyorum. Tüm ipi sallayan ve herkese dokunduran çocuk hırsızları temizlenmeli ve hepsine farkındalık iğnesi vurulmalı tüm ipleri bir kırbaç gibi yiyen insanlar tarafından. Kaynakça: Bodrozic , Ivana. Hiçbir Yer Oteli. Aylak Adam, 2015
203
Nidanur Soner TURK 101-037 21401954 Sadece Kader! “Amores Perros” diye bahsedince mi, yoksa “Paramparça Aşklar ve Köpekler” deyince mi insanlar filmi daha çok izlemek ister, merak eder bilmiyorum; ama İspanyolca bilmememe, filmi Türkçe olarak izlememe ve Türkçe ismi ile üzerine konuşmaya karar vermeme rağmen “Amores Perros” bana daha ilgi çekici gelmektedir. Filmde birbirleriyle hiçbir bağlantıları olmayan üç farklı insan: Octavio, Valeria ve El Chivo. Üç insanın yollarını kesiştiren ve hayatlarını tepetaklak eden korkunç bir kaza. Aşklar ve köpekler arasındaki bu mükemmel bağlantının nasıl kurulduğunu aklımın almadığı, birbirinden alakasız üç hayat. İzlenmesi gereken filmlerin bir listesini yapmam istense, Meksikalı yönetmen Alejandro González Iñárritu'nun “Paramparça Aşklar ve Köpekler”i bu listede ilk üçte yer alacak filmlerdendir. Bunun sebebi; ne filmin 2001 yılında Oscar’a ve Altın Küre’ye “En iyi Yabancı Film” dalında aday olması, ne aynı yılda İstanbul Film Festivali’nde gösterildikten sonra büyük beğeni toplaması, ne de pek çok uluslararası film festivalinde toplam otuz ödüle layık görülmesiydi. Zaten bu film, hissettirdikleri ve düşündürdükleriyle benim için üst sıralara yerleştiğinde aldığı ödüllerden de beğenilerden de habersizdim. Bazı cümleler vardır; yüzlerce sayfalık romanı birkaç sözcükle özetler. Sonra bazı kelimeler vardır, hatta bazen tek hece şiirleri her şeyiyle anlatır insana. Filmlerde de işte böyledir durum. Bazen karakterlerin ağzından dökülen birkaç cümle; tüm filmi, saatleri, yaşananları, anlatılanları izleyiciye hissettirmeye yeter. “Paramparça Aşklar ve Köpekler”i izlemeye başladığım ilk dakikadan itibaren, filmin kurgusundan veya neredeyse her vurucu sahne için özenle seçilmiş unutulmaz film müziklerinden çok, filmin replikleri etkileyici olmuştu. “Hayat, siz planlar yaparken başınıza gelenlerdir.”den “Çünkü biz biraz da kaybettiklerimiziz.”e kadar düşündüren ve yaşamı sorgulatan pek çok film repliğine sahip bu senaryo üzerine birkaç satır karalarken, yine bir replik üzerinden gitmeyi tercih etmem de bu yüzden galiba. Yasak bir aşk yaşayan Octavio ve Susana’nın filmin ortalarına doğru kurduğu o cümleler, aslında tüm film boyunca anlatılmaya çalışılan, insanın kader önündeki çaresizliği fikrini en çarpıcı şekilde gözler önüne seren cümleler olmuştur. Octavio: “Planlarımız ne olacak?” Susana: “Sen ve senin planların. Babaannem ne derdi biliyor musun? Tanrı’yı güldürmek istiyorsan ona planlarından söz et.” Kader, aslında ne yaparsan yap hayatta değiştiremeyeceğin tek şey. Belki de hayatın ta kendisi. Oldum olası inandığım gerçek şu ki; insanın yaşamında olacaklar önceden belirlenmiştir ve hiçbir zaman onun değiştirilmesine izin verilmez. Tam da Susana’nın söylediği gibi planlar yalnızca Tanrı’yı güldürmekten ibarettir. Belki de bu yüzden, sürekli bir döngü halinde insanlar hayal kurar, hayat onu yıkar. Sonra insanlar tekrar hayal kurarlar, umut ederler, olacağına inanırlar. Belki onun gerçekleşmesi için her şeyi yapmışlardır. Artık yaşama amaçları, tek düşündükleri o hayal olmuştur. Gerçekleşmesi için tek engel zaman ve beklemektir onlara göre. O yüzden beklerler. Kimileri günlerce, kimileri haftalarca, kimileri aylar, kimileri yıllar, kimileri de ömürleri boyunca beklerler; ama eninde sonunda hepsi öğrenirler acımasız o gerçeği. Bazısı daha erken, bazısı daha geç; ama bilirler hayat o hayali de yok saymıştır, ona da acımamıştır. İnsan hayali uğruna ne kadar çabalamış, onu ne kadar istemiş olursa olsun hayat sadece görmezden gelir ve bildiğini okumaya devam eder. Öyle ki, 1 Nidanur Soner TURK 101-037 21401954 kader Tanrı tarafından çoktan yazılmıştır ve insanlar bir tiyatro sahnesindeki gibi yalnızca yazılanı oynamakla yetinirler. Bir de şanslı insanlar vardır tabii. Hayalleri kaderlerinde yazılıdır bu insanların. Onlar ise kaderlerini kendilerinin yazdıklarına inanırlar. Bu kişilere göre, çabalamak ve istemek kadar basittir yazılanı değiştirmek ya da yeniden yazmak. Onlar hayatta başarılı diye anılan ve parmakla gösterilen kesimdir işte. Oysa sadece kaderin onlar için istedikleriyle kendi istedikleri uyuşmuştur ve bunu diğerleri de kendileri de bilmezler. Çabaladıkları ya da olmasını istedikleri hayaller uğruna gerçek bir savaşı kazandıkları için değil, yalnızca hayalleri kaderlerinde yazılı olduğu için başarılı, güçlü diye nitelendirilirler. Onlar, kaderle aynı planlara sahip oldukları için sadece şanslıdırlar. Gerçek şu ki, Tanrı herkes için bir senaryo yazmıştır ve insanların hayat olarak nitelendirdikleri olgu sadece bu senaryoyu oynamaktır; çünkü kader biz ve bizim planlarımızı, hayallerimizi, umutlarımızı umursamaz. Sadece dinler ve güler, sonra kaldığı yerden oyuna devam. İşte yine bu yüzden ne güçlü vardır, ne de başarılı bu hayatta. Kader anlayışının, kaderin değiştirilemez o ürkütücülüğünün ve insanların onun karşısındaki savunmasızlığının en güzel özetidir “Paramparça Aşklar ve Köpekler”deki zavallı Octavio, Valeria ve El Chivo’nun yaşadıkları. Ne Octavio ağabeyinin karısı Susana ile kaçarak uzaklarda yeni bir hayat kurabilmiş, ne köpekleri Cofi kendi uysallığına uygun bir yaşam bulabilmiş, ne de Valeria ve Daniel hayal ettikleri o kusursuz aşkı köpekleriyle birlikte yaşayabilmiştir. Octavio kaçabilmeleri uğruna zavallı köpeği Cofi’yi sokak dövüşlerinde harcamış, Valeria Daniel ile yaşamak yolunda ailesini terk etmiştir. Böylece, hayalleri uğruna savaşınca, onlar için çabalayınca olacaktır fikrine inanıp sonunda kaderin “buradayım” çığlığıyla her şeyi fark edenlerden olmuşlardır onlar da. Upuzun bir iki buçuk saatin işte aslında tek cümlelik özeti “Tanrı’yı güldürmek istiyorsan ona planlarından söz et.” 2
204
Ceren KILINÇ Pablo Picasso- Guernica Savaşın Soldurduğu Minik Yürekler Çocukluğunuzu düşündüğünüzde neler canlanıyor zihninizde? Oynadığınız oyunlar mı, bisiklete binip evinizin etrafında dolaştığınız anlar mı, yoksa parkta kaydıraktan kaydığınız güneşli bir yaz günü mü? Çocukluğumu düşündüğümde ilk aklıma gelenler mutlu anılarım. Bisikletten düştüğümde babamın beni kucaklayışı, annemle gezmeye çıktığım günlerde annemin bana aldığı pamuk şeker, yüzmeyi öğrendiğim ilk gün ve daha fazlası… Bunlar bir zamanlar mutluluktan gözlerimin parladığı anlardan yalnızca birkaçı. O zamanlar dünya üzerindeki diğer insanları umursamadan yalnızca kendi mutluluğumu düşünür ve hissederdim. Dünyanın farklı bir yerinde hiçbir zaman benim kadar mutlu olamamış ve olamayacak olan diğer çocuklar aklımın ucundan bile geçmezdi. Beni mutlu eden o pamuk şekere belki de hiç sahip olamayacaklarını, evlerinin tepelerine atılan bombaları, o bombalar yüzünden öldüğü için yere düştüklerinde onları kaldıracak bir babaları olmayışını umursamazdım. Tarih boyunca, savaşları başlatan insanlar da benim gibi çocukları umursamamışlar. Oysa savaş açtıkları, çatıştıkları kişiler düşmanları değil; çocuklar olmuştur her zaman. Savaşlarda asıl zarar gören, incinen hep çocuklardır. Bu yüzden, savaşların asıl kaybedenleri de hep çocuklardır. Canlarının yandığı tek an benim gibi bisikletten düştükleri an olmalıyken, masum yürekleri paramparça olan çocuklardır. Anneleri hayatını bir zalimin kurşunu veya üzerine düşen bir bomba yüzünden kaybettiği için belki de hiç pamuk şeker yiyemeyecek olan yine aynı çocuklar. Bense onların masum yüreklerinin hatırına dönen dünyada, çocukluğumda olduğu gibi, onların varlığına sırtımı çevirerek mutluluğumu sürdürmeye devam ediyorum. Onların yaşadığı dehşetten haberim yokmuş gibi belki de hiçbir zaman sahip olamayacakları mutluluğun tadını çıkarıyorum. Belki onları umursamadığımı düşüneceksiniz. Onların hayatını ellerinden alan büyükler kadar acımasız olduğumu söyleyeceksiniz belki. Ancak, aslında bir çoğunuz da benimle aynı şeyi yapıyorsunuz: Yalnızca seyirci kalıyorsunuz. Sizin de yaptığınız, tıpkı benim gibi, kendi köşenizde olanları seyretmek, savaş çocuklarının hayatlarının yitip gidişini göz ardı edip kendi mutluluğunuzu yaşamak. Bazen dünyanın başka bir yanında aslında bir yıkımın yaşandığı düşüncesi sarar aklımı. Sonrasında birçoğunuzun bu düşünceleri kafanızdan atmak için kullandığınız bahaneler doldurur zihnimi. “Elimden ne gelir ki?” derim kendi kendime. O çocukların yaşadığı dramı tasavvur etmek bile ürkütücü olduğu için kendimi rahatlatacak, beni mutluluğuma tekrar kavuşturacak telkinlerde bulunurum kendi kendime. Oysa içimden bir ses, asıl yapmam gerekenin o düşünceleri kafamdan atmak yerine daha fazla düşünmek olduğunu söyler. Aynı ses; o çocukların yaşadığı dehşeti, minik yüreklerinin nasıl solup gittiğini sürekli hatırlamam gerektiğini tekrarlar. “Bu dünya sen ve senin çevrendekilerden ibaret değil!” der bana. İşte böyle bir zamanda gördüm Picasso’nun Guernica tablosunu. Bu yazıyı yazmama neden olan, benim aksime mutlu bir çocukluğa sahip olmamış ve olamayacak çocukları düşünmemi sağlayan bu tabloydu. Onların mutlulukla değil de savaşla geçen çocukluğunun yanında benim yaşadığım mutluluğun ne kadar boş ve anlamsız olduğunu hissettim ilk defa. Bunca zaman “Elimden ne gelir ki?” diye bahaneler üretmişken aslında neler yapabileceğimi fark ettim. Tıpkı Picasso gibi bir tablo yapabilirim ya da çocukluğunu yaşamadan büyüyen masum kalpleri anlatan bir şiir yazabilirim. Bunları yapamasam bile yapmamam gereken şeyi artık çok iyi biliyorum: Unutmamak. Yapmam gereken şey onların varlığından, hayatlarının solup gidişinden haberim yokmuş gibi davranmamak; onlara sırtımı dönmemek. Bu yazıyı okursanız siz de hatırlayın savaş çocuklarını. Onların ellerinden alınan çocukluklarını düşünün ve unutmayın bir daha varlıklarını. KAYNAKÇA Picasso, Pablo. Guernica. 1937. Tuval üzerine yağlı boya. Museo Nacional Centro de Arte Reina Sofía, Madrid.
205
Rahime Beyza Koçak 21601851 KİŞİYE ÖZGÜ PENCERELER Her insanın farklı bir düşünce yapısı ve farklı davranış stili var. Farklı bireylerin aynı olay üzerindeki yorumları birbirlerinin tamamen zıttı olacak kadar bile değişik olabilir. Elbette, bunun nedeni her birimizin farklı pencereden olayları incelememizdendir. Birimizin penceresi olayı tamamen görebilecek kadar büyükken, bir başkasınınki olayın küçücük bir kısmını yorumlayabilecek kadar küçüktür. Peki, her birimizin sahip olduğunu varsaydığımız bu pencerelerimizin çerçevesi nasıl oluşuyor? Kim karar veriyor büyüklüğüne, rengine, hangi yöne bakacağına ya da kimi görüntüleyeceğine? Doğduğumuzda hepimize verilen pencere standarttır. Aynı yere bakmıyor olsalar dahi aynı şekilde, aynı büyüklükte ve aynı renktedirler. Bizler büyüdükçe pencerelerimizde değişikler olur. Bazısını siz isteyerek yaparsınız ama bazıları sizin izniniz dışında gerçekleşir. Sizin izninizin dışında gerçekleşenler genelde beyninizin bilinçaltı gibi yönlendiremediğiniz yerlerinde olur. Sonuç olarak öyle ya da böyle oluşan pencerelerimiz artık bizim olaylara bakış açımızdır. Yaşadığımız herhangi bir şeyi yorumlamak istersek penceremize koşar onun ardından bakarız. Sonrasında yorumumuzu ortaya dökeriz. Ortaya çok farklı yorumlar çıksa da herkes için kendi yorumu doğrudur çünkü herkes nasıl görüyorsa ona göre yorum yapar. Şekil : Bakış Açısı https://www.uludagsozluk.com/bakıs-acısı/1/ Dünya üzerinde şu an yaklaşık yedi milyar insanın yaşadığını kabul edersek herhangi bir olaya yedi milyar farklı şekilde bakabilecek yedi milyar bakış açısına yani yedi milyar farklı pencereye sahip olduğumuzu söyleyebiliriz. Yorumlama olayını ben kendimce düşünce sistemi olarak adlandırıyorum çünkü her ne kadar biz gördüğümüz, işittiğimiz anda beynimizde bir düşünce belirse de aslında çok kısa zamanlı sistematik bir olay yaşıyoruz. Çoğumuzun sandığı gibi görüntüler salt bir biçimde bir anda beynimizde düşünceye dönüşmüyor. Zaten bir düşünceyi yorum olarak adlandırabilmemiz için öncelikle belli aşamalardan geçirmiş olmamız gerekir. Bunu bir fabrikada ham maddenin ürüne dönüşüm sürecine benzetebiliriz. Örneğin, işlenmemiş olarak getirilen odun belli aşamalardan geçtikten sonra masa olarak adlandırılarak fabrikadan ayrılır. Fabrikada ham maddelerin gördüğü işlemler de bizim için içinde bulunduğumuz toplum, değerlerimiz, genel inançlarımız olarak düşünülebilir. Bunlar da tam olarak pencerelerimizin çerçevelerini oluşturan etkenlerdir. Siz bu etkenleri kontrol edemezsiniz. Pencereniz gitgide bunlara uygun olarak kendiliğinden şekillenir. İstekli olarak yaptığınız değişimler de sizin kendinizi nasıl geliştirdiğinizle ilgilidir. Okuduğunuz kitaplar, gün içerisindeki deneyimleriniz, uzmanlık alanlarınız sizin seçtiklerinizdir. Bunlar da pencerenizin çerçevesinin diğer bir ögeleridir. Pencerenizin camı da sizin beyin süzgecinizdir. Çerçevenizi oluşturan bu etkenler bir araya gelip camınızı ayakta tutar ve yaşananlar size pencerenizin camından geçerek ulaşır. Sonuç olarak düşünceniz oluşmuş olur ve bu düşünce yalnız sizin fabrikanızın markasına özel bir üründür. İnsan kendini geliştirdikçe bakış açılarının da geliştiğini fark edebilir. Önceden pencerenizden sadece önünüzdeki çimenliği görürsünüz. Sonrasında çimenliğin arkasındaki dağ girer görüş açınıza. Öyle bir raddeye gelirsiniz ki bazen dağın arkasını görmeseniz dahi hayal edebileceğiniz kadar gelişmişsinizdir. O yüzden pencereleriniz söz konusu olduğunda şekilci olmaktan çekinmeyin. Rengarenk boyayın mesela çerçevesini. Karamsar renkleri seçmeden capcanlı, size hep iyiyi hatırlatacak renklere boyayın. Genişletebileceğiniz kadar genişletin büyüklüğünü. Üstünde bulunduğu duvarı boydan boya cam yapın mesela. Ama özellikle başkalarının pencerelerini de ziyaret edin. Manzaralarının ne olduğuna bakın, malzemelerini inceleyin. Onların dizaynlarından da fikir edinip kendi pencerenizi size özgü bir şekle getirin. Başkalarının da sizin pencerenize baktıklarına imrenmelerini sağlayın. En kalitelisi, en yararlısı neyse onu kullanın inşa ederken. Düşüncelerinizin değerini bu şekilde arttırabilirsiniz. Her zaman aklınızda bulunsun, en çok talep edilen ürünlerin fabrikaları her zaman en kaliteli ürünü kullananlardır. Kaynakça Travis, Pete. Bakış Açısı. 2008. Columbia Pictures. Film.
206
Nisa Ekmekcioğlu Özgür Olsam “Erkek Adam” Gibi Kadın olmak zor bu dünyada. İlk defa duyduğumuz ya da dile getirdiğimiz bir ifade değil bu. Aydınlanan her yeni günle beraber aldığımız koca/sevgili vahşeti haberleri, otobüste karşılaştığımız dikkat çekecek ve sinirden delirtecek derecede sakinlikle yapılan taciz hareketleri, yolda yürürken bizimle beraber ilerleyen baştan aşağı süzücü bakışlar ve bunlar gibi daha birçok sebep bile basit bir yaşam döngüsü içinde kadının ne denli zorluklarla sürekli baş etmek zorunda kaldığını yeterince açık bir şekilde gösteriyor bence. Klasik cümleler belki bunlar, belki de her gün yeniden duydukça sıkıldığımız cümleler. Yine de bağırarak söylenmemeleri –söylenememeleri- rahatsız ediyor beni. Deniz Gamze Ergüven’in yazıp yönettiği; öksüz kalmış beş kız kardeşin geri kafalı amcaları ve babaanneleri tarafından bastırılmasını ve birer çeyrek altından daha önemli görülmemesini anlatan “Mustang” adlı filmi izledikten sonra bu rahatsızlık durumum daha da arttı. Medeniyet seviyesine ulaşmaya dahi yaklaşamamış beyinlerin kadına bakış açısı ve daha da kötüsü kadınların da bu tutumlara boyun eğmesi kadar üzen ve sinirlendiren bir şey daha yok. Hala ısrarla “namus” algısının kadının cinselliğiyle bağdaştırılmasını, kızların yaşı geldiğinde- bu ifadeden kastım da maalesef 15-16 yaşları- sofradan bir boğaz eksiltmek için sevmedikleri fakat ömürleri boyunca boyun eğmek zorunda oldukları sapık ruhlu “insanlarla” evlendirilmelerini, çocuksu masum hareketlerinin arkasında sapkınlık ve terbiye eksikliği aranmasını anlamıyorum. Eminim ki azıcık eğitim gören ve küçük de olsa bir zeka belirtisine sahip hiçbir birey de tüm bu olan bitenlere de anlam veremez bence. Bir şeyler yapılmalı tüm bu basmakalıp ifadeleri, zorbalıkları, ahlaksızlıkları yıkmak için. İki kadın sokak ortasında bıçaklanıp öldürüldükten sonra üçüncüsü için polis koruması sağlamakla çözülecek gibi bir durum olmadığını anlamak lazım. Yapmacık “bilinçlendirme” politikalarıyla, sahte göz boyamalarla çözülmez bu sorun. İnsanların kafasına işleyen paslanmış düşünceleri söküp atmakla başlamak lazım. Cinsiyetin hiçbir şey ifade etmediğini, güçlünün ve zayıfın arasındaki farkın fizyolojik sebepler olmadığını, etiketlemelerin ve tekleştirmenin ahlakla alakasının dahi bulunmadığını insanlara öğretmek ve her birimizin hayat tarzına bu görüşleri sökülmez dikişle işlemek lazım. Kadının “namuslu” olmakla sorumlu ya da kocası ne dersi sorgusuz sualsiz ona uymak zorunda olmadığını kabul ettirmek lazım insanoğluna. Yani diyorum ki bağnaz ve yobaz olmayı bırakmak lazım ey insanlar! Bu konudan bahsederken bile sıkılıyorum, geriliyorum ve yaşadıklarım aklıma geldiği için huzursuz oluyorum. Benden daha ağır travmalar yaşayan masum kadınların iç dünyalarını hayal bile edemiyorum. İçim sıkılıyor, bunalıyorum ve umutsuzluğa kapılıyorum çoğunlukla. Keşke diyorum; keşke insanoğlu gözünü açsa. Etrafındaki tüm adaletsizliklere, eşitsizliklere, haksızlıklara ve ezilmişliklere gözünü açsa şu zeki insan! Açsa da bir görse bazen bir bakışla, biz sözle, bir hareketle, hatta çoğu zaman da bir düşünceyle bir bireyin içinde yol açtığı yıkımları. Belki o zaman kendinden utanır, suçluluk hisseder, üzülür ve bu saçmalıklarına son verir. Kadının değersiz olduğuna inanmayı bırakır, onun vücudu ve psikolojisi üstünde hüküm sürmeye çalışmaktan vazgeçer, -biraz fazla olacak fakat- belki de bir anlığına bile olsa kadını anlamaya çalışır. Nasıl olsa hayal kurmak, keşke demek bedava… 1 Nisa Ekmekcioğlu Bugün umuyorum ki hayatımın sonraki yirmi yılını da “kadın” olmanın korkusuyla yaşamayacağım. İstediğimi giyeceğim, istediğim saatte evime gireceğim, istediğim yere gideceğim, istediğim insanın elini tutacağım. Umuyorum ki benim gibi tüm kadınlar da istediğini yapacak, ürkek ve sessiz kalmayacaklar. Umuyorum ki tüm erkekler kadınların kendilerinden hiçbir farkı olmadığını kabul edecekler; eşlerine, arkadaşlarına, kardeşlerine, annelerine bu görüşle yaklaşıp değer verecekler. Ve yine umuyorum ki bundan yirmi yıl sonra bu konu tarihe gömülecek, insanlık vakti zamanında yaptıklarından utanıp diline bile getirmeyecek bu konuyu, özgürlük sadece Ali’nin Ahmet’in değil de Ayşe’nin Elif’in de olacak… 2
207
Nazlı Delal ENSARİOĞLU 21302425 Leman MÜFTÜOĞLU Türkçe 102- SEC31 23 Şubat 2015 AŞIRI DOZ HIRS İstisnasız hepimizin gözünü karartan en uç duygudur hırs. Zaman zaman öyle yoğun hissederiz ki, kendimize veya etrafımızdakilere ne kadar zarar verdiğimizi göremeyecek kadar kör oluruz. Öylesine hedefe yoğunlaştırır ki ancak istediğimiz başarıya ulaştığımız zaman görebiliriz uğruna neleri feda ettiğimizi ve o zaman anlarız aslında mutluluğun ‘yetinmek’le doğrudan bir ilişkisi olduğunu. “Whiplash” filminde bahsettiğim duygular olabilecek en mükemmel şekilde gözler önüne seriliyor. Film, çocukluğundan beri çok iyi derecede bateri çalan ve ülkesindeki en iyi müzik okulunu kazanmış hırslı bir genç müzisyen olan Andrew'le psikopat sayılabilecek kadar mükemmeliyetçi bir karaktere sahip, okullarının orkestra şefi olan Fletcher arasındaki öğretmen öğrenci ilişkisini anlatıyor. Fletcher, Andrew'daki azmi ve yeteneği fark edip onu okulun orkestrasına alır. Andrew, gerek etrafındakilerin yaptığı işi küçümsemesinden, gerekse müziğe olan sevgisinden yaptığı işte en iyi olmaya kararlıdır. Fletcher bunun farkındadır fakat onun amacı dünyadaki en iyi müzisyeni yetiştirmekten öte Andrew'ın kendi sınırlarını aşarak olabileceğinden daha iyi olmasını sağlamaktır. Şüphesiz ki filmde en çok akılda kalan replik Fletcher'ın söylediği “Good job ingilizcedeki en zararlı iki kelimedir.’’ olmuştur. “Good job” sözlükteki Türkçe çevirisiyle iyi iş olup bizdeki karşılığı ve aynı zamanda alt yazıda da geçtiği haliyle “aferin”dir. Bu söz Fletcher’ın başarı konusundaki doyumsuzluğunu en açık şekilde ortaya koyuyor. Fletcher Andrew'ın performansını asla takdir etmeyerek üzerinde fiziksel şiddet ve psikolojik baskı içeren birçok metot uygular. Andrew'daki aşırı hırs pes etmesine müsaade etmez ve kanayıp parçalanan ellerine aldırış etmeden daha iyi olabilmek için durmadan çalışır. Hırs gözünü o kadar bürümüştür ki başarısına engel olacağını düşünerek sevgilisinden ayrılıp özel hayatını tamamıyla bir kenara bırakarak kendini müziğine adar. Şefini memnun etme çabası tarafından ele geçirilen Andrew, hırsının ona yaptırdıkları yüzünden zaman zaman hayatını tehlikeye atar. Filmin son 9 dakikasında Andrew'ın bateri performansına yer verilmiş; kimileri bunun sıkıcı ve bunaltıcı olduğunu düşünüp filme ağır eleştirilerde bulunsa da çoğunluğun ve ayrıca benim görüşüm tam da filme yaraşır bir şekilde bitirildiği yönünde. Her şeyden önce müzikal anlamda inanılmaz bir performans sergileniyor. Muazzam bir işitsel haz yaşatırken, gerilim 1 saniye olsun düşmüyor. Sıradan filmler bir kaza, ölüm, saldırı gibi sahnelerle bitirilip, anlık gerilimler yaşatırken veya kolaya kaçıp kısa bir mutlu son sahnesiyle bitirilirken bu filmde alışılagelmiş film kalıbının dışına çıkılıp risk alınmış. Bu olağanüstü performansı dinlerken görüyorsunuz ki Andrew, Fletcher'ın hırsının yol açtığı bir kaza sonucu ölen başka bir öğrencisinin aksine, olmak istediği müzisyen oluyor ve böylesine farklı bir mutlu son örneğinin uzun soluklu gerilimle beraber verilmesi izleyiciye eşsiz bir seyir keyfi yaşatıyor. Tabii ki filmi bu denli kusursuz ve sıradışı yapmaktaki en büyük rolün oyunculara ait olduğu göz ardı edilemez. Çünkü ‘hırs’ gibi soyut bir kavramı gerçek hayatta olduğundan bile daha gerçekçi ve yoğun hissettirmesi bu filmi efsaneleştirebilecek en önemli özelliğidir. Zaten filmde verilmek istenen asıl duygular gösterilmeden veya söylenmeden çok başarılı bir şekilde hissettiriliyor. Öylesine ustalıkla oynanmış ki, film 19 gün gibi, bu başarıdaki bir film için oldukça kısa bir sürede çekilmiş olmasına rağmen her şey yeterince özenli duruyor ve bu noktada filmin yapımcıları elde ettikleri başarıyı başrolü paylaşan Miles teller (Andrew) ve J.K Simmons'a (Fletcher) borçlu. En iyi film dahil 5 dalda Oscar adayı olan bu filmin hak ettiği değeri görmesi gerektiğini düşünüyorum. Herkesin tanıdığı bu tehlikeli duyguyu şahsen yaşamaktan ziyade hem yoğun bir şekilde hissedip hem de diğer gerçekleri görerek izlemenin her insana kişisel anlamda önemli katkılarda bulunacağı kanaatindeyim. Zira benim için öyle oldu. Filmi izlemeden önce başarı odaklı yaşayan bir insanken izledikten sonra anladım ki bir şeyi aşırı istemek, istediğini elde etse bile insanı mutsuzluğa götürüyor ve mutsuz bir insan ne kadar güce ve beceriye sahip olursa olsun başarılı sayılmaz.
208
Astronotlar ve Üniversite Öğrencilerinin Ortak Özellikleri Hiç ıssız bir gezegende tek başınıza kalmayı düşündünüz mü? Başınıza gelebilecekleri? Sizinle işbirlği yapmayan, elverişsiz doğa koşullarında yaşamayı? Düşündüyseniz veya aklınızdan geçmediyse de, sahip olmanız gereken ilk özellik kararlılık olmalı. Bütün zorluklara karşı gelebilecek bir kararlılık. Soğuk, açlık, iletişim kopukluğu, fırtınalar, ve bunun gibi daha birçok nedene karşı gelebilecek bir kararlılık. Andy Weir’in 2015 tarihli Martian (Marslı) isimli yapıtında görülen cinsten bir kararlılık. Mars koşulları kadar olmasa da, üniversite hayatı da insana bu tip zor zamanlar yaşatabilir. Midtermler, finaller, quizler, ödevler derken insan kendini tempo içinde kaybedip, adeta hayati bir mücadelenin içinde bulabilir kendini. Bakarsınız kendinize gece dört sularında kahve yapıyorsunuzdur. Bazı günler kütüphaneden sonunda dışarı adım attığınızda saat 02.30’u göstermektedir. Üniversiteyi Mars ile karşılaştırmak gerekirse, öncelikle ikisi de zordur. Astronot olmak ne kadar zorsa iyi bir bölümde başarılı olmak da bir o kadar zordur bence. Uzayda insanlar karşılarına çıkan doğal problemleri çözmek için uğraşırken öğrenciler önlerine çıkarılan yapay problemlerle uğraşır dururlar. Bilkent için konuşmak gerekirse, derslerin büyük bir çoğunluğu dinleyen kitlenin IQ (Intelligence Quotient – Zeka Katsayısı) seviyesi yüz ve üzeriymiş gibi anlatılır. Çözülmesi gereken on soru mevcutsa en fazla dördü çözülür. Genellikle kalan altı sorunun birleşimini barındıran sorular da sınav sorularını oluşturur. Amaç öğrencinin “düşünmeyi sağlaması” olsa dahi, bu tutum öğrenciyi hayatta kalma savaşı veriyormuşçasına zorlu koşullara sokar. Astronot içinde bulunduğu sorunu çözme kapasitesine ulaşırsa hayatı kurtulabilir. Öğrenciler için ise durum pek iç açıcı değildir. Sayısız soru çözülse bile profesör sınavda öğrenciye kırk puana mal olacak o soruyu karşısına koyar. Kitap içerisinde Mark Watney, ana karakter ve Mars’ta mahsur kalan astronot, aç kalma sorununa çözüm bulmak için dışkı ve verimsiz Mars toprağını karıştırarak patates ekebileceği bir ortam yaratır kendine. Kitapta bu fikir ona yeterli yiyeceği kazandırsa da, öğrenci hayatı bu şekilde yürümez. Sınavda eğer öğrenci, sorunun çözüm yolun hatırlayamaz ve “alternatif” çözüm yolları aramaya başlarsa, genellikle o sorudan puan alamaz. Bütün bu zorluklara karşı dik ve ayakta durabilmek için öğrencinin son derece kararlı bir yapısının olması şarttır. Sıkılmadan, yorulmadan çalışmaya alışık olmalı ve haftalık ödevlerin yanında ders tekrarı ve sosyal etkinlikleri de hayatında bulundurabilmelidir. Bir nevi akıntıya karşı içinde bulduğu dala tutunabilmelidir. Peki nedir bu dal? İnsanın tüm bunlara dayanabilmesini sağlayan, onu ileriye doğru iten bu güç nedir? Kimi gelecek kaygısı, kimi sevdasını ileri sürer. Bence bu güç aileden gelir. Hem sahip olunan hem de kurulacak yeni aile düşüncesi insanı bu yola sokar. Aileyi mahcup etmemek düşüncesi eğitim öğretim hayatının vazgeçilmez bir parçasıdır başarılı çocuklar için. Bu karşılıklı güven bir noktadan sonra bir sorumluluğa dönüşür ve bireyi bütün zorluklara dik durmaya iter. Diğer yandan her erkek içten içe bir aileye sahip olmak ister. Bunun için de yeterli kazanca sahip olmak zorundadır ve üniversite, bu yolda atılan en önemli adımdır. Üniversite öğrencisi astronot dayanıklılığına ve kararlılığına sahip olmalıdır. İçinde bulunduğu zorlu, dayanılması güç koşullarda “nedenlerine” tutunarak daima ileri gitmeye ve mezuniyete doğru yüzmeye çabalamalıdır. Çünkü ucunda güzel bir hayat varsa, kim istemez ki zorlukları aşmayı? Öğrencinin durumunda aileye, astronotun halinde hayata bağlılıktır onu saran. Durum, o an ne kadar zor, çözüm de ne kadar meşakkatli görünürse görünsün hayatta, özellikle öğrenci hayatında, insan her zaman çözümleri ısrarla aramalı ve saklandığı delikten çıkarmalıdır. Ayhan Okuyan 21601531
209
Ceren Toraman Karşılıksız Aşkın Anatomisi Karşımızdaki insandan hiçbir beklentiye girmeden, sadece onu o olduğu için sevdiğimizde buna platonik aşk diyoruz. Bizim için önemsiz bir insanı bile beklentiye girmeden sevmek mümkün değilken bence aşk epeyce fedakarlık gerektiren bir durum oluyor. Genellikle insanlar, bireylerin neden birini karşılıksızca sevdiğini anlayamıyor. Bir insan neden karşılık bulamadığı halde sevgisini alıp başkasına hibe eder? Buna yol açan faktörler nelerdir? Platonik aşkın saf aşk olması gibi bir durum mümkün müdür? Bu ve bunun gibi sorular insanların kafasını kurcalıyor. Bende uzun zamandır bu konuyla ilgili düşünüyorum ve bu yazımda karşılıksız aşkın nedenlerini ve sonuçlarını ele almak istiyorum. Aslında karşıksız aşkla ilgili düşünmeye başlamam bir kitap sayesinde oldu. Ahmet Günbay Yıldızın Aşk Diye Bir Şey adlı kitabındaki karşılıksız aşkla ilgili olan denemeleri çok beğendim ve bu kitap beni bu konuyla ilgili düşünmeye yöneltti. Önceden bende herkes gibi bunun gelip geçici hatta önemsiz olduğunu düşünürdüm fakat aslında hiç de böyle olmadığının farkına vardım. Bence karşılıksız aşk, aşkın en saf hallerinden biri. Karşılıksız sevebilen kişi, belli bir bedel ödemeye razı olan ve bu bedeli de kalp ağrısıyla, aşk acısıyla, uykusuz gecelerle ödeyen kişidir. Yani hiçbir karşılık beklemeden sever bu kişi. Tıpkı Aşkın 500 Günü filmindeki Tom’un Summer’a olan karşılıksız aşkı gibi. Sevgisine hiçbir kulp takmaz. Belli bir menfaat peşinde koşmaz. Ama, fakat, ancak, lakin, eğer, şayet olmadan sever. Aşkın tüm lezzetlerine doyarak sever. Aşkın lezzetlerine, karşılık bulamamanın verdiği o acı tat da dahildir. Şair, diyor ya hani "Ayrılık da sevdaya dahil." diye, tıpkı onun gibi acı da dahildir sevdaya. Maşuğun bir gülümsemesi aşığa dünyanın en ferah esintisini bağışlar ve gene maşuğun umursamaz halleri aşığa yeryüzünde cehennemi yaşatır. Ceren Toraman Yani karşılıksız aşk dipten dibe tüm duyguları birkaç dakikalık arayla yaşayabilme kapasitesine sahip kişilere göre bir şeydir. Bu anlamda ne kadar karşılıksız aşkı güzellesem de platonik aşkta patolojik bir yan da gözlemliyorum ben. Bir insan çevresinde yüzlerce, binlerce, milyonlarca farklı kişi varken neden bir kişiye tutulur, neden bir kişide tutuklu kalır? İnsan neden acı çekmeye razı olur? Bu soruların yanıtı bende yok. Ancak bazı çıkarımlarda bulunabilirim sanırım. Özellikle Yıldız'ın denemelerini okuduktan sonra meseleye biraz daha geniş bir perspektiften bakmanın daha faydalı olduğunu fark ettim. Bence karşılıksız seven insanlar, acı çekmeye ihtiyaç duyuyorlar. Mazoşizm anlamında söylemiyorum bunu. Şöyle açabilirim meseleyi. Bazı insanlar hayatı dolu dolu yaşamak isterler. Acıysa acı, hüzünse hüzün, sarhoşluksa sarhoşluk, yemekse yemek... Her şeyin aşırılığını severler. Bir porsiyon hüzün onlara yetmez. Onlar 3.5 porsiyon acı çekmek isterler, ancak duygu mekanizmaları diğer insanlardan farklıdır. Dozaj farkı vardır arada. Ancak aşırı dozda kendilerini bulabilirler, ancak öyle ferahlayıp rahata erebilirler. Kendilerini en kötü konuma sokarlar, böylece en ufak bir iyileşme bile olduğundan daha çok mutluluk verir. Sözün özü, normali hangi norm ile açıklamak gerekir, hakikaten bilemiyorum. Ancak karşılıksız aşk ve sonrasındaki acı süreçlerinin anormal ve hatta patolojik bir durum olduğu konusunda gün geçtikçe daha da emin olmaya başlıyorum. Platonik aşk mevhumuna uzak olmayan, bilakis karşılıksız aşk acısını senelerce en yoğun biçimde yaşamış ve bu sancılı süreci bir şekilde geride bırakmış tecrübeli biri olarak diyebilirim ki duygularını en yoğun halde yaşayan insandır platonik aşık. Tüm duyguları kana kana yaşamıştır, ancak sürecin bedensel ve ruhsal anlamda yaptığı hasarı göz önüne alınca karşılıksız aşkın tehlikeli bir hastalık ve ruhsal bozukluk olduğunu düşünüyorum. Biliyorum da konuşuyorum. Aşkla... Ceren Toraman KAYNAKÇA Ahmet Günbay Yıldız. Aşk Diye Bir Şey. Timaş Yayınları. 2015.
210
BAŞLANGIÇLAR VE UMUTLAR Yeni yıl… Yeni hayaller, yeni umutlar… Bir yılın bitişi, yeni bir yılın başlangıcı hep umudu temsil etmiştir. Kim aksini söylüyorsa inanıyorum ki o bile içinde bir umut taşıyordur yepyeni bir başlangıç için. Çünkü başlangıçlar özeldir. Kimi zaman insan affetmeyi öğrenir kendini ya da bir başkasını, kimi zaman unuttuğu güzel duyguları geri çağırır. Başlangıçlar özeldir. Çünkü biliriz ve hissederiz ki değişmek ve değiştirmek için gerekli güce sahibizdir. Yeni bir yıla hazırlanırken kendimizi böyle umutlu, keyifli ve değişime açık hissetmemiz işte bu yüzdendir. Yılbaşı Gecesi sıradan bir film belki, evet klişelerle dolu ve bu senaryonun ne özelliği var dedirtebilir insana. Ama bu filmi anlamlı kılan şey çok farklı: Umut. Dünyanın hala yaşanabilir bir yer olduğunu, yaşanacak güzel duyguların hala var olduğunu anlatıyor film. İnsanlar ikinci bir şansı hak eder ve değişmek bizim elimizde. Filme ön yargıyla yaklaşmadığımdan ders çıkardığım çok fazla şey var aslında. Değişmeyi ertelememize gerek yok, değişim için gerekli olan tek şey biziz. Biz yeter ki umudumuzu kaybetmeyelim, yeter ki bir adım atalım geleceğe doğru, gerisi gelir. Bazen düzelmeyeceğine inanırız kötü giden şeylerin. Ya da deliler gibi pişmanlık duyarız ama elimizden hiçbir şey gelmeyeceğine çoktan inandırmışızdır kendimizi. Bazen elimizde olmayan sebeplerden dolayı kaybettiğimiz şeylere hayıflanırız, bazen hayata bir şans vermek için fazla ön yargılı davranırız. Hepsi hayattan birer parça ve hepsinin çözümü basit: Derin bir nefes alıp gülümsemeyi hatırlamak, umut etmek. Umut, insana zor durumları atlatma gücü verir. Umut yeni başlangıçları, güzel günleri çağırır. Umut öyle mucizevi bir şeydir ki kendimizi ona teslim ettiğimizde işlerin yoluna girdiğini de fark etmemiz uzun sürmez. Yeni bir yıl, umudun var olduğunu hatırlamamız için çok güzel bir fırsat. Varlığını unuttuğumuz güzel duyguların tekrar hayat bulması için en güzel zaman yılbaşı gecesi. Sıradan bir geceden farkı yokmuş gibi dursa da onu farklı kılan bizim ona verdiğimiz anlam. Her zamankinden daha farklı bir heyecan hissediyorsak, geleceği umutla ve sabırsızlıkla bekliyorsak, sonunda bir şeylerin değişebileceğine inandıysak o gece farklıdır. Üç yüz altmış beş günün sadece bir gününü dünyanın hep birlikte ve neşe içinde kutlamasını sağlayan şey de umuttur. Herkes bir an aynı duyguları paylaşır, tüm dünya tek bir yürek olur. İnsanların gözündeki o coşku, o yaşam enerjisi aslında tek bir şeyi temsil eder. İnsanlar başka zaman bir şeyin gelişini kutlamaz aynı anda, o coşkuyla. Ama o an özeldir. Yepyeni planlar yaparsınız geleceğe dair. Geçen senelerde yapamadığınız, belki fırsat veya zaman bulamadığınız, hep ertelediğiniz, bahaneler uydurduğunuz şeyleri hayata geçirmek için önünüzde koskoca bir yıl vardır. Sizi harekete geçirecek güce sahipsinizdir o gece. Belki asla affetmem dediğiniz birini affedersiniz, belki ne zamandır içinizi kemiren bir kırgınlığa son verirsiniz özür dileyerek. Belki de hiçbiri, sonunda kendinizle olan hesaplaşmalarınıza son verirsiniz, kendinize huzurlu olma hakkını tanırsınız. Başlangıçlar özeldir. Onları özel yapan da biziz. Umudumuz ve biz… İnsanı insan yapan şeylerden biridir umut ve gerçekten çok farklı bir dünyanın kapılarını açar bize. Yeter ki biz isteyelim, yeter ki umut edelim. Yeni bir yıla girerken hayata karşı ön yargılarımızı silip atalım ve kendimizi de yenileyelim. Yenileyelim ki gelecek güzel günleri fark edecek bilincimiz olsun. Hayatın yanımızdan öylece akıp gitmesini engelleyelim. Bu sene yılın son gününde, bir kere daha gözlerimizi kapatıp gülümseyelim. Ve bilelim ki o senenin güzel geçmesi için ilk adımı attık bile. Bilelim ki hayat bize istediklerimizi vermeye başlayacak, biz istediğimiz sürece… Selen İmamoğlu
211
MARS’TA MAHSUR KALMAK Hayatta kalmak için sınırlarınızı ne kadar zorlayabilirsiniz? Hiç düşündünüz mü? İnsanoğlu yaşam ile ölüm arasında tercih yapmak zorunda kaldığı zaman çok sıra dışı işler başarabilir. Bu insanın temel içgüdüsüdür. Zorlukla karşılaştığımızda, seçeneklerimiz ne kadar ölüme yakınsa aldığımız risk de o ölçüde artar. Risk almanın neticesinde de olağanüstü yaratıcılıkla birlikte mücadele edebiliriz. Bir adada mahsur kaldığınızı düşünün, buradan kurtulabilmeniz, sizin ne kadar cesur ve ne kadar yaratıcı olabileceğinize bağlıdır. Sınırları zorlamanız ve bazı tavizler vermeniz gerekir. Peki ya mahsur kaldığınız yer bir gezegen ise... Elbette böyle bir durumun şu an için gerçekleşmesi zor gibi gözükse de, kim bilir belki yakın zamanda böyle bir durumdan söz edilebilir. Andy Weir’in romanı The Martian’da (Marslı) böyle bir durum söz konusu. Bir astronot Mars’ta mahsur kalıyor ve doğal olarak hayatta kalma içgüdüsü onu ve daha sonra da mürettebatını çılgınca şeyler yapmaya itiyor. Söz konusu Dünya’dan milyonlarca kilometre uzakta mahsur kalmaksa, gerçekten yaratıcı olmanız ve potansiyelinizin tamamını kullanmaya çalışmanız gerekir. Siz fiziki ve psikolojik sınırlarınızı zorlamazsanız hayatta kalma şansınız düşer. Ben bu durumu riski çok yüksek olan bir işte çalışmaya benzetiyorum. Aslında temel olarak insan yaşamak, hayatta kalabilmek için çalışır ve çabalar. Temel görevimiz iaşemizi ve ibatemizi sağlamaktır. Bunları halledebildikten sonra hayat standartlarımızı arttırmak için uğraşabiliriz. Yani, tarih öncesi çağlardaki atalarımız gibi her geçen gün yeni bir sistem keşfetmeniz gerekir ve yaptığınız her şeyde ilk olmanın getirdiği zorluklar mutlaktır. Bir şeyin ilki olmanın insana getirdiği tecrübesizlik ve sorumluluklara da değinmemiz gerekiyor. Bu noktada ilham alabileceğiniz önceki tecrübelerden, yaşanmışlıklardan gelen bir birikim olmayacaktır. Tamamen kendi yaratıcılığınızla baş başasınız, tek sahip olduğunuz şey bir zaman dilimi. Bunu iyi tayin etmelisiniz. Her şeyin matematiğini yapmalı ve önceden çözüm yolları üretmeniz gerekir. Elbette bu herkesin yapabileceği bir iş değildir. Ayrıca her eyleminiz, neticesi olumlu ya da olumsuz, çözüme yaklaştıracak ve şüphesiz ruh halinizi de doğru orantılı bir şekilde etkileyecektir. Unutmamamız gereken bir diğer husus ise yalnızlıktır. Bilindiği üzere insanoğlu şimdiye kadar Mars’ta herhangi bir yaşam izine rastlamamış ve orada canlı bir organizmanın olmadığına kesin kanaat getirmiştir. Bu durumu elbette tehlikeyi azaltan bir unsur olarak düşünmeliyiz. Lakin insan ilham almak için iletişime ihtiyaç duyar. İletişim çağında yaşadığımızı ve bizden sonra bu gelişmelerin daha da ilerleyeceğini varsayarsak, koskoca bir gezegende canlı tek organizma olmak beraberinde bunalımlar getirebilir. Romanın baş kahramanı Mark Watney’in hiç pes etmeden yaşam mücadelesini sürdürmesi ve Mars’ta hayatta kalması gerçekten ibretlik bir hikayedir. İnsanoğlunun yaşama arzusunun ne kadar şiddetli olduğunu, Mars’ın çetin şartlarına göğüs gererek kanıtlıyor. Dışardan bakıldığında hayatta kalmanın imkansız gözüktüğü şartlar bile insanın yaşama arzusuna üstün gelemiyor. Bu açıdan roman bende, insanoğlunun hayata karşı doyumsuz bir isteğe haiz olduğu intibaını uyandırıyor. Şu an için romanın senaryosu hayal gücümüzü zorlasa da insanoğlu yakın bir gelecekte gezegenler arası seyahat edebilecek kapasiteye ulaşacak gibi gözüküyor. Elbette, her yenilik, beraberinde de yeni sorunlar getiriyor. Belki ilerleyen zamanlarda böyle bir olay gerçekleşebilir. Eğer o astronotun yerinde biz olsak, Mars’ın şartlarıyla tek başımıza böyle bir mücadele verebilir miydik? Elbette bu sorular şimdi cevapsız olsa da, yakın zamanda böyle bir durum karşısında insanların benzer bir mücadele verebileceğinden şüphem yok. Belki de insanoğlu böyle bir mücadeleci ruha sahip olmasa bu günlere kadar gelemezdi. Kaynakça Weir Andy, 2014, Marslı, İstanbul, İthaki Yayınları Sait Berk SAATÇİ
212
Ekin Üstündağ 21602770 ELLİMİ SALLASAM ELLİSİ Geçen gün izlediğim Ne Dilersen (Absolutely Anything) adlı filmin beni nasıl etkilediğini anlatmak istiyorum. Film çok eğlenceli ve komik olmak ile birlikte çok güzel de bir konusu var. Filmde uzaylılar insanları sınamak için sıradan bir insanı seçiyorlar ve ona özel bir güç veriyorlar. Bu andan itibaren bu sıradan kişinin dilediği her şey, elini salladıktan sonra gerçek oluyor. Bu harika bir şey gibi gözüküyor. Hepimiz hayatta en az bir kere böyle bir yeteneğimizin olmasını istemişizdir herhalde. Hiç bir zaman sahip olamayacağımız bir oyuncağa sahip olmayı, tonla paramızın olmasını, yapmamız gereken işlerin kendiliğinden yapılmasını ya da daha çok zamanımızın olmasını eminim ki dilemişizdir. En azından ben çok diledim. Filmdeki arkadaş da birçok ilginç dilekte bulunuyor. Küresel ısınmanın durması, savaşların bitmesi ölülerin canlanması, köpeğinin konuşması gibi. Fakat garip bir şekilde dilediği şeylerin bir çoğu ters tepiyor. Küresel ısınma duruyor, insanlar donmaya başlıyor, ölüler canlanıp zombi gibi insanlara saldırıyor... Bu da bana İngilizlerin bir deyimini hatırlatıyor: "Ne dilediğine dikkat et, bir gün gerçekleşebilir". Yani dilediklerimize dikkat etmeliyiz, bazı zamanlarda dilediğimiz şeyler aslında bize uygun olmayabilir ve bizi mutlu etmeyecek olabilir. Düşünüyorum da benim de filmdeki gibi ters tepmiş bir hayalim vardı. Ben küçükken matematiği çok severdim. En sevdiğim ders matematik idi. Matematik problemleri çözerken çok zevk alırdım. Bu yüzden ben de büyüyünce matematikçi olmak istiyordum. Hem sevdiğim bir iş yapacak hem de para kazanacaktım. Kim "büyüyünce ne olacaksın?" diye sorsa ben "Matematikçi olacağım. Bütün problemleri çözeceğim." derdim. Ailem de bana küçük kardeşimi çalıştırmamı ancak o zaman iyi bir matematikçi olabileceğimi söyledi. Ben de kardeşim ile ders çalışmaya başladım. Kardeşim sınavı, ödevi ya da anlamadığı bir konu olduğunda, ki bu çok fazla oluyordu, bana geliyordu. Fakat bir zaman sonra fark ettim ki ben aslında pek de iyi ders anlatamıyordum. Kardeşim anlattıklarımı hiç de anlamıyordu. Zaman ilerleyip ben üst sınıflara geçtikçe yeni anlatılan matematik dersleri de çok karışık, çok zor bir hale geliyor ve benim de ilgimi çekmemeye başladı. Fark ettim ki artık pek de matematiği sevmiyor, matematikçi olmak istemiyordum. Bir anda eskiden hayalini kurduğum bir şey artık benim için mutluluk vaat etmiyor, haz vermiyordu. Sanıyorum ki, biz insanlar hayal kurar iken hiçbir şekilde kötü olasılıkları hesaba katmıyoruz. Bu yüzden de körü körüne mutlu olacağımıza inanıyoruz. Benim matematikçi olmak istemem ya da filmde ölülerin canlandırılmak istenmesi gibi her şeyin mutlak iyi olacağına ve bizim de sonsuz bir mutluluğa erişeceğimizi zannediyoruz. Fakat bazen öyle olmayabiliyor ve hayal ettiklerimiz bizi aslında mutlu edecek şeyler olmayabiliyor. Bazen de hayallerimize ulaştığımızda mutlu olamadıysak bu sefer de sürekli daha fazlasını istiyebiliyoruz. Sürekli bir doyumsuzluk içine giriyoruz ve tatmin olamıyoruz. Sürekli daha fazla paramızın olmasını istememiz buna örnek olabilir. Oysaki olabilecek diğer ihtimalleri ihmal etmeyip onları da düşünsek ve daha gerçekçi hayallerimiz olsa belki sonunda ya daha az üzülür ya da daha mutlu olabiliriz. Sonuç olarak, biz insanlar hayal kurmayı pek seviyor gibiyiz. Bu kurduğumuz hayallerin hepsinde kesinlikle mutlu olacağımıza körü körüne inanıyoruz. Bunun sebebi galiba sadece mutlu olacağımız yerleri düşünüyor, mutsuz olacağımız hiçbir şeye ihtimal vermiyoruz. Bu yüzden bazen ulaştığımız hayaller ile yetinmiyor sürekli daha fazlasını istiyoruz. Mutlu olmak içinse bize gereken gerçekçi olabilmek gözüküyor.
213
Arada Kalanlar Yaşadığımız dünyada, etrafımızda birbirinden farklı insanlar görüyoruz. Kimisi yanımızdan sadece geçip gidiyor kimisiyle hayatlarımız bir yerde kesişiyor ve artık hayatlarımızın bir parçası haline geliyorlar. Bu insanlardan bazıları hayatlarını bizden daha lüks yaşarken bazıları bizim olduğumuz seviyeye gelebilmek için tüm ömürlerini harcıyorlar. Bu karşılaştığımız kişilerin hayatımıza girmesine bazen biz karar veriyoruz bazen elimizde olmayan bir şekilde gelişiyor her şey. Sonucunun güzel olup olmaması şansımıza bağlı bu durumda. Hayatın bu gerçeği hakkında yazma isteğimi oluşturan şey Zülfü Livaneli'nin Konstantiniyye Otel'i isimli kitabıydı.Kitabın içinde insanların kendilerinden üstün olan kişilerle aynı ortamda bulunmasını ve birbirlerine karşı olan düşüncelerini okuyoruz. Bu durum beni kendim hakkında da biraz düşünmeye yöneltti.Acaba ben kendimden üstün olan kişilere nasıl davranıyorum ve onlar hakkında nasıl düşünüyorum? Kendi hayatıma baktığımda etrafımdaki insanlar genelde aynı seviyede bulunuyorlar ve bundan dolayı aralarında herhangi bir davranış farkı ya da düşünce farkı oluşmuyor. Üst ya da alt seviyeden biriyle aynı ortamda bulunduğumda ise onların davranışlarına göre hareket etmeyi tercih ediyorum. Onlar eğer kendi üstünlüklerini ya da benim seviyemden aşağıda olduklarını bilerek gözüme sokmaya kalkışıyorlarsa ben de aynı saygısızlıkla onlara karşılık veriyorum.Eğer onlar seviye farkına dikkat etmeden davranış sergiliyorlarsa, ben de onların benden üstün ya da alçakta olmalarına dikkat etmeden davranıyorum. Her tür ortamda bulundum ve gördüm ki ne kadar benden üstün bir seviyede olsalar bile kişilikleri bunu kapamaya yetiyor. Kendi kendilerine kötülük yaptıklarını fark edemiyorlar ama dışarıdan bu açıkça anlaşılıyor. Benim için bu durum böyle ama karşılaştığım farklı örnekler de var. Bazı insanlar kendilerinden farklı seviyede olan kişilerle aynı ortamda bulunmayı istemezler ve rahatsız olurlar. Bunun sebebi ya egolarıdır ya da vicdanları. Kendilerinden üst seviyede olanlarla birlikte zaman geçirirken egoları onları rahat bırakmaz ve bu durumu kendilerine yediremezler. Kendilerinden alt seviyede olan kişilerle birlikte olduklarında ise vicdanları onları rahat bırakmaz ve durumlarından dolayı utandıklarını görürüz ya da o kadar cimrilerdir ki sahip oldukları imkanları paylaşmak istemedikleri için hemen oradan uzaklaşmak isterler. Bunların yanında bir de özellikle üst seviyede bulunan kişilerin birbirleriyle alakalı sahip oldukları düşünceler ve birbirlerine karşı nasıl davrandıklarından gözlemlerime dayanarak bahsetmek istiyorum.Onlar genelde içten içe birbirine kin besleyen ve birbirlerinin yerlerinde gözleri olanlardır.Bana sorarsanız en zor durum onlarınki. Neden mi? Çünkü hayatta sahip olunabilecek tüm olanaklara sahipler ama yine de tam anlamıyla mutlu olamıyorlar.Bana göre bunun sebebi içinde bulundukları bitmek bilmez yarış ve sahip oldukları şeyleri kaybetme korkusunu sürekli içlerinde barındırmaları. Tüm bunları düşününce ister istemez en acı verici durum onlarınkiymiş gibi hissediyorum. Tüm bu bahsettiğim insanlar ve az da olsa açıklamaya çalıştığım durumların hepsi benim gözlemlerime dayanıyor. İşte bir de bu insanların arasında kalmış ve bir şekilde hayatta mutlu olmaya çalışan ve bunu çok da bir şeye sahip olmadan yapmak isteyen bir kesim var. Onlar her şeyin kararında olmasını isteyen kişiler ve bence en çok onlar mutlu olabiliyorlardır hayatta sahip oldukları şeylerden. Onlar aynı zamanda sahip oldukları şeylerin değerini bilen insanlar ve belli bir yarışın içinde olmadıkları için kaybetme korkusu hissetmeden yaşıyorlar. E bu da onların mutlu bir hayat sürmelerine yardım ediyor. Peki ben bunları neden anlattım? Çünkü ben o arada kalmış insanlardan biriyim ve gerçekten diğerlerine kıyasla daha mutlu bir yaşam sürdüğümü düşünüyorum. Siz de bunu göz önünde bulundurarak arada kalmışlara katılabilirsiniz. Hiç değilse denemek için. Ve unutmayın ki hiçbir hayat mükemmel değildir. Berfin Ciner
214
Yağız Düveroğlu Beni Sevme, Sahip Çıkamayabilirim! Haylaz bir ekim olacağa benziyor bu seferki eylül sonrası. Evlerimiz ve dışarısı tuhaf bir zıtlık içinde. Evlerimizde hayalet bir rüzgar dolanıyor, dışarıdaysa rasta saçlı bir güneş. Bir eşik giriş-çıkışından kaynaklı bu grip hallerimiz. Zira bir eşikten çıkmak için oraya önce girmek gerekir. Bir girip bir çıkmanın cereyanından etkilenense biz oluyoruz. Hani insan olan biz; kalbiyle, derisiyle, dudağıyla, beyniyle insan olan/olmaya çalışan biz... Peki bu cereyandan sadece insan mı etkileniyor? Sadece bir insan mı sıcakla soğuğun karşılaştığı o alanda değişime maruz kalıyor? Oysa bir vazo da etkilenebilirdi bundan pekala. Pekala bir vazo da kırılıp dökülebilirdi o akımda. O zaman nesneler insanlara benzer mi diyeceğiz? Nesneler de insanlar gibi kırılıp dökülebilir, ısı farklarının eşiğinde onlar da yıpranabilir mi diyeceğiz? Cevabımız pekala evet ama insanla eşyanın arasına çizilmiş bir sınır yok mu? Yok mu insanı nesneden ayıran bir ayraç? Var diyoruz hep birlikte, adını da kalp koyuyoruz. Bir insanı bir nesneden ayıran en belirgin şeyin kalp olduğuna kanaat getiriyoruz. Peki bu nesne bir robotsa ve bir kalbi varsa?.. İnsanoğlu kalbi özellikleri olan bir robot yapabilir miydi ve böyle bir şey yapsa insanla nesne arasındaki o sınır silinmeye başlar mıydı? Bu konudaki fikrimi yazımın sonuna doğru başka bir şeyle ilişkilendirerek cevaplayacağım çünkü kalbi özellikleri olan robot David üzerinden değinmek istediğim başka bir konu var. David beni en çok şu açıdan düşündürdü film sonunda: İnsan kendisine sunulan sevgiye sahip çıkmayı bilmeyen bir varlık mı? İnsan sevilen taraf olunca seven tarafı bir köle gibi kullanır mı ya da karşı taraftan sunulan sevgi artık değersiz mi olur onun için? O sevgiyi kaybetmek bir anlam ifade etmez mi olur insan için? Buna benzer birçok soruyu sordurttu film bana. Monica David’i onun “İstersen senin için gerçek bir çocuk olurum!” yakarışları içinde terk edip gitmeseydi düşünmezdim belki bunları. Lakin böyle olmadı. Bir temsiliyet içinde yaşandı gitti sahnedekiler. Monica şüphesiz ki sevilen, hatta çok sevilen, sevgi sunulan taraftı. David ise seven, sevdiği için itelenen ve terk edilen taraftı. Filmde terk edilen taraf olarak özellikle David yani bir robot seçilmişti. Bence bununla anlatılmak istenen bir şey, üzerine ilgi çekilmesi gereken bir konu vardı. O konu da az önce belirttiğim gibi insanın sevgiden yana nankör, kıymet bilmez yönüydü. İnsan, kalbine rağmen kalpsiz gibi davranabilir miydi? Hem yaşadığım/yaşattığım için hem de insanlarla dolu bu dünyada örneklerine sıkça rastladığım için rahatça diyebilirim ki evet, insan sevildiği zaman bunun kıymetini bilemeyecek, o sevgiyi umursamayacak kalpsizlikte ve katılıkta olabilirdi. Önceden olsa ne nutuklar çeker, insanın sevildiği zaman o sevgiye sahip çıkması gerektiğini ve benzerlerini söylerdim. Yaşamasaydım bilemezdim. Yaşadım, hissettim, söylüyorum: Her şey istediğini elde ettiğin o ana kadar. Sonrasında sıradanlaşıyor, sıkılınan, eskisi gibi heyecanlandırmayan bir şey oluyor kalbinden bana sunduğun. Kalbinden bana sunduğundan sonra uzaklaşmak, yine eskisi gibi bir başıma, yalnızlığımla kalmak istiyorum ben. Şüphesiz ben de bir Monica oluyorum. Kalbime rağmen hissiyat konusunda bir nesneden daha çok nesne oluyorum çünkü ben açıkça kabul ediyorum David gibilerin bu dünyaya, bu yere ait olmadıklarını. İşte o zaman nesneyle insan arasına çizilen sınır silikleşiyor, anlamsızlaşıyor. O zaman bir kalbe sahip olmakla olmamak arasında çok da bir fark kalmıyor. O yüzden diyorum ki: “Beni sevme, sahip çıkamayabilirim!” İnsanla nesnenin arasındaki sınır bu kadar silikleşmişken bir nesne daha çok sahip çıkar sana beni sevmeye yeltenen kişi. Beni sevme bu yüzden.
215
GÜNEY 1 KARDELEN GÜNEY 21200420 09.07.15 TÜRK101 ALİ TURAN GÖRGÜ KÖRLÜK Yüzyıllardır kimsenin söz geçiremediği bir duygudur aşk. Koskoca, dünyayı fetheden hükümdarlar bile başını eğmiştir aşka. Devletler yıkılmıştır bu duygu yüzünden, insanların canına sebep olmuştur bu yüce duygu. Peki sizce ortada bir gariplik yok mu? Neden bu kadar insan aşkın getirdiği sonuçları görememiştir? Herkesin hayatında en azından bir kez yaşayabileceği bir duygudur bu. Halit Ziya Uşaklıgil’in romanı ‘‘Aşk-ı Memnu’’ aşkın sonuçlarını, nedenlerini ve hatta olasılıklarını bizlere o kadar güzel bir dille ve duyguyla ulaştırıyor ki romana hayranlık duymamak elde değil. Aslında romana hakim olan duygudan yani aşktan ziyade benim dikkatimi çeken başka bir konu var bu romanda. Hangi duygu ya da hangi şey bir ailenin üstünde tutulabilir? Hangi insan ailesini, sevdiklerini parçalayacağını bile bile, göz göre göre buna sebep olan şeyi devam ettirir? Herkesin bahsettiği ve hatta kiminin kendi benliğinden uzaklaşmasına sebep olan aşk bu kadar kudretli mi gerçekten ya da kaybettiğimiz şeyleri aşk yüzünden kaybetmeye değer mi? Romanın iki ana karakteri Behlül ve Bihter bunu göze alarak yaşıyorlar duygularını. Behlül onu büyüten amcasını kaybetmeyi göze alıyor, Bihter saygınlığını kaybetmek pahasına sürdürüyor bu ilişkiyi. Eğer Nihal, Bihter ve Behlül’ün mektuplarını yakalamasaydı bu iki karakter ilişkilerinin mutlu sonla biteceğine inanmaya devam ederler miydi? Siz olsanız ne yapardınız veya nasıl düşünürdünüz? Açıkçası bu romandan sonra ben biraz duygularım arasında kayboldum. Bir yanda aile ve bir yanda en büyük tutku; aşk. Kitabın sonunda fark ettim ki, ben hayatımda Bihter ve Behlül’ün yaşadığı gibi bir son istemiyorum, ailemin benden vazgeçmesini istemiyorum ya da onların yaşadığı gibi bir korku yaşamak istemiyorum. Bu roman beni hayatımızda emek duygusunun, ailenin önüne hiçbir şeyin geçmemesi gerektiğine bir kez daha ikna etti . Fani duygular için veya geçici duygular için size karşı karşılıksız sevgi besleyenleri bir kenara atmak, onları hiçe saymak karakterinize yakışır mı? Aşkın bu kadar yıprattığına, yok ettiğine dair önümüze birçok kanıt sunulmuşken başımıza gelse ne yaparız sorusunu sordunuz mu hiç kendinize? Aşk kendisiyle sadece tutkuyu doğurmuyor, aşk sadece yaşayan iki kişiye zarar vermiyor. Aşk kendisiyle önce mutluluğu daha sonra öfkeyi, nefreti, saygısızlığı ve hatta GÜNEY 2 güvensizliği getiriyor. Yaşanan aşk aslında çevreye de zarar verebiliyor. Bu eşsiz yazar sadece bu kudretli duyguyu anlatmıyor romanında. Firdevs Hanım bize beğenilmeme duygusuyla gelen öfkeyi, zenginliğe düşkünlüğü gösteriyor. Çalışan yardımcıların o kadar varlık içinde hizmet etmelerine rağmen kendilerini hiç bozmadan sergiledikleri insanlıklarını öğretiyor. Adnan Bey bize iyi niyeti öğretiyor. Aslında genel anlamda roman birçok duygunun karışımından oluşuyor. Okuyucu bile dışarıdan bir göz olarak romanda geçen ailenin yaşadıklarına üzülürken, buna sebep olan insanlar nasıl fark edemiyor sonucun böyle üzücü olacağını? Bu romandan sonra kendime, yaşadıklarıma ailemin önüne geçmeyecek şekilde yön vermeye başladım. Bizim her anımızda bize destek olan, sevgisini bizden esirgemeyen ailelerimiz dururken, aşkı tercih etmek saygısızlık ve haksızlık olmaz mı? Aşkı küçümsediğim için değil. Küçümsenemeyecek bir duygu ki insanları mantığından böylesine uzaklaştırıyor. Sadece demek istediğim ben ve hatta bu romanı okuyan insanların aşkı, mantığımızı ele geçirmeye başladığını hissettiğimiz an terk etmemiz. Böylesi yasak duygular sonucu düzeltilemeyecek hasarlara sebep olabiliyor; Behlül ve Bihter’in artık bir aileye sahip olmaması gibi. Gözümüz görmemeye, mantığımız bizden uzaklaşmaya başladığında bu duyguyu hissetmeye başladığımız anda, bir anda herkesi kenara koyup sadece o insanı düşünmeye başladığınız anda, lütfen kendinize ve çevrenize vereceğiniz hasarı bir kere daha düşünün. Çünkü aşk göründüğü kadar masum bir duygu değilmiş.
216
Şevval KANTARCI BAŞKASI OLMA KENDİN OL “Ben kimim?” Kendinize dönüp bu soruyu soruyor musunuz? Maalesef birçoğumuz bunu yapmıyoruz ve “kendi” olmanın ne demek olduğunu farkına varamıyoruz. Neden mi? Çünkü hep başkalarının istediklerini yerine getirme, kendimizi değil de başkalarını memnun etme çabası içerisindeyiz. Yani hayatımız boyunca başkalarının istedikleri gibi birisi oluyoruz aslında. Kendimiz olmayı bir türlü beceremiyoruz. Kendimizi nasıl mutlu edeceğimizi biliyoruz ama bunun bir önemi var mı ki? Bir önemi yok. Asıl önemli olan içerisinde yaşadığımız toplum tarafından kabul görmek. Henüz küçücük bir çocukken öğretilmişti bize aslında kendimiz değil de başkası olmak. Eğer uslu bir çocuk olduysak, yaramazlık yapmadıysak annemiz ve babamız tarafından sevildik. Eğer derslerimize çalıştıysak ve her zaman çalışkan olduysak sevildik. Ve böylece başkalarını mutlu ederek mutlu olmayı hayatlarımızın amacı haline getirmiş olduk. Kendi mutluluk sebebimizi başka insanlara bağlıyor, onlar üzerinden mutlu olmayı alışkanlık haline getiriyoruz. “Ben nasıl güvende olurum?” sorusuna “başkalarını mutlu ederek” cevabını veriyoruz. Üzülerek söylemem gerekiyor ki, ben bu insanların başında yer alıyorum çünkü benim hayatımda başkalarının kontrolü altında. Dr. Wayne W. Dyer Kendin Olmak isimli bu kitabında hayatlarını istedikleri gibi yaşayamayan, özgürce hareket edemeyen insanları konu alıyor. Kitabı okurken sanki hayatımdan bazı sahneler canlandırılıyormuş gibi hissettiğimi söylemem gerekiyor. Çünkü ben de o yaşamını gönlünce sürdüremeyen insanlardanım. Evet, maalesef bunun ne kadar yorucu, yıpratıcı ve en çokta kendin olmayan bir yaşam biçimi olduğunu bilmeme rağmen sanki artık çok geçmiş gibi geliyor. Sanki her şey için çok geç kalmışım gibi hissediyorum. Geç kalmak diyerek kastettiğim şu: artık ailem, arkadaşlarım, çevremdeki diğer bütün insanlar beni öyle tanıdılar, tanımak istedikleri gibi tanıdılar. Ya da tanımadılar demek daha doğru olacak sanırım. Ee haklılar tabii onlara kızmıyorum çünkü gerçek beni ben bile tanımazken onlardan bunu nasıl bekleyebilirim ki? Onlar nasıl birisi olmamı istiyorlarsa öyle birisi oldum her zaman. Bu yaşıma kadar tüm seçimlerimi başkalarının kriterlerine göre yaptım. Onların benim yerime düşünmelerine izin verdim. Sanki ben bir kuklaydım. Ellerimde, kollarımda, zihnimde görünmez ipler vardı ve ben kim nereye isterse oraya gidiyor, kim neyi düşünmemi isterse onu düşünüyordum. Başkaları karar veriyordu nelerden hoşlandığıma, ileride hangi mesleği yapacağım hakkında bile söz söyleme hakkım yoktu. Çünkü “ben” yoktum. Ortada Şevval diye birisi yoktu. “İnsaf! Bu kadarı da çok abartı, bu kadar da olmaz ki” diyebilirsiniz. Ama inanın bana yazdıklarımın hepsi doğru. “Böyle bir kişi hayatını nasıl devam ettirebilir ki ?” diye de sorabilirsiniz. Çok haklısınız. Benim de her zaman kendime sorduğum bir soruydu bu. Sonra bir gün uyandığımda kendimle yani gerçek benle tanışmak istediğimi fark ettim. Çünkü artık başkalarının kontrolünden çıkmanın ve bundan kurtulmanın hayatta en çok isteğim şey olduğuna karar verdim. Her şeyden çok bunu istiyordum. Biliyordum geç kalmıştım, çok geç… Ama imkansız değildi. Kendim için, kendi hayatım, kendi başarılarım için gerekli riskleri almaya hazırdım. Benim içinde özel bir özgürlük vardı. Bütün seçimlerimi kendi istek ve arzularıma göre yapma özgürlüğü. Ama bunları yapmadan önce kendimi tanımam gerekiyordu. Peki ya ben kimdim aslında? Nelerden hoşlanıyordum? Kime soracaktım bunu? Kim en iyi tanıyordu beni? Ben hariç herkes. O yüzden bunu kendime sordum, kendimle yüzleştim. Ama başkası istediği için değil ben istediğim için böyle olması gerekiyordu. Zaman zaman tökezlediğim oldu, düştüm sonra tekrar kalktım, canımın acıdığı zamanlar oldu ama emin olun hiçbir şey beni kendim olamamak kadar acıtmadı. KAYNAKÇA Dyer, W. (1998). Kendin olmak: İpler kimin elinde. Kuraldışı.
217
Beril Kamel Örümcek ve Kalp Arada kendinize dönüp de hiç bakıyor musunuz siz de, dün neydim bugün ne oldum diye? Hayatımdakiler bana ne kattı, benden ne götürdü, kimler neleri nasıl değiştirdi diye… Ben bakıyorum. Hep soruyorum bu soruları kendime. Dünkü ben ile bugünkü ben aynı mı? Eğer aynı ise, normal mi bu? Zamanın beni değiştirmesi, bir şeyler katması gerekmez miydi? İnsanlar aynı mı, olaylar aynı mı? Çevremdekiler aynı mı? Yakın zamanda şunu fark ettim ki bugünümü dünümden ayıran hemen hemen her şeyi çevremdekilere borçluyum. Özellikle de arkadaşlarıma. Hep onlar şekillendirmiş beni, onlar sayesinde kazanmışım bu karateri iyi ya da kötü yönleriyle. Ben, ben olmuşum onlarla birlikte iken. Kimisi geçmiş, kimisi kalmış fakat hepsi bir iz bırakmış bende arkadaşlarımın. Sanki küçücük yaşımdan itibaren her biri bir yanımdan tutup çekmiş, çeke çeke büyütmüşler beni. Şimdi geriye dönüp baktığımda kimi beni daima yukarı çekerken kiminin ise beni aşağıya çektiğini görüyorum fakat sonuç olarak hepsinin bana öyle ya da böyle bir şeyler kattığını, bu kattıkları sayesinde bugün burada olduğum kişi olarak durduğumu düşünüyorum. Bütün bunlar arkadaşlık kavramını adeta yüceltiyor benim gözümde. Arkadaşlarım olmadan bir dünyayı, bir beni düşünemiyorum. Anaokulundan itibaren bütün arkadaşlarımı hatırlıyorum. Mahallemde bana bisiklete binmeyi öğreten benden yalnızca 2 yaş büyük olmasına rağmen hala da abla dediğim Güneş Abla, anaokuluna ilk geldiğimde elimden tutup beni parkta gezdiren ve bütün oyuncaklarını benimle paylaşan Melisa, ilkokulun ilk gününde ilk saatinde benimle tanışıp yanıma oturup önümüzdeki 5 sene boyunca da her gün yine oraya oturan Helin, bana yaramazlığı öğreten komşunun oğlu Ali, ortaokulu ve liseyi benim için dünyanın en eğlenceli ve en verimli yeri yapmayı başaran Yıldız ve Dilara, Bilkent’e ilk adım attığımda yol sorarak karşılaştığım Sezin… Adlarıyla, yüzleriyle, anılarıyla hepsi duruyor hala bende. Hatta beni ben yapan şeyler onlar. Yani aynı Anne Siems’ın Friendship ismini verdiği tablosundaki gibi ufak detaylarla bir bütün olmuş durumdayım hepsiyle. Bu yüzden de Siems’ın tablosu benim için arkadaşlığı en güzel anlatan ve en başarılı şekilde yansıtan görsellerden biridir. Ben de kendimi ve arkadaşlarımı derinlerde bir yerlerde, herkesin göremeyeceği bir seviyede de olsa aynı kalbi, aynı duyguları paylaşan ve birbirini tamamlayan iki küçük kızdan veya çocuktan farklı görmüyorum. Aksine, aynıyız biz de. Birbirimizi tamamlıyoruz, birimizin eksiği diğerinin fazlası oluyor, birinin hatasını diğerimiz düzeltiyor, biri düşünce diğerimiz kaldırıyor. Siems’ın da çok güzel bir şekilde resmettiği gibi, iki parçanın bir bütün haline gelmesiyle oluşuyor arkadaşlık. Sonra ise o arkadaşlıklar büyüyor, büyüyor… Siz de onlarla büyüyorsunuz, sizi onlar büyütüyor. Sizi siz yapan şeyler arkadaşlıklardan geliyor hep. Bir bakmışsınız bambaşka biri olmuşsunuz. İyi anlamda söylüyorum bunu elbette. Örneğin cesareti ilkokul arkadaşım Helin’den öğrendim ben. Hep çok korkak bir çocuk olmuştum, ta ki onunla tanışana kadar. Sınıfta her soruya ilk parmağı o kaldırır, hepimizin korktuğu işlere en önce o girişirdi. Hiç unutmuyorum, bir kere bir örümcek aldı yerden ve elime koyarak “Çok güzel değil mi?” dedi. Korkudan kalbimin çarpış seslerini duyuyordum, fakat Helin bana o gün orada ortada hiçbir sebep yokken korktuğum bir canlının güzelliğini gösterdi. Hep de böyle oldu arkadaşlığımız boyunca. Sonunda ben de bir bütün oldum onun cesaretiyle ve kendi korkaklığımı soyundum. Büyüdükten, başka arkadaşlar edindikten sonra ben de onların Helin’i oldum. Her arkadaşıma bir “örümcek” sunmaya çalıştım. Her şeyi paylaşalım, bir olalım istedim. Siems’ın tablosuna can verdim kurduğum her arkadaşlıkla. O beyaz elbiselerinin altından gözüken bir olmuş kalbi daha birçok arkadaşla paylaşarak koskocaman, devasa bir kalbe sahip oldum. Bu kalbi onlar büyüttü, beni onlar böyle yaptı. Şimdi “her şeyim” arkadaşlarım, çünkü “her şeyimi” onlara borçluyum… Kaynakça: Siems, Anne. Friendship. Yağlıboya. 2010.
218
ANKARA’DA TİYATRONUN ANLAMI Büyük binalar, beton yollar, uzun koridorun sessizliğinde yankılanan topuk sesleri... Bürokrasi kokan gri şehir Ankara. Ne insanın canı sıkıldığında bir nefes alabileceği deniz kıyısı ne de martılarla simidini paylaşabileceği vapurları var... Sadece “tiyatro” su var; şehrin monotonluğundan kaçabilecek küçük bir hayat ışığı olan. Ankara’ da tiyatro seyretmek oyunu izlemekten ibaret değildir,günler öncesinden başlayan ve günler sürecek bir etkinin bütünüdür. Tiyatro için bilet almak aynı zamanda karanlık ve derin bir mağaranın ucundaki aydınlığa çıkmanın da biletidir. Beklersiniz ki satış saati başlasın,aynı anda yüzlerce insanla yarışırsınız en iyi koltukları kapmak için, en iyisi olmalıdır Ankaralı için ki kendini benliğinden koparıp yerleştirebilsin sahnedeki dünyaya. Sonra insanın aklına şu soru gelir: Kiminle? Ankara’da tiyatroya yalnız gitmezsiniz, sevdiklerinizi götürürsünüz çünkü burada tiyatro iki saatten ibaret değildir. Bazen bir arkadaşınızla gider, Kızılay’dan Tunalı’ ya kadar yürürsünüz. Bazen sevgilinizle gider saatlerce sokaklarda dolaşırsınız, kapının önünde sahnenin açılmasını beklerken çay içerek ısınırsınız. Akün’ e gidecekseniz Kuğulu’ da oturup sohbet etmeden gitmezsiniz, Şinasi’ye gidecekseniz yanındaki tatlıcıda muhallebi tadarsınız, eğer Büyük Tiyatro’ ya gitmişseniz içerinin eski ve tarih kokan mimarisini seyre dalarsınız, Küçük Tiyatro’ daysanız önündeki havuzun karşısına oturmadan içeri girmezsiniz. En çok da öğrenciler gider tiyatroya bu şehirde. Ben bunu üniversitelerin çokluğuna, biletlerin ucuzluğuna veya daha çok vakte sahip olmaya bağlamıyorum. Kimi ruhunu edebi sözlerle beslemeye gider, öteki sanatı sanatçıyı takdir etmeye, kimi kitaplardan okuduğu metinlerin vücut bulmuş halini görmeye kimiyse içindekileri dökmeye gider. Ankara’da tiyatroya gitmenin can damarı oyunun kendisidir yine de. Sadece bir oyun değildir, her zaman bir mesajı,bir anlamı, bir başkaldırısı vardır. Salt komedi yoktur o eski salonlarda, insanı derinden etkileyen sahneler vardır. Her gün yanından geçip gittiğin kimsesiz çocukları fark edersin birdenbire, sabahları işe yetişmek için koşturan insanları görürsün sahnede. Salondan çıkıp evine giderken yanına gelip bir şeyler satmaya çalışan küçük çocuk görmezden gelemeyeceğin bir birey olur, ertesi sabah gördüğün koşuşturmacadaki bir kadın sadece bir robot mu yoksa içindeki derin anlam koşarken yerlere mi dökülüyor diye sorgularsın. Bazense izlediğin her bir karakterde kendini görürsün, hepsi senin bir yönünü alıp kendinde devleştirmiştir sanki. Ben de mi bu kadar bencilim? Ben de mi bu şekilde insanları umursamıyorum ? Neden ben de o kadın gibi duygularımı saklıyorum? Bu adam da bana benziyor... Bir bakmışsın gece yatağında bunları düşünüyorsun. Ankara’ nın tiyatroları öyle etkiler ki insanı, bazen geleceğe yönelik en önemli kararlar bu oyunların etkisiyle verilir. İnsanlara faydalı olmak istersin birdenbire, gerçekten istediğin şeyin ne olduğunu sorarsın kendine. Sadece bir eğlence değildir aynı zamanda bir hayat kılavuzudur. Ben de tiyatroyu Ankara’da yaşamak için yapılabilecek şeyleri denerken keşfettim. Daha sonra benim için bir etkinlik olmaktan öteye gitti, bir yaşam tarzı oldu artık. Kimi zaman arkadaşlarımla eğlenmek için gittim, kimi zaman tek başıma kafamı dinlemek için gittim. Hepsinde de bir şeyler öğrendim. Birinde ileride yapacağım mesleğe karar verdim, birinde “seni seviyorum” demenin bekletilmeyecek bir şey olduğunu öğrendim, bir diğerindeyse hayat benim için güllük gülistanken insanların nasıl acılarla boğuştuğunu anladım. Hepsi de birer birer tohumlar ekti içime yeşermeye başlayan. Ankara’ da hayat zordur, kasvetlidir, sürekli bir koşuşturmaca hakimdir. Bir an yalnız kalındığındaysa büyük bir boşluk hissedilir. İşte bu boşluğu taşarcasına dolduran şey tiyatrodur. Gerçek Ankaralılar kendi benliklerini tiyatroyla doldururlar, her bir oyun bu şehrin köklerinden yetişmiş usta sanatçılar tarafından izleyiciye sunulur, onlar da tiyatronun etkilerini derinden yaşayan insanlardandır. Ankara’da tiyatro önemlidir ama yapacak başka bir şey olmadığından değil, yapılacak en güzel şey olduğundan.
219
“Bir rüya için asla bir ağıt olmayacağından şüpheleniyorum, çünkü o geçişine yas tutmamızı beklemeden bizi yok edecektir.” -Hubert Selby Jr., Bir Düş İçin Ağıt Bir Rüya İçin Ağıt Gökhan Eğri Rüya kelimesinin ne kadar belirsiz olduğunu düşündünüz mü hiç? Arkasında sakladığı bütün imgelere karşın kendisine tanımsal bir karşılık bulunamamaktadır bu kelimenin; çağrışımları içinde sakladığı diğer varoluşlarla bütünleşmiş bir kavramdır rüya. Çağrıştırdığı uyku ve düşleme durumlarının bilinç dışılığının hafifliği altında ezilerek saydamlaşmış bu kelimeyi işte bu belirsiz imgesellik yüzünden hayal kelimesi ile değiştirmiştir insan. Kurulabilen, kovalanabilen ve en önemlisi de yakalanabilen bu yeni kavram ile arzu ettiği somutluğa ulaşan insan, bütün azimlerini doldurmuştur özenle inşa ettiği hayallerine; öyle ki yerini aldığı rüyaların uçuculuğundan geriye ancak üzerine yüklenen somutluğun altında ağırlaşarak yere doğru bükülen bir kelime kalmıştır. Peki gerçekten de hayal kavramı insanın zannettiği kadar uzak mıdır bu kadar kaçtığı belirsiz soyutluktan? Düşünün ki neden kovalamaktadır insan hayallerini? Kendi zihninde yaratıp sonsuzluğa iliştirdiği düşünceleri neden benliğinden böylesine uzaklaşmaktadır insanın, öyle ki hayatını ebediyete kendi elleriyle yerleştirdiği bir varoluşun peşinden koşmaya harcayacak kadar yabancılaşsın yine kendi özünden yonttuğu benlik idealine? Yoksa hayal kavramı tam da burada mı ayrılmaktadır rüyalardan? Üretildiği anda sonsuzluğa kaybolan ve insanı peşinden bilinmeyen bir soyutluğa sürükleyen rüyaların kuyruğunu kalın zincirlerlerle toprağa bağlayarak mı ulaşmıştır insan hayallerine? Öyleyse hayal dediğimiz aslında insanın güneşin hizasına zincirlediği rüyalarının toprak üzerine düşen gölgesinden, düşlerinin yine aynı toprağın üzerindeki çıkıntılarda alabildiğine şekilsizleşmiş, cılız bir silüetinden başka ne olacaktır? Peki ya hayallerini gerçekten de kurabilmekte midir insan? Ellerini yakarak döktüğü demir parçalarına, parmaklarını kesercesine dokuduğu ipliğe ve beli bükülünceye kadar ektiği tarlasına ithaf ettiği hissel somutluğu “kurmak” kelimesine yamayarak benliğinin ceplerine doldurduğu gerçeklik, ne kadar aşağıya çekebilmektedir insanın rüyalarında uzandığı ilkel ebediyet arzusunu? Peki yine gerçekliğinin ağırlığı varoluşunu aşağıya çekmeye yetmeyince mi çevirmiştir insan gözünü üstündeki gökyüzünden ayağıyla ezdiği toprağa? İşte o zaman karar vermiştir belki de insan, sonsuzlukta ulaşamadığı rüyalarını kilden çıkardığı tuğlaların, toprağın içinde gözüne çarpan parıltılı taşlardan döktüğü paranın yadsınamaz somutluğunda benliğine yaklaştırmaya. Bu durumda hayal gücü kelimesinde anlatılan güç insanın rüyalarına tutturduğu zinciri toprağa gömerken gösterdiği çabanın terazisinden, hayal kuran insan için “kurulan” tek şey ise sonsuzluğa topraktan çekilmiş bir perdeden başka bir şey olmayacaktır. Öyleyse hayallerine asla ulaşabilecek midir insan? Düşünün ki evren sonsuzluğa doğru genişlemektedir, o zaman uçsuz bucaksız ebediyetin bir köşesinde evrenin kumaşı elbette insanın en olanaksız hayallerini dahi gerçekleştirecek şekilde esnemiş, ilmeklenmiş olmak durumundadır. Bu durumda insan arzu ettiği somutluğa ulaşmış mıdır özenle yarattığı hayal kavramıyla; üstüne zorla biçtiği tensel somutluğa layık olabilmiş midir sonunda hayal kelimesi ve yerini aldığı rüyaların soyutluğunun dayanılmaz hafifliği altında ezilmekten kurtulabilmiş midir insanın düşlerine aşıladığı maddesel arzusu? Ancak belki de insan gökyüzünün korkusundan rüyalarının topraktaki gölgesine çok uzun süre bakmış olacak ki, hayalleri çoktan kilden yoğrulmuşcasına kırılgan ve toprağa bağlı kalmıştır; bir zamanlar sonsuzlukta aradığı varoluşun özünü dünyaya öylesine zincirlemiştir ki ebediyette soyutlaşma korkusuyla, düşleyebileceği bütün varoluşların evrenin bir köşesinde hayat bulacağı gerçeğindeki mutlak somutluk dahi kaldıramamıştır insanın kafasını bakır ve kilden çömleklerde sakladığı fani hayallerinden. Peki bu demek midir ki insan peşini bırakmalıdır bütün hayallerinin? Gerçekten de salmalı mıdır insan dünyaya çivilediği zincirlerini çözerek, asırlardır benliğinin özünü oluşturan bu kavramları ait oldukları ebediyete? Güneşin hizasına indirdiği rüyaları yeniden sonsuzluğa yükseldiğinde ve bir zamanlar toprağın üzerine düşen gölgeler yerini güneş ışığına bıraktığında ne olacaktır peki insanın topraktan yonttuğu hayallerine? Kuruyup çatlayan kilden hayalleri parmaklarının arasından dökülünce anlayacak mıdır insan topraktan aldığının yine ancak ve ancak toprağa ait olduğunu? Fakat bu demek değildir ki insanın gölgeye ihtiyacı yoktur, sonsuzluktaki rüyalarına yaktığı sağır edici ağıdını susturmak amacıyla çektiği topraktan perde gereksiz değildir elbette. Altına sığınabilecek hayallerinin yokluğunda elbet kamaşacaktır gözleri insanın ve elbet kaybedecektir asırlardır maddesel hazlarda bulduğu benliğini düşlerinin soyutluğuyla karşılaştığında. Peki ya ne yapmalıdır insan, hem rüyalarını hem de hayallerini mi bırakmalıdır tamamen hissiz bir yaşam sürmek adına? Ancak o durumda da vazgeçmiş olmayacak mıdır kendi insanlığından, ne sonsuzlukta ne de toprakta bulabileceği yegane varoluşundan feragat etmeyecek midir düşlerinin soyutluk-somutluk kargaşasını çözümlemek adına? Öyleyse belki de rüyalarının özündense amacını yeniden kurgulamalıdır insan; sonsuzluğa iliştirdiği rüyalarına yine sonsuzlukta erişmektense sadece ebediyete kaçan hayallerini kovalamayı amaçlamalıdır varoluşu süresince. En sonunda mutlak bir somutlukta rüyalarına ulaşmak umuduyla değil belki ancak düşlerine yaktığı ağıtta kendi benliğinin ne toprakta ne de sonsuzda bulabileceği özüne biraz olsun yaklaşmak amacıyla. Rousseau, Henri. Rüya. 1910. Modern Sanat Müzesi. Selby, Hubert, ve Can Kantarcı. Bir Düş İçin Ağıt. İstanbul: Ayrıntı, 2010. Basım.
220
Ahmet Yavuz Akpınar İçe Doğru Bir Yolculuk: Kuşlar Yasına Gider “Babalar, alınlarımıza yazılmış yalnızlıklardır” cümlesiyle kolları sıvıyor Hasan Ali Toptaş. Çünkü izleri böylesine derinse eğer, anlatılmaya değerler. Önceki romanlarından çok farklı bir temayla oluşturduğu Kuşlar Yasına Gider eserinde Toptaş, bu konuya yoğunlaşıyor. Babayı, aileyi, baba-çocuk mesafesini ve bu mesafenin ardında yatan gizli bağı ele aldığı eserde bu sefer kurmacaya biraz gerçek tozu ilave etmeyi ihmal etmiyor. Anlatıcı karakterin ve babası Aziz Bey’in hayatına, hislerine ve iç dünyalarına yoğunlaşılan eserde arka planda dönen temalar; ölüm, yaşam mücadelesi, bu yaşamın içini doldurma serüveni, ölümlü olduğunu bilme çaresizliği… Genel olarak şimdiki zamanda geçen romanda anlatıcı karakterin Ankara- Denizli arası yolculuklarında çocukluğuna dönmesi, geçmişi anımsaması gibi durumlarda zaman sıçramalarına başvuruluyor. Bu yolculuklar yaygın yol romanlarını; yol esnasında çalan türküler ve uzun yol şoförü baba köy romanlarını anımsatmakla birlikte postmodern çizgisiyle bu romanlardan ayrılıyor eser. Herhangi bir kaygı taşımamakla birlikte ince mesajlar ve yergiler de içeriyor eser. Örneğin durakta telaşlı küçük bir çocuk anlatıcının çok dikkatini çekiyor ancak, “Neden kaldıysa sadece sırtındaki koyu yeşil palto kaldı aklımda. Çok geçmeden o da silindi haliyle…” ifadesinde görüldüğü gibi hem insan zihninin kargaşasına bir gönderme yapılıyor hem de gün içinde onca şeyle karşılaşsak da ben merkezine geri dönüşümüze bir hatırlatma yapılıyor. Çoğu eserinde, “gerçekçilik” akımının zorunlu tuttuğu “anlam” kavramına kafa tutan, anlamın yazar tarafından oluşturulmayıp her okurun zihninde kendiliğinden oluşacağını hissettiren bir tavır sergileyen Toptaş, burada yeni bir tavırla karşılıyor okurunu. Bu eserinde içeriğe gerçekliğin biraz daha sızdığı hissediliyor. Ancak postmodern anlayışının bir getirisi olan fantastik öğeler yoluyla çizgisini yeniden anımsatıyor Toptaş. Ankara’dan Denizli’ye yolculukları sırasında sıkça anılan “beyaz at” yani “ecel atı” ve bu at her görüldüğünde birinin ölmesi gibi unsurlar bu fantastik çizginin birer yansıması romanda. Bununla birlikte Toptaş, imge unsuruna da sıkça başvurarak ve anlamı örterek de imzasını berlirginleştiriyor. Örneğin, anlatıcının babasını gardan almaya gitmesi üzerine, “Basamakların dibinde durdu aniden beni karşısında görünce. O sırada muhtemelen sevindi ama hiç belli etmedi bunu, Ankara Garı’nda ilk kez değil de hemen her gün sabah akşam karşılaşıyormuşuz gibi davrandı.” ifadesinde görüldüğü gibi, karakterlerin tavırlarında “görünmeyen hisler” de gizleniyor. Baba, ne yapacağına karar verememiş, içten içe heyecanlanmış birinin vereceği tepkiyle aniden duruyor. Bu da aslında görünenden çok başka şeyler hissettiğini ve oğluna olan sevgisini gösteriyor. Bununla birlikte sevgisini örtmesinin de ardında kendince sebepler yatıyor. Anlatıcı karakterin yazar oluşu, yazı içinde yazı serüveninin hissettirilmesi gibi unsurlarla da üst kurmaca tekniğine başvurma yoluyla kendi tarzını belirginleştiren Toptaş, içerik değişse de üslubunun aynı titizlikte devam edeceğini hissettiriyor. Kimi cümleleriyle eski kitaplarına göndermeler yapan yazar, yazının da hayat gibi bir bütün olduğunu hissettiriyor ve insan zihninin çağrışım gücünü uyandırıyor. Eserdeki anlatıcının hayatıyla Toptaş’ın hayatında doğum yeri, Ankara’da yaşaması gibi benzerlikler olması eserin otobiyografik roman olduğu tartışmalarını doğursa da eseri bu şekilde adlandırmamak gerek. Bu benzerlikler anlatıcıyla Toptaş’ı bir tutmayı sağlayacak kadar çok olmadığından onlara “otobiyografik izler” demek yeterli kalacaktır. Toptaş da bu konudaki fikrini bir söyleşide şu şekilde dile getiriyor: “Ama romandaki baba, babam değil. O romandaki baba. Romandaki oğulda ben değilim. Hem benim hem değilim. ‘Kuşlar yasına gider’ otobiyografik bir roman değil. Zaten yazar ‘otobiyografik bir roman’ demediği sürece hiçbir roman öyle değildir.”
221
Begüm KÖZOĞLU 21400338 AŞK BİZ NEYSEK ODUR Nerede okumuştum, şimdi hatırlayamadım ama bir yerden şöyle bir söz kaldı aklımda: “Herkesin aşkı, kendisi gibidir.” mealinde bir sözdü bu. O zamanlar yaşım da biraz küçüktü; üzerinde çok durup düşünmedim bu sözün ama şimdi fark ediyorum da, hayata dair çok önemli bir ders içeriyormuş bu söz. Birincisi, bu dünyadaki insan sayısı kadar farklı aşk olduğunu söylüyor. İkincisi ise aşkın insanın karakterini yansıttığını. Onca zaman sonra, neden şimdi bu söz üzerine yeniden düşünmeye başladığımı merak ediyorsunuzdur, eminim. Bunun benimle ilgili kişisel bir sebebi yok aslında. Sadece dün itibariyle okuyup bitirdiğim bir kitap, bana bu sözü yeniden Sahnede Ölüm hatırlattı. Bahsettiğim eser Pascal Mercier'in adlı romanı. Kitap boyunca yazarın pek çok konuda kafamı karıştıran fikirleri oldu, kabul ediyorum. Ama kitap bittiğinde, ister istemez çok eskiden aklımın bir köşesine takılmış olan o söz, çıkıp geldi ve ben, kendimi kitabı bu söz üzerinden değerlendirirken buldum. Şimdi müsaadenizle, bu sözün zihnimin içine mahşerin dört atlısı misali saldığı düşünceleri sizlerle paylaşacağım. Dediğim gibi, her insanın aşkının kendine özgü olduğunu ima ediyor bu söz. Ne de olsa hepimiz birbirimizden farklıyız ve konu aşk olunca, hissettiklerimizin aynı olmaması da normal. Fakat benim bu yazıda üzerinde duracağım şey, kötü insanların aşklarının da kötü olup olmadığı çünkü hem bahsettiğim söz, hem de okuduğum kitap, zihnimde bu sorunun cevabını merak eden inatçı bir grup gürültücüyü uyandırdı ve ister istemez, onların bu sorunun cevabına olan açlığına gidermek durumundayım. Tabii bu benim yazım olduğu için, takdir edersiniz ki benim görüşlerimden oluşuyor. O yüzden okuduğum ve düşündüğüm kadarıyla benim bu soruya cevabım evet olacak. Bence kötü insanların aşkları da kendileri gibi kötüdür. Onların sevgi, aşk anlayışı dahi kötü fikirlerinden etkilenmiştir bir şekilde ve aşık olduklarını iddia ettiklerinde bile, zarar vermekten geri durmazlar. Belki de çok ön yargılı davranıyorumdur ama dürüstçesi umrumda değil. Sevdiği için öldüren insanlarla dolu bu dünya çünkü. Sırf bu yüzden literatürümüzde aşk cinayeti diye bir kavram var. İnsan sevdiğine kıyamaz, aşk değildir o demeyin. Bu da bir tür aşk; sadece o çok bilmiş sözün ifade ettiği gibi sahibinin karakterini yansıtan bir aşk. Onun gözünden aşk, sonunda cinayete kadar götüren kötü bir his. Zarar veren ve can alan bir his... O yüzden ben, aşkın insanın karakterini tam anlamıyla ortaya çıkaran nadir hislerden birisi olduğuna inanıyorum. Duygular o kadar güçlü oluyor ki, aklın çığırından çıkıyor hepsi ve insanın kanundan nizamdan korkarak kendisine sakladığı bütün canice ve vahşi hisleri ortaya dökülüveriyor. Haberleri takip edin mesela. Ne demek istediğimi çok iyi anlarsınız, eminim. Ya da gazetelerin üçüncü sayfa haberlerini takip edin. Göreceksiniz ki içindeki canavarın kontrolünü kaybederek sevdiği kişiyi öldüren, yaralayan onlarca zalim var. Gerçi onlara da kızamıyor insan bazen. Ne de olsa karakterleri böyle. Doğuştan getirdikleri, çevreden öğrendikleri şeyler, onları böyle korkunç bir varlığa dönüştürmüş. Yine de hiçbir makul sebep, insanın sevdiğine verdiği zararı haklı çıkaramaz diye düşünüyorum. Sevilen kişi, hayatın güneşidir çünkü. O güneşi söndürmeye cüret edebilen bir insanı affedebilecek kadar merhametli değilim, ne yazık ki. Bu noktada, sevdikleri kişiye kendi elleriyle zarar verdikleri için pişman olduklarını varsaymak ve bu acıyı ve utancı bir ömür taşıyacaklarını umarak, onlara acımaktan başka bir şey gelmiyor elimden. Ama şunu da öğrenmiş olduk; aşk, insan neyse odur. Kaynakça
 Sahnede Ölüm. . Mercier, Pascal. Çev. İlknur Özdemir Kırmızı Kedi Yayınevi, İstanbul: 2013.
222
Hayatına Umut Kat Hayatta herkesin bir rolü, bir amacı vardır. Kimisi doktor, mühendis, ressam, şair olarak dünyayı güzelleştirmeye ve hayatı daha güzel kılmaya adar kendini; kimisi de hırsız, dolandırıcı, mafya, katil olarak dünyayı ve hayatı bir bataklığa sürüklemeye adar. Kısacası biz her ne kadar iyi şeyler yapmaya çalışsak da her zaman bize karşı gelen yaptıklarımızı yıkan, bize engel olmaya çalışan şeyler vardır hayatta. Tüm bunlara rağmen yaptıklarından, hedeflerinden vazgeçmez insanoğlu. Peki ama neden? Yaptıklarının bazen yıkılacağını, kimi zaman başarısız olacağını bile bile neden yılmaz insan? Çünkü insanın içinde bir yerlerde ona sürekli güç veren, başarısızlıklara karşı göğüs germesini sağlayan bir şey vardır: Umut. Her sabah yeni bir güne uyanırız. Kimi zaman dinç ve mutlu, kimi zaman yorgun ve moralsiz bir şekilde. Her iki durumda da o günümüzün güzel geçmesi umuduyla çıkarız evden ama günün bize ne getireceğini asla bilemeyiz. Her gün, yaşadığımız her an bir belirsizliktir aslında. Peki yaşayacağımız şeyleri önceden bilebilseydik sizce de daha güzel olmaz mıydı? Elbette olmazdı. İnsan yaşayacağı şeyleri önceden bilmenin hayalini kurar tabii ki fakat yaşayacağınız şeyleri önceden bilseydiniz hala bir umudunuz olur muydu? Hiç zannetmiyorum. Ve umut olmadan hayat ve dünya anlamsızlaşırdı. Bir öğrenci olduğunuzu hayal edin. Gelecekte iyi bir hayata sahip olmak için çok çalışıyorsunuz. Herkes gezerken, eğlenirken siz evde, kütüphanede, okulda çalışıyorsunuz. Peki ama neden? Çünkü ileride kaliteli bir yaşam sürebilmenin umudu var içinizde. Bir de gelecekte asla iyi bir hayata sahip olamayacağınızı bugünden bildiğinizi düşünün. O zaman da bazı şeylerden fedakarlık edip çalışır mıydınız? Tabii ki hayır. Ve bu olayın asıl üzücü tarafı çalışmasanız, her gün gezseniz bile hayallerinizin gerçekleşmeyeceğini bildiğinizden dolayı asla mutlu olamayacağınız gerçeği. Bu hayattan hiçbir beklentisi kalmamış bir insanın ölmeyi beklemesinden farksız. Başka bir açıdan düşünürsek, hasta bir insanın iyileşemeyeceğini öleceğini bilmesi ve hiçbir umudu kalmaması sizce de çok acı değil mi? Peki ya çocuğu ölümcül bir hastalığa yakalanan bir annenin ve bir babanın çocuklarının kurtulamayacağını kesin olarak bilmesi ve umutlarının kalmaması? Bunları düşününce, insan kendine verilen en güzel hediyenin yaşamı ve kaderinin belirsizliği olduğunu anlıyor; iyinin ve kötünün bir bütün olduğunun farkına varıyor. Hayatımızda hep iyi şeyler olsun, her günümüz güzel geçsin istiyoruz lakin böyle olsaydı güzelliğin ve iyiliğin ne olduğunu anlayamazdık. Her kelimenin karşıtıyla bir anlam bulduğu bir gerçek. Hüzün olmadan mutluluk, kötülük olmadan iyilik, endişe olmadan huzur olmaz. Hiç kaybetmemiş bir insan kazanmaktan ne kadar zevk alabilir? Hiç başarısız olmamış bir insan başarıya ulaşmaktan ne kadar haz alabilir? Kaybedip başarısız olmuş bir insanın sonradan başarıya ulaştığında yaşadığı mutluluğu yaşayamaz hiçbiri. Bir insan gerçekten ne zaman kaybeder biliyor musunuz? Başarısız olduğunda değil, başarısız olup tekrar ayağa kalkacak gücü bulamadığında kaybeder insan. Hayallerini ve umudunu kaybetmişse işte o zaman yitirmiştir hayatını. Çünkü uğruna çabalayacak bir şeyi olmayan kişi okyanusta kaybolmuş bir takaya benzer, nereye gideceğini bilemez ve anlamsızlaşan hayatının biteceği günü bekler. Hayatta her zaman sıkıntılarla, zorluklarla karşılaşsak da dertlerimiz son bulmasa da tüm bunlara göğüs germeli ve umudumuzu kaybetmemeliyiz. Çünkü hayatı anlamlı kılan, insanı hayata bağlayan ve insana yaşama isteğini aşılayan şey umuttur. Hayatınızda her ne olursa olsun asla inancınızı ve umudunuzu yitirmeyin. Fatih Batuhan Malkoç
223
MERVE ESENSOY YALNIZLIK KENDİMİZE ÇIKTIĞIMIZ BİR YOKUŞTUR Bazen kendi hayatımızın içinde bile kendimizi bulamadığımız oluyor. Çünkü yalnızlık ve kendimizi yaşadığımız hayata ait hissedememe duygusu bizi düşündüren konular olmuştur. Geçen gün okuduğum Sevgili Yalnızlık adlı öykü kitabı içinde barındıran çeşitli hikayelerle, yalnızlığım ve çocukluğum üzerine derin düşüncelere girmemi sağladı. Yalnızlık üzerine düşünerek aslında yalnızlığın bir çevreye ait olmamak değil de kendi içsel çatışmalarımızla oluşan bir duygu olduğunu düşünmeye başladım. Çocukluğum üzerine düşündüğüm şey ise artık orada yaşamadığım ve gerçeklerle yüzleşmem gerektiği konusunda farkındalık kazanmış olmam. ‘’Başka biri gibiydim, kendi yanımda.’’(13). Bu sözden, kitaptaki karakterin kendi gibi olmak isteyip olamadığını ve bundan yakındığını anladım. Hepimizin hayatının bir döneminde başka biri gibi davranmaya çalıştığı olmuştur. Hatta istemeden bile başkası gibi davranabiliyoruz bazen. Yaşadığımız hayattan, toplumsal baskılardan veya bireysel dertlerimizden sıkılıp onları aşmak için oluşturduğumuz bir savunma mekanizması oluyor bu çoğu zaman aslında. Kendimiz olarak çözemediğimiz sorunları, başkası gibi davranarak, başkası gibi düşünerek çözüme kavuşturacağımıza inanıyoruz. Bu öyküdeki karakter ise karşısındakini kırmamak adına yalan söyleyerek, benliğinden uzaklaştığını çünkü kendi gibi olmadığını hissetmiştir. Yaptığımız şeyleri veya söylediğimiz sözleri içimizden gelmeyerek yapabiliyoruz bazen çünkü hayat bizi buna zorluyor ve bu yüzden kendimiz olmakta zorluk çekiyoruz. ‘’Şehir tüm yalnızlığıyla dışımızdaydı. Tüm yalnızlığımız, kaybolmuşluğumuz ve unutulmuşluğumuzla o yalnızlığın bir parçasıydık.’’(37). Hayatımda bireyselliği ön plana koyan biri olmama rağmen bu yalnızlık korkusu aklıma geldikçe kendimi çok da hayatımın içinde hissedemiyorum. Yaşadığım şehre, okuduğum okula, evime ve en önemlisi de kendi benliğime ait hissedemiyorum bazen. Bu hissi çoğu insanın hayatının bir döneminde tattığını düşünüyorum. Çünkü hiçbir bireyin tam olarak kendisine ‘’ait’’ olabilme ihtimaline inanmıyorum. Bulunduğu yere, zamana ya da duruma ait olmadığını hissetmenin herkesin hayatının bir noktasında da olsa tattığı bir duygu olduğunu düşünüyorum. Bu öyküde ise sürekli evde oturan, dışarıya açılmayan, hayattan çok da beklentisi olmayan bir çiftin yaşadığı kaybolmuşluk ve unutulmuşluk hissi anlatılıyor. Hayatın akışını bile dışarıdaki seslerden anlayan bu çiftin, iki kişi olmalarına rağmen, yalnız ve unutulmuş olmaları beni hem duygusal olarak çok etkiledi hem de bunun üzerine düşünmemi sağladı. İnsanlar iki kişiyken, hatta belki daha fazla kişiyken bile yalnız ve unutulmuş hissedebiliyor. Büyük bir kalabalık içindeyken bile kendimizi onlardan uzak ve yalnız hissedebiliyoruz bazen. Belki o an oraya kendimizi ait hissedemediğimizden kaynaklanıyor bu ya da belki de sadece içimizde yaşattığımız o yalnızlık hissinden kaynaklanıyor. Yalnız olmanın sadece tek başına olmaktan ibaret olmadığını, aynı zamanda çevremize ait hissedememenin ve kendimizi soyutlayıp içimize kapanmanın da büyük bir etkisi olduğunu düşünüyorum. Kitapta, çocukluğa ait derin anlamlar da içimi ısıtmıştı ve sayfaları çevirirken çocukluğuma dönerek buruk bi mutluluğa büründüm. ‘’Çocukluğumuz bilinç dışı bir algılama, düşlerin peşinden koşarak gerçekle çarpıştığımızda yaşadığımız şok gibi anlık geçişlerle doluydu.’’(35). Hayatın gerçeklerinin farkında olmadığımız zamanlar belki de en güzel, en mutlu zamanlarımızdı. Sorumluluklarımız yoktu, problemlerimiz yoktu hatta gerçeklerimiz bile yoktu. Tek sahip olduğumuz şey hayallerimizdi. Masallarımız vardı, o masallarla büyüdük, hayal kurmayı öğrendik. Büyüdüğümüzde gerçekler bir tokat gibi çarptı yüzümüze. Çünkü alışmıştık hayallere, hazır değildik dünyanın gerçeklerine fakat büyüdükçe mecburen o gerçeklere de alıştık. Sorumluluklarımız, yalnızlık hissiyatlarımız, kötücül duygularımız, vicdanımız, ‘’ait’’hissedememe düşüncelerimiz, sanki hepsi büyüdükçe artıyor gibi. Keşke hep masal dinleyerek uyusaydık veya bu gerçekler büyüdüğümüzde yüzümüze tokat gibi vurulmasaydı. Çocukluğuma döndüğüm anlarda hep hüzünlü bir mutluluk kaplıyor içimi. Hem o masalların bittiğine üzülüyorum, hem de o mutlu ve dertsiz tasasız hayatıma bakıp huzur buluyorum. Ama artık büyüdüğümü kabul edip, hayatın gerçekleriyle yüzleşme vaktimin geldiğimi hissediyorum. Hayal kurmak yerine, kendime hedefler belirleyip gerçekçi bir bakış açısıyla yoluma devam etmeliyim. Çünkü biliyorum ki hiçbir masal sonsuza kadar sürmez. Kaynakça: Nilüfer Altınkaya - Sevgili Yalnızlık Baskı Yılı:2015
224
Halil İbrahim Çavdar 21501613 HUZUR İÇİN ÖLMEYİ BEKLEMEYİN Hiç durmayı düşündünüz mü? Ne zamana kadar böyle koşturmaya devam edeceksiniz? Biraz sakin olmak ve gerçekten ne istediğinizi düşünmek size iyi gelecektir. Nedir bu hayattan beklentiniz? Üniversite bitirmek mi? İyi bir iş, iyi bir eş mi? Sonra ne olacak? Üniversiteyi bitirip evlendiğinizde sakinleşecek misiniz? Durun bir dakika ne sakinleşmesi? İşinizde yükselme fırsatınız var. Terfi alıp daha iyi bir “hayat” süreceksiniz. Gerçekten “hayat” bu mu? En son ne zaman başka hiçbir şey düşünmeden kendinize vakit ayırdınız? Modern hayatın koşturması içinde hiç sakinleşebildiniz mi? Modern hayat deyince hemen sistemi suçlamaya başladığınızı duyabiliyorum. Biraz da kendinizde arayın suçu bence. Hiç sakinleşmeye çalıştınız mı? Tamam, günde yirmi dört saat vaktinizi ayıramayabilirsiniz. İki saat ayırın o zaman. Günlük iki saatiniz bile yoksa haftada iki saati kendinize ayırıverin. Hepinizin bu kadar boş zamanı var biliyorum. Ama bu zamanı sadece ve sadece kendinize ayırmanız gerekiyor. Biraz kendinizi dinlemeniz gerekiyor. Ne yapmak istiyorsunuz? Hayatınızdan memnun musunuz? Bunları düşünmeye hiç vakit ayırmazsanız ileride hayatınızdan pişman olmanız çok normal bir şey değil mi? Bu pişmanlıkla ilgili aklıma gelen ilk örnek üniversitenin son sınıfında bölüm değiştiren insanlar. Belki de zamanında yalnızca puanı yüksek ve iş bulma imkanı bol diye tıp yazmış veya anne babası yüzünden yazmak zorunda kalmış yüz binlerce insan var ve bu insanlar kendini öyle kaptırıyor ki modern hayatın koşturmasına, üniversitenin son sınıfında veya yaz stajlarında ileride ne yapacağını görünce fark ediyor o mesleğe ait olmadığını. Şimdi bu insanın üniversite sınavına hazırlanırken ve üniversite yıllarında ne yaptığını düşünelim. Üniversite hazırlıkta hiçbir öğrencinin yaşamadığını herkes kabul ediyor zaten. Arada bir bazı derece öğrencileri çıkıp “Ben sosyal yaşamdan da kopmadım sürekli sinemaya gidiyordum.” dese de sivilceli suratı ve az uyumaktan şişen gözaltları her şeyi açıklıyor. Üniversite hazırlık zamanında insanların o gün çözmesi gereken soru miktarı ve tekrar etmesi gereken konulardan başka hiçbir şey olmuyor aklında. Peki, bu öğrenciler tercih döneminde ne yapıyorlar? O zamana kadar mesleki bir şey görmemişler ki. Kendilerini gelecekte hayal etmeye çalıştıkları zaman akıllarına gelen ilk şey alacakları maaş ve görecekleri itibar oluyor. Orada da çok düşünmedikleri için ya da düşünecek vakitlerini üniversite seçimine ayırdıkları için kendilerine hiç uygun olmayan bir bölüme gitmiş oluyorlar. Allah aşkına konservatuar okuması gereken bir öğrenci tıp okuduktan sonra Hacettepe veya Ankara Tıp okuyor olmasının ne önemi var? Neyse ki üniversiteye girmiş oluyorlar. Artık üniversite hazırlık maratonunda koşan bir yarış atından çok insana benziyorlar. Ama hala kendilerine vakit ayırmıyorlar. Tıpkı sizin yaptığınız gibi. Az önce de dediğim gibi hepinizin kendinize ayıracak zamanınız var. Ama siz kendinize zaman ayırmayı hiç düşünmüyorsunuz. İşten veya okuldan eve geldiğinizde hemen televizyon başına kuruluyor ya da sosyal medyada tüm vaktinizi harcıyorsunuz. Gününüz nasıl geçti? Bugün faydalı şeyler öğrendiniz mi? Sizi mutlu eden şeyler oldu mu? Bunları düşünmeye gelince vaktiniz yok. Ancak Game of Thrones’un yeni bölümü çıktığında bir an evvel izlemeye çalışıyorsunuz. O kadar çok kaçıyorsunuz ki sakinleşmekten, hiçbir şey yapamayacağınız bir vakit olduğunda da hemen kulaklıklarınız yetişiyor imdadınıza. Adeta bir uyuşturucu gibi sizi düşünmekten uzaklaştırıyor. Schmid Sakin Olmak - Yaşlanırken Kazandıklarımız kitabında yaşlanmanın sürekli susturduğumuz temel isteklerimizden birisi olan huzura ermenin karşılığı olduğunu söylüyor. Ancak ben bundan emin değilim. Şimdiki yaşlıların birçoğunun modern çağ yaşlısı olmadığını düşünürsek şimdiki yaşlılara bakarak bizim yaşlılığımızın huzur dolu olacağını söyleyemeyeceğim. Büyükanne ve büyükbabalarımı şimdiki yaşlılara örnek verebilirim. Onların dertleri üniversitede dersten geçmek ya da işinde yükselmek değilmiş ve zamanında yaşamdan en büyük beklentileri de iyi bir iş ve dolgun bir maaş değilmiş. Toprakla büyümüşler ve toprakla uğraşmışlar. Gelecek için yapacakları tek hazırlık tohum ekmek olmuş. Yirmi yaşında çok çalışmış olmaları otuz yaşlarında karınlarını doyurmamış ve her hasattan sonra ağaç gölgesine uzanıp rahatlamaya ve huzura biraz olsun ermeye fırsatları olmuş. Ne buna engel olacak işleri varmış ne de telefonları. Yani aslında şimdiki yaşlılar zaten huzur nedir biliyorlarmış. Yaşlanıp toprakla ilgilenecek dermanları kalmayınca da karınlarını doyurmak dışında tasaları kalmamış. Ancak sakinleşmeyi ve huzuru tatmamış modern çağ insanı yaşlandığında kendini dinlemeye vakit ayırır mı yoksa sosyal medya buna da mı engel olur bilemiyorum. Kaynakça: Schmid, Wilhelm. Sakin Olmak - Yaşlanırken Kazandıklarımız. İletişim Yayıncılık. 2015.
225
Contemporary Istanbul Bu ay, birkaç hafta önce, İstanbul’a gitme şansını yakaladım. Tesadüf budur ki İstanbul’da olacağım hafta sonu, aynı zamanda gitmek istediğim bir serginin ziyaretçiye açık olacağı son hafta sonuydu. Yine tesadüf eseri konuştuğum bir akrabamın da beni sergiye sokabilecek bir tanıdığı vardı ve o da gitmeyi planlıyordu. Olaylar böyle olunca kısıtlı zamanıma rağmen gitmeyi başarabildim. Serginin adı Contemporary Istanbul. Her sene oluyor ve bir sürü ülkeden sanatçılara yer veriyor. Sanırım iki sene önce de ziyaret etmiştim. Bu sene de birkaç tane eski parçaya rastladım, bazı parçaları ise başka sergilerde zaten görmüştüm ama oldukça büyük bir sergi olduğu için yepyeni bir sürü parça görmem kaçınılmaz oldu. Genelde sergileri gezerken çok vakit harcamayı sevmem. Hoşuma giden eserlere belki beş dakika ayırırım, geri kalanına ise sadece göz gezdirip geçerim. Bu sefer yanıma sanatla ilgilenen insanlar alıp gittim sergiye. Onlar yorum yaptıkça fikirlerimi söylerken buldum kendimi. 3 saat boyunca konuşa konuşa işin içinden çıkamadık. Sergiden süremizin yetersizliği yüzünden ayrıldığımızda bütün eserlere bakamamıştık bile. Sergide herkesin gözüne çarptığını fark ettiğim bazı büyük sunumlar vardı. Sosyal medyada da hep bu kompozisyonlara yer verildiğini gözlemledim. Belki de bilinçaltım sırf farklı olma isteğiyle bana bu sunumları sevmememi söylediğindendir, bilmiyorum ama nedense bunlar benim ilgimi çeken parçalar değildi. Dilin gücünü günlük hayatımda hafife aldığımın ara sıra farkına varıyorum fakat sanat kapsamında incelenince kullanılan sözcükler beni çoğu zaman esere çeken asıl faktör oluyor. Tek başına bir şey ifade etmeyen birçok parçadan, adlarını okuduktan sonra etkilendim. Sanat bazılarına göre tümüyle estetikle ilgili olabilir ama ben düşündürücü bazı etmenlerden daha çok zevk alıyorum. Mesela bir parça vardı. Hani şu alışveriş merkezlerinde olur ya, içinde renkli top top sakızlar olan makineler, kolunu çevirince şansınıza göre bir tanesi elinize düşer. İşte o makinelere benzer üç tane minyatür makineyi yan yana koymuş sanatçı, içlerinde de toplar var. Bir makinedeki toplarda farklı dinlerin sembolleri, bir tanesinde farklı büyüklükte para sembolleri ve diğerinde de cinsiyet sembolleri var. Sadece bu görüntüye bakınca “çok derin bir anlam ifade etmiyor herhalde, şansla ilgili” diye düşündüm. Ama adı önemliydi; ” Death Frontier “yani dilimizde “Ölüm Sınırı”. Eserin adını okuyunca sanatçının mesajını anlayabildim. Toplumda insanın elinde olmayan bazı durumlar nedeniyle yargılandığını, dışlandığını hatta öldürüldüğünü vurguluyor. İnsanın içerisine doğduğu din, para durumu, cinsiyeti, bunlar gibi kontrolü dışındaki şeyler, tarih boyunca toplumsal ayrılıklara sebep olmuş. Yahudi Katliamı oldukça iyi bilinen ama yerinde bir örnek olacaktır bu duruma. Eser bu mesajıyla beni etkiledi. Tabii sırf güzel görünüyor diye fotoğrafını çekip sanatçısını araştırdığım bir sürü eser de oldu. Çok bilgili ve entelektüel biri değilim, güzel görünen çoğu şey beni kolayca kandırabilir. Aslında sergide sunulan hiçbir esere sadece güzel görünüyor demek doğru olmaz, sanatçının amacını bilemem sonuçta ama bence güzel görünsün diye sanat yapmakta bir sakınca da yok. Sergi oldukça güzel ve kapsamlıydı ama ziyaretimin en akılda kalıcı anının sergiyle pek ilgisi yok. Tabloların önünde dururken önümden oldukça tanıdık bir yüz geçti. İlk önce dikkate almadım ama bilinçaltım çalışıyor ben istemesem de. Birkaç saniyemi aldı gördüğüm yüze bir ad koymak; Ayhan Sicimoğlu. Tamam bir pop star veya ünlü bir aktör değil belki ama küçüklüğümden beri televizyonda görmekten keyif aldığım bir isimdir. Annem ve babam Ayhan Sicimoğlu’nu seviyor olunca bir şekilde bana da aşıladılar sanırım. Öyle olunca kısa süreli olsa da heyecanlandım. Tabii çekim yapıyorlardı, o yüzden fazla üstünde durmadım; şaşkınlığımı atıp kendi gezime devam ettim. Zaten sergi o kadar büyüktü ki bir daha karşılaşmadım bile. Tek bir gözlemim olacak, gerçek hayatta oldukça uzun bir adammış. İki metreye yakın diyebilirim. Bu bilgi size bir şey kattı mı? Sanmıyorum. Ama sergiyi gezmenizi önerebilirim, büyük ihtimalle Ayhan Sicimoğlu’nun boyunu bilmekten daha faydalı olacaktır.
226
Vicdanın Cilvesi Bir şeyi unutmaya çalıştığımızda, o kadar kolay unutabilir miyiz acaba? Yaşananlar hiç yaşanmamış gibi davranmak, geçmişe saklamak, anılarla üstünü kapatmak işe yarar mı? Görünüşe göre hayır. Cem’in deneyip de başaramadığı, hatta kurbanı olduğu olay da tam olarak bu. Nedeni de hepimizin sahip olduğu vicdan. Vicdanımız bizlerin en büyük zaafı ya da insanları hayvanlardan ayıran en büyük fark. Olumlu mu olumsuz mu olduğuna siz kara verin. Fakat bu farkın bize yüklediği sorumluluklar da bizlerde birer zaaf gibi görünüyor. Çünkü vicdanımız hiçbir zaman bizi yalnız bırakmıyor. Aksine ne kadar çabalarsak çabalayalım, ne kadar unutmaya çalışalım vicdanımızın sesi her zaman en yüksek çıkıyor. Cem, Orhan Pamuk’un ‘’Kırmızı Saçlı Kadın’’ isimli romanının ana karakteri. Çocukken ekonomik nedenler yüzünden çalışmak zorunda kaldığı kuyu kazımında, ustasının çok uyarmasına rağmen bir anlık dikkatsizlik sonucu, ustasının kafasının üstüne, yavaşça sarkıtması gereken kovayı düşürünce hayatının en büyük dönüm noktası o zaman başlıyor. İlk anda çok korkup hemen yakındaki köye gidip yardım bulmaya çalışıyor, yardımı bulamayınca da yakasını hiç bırakmayacak bir karar veriyor. Ustasının o ölüm çukurunda öldüğünü varsayarak atlıyor ilk trene ve şehre dönüyor. Ardından da bu olayları bir daha hiç anmamak üzere geçmişe gömüyor. Terk ediyor babası yerine koyduğu ustasını. Hayatına devam ediyor ve bu olaylar hiç yaşanmamış gibi herkesten saklıyor, hatta evlendiği ve birlikte iş kurduğu çok sevdiği karısından bile. Lakin hayatının ileriki kısmında ve her şey çok iyi giderken Cem, ustasını bıraktığı kuyunun yanında, oğlu tarafından vurularak ölüyor. Bu da vicdanın ya da kaderin cilvesi olmalı. Orhan Pamuk da bize bu şekilde insanın geçmişinden kaçamayacağını gösteriyor. Cem ve ailesi üzerinden. Hatta geçmişten kaçarken yalanlar ve sırlar arttıkça bedeli de daha ağır oluyor. Vicdanımız zaman ilerledikçe daha da sabırsız ve daha da çok can yakan hale geliyor. Bence de herkes hayatının bir yerinde unutmak isteyeceği anılar yaşamıştır ya da yaşayacaktır. Bu anıları da ne kadar silmeye çalışırsak çalışalım, zamanı gelince hepsi yüz üstüne çıkmaya mahkumdur. Bu şekilde yaşananları saklamak, insanların kendilerini kandırmalarından başka bir şey değildir, iki yüzlülüktür yani. Bence en iyisi yüzleşmesidir insanın kendisiyle, geçmişiyle ve çevresiyle. Belki kısa vadede daha zararlı gözükebilir. Çevredeki insanlardan fazla baskı görülebilir ama asıl baskı insanın kendi içinden gelir, uzun vadede. Eğer sen bu şekilde vicdanını rahatlatmazsan en büyük azabı çekersin. Tıpkı Cem’e olduğu gibi. Küçükken yaptığı bir hatayı geçmişine atınca, her fırsatta aklına tekrar giriyordu. Eğer sen geçmişini kabullenir ve yüzleşirsen onunla, vicdanını rahatlatırsın. Bedeli ne olursa olsun ödediğinde de atlatması çok daha kolay olur. Dediğim gibi bu tarz pişmanlıklar her birimizin hayatında olmuş ya da olacak olabilirler. Bazen de bu pişmanlıklar bilinenin aksine sadece kötü olaylara da sebep olmaz(?). Bu tarz pişmanlıklar ve vicdanımızdan kaçma çabalarımız bizi başka davranışlara da itebilirler. Cem de aynı bu şekilde etkilendi pişmanlığından. En başında çok heyecanlanıp yapmaması gereken bir şey yaptı, kaçtı ama belki de bu kaçışı ona, yaşadıklarını unutmak için, kendini kitaplara ve üniversiteye vermesini sağladı ve bu şekilde de çok başarılı oldu, hatta kurduğu şirketle zengin oldu. Bu açıdan bakınca her şey kulağa hoş geliyor, akademik başarı, para, zenginlik. Ama hayır, vicdanın bedeli ödenmeyince vicdan ne paraya bakıyor ne de başarıya, vicdan sadece bizim iç sesimiz ve biz onu dinlemediğimizde dinletene kadar rahat bırakmıyor ve bizi asla ama asla yalnız bırakmıyor. O yüzden bizler, vicdanımızı rahatlatmak için her şeyi yapmalıyız kaybedeceğimiz ne olursa olsun. Ongun Özel Görsel Kaynağı: http://i.idefix.com/cache/600x600-0/originals/0000000679924-1.jpg
227
HAKİKAT YANILGISI ‘İnsanlar hakikati neden kaldıramaz? Birincisi, çünkü hakikat onları hayal kırıklığına uğratır. Ikincisi çünkü hakikat genelde çıkardan yoksundur. Böyle açıklıyor Bayan Ming tüm yalan söyleme sebeplerimizi. Aslında bu kadar net Üçüncüsü hakikatin asla doğru görünümü yoktur- yalanların çoğu çok daha iyi bir şekilde karar verilebilen çok az şey var sanırım gerçeği gizleme karşısında. Yalan hazırlanmıştır. Dördüncüsü, çünkü hakikat yaralar.’ (sayfa 52) söylemek, gerçeği gizlemek bunlar neredeyse aynı kavramlardır. Yüzyıllar boyunca belli bir aşamada bunun yanlış olduğu düşünülse bile bu olayın günlük uygulamalarında kendimizi şüpheye düşmüş, neyin doğru, neyin yanlış olduğunu bilmezken bulabiliriz. Bu konuda benim belli bir kararım yok ne yazıkki. Yalan söylemek ya da gerçeği gizlemek maalesef her zaman yanlış bir şeymiş gibi gelmiyor bana. Küçük bir çocuğa kedisinin öldüğünü söylememekte bir yalandır ancak kimse çıkıp bunun affedilemez bir şey olduğunu savunamaz. Bu kadar gri bir alandayken yalan söylemenin hangi derecelerini asla kabul edemeyecek hangi derecelerini kedi örneğindeki gibi yumuşak karşılayacağımı bilemezken bu konuya çok değinmeyeceğim. Değinmek istediğim konu insanların neden gerçeği gizlemek gereği duydukları. Bunun sebebi bir çok insanın hayatlarındaki bazı şeyleri hayallerine uydurma istekleri. Kötü giden, planlananın dışına çıkan durumlarda eğer mutlu son olmayacağı kesin değilse hepimiz umut ederiz. Her şeyin düzeleceğini, birden bire beklediğimiz şeylerin gerçekleşeceğini, aslında şu zamana kadar yaşadığımız sorunların birdenbire çözümleneceğinin hayalini kurarız. Ne yazık ki her zaman hayal kuramıyoruz. Bazen yaşadığımız olay her neyse bunun iyi bitmeyeceğini önceden anlıyoruz fakat her zaman buna kendimizi hazırlayamıyoruz. Bunun yerine gerçeği kurduğumuz hayale yani kurguladığımız senaryoya göre çarpıtmaya çalışıyoruz. Bazen bu çarpıtmayı içimizde yaşayıp kendimizi kandırmayı seçiyoruz bazense bunu ileri götürüp karşımızdaki insanı hayal ürünümüze inanmaya itiyoruz. Bu durum bizi gerçeklikten uzaklaştırıyor. Bunu ne kadar sık tekrarlarsak o kadar hayattan kopup kendi küçük ama mutlu dünyamızda yaşamaya başlıyoruz. Bir süre sonra gerçeklikte yaşanan olaylar bizi daha sert karşılamaya başlıyor ve içinde bulunduğumuz durum sonsuz bir döngüye giriyor. Bu döngüden kaçmaya çalışsam dabazen kendimi bu döngünün içinde buluyorum. Karşımdakine değil ama kendime küçük yalanlar söyleyerek gerçek dünyayı çarpıtmak daha kolay geliyor. Bunu sadece kendimde değil çevremde ki insanlarda da sezinliyorum kimi zaman. Zaman yönetimi sırasında bir çok görevi kısa bir zaman diliminde yapabileceği konusunda kendisini kandırıp sonunda planlar (daha doğrusu hayaller) gerçeklikle örtüşmeyince daha büyük sorunlarla yüzyüze gelen arkadaşlarım bu durumdan çok muzdarip. Her ne kadar bundan sonra gerçeği olduğu gibi kabul edeceğiz desek bile bu söylem bile gerçeği kendi amaçlarımız doğrusunda çarpıtmak yani bu söylem de bir yalan. Bence insan her zaman hayal kurar ve umudu tükendiği noktada kafanız sizi rahatlatmak için çarpıtmalar yapar. Bunu 15 yaşımda da yaptım, şimdi de yapıyorum ve sanırım bundan uzun yıllar sonra da yapacağım. Bu noktada önemli olan insanın kendisine bir sınır çizebilmesi. Örneğin hangi noktada hayal kurmayı bırakıp kendisine yalan söylemeye başladığını tespit etmesi ya da hangi aşamada bu olayın kendisine zarar vermeye başladığını anlaması gibi. Dünyada bir canlının sahip olabileceği en büyük zenginlik hayal gücü. Bunu bizi iyileştirdiği, hayatımızı güzelleştirdiği ölçüde kullanmak en mantıklı şeylerden biri ancak nasıl ilaç ve zehirin ayrımını doz belirliyorsa, bunun iyi ve kötü yanlarını da bizim bunu ne ölçüde kullandığımız belirler. Bu yüzden Bayan Ming gibi gerçeği ne ölçüde çarpıtmaya çalışırsak çalışalım bazı şeylerin her zaman farkında olmamızda yarar var. Kaynakça: Bayan Ming’in Hiç Olmayan On Çocuğu / Eric Emmanuel Schmitt( Doğan Kitap 2016 )
228
MUTLULUK PARADOKSU Mutluluk nedir? Mutluluğun ne olduğunu inanın ben de bilmiyorum çünkü mutluluğun kesin bir tanımı yok bence. Sürekli kovaladığımız, bulmaya çalıĢtığımız bir kavramdan ibaret mutluluk. Bize sadece nerede, nasıl arayacağımızı öğrettiler mutluluğu, nasıl mutlu yaĢandığını değil. Küçükken okuduğumuz masalların sonu bile “sonsuza kadar mutlu yaĢadılar” ile bitiyordu. Prens, prensesi kötü cadının elinden kurtarıyor ve sonsuza kadar mutlu yaĢıyorlardı ama nasıl? Nasıl oluyordu bu “mutlu yaĢamak”? Nasıl mutlu yaĢanırdı? Bilmiyorduk… Küçükken çok oyuncağımızın olmasıydı mutluluk, fakat büyüdükçe sıkıldık onlardan. Büyürken gördük çevremizden, dizilerden, filmlerden; zengin mutlu, fakir mutsuzdu. Sandık ki çok paramız olunca mutluluk ayağımıza gelir. Ama olmadı. Doymuyorduk bir Ģeyler istemeye. O çok beğendiğimiz pahalı arabayı almak istedik, çünkü alınca mutlu olacağımızı sanıyorduk ya da o çok beğendiğimiz evde oturabilmek bizi çok mutlu edebilirdi. Hep daha fazlasını istiyorduk. Ama elde ettikten kısa bir süre sonra yine geçti mutluluk olduğunu sandığımız his çünkü yetmiyordu sahip olduklarımız; daha fazla almak, tüketmek istedik ve fark ettik; sonu gelmiyordu bir türlü tüketmenin. Ama asıl tükenen bizdik, bilmiyorduk… Zaman geçti, hayat gösterdi sadece maddiyatın mutluluk getirmediğini. Artık öğrenmiĢtik bir Ģeyleri elde edince mutlu olunmadığını. Zor olmuĢtu ama anlamıĢtık bunların gelip geçici birer heves olduğunu. Sonra çevremize bakmaya baĢladık. Merak ediyorduk baĢka insanların nasıl bu kadar mutlu olabildiğini ya da biz mutlu sanıyorduk onları. Gülüyorlardı. Ama gülen her insan mutlu muydu? Denedik. Gülmeyi denedik. BaĢka insanlara güldük; düĢene güldük, hata yapana güldük. Acı çekenlerin acılarından kendimize teselli çıkardık; iyi ki benim de baĢıma gelmedi onun baĢına gelenler dedik. Bizim baĢkasından daha iyi durumda olmamızı mutluluk sandık. Sandık ki karĢımızdaki mutsuz oldukça biz mutlu oluruz. Çoğu zaman, baĢkalarının mutsuzluğunda aradık mutluluğu. Çünkü onların baĢına gelen bizim baĢımıza gelmemiĢti. Ayakkabısı olmayan bir çocuğu görüp, “iyi ki benim ayakkabım var” dedik , “keĢke onun da ayakkabısı olsaydı” değil. Evsiz birini gördüğümüzde “iyi ki sıcak bir evim var” dedik, “keĢke onun da bir evi olsaydı” değil. Sonra üzmeye baĢladık… Bu düzenin bir parçası olduk incitmeye baĢladık, Sandık ki bizden baĢka kimsenin mutluluğu önemli değil. Büyüdü bu düĢünce. Çığ gibi büyüdü. Bir nesilden diğerine artarak geçti. Sonra gördük. BaĢkası da bizi üzdüğünde gördük böyle mutlu olunmadığını. Ve anladık baĢkasının mutsuzluğunun mutluluk getirmediğini çünkü bu sefer o “baĢkası” bizdik. Ve acı gerçekle yüzleĢtik. Öteki olduk, baĢkasına öteki dedik. Yakın olduğumuz insanlar dıĢındakiler önemli değildi bizim için. Bizden farklı olanı kabul edemedik. BencilleĢtik, umursamadık kendimizden ve kendimiz gibi olanlardan baĢkasını. Ama fark ettik ki mutluluk çevremizdeki insanların tek tip oluĢunda, farklı olanı kırmakta veya yargılamakta değil. BaĢkasının mutsuzluğuyla mutlu olunmaz. Bu gerçek mutluluk değil… Peki, nedir gerçek mutluluk? Temelinde hissedebilmek, sevdiklerimizin yanımızda olması ve hayatın tadını çıkarabilmek olan bir kavram mı yoksa akĢamüzeri güneĢin batıĢında yolda yürürken o güzel turuncu tonların ahenkle gökyüzünden yavaĢ yavaĢ siliniĢini fark edebilmek mi mutluluk… Bir çocuğun annesine sarıldığındaki yüzünde oluĢan sıcacık his mi mutluluk… Bir baba için çocuğuna istediği oyuncağı alabilmek mi mutluluk… Belki de mutluluk bizim onu ararken yaĢadıklarımızdır. “belki de mutluluk sadece kovalayabildiğimiz bir Ģeydir, belki de onu asla yakalayamayacağız” (the pursuit of happyness 2006). Bana sorarsanız mutluluk baĢkalarını mutlu ettikçe artar. Mutluluk hayatın tadını çıkarmak, insanları yargılamamak, anlayıĢlı olmak gibi küçük, basit ama bir o kadar da önemli değerlerde gizlidir ve belki de mutluluk yaĢadığını ve yaĢattığını gerçekten hissedebilmektir… Ġpek ġAHBENDEROĞLU
229
Peki, nedir gerçek mutluluk? Temelinde hissedebilmek, sevdiklerimizin yanımızda olması ve hayatın tadını çıkarabilmek olan bir kavram mı yoksa akĢamüzeri güneĢin batıĢında yolda yürürken o güzel turuncu tonların ahenkle gökyüzünden yavaĢ yavaĢ siliniĢini fark edebilmek mi mutluluk… Bir çocuğun annesine sarıldığındaki yüzünde oluĢan sıcacık his mi mutluluk… Bir baba için çocuğuna istediği oyuncağı alabilmek mi mutluluk… Belki de mutluluk bizim onu ararken yaĢadıklarımızdır. “belki de mutluluk sadece kovalayabildiğimiz bir Ģeydir, belki de onu asla yakalayamayacağız” (the pursuit of happyness 2006). Bana sorarsanız mutluluk baĢkalarını mutlu ettikçe artar. Mutluluk hayatın tadını çıkarmak, insanları yargılamamak, anlayıĢlı olmak gibi küçük, basit ama bir o kadar da önemli değerlerde gizlidir ve belki de mutluluk yaĢadığını ve yaĢattığını gerçekten hissedebilmektir… Ġpek ġAHBENDEROĞLU Peki, nedir gerçek mutluluk? Temelinde hissedebilmek, sevdiklerimizin yanımızda olması ve hayatın tadını çıkarabilmek olan bir kavram mı yoksa akĢamüzeri güneĢin batıĢında yolda yürürken o güzel turuncu tonların ahenkle gökyüzünden yavaĢ yavaĢ siliniĢini fark edebilmek mi mutluluk… Bir çocuğun annesine sarıldığındaki yüzünde oluĢan sıcacık his mi mutluluk… Bir baba için çocuğuna istediği oyuncağı alabilmek mi mutluluk… Belki de mutluluk bizim onu ararken yaĢadıklarımızdır. “belki de mutluluk sadece kovalayabildiğimiz bir Ģeydir, belki de onu asla yakalayamayacağız” (the pursuit of happyness 2006). Bana sorarsanız mutluluk baĢkalarını mutlu ettikçe artar. Mutluluk hayatın tadını çıkarmak, insanları yargılamamak, anlayıĢlı olmak gibi küçük, basit ama bir o kadar da önemli değerlerde gizlidir ve belki de mutluluk yaĢadığını ve yaĢattığını gerçekten hissedebilmektir… Ġpek ġAHBENDEROĞLU
230
Ahmet Tarık Işık Düşüncenin Silahı: Kelime Kelimeler, insanlar üzerinde öylesine güçlü bir etkiye sahiptir ki ustaca bir dizilimle bizi gerçeğin tam aksine kolaylıkla ikna edebilirler. Zekice bir kullanımla hiç olmamış olanın var olduğuna, varlığı açıkça ortada olanın ise aslında olmadığına bizi inandırabilirler. Büyük vahşetleri birkaç cümleyle romantik olaylar yapabilir, korkunç katliamları destanlaştırabilirler. Kısa bir yazıyla insanlık adına son derece zararlı fikirleri idealize edebilir, bu fikirlerin hayata geçmesi için büyük kalabalıklara akıl almaz işler yaptırabilirler. Bu yüzden kelimeler, yetkin ellerde çok güçlü silahlara dönüşebilir. Larry Collins ve Dominique Lappierre'in birlikte yazdığı Yasımı Tutacaksın adlı belgesel- roman bana kelimelerin üzerimizde ne kadar etkili olabileceğini tekrar gösterdi. Kitap, kısa bir İspanya yakın tarihiyle iç içe olacak şekilde bir boğa güreşini tüm ayrıntılarıyla anlatıyor. Ve bunu anlatırken kelimeleri öylesine ustaca kullanıyor ki kitapta anlatılan vahşete hayran olmamak elde değil. Kitabı bitirdiğim zaman, boğa güreşi denilen seremoniye büyük bir hayranlık beslediğimi fark ettim. Ölümden kaçmaya çalışan boğanın alanda sergilediği asil tavırlara, boğaya öldürücü darbeyi vurmak için fırsat kollayan matadorun zeka dolu kıvrak hareketlerine, boğanın katledilişini sabırsızlıkla bekleyen kalabalığın heyecan ve coşku içinde attığı çığlıklara, boğanın sahibinin gururlu bekleyişine, kısacası İspanyolların kutsal saydığı bu ölüm seremonisine şaşırtıcı derecede hayranlık duyuyordum. Fakat sonra boğa güreşi hakkındaki eski görüşlerimi anımsadım. Günahsız bir canlının sırf bir grup insanın vahşete tanık olmak için duyduğu arzuyu tatmin etmek için acı çektirilerek öldürülmesi bende her zaman tiksinti uyandırmıştır. Ve şimdi bu kitap, bu vahşetin tüm aşamalarını detaylı şekilde anlattığı halde, bende boğa güreşine karşı güçlü bir hayranlık uyandırdı. Bu duygunun aksine içimdeki nefreti körüklemesi gerekirken nasıl yaptı bunu? Bence cevabı çok basit; kullandığı ustaca üslupla yani kelimelerinin gücüyle yaptı. Kelimeler, kullanmayı bilen insanların elinde çok güçlü silahlara dönüşebilirler. İnsanlık tarihi, özü itibariyle son derece zayıf ve çelişkilerle dolu felsefelerin, bu öz etrafına inşa edilmiş kelimelerden yapılma surlar sayesinde çok uzun süreler boyunca ayakta kalmasına ve büyük kitleleri etkisi altına almasına şahit olmuştur. Bugün hala dünyada son derece etkileyici kelimelere kanıp bütün ömürlerini temelsiz felsefelere adayan ve dolayısıyla ömür boyu mutsuzluğa mahkûm olan birçok insan var. Aynı şekilde tarih, toplum ve birey açısından son derece zararlı birçok ideolojinin kelimelerden yapılma zırh ve silahları kuşanarak büyük kitlelere egemen olmuş ideolojilerin sebep oldukları yıkımlara tanık olmuştur. Kelimelere mahkûm olup bu ideolojileri takip eden insanlar, sadece başka insanların değil aynı zamanda kendi felaketlerinin de hazırlayıcısı olmuşlardır. Bugün kendi çevreme ve dünyanın tümüne baktığımda bu durumun değişmediğini görüyorum. Üstelik gelişen teknolojiyle birlikte bugün artık kelimeler çok daha hızlı yayılıyor ve geçmişle kıyaslanamayacak ölçüde fazla insana ulaşıyor. Çok fazla kelimeye yani çok fazla silaha maruz kalıyoruz. Bazen çevremin tamamen kelimelerle çevrili olduğunu ve bu kelimeler kullanılarak tuzağa düşürülmeye, istemeden başkalarının art niyetli amaçlarına hizmet ettirilmeye çalıştığımı düşünüyorum. Ve açıkçası bu tuzağa düşmekten korkuyorum. Birçok insanın geçmişte farkında olmadan düştüğü hataya düşüp hem kendime hem de başkalarına zarar vermekten korkuyorum. Kısacası kelimelerin tutsağı olup hakikati görememekten korkuyorum. Her zaman için insanı gerçeğe ve doğruya ulaştırmada köprü olması beklenen kelimeler, yeri geliyor, hayatımız boyunca aradığımız gerçeği ve doğruyu örten kalın perdelere dönüşüyor. Ustaca kullanılmış kelimeler, güçlü silahlardır. Bu güçlü silahların yanlış insanların eline geçmesi felaketler doğurabilir. Sağlam temelleri olmayan felsefeler, zararlı ideolojiler ve art niyetli insanların kendi çıkarlarına hizmet etmesi için ürettiği şeytani düşünceler gelişip yayılırken kelimelerden beslenirler. İşte bu yüzden, kelimelerin tuzağına düşmemek için okurken her zaman için kelimelere ihtiyatlı şekilde yaklaşılması ve kelimelerin ötesindeki gerçeğin aranması gerekir. Kaynakça: Collins, Larry, ve Dominique Lapierre. Yasımı Tutacaksın. İstanbul: Payel, 1993. Baskı.
231
Berfin Küçük Beynimizdeki Casus Tüm hayatımızı sadece düşüncelerimizle yönetebileceğimiz bir dünya düşünebiliyor musunuz? Olumlu düşünerek her şeyin yolunda gideceği ve olumsuz düşünerek hayatımızı alt üst edeceğimiz bir dünya hayal edin. Kontrolümüzde olmayan düşüncelerimizin bile hayatımızı şekillendireceği, yaşamınızın hem sizin kontrolünüzde olup bir o kadar da kontrolünüzde olmadığı bu dünyada yaşamayı riske alır mıydınız? Aslında bu hayal ettiğimiz dünya, şu an yaşadığımız dünyadan pek farklı sayılmaz. Yaşadığımız hayat, hayalini kurduğumuz dünya kadar apaçık etkili olmasa da bilinçli veya bilinçsiz düşüncelerimizin birer eseri. Hemen hemen hepimiz, küçükken Polyanna'nın hikayesini okumuş ya da dinlemişizdir. Karşılaştığı en kötü duruma bile bir şekilde olumlu yaklaşabilen bu küçük kız hakkında siz ne düşünüyorsunuz? Belki bu soruya tek ve net bir cevabınız olabilir ama ben bu soruyu kendimde ikiye ayırarak cevaplandırabiliyorum. Biri eskiden okurken Polyanna hakkında ne düşündüğüm biri de şu an ne düşündüğüm. Evet, her iki soruya da iki farklı cevabım var çünkü eskiden Polyanna'yı okurken kendisinin ne kadar saf olduğunu, en dehşet verici olaya bile bu kadar olumlu yaklaşmanın insanı sadece gerçeklerden alıkoyacağını düşünüyordum. Hatta Polyanna'nın böyle davranması, hikayesini okurken içime dert bile olmuştu. Kitaptaki karaktere, şu etrafındaki kötü gerçekleri gör artık diye haykırmak istiyordum. Şimdiyse neden hayatımızı Polyanna gibi yaşamadığımızı sorgulamakla birlikte neredeyse öyle yaşamamız gerektiğini bile düşünmeye başlamıştım. Polyanna hakkındaki düşüncelerimi değiştiren etken ilerleyen yaşımdan ziyade okuduğum başka bir kitap oldu. Joseph Murphy'nin Bilinçaltının Gücü kitabı, Polyanna hakkındaki düşüncelerimi değiştirmekle kalmayıp hayatımı bile değiştirdiğini söyleyebilirim. Yıllar önce, babamın aldığı bu kitabı elimde okuyacak başka bir kitap kalmadığı için okumuş olmama rağmen başucu kitabım oldu. Pozitif düşüncenin hayatımızı olumlu etkilediğini ve özellikle de bilinçaltımıza göndermemiz gereken pozitif düşüncenin metotlarını anlatan bu kitabı hayatıma uygulamaya başladığımdan beri hayata farklı bir açıdan baktığımı hissedebiliyordum. Polyanna gibi kötü bir durumu direk iyi olarak nitelendirmesem de bu kötü bir durumun beni üzüp hayatımın geri kalanını da olumsuz etkilemesine izin vermiyorum ve o kötü durumu kendi açımdan olabilecek en iyi duruma getirmeye çalışıyorum. Bunu hayatıma uygulayabildiğim en güzel örneğim ise 12. sınıfta YGS'den sonra, beklemediğim kötü sonuca üzülmek yerine LYS'de, bir önceki sınavdan çok daha iyi yapabileceğimi düşünüp durumu toparlayabileceğime inanmam oldu. Her gece uyumadan önce, kitapta söylenilen gibi, her şeyin yoluna gireceğine inanıp girmek istediğim üniversitenin bir öğrencisi olduğumu hayal ederek uyuyordum. Bilkent'in kampüsünde dolaştığımın, sınıflarındaki sıralarda ders için oturduğumun hayalini kuruyordum. Tüm bu sürecin sonunda hayallerimi gerçeğe dönüştürmeyi başarmıştım . Şimdi, hayalini kurduğum o üniversitenin bir öğrencisiydim. Artık pozitif düşünmek yaşam felsefem olmuştu. Öyle ki etrafımdakilere bile aşılamaya çalışıyordum bu düşünce sistemini. Karamsar insanları ve onların bu karamsarlığa bağlı yaşamını gördükçe yaşam felsefemden daha da emin oluyordum. " Neye inanırsanız onu yaşarsınız." (Murphy, 19) Ben de yaşamak istediklerime yürekten inanarak onları elde etmeyi biliyordum artık . Yürekten diyorum çünkü sadece inanıyorum diyerek bazı şeyleri elde etmek mümkün olmayabilir. Bilinçaltı, beynimizin gizli bir çalışanı gibidir; sizin onun yaptıklarından haberiniz olmaz ama o yeri geldiğinde önemsiz sandığınız bir eyleminizi ya da düşüncenizi bile hayatınızı etkileyecek hale getirebilir. Bilinçaltı, sanılanın aksine rüyalarımızın olay örgüsünü şekillendiren bir merkezden çok daha fazlasıydı çünkü bilinçaltımızı kontrol edebildiğimiz sürece hayatımızı da kontrol edebiliriz. "Bilinçaltının farkında olmayan kişi başına her gelen şeyi kader zanneder." demiş Carl Gustav Jung, bilinçaltının sandığımızdan çok daha önemli olduğunu belirttiği sözünde. Ben artık bilinçaltının ve onu nasıl yönetebileceğimin bilinciyle Polyanna'dan farklı olarak gerçeklerin kötü yanını da görüp onları kendi hayatımı daha iyi yönlendirebilecek biçimde şekillendirip kendi hikayemi yazabiliyorum. KAYNAKÇA Murphy, Joseph. Bilinçaltının Gücü. İstanbul: Koridor Yayınları , 2009. Baskı Jung, Carl Gustav. "İz bırakanlar" genckolik. y.y t.y. Web. 24 Ekim 2016
232
DİRENİŞİN TONLARI: DÜŞLER, TUTKULAR VE SUÇLAR 68’lerin Paris’indeyiz. Özgür düşünce ve hareketin egemen olduğu, insanların sanki hızlı ve küçük adımlarla ateş üzerinde yürüyormuş gibi heyecanlı, tedirgin ve maceracı olduğu bir dönem. Yönetmen Bernardo Bertolucci, “ The Dreamers ”, türkçe’ye çevrilen adıyla “ Düşler, Tutkular ve Suçlar ”, filminde bu özgür dönemi sokaklarda, eylemlerle ya da kavgalarla değil, kendilerini en yalın ve özgür hissettikleri aynı evde yaşayan üç karakterde değinmiş: Amerika’dan öğrenci olarak Paris’e gelen Matthew, Matthew’un görür görmez aşık olduğu büyüleyici güzellikte Isabelle ve ikiz kardeşi Theo. Evdeki Cesur Masumiyet Filmde bir sinema kuşağındayız. Gerçek anlamıyla bir sinefil olan Isabelle ve Theo’nun yolları Sinematek’te Matthew ile keşisiyor. 68’lerin Paris’inde ünlü Sinematek’in kapatılma kararı alınıyor. Bütün sinema severler sokaklara dökülüyor; eylemlerle haykırarak kendilerini ve görüşlerini belirtenler de var, sessiz çığlıklarla kendini zincirleyenler de... İp de bu noktada kopuyor filmde. Sokakta isyan, devrim ruhu sürerken, kendi samimi küçük evlerinde kendi tutkularını, düşlerini ve suçlarını yaşayan üç kişiler. Sokağın ve dönemin ruhunu taşıyorlar fakat bunu kendi yarattıkları küçük oyunlarda, cinsellikte ve filmlerde buluyorlar. Theo ve Isabelle devrimci bir ruha sahipler; özgürlüklerini ve yaşam tarzlarını hiçbir diktatörün ya da yönetimin eline bırakmamaları gerektiğini düşünüyorlar. Amerikalı arkadaşları Matthew ile birlikte evde kaldıkları sure boyunca devrimi, düzeni ve sistemi tartışıyorlar. Fakat bu özgürlükçü ruhları farklı eylemlerle ve yakınlaşmalarla dışa vuruluyor. Öncelikle izlerken çoğu insanı rahatsız edebilecek düzeyde bir tensel yakınlık var Isabella ve Theo arasında. Her akşam çıplak olarak beraber uyuyup, sabah ve bütün günlerini yine beraber geçiriyorlar. Sanki birbirlerinin karşı cinsleri gibi hissediyor ve davranıyorlar. Aynı insan fakat farklı cinsler… Aralarındaki bu aşamadıkları görünmez bağ hem Matthew’a hem izleyicilere çok güzel şekilde gösterilmiş. Yargılıyoruz çünkü bu ensestvari bir ilişki diye düşünüyoruz filmin başında. Filmin ortalarına doğru Theo’nun Matthew’a anne karnında birlikte aylarca çıplak kaldıklarını ve şimdi de bunu yapmalarından başka doğal ne olabileceğini anlatırken sorguluyoruz. İnsanların ve toplumun cinsel baskılarından tamamen arındıklarını görüyoruz. Bakıldığı zaman bazı toplumlarda az bazılarında daha şiddetli olmak üzere neredeyse her toplumun bir cinsel tabusu, görüşü ya da baskısı vardır. Cinsellik kadar doğal bir dürtü en ufak bir şekil değiştirme yoluna girse “suçlu” kavramı ortaya çıkar. Fakat düşündüğümüzde anne karnında aylarca çıplak olarak yatan ikizlerin bunu 20 yıl sonra yapamayacağını düşündüren nedir? Her insan belli bir toplumda ve belli bir kültürün parçası olarak doğar ve büyür. Bu yetiştiriliş tarzları farklılık gösterebilir fakat her toplumda olan ve düşüncelerimize yerleştirilen bazı tabular vardır, ensest ilişkiler gibi. Ensestliğin ne olduğunu sorgulamayız, araştırmayız ama insanları yadırgama hakkını doğuştan kendimizde görürüz. İşte tam da bu yüzden Isabelle ve Theo arasındaki tensel yakınlığının masumiyetinin farkına varmayıp etik değerlerimizle acımasızca eleştiririz. Öte yandan 68 kuşağının isyanları, devrimleri ve şiddeti karşısında evde kendi bireyselliklerini keşfeden üç insan görmemiz, gerçek masumiyetin bu olduğunu anlamamızı sağlıyor. Sokaklarda özgürlüğü elinden alınan insanlar birbirleriyle savaşırken; Matthew, Isabelle ve Theo birbirlerine sarılıyorlar. Fakat kimse evde masumca birbirlerine zarar vermeden düşlerini, hayallerini ve cinselliklerini paylaşan bu üç insana verdiği tepkiyi, dışarda birbirleriyle savaşan insanlara vermiyor ne yazık ki. Bu 68’lerin Fransa’sında da böyle, günümüzde de. Gerçek savaş ve suç, birbirlerini seven insanlarda değil, zarar veren insanlarda aranmalıdır. Bertolucci de filmde en çok buna değinmiş.Öte yandan, evde 3 kişinin günlük yaşantısına baktığımızda komün bir yaşam görüyoruz. Bu apaçık ortada değil, çünkü Isabelle ve Theo dönemin burjuvazi dediğimiz kesimindeler; ev anne babalarının evi, Paris’in güzel evlerinden... Fakat Amerikalı Matthew’un eve gelmesiyle birlikte, her konuda bir paylaşım söz konusu. Aç kaldıkları zaman bir muzu üç parçaya ayırıp yiyorlar, küvete üç kişi giriyorlar, birbirlerinin düşlerini ve suçlarını paylaşıyorlar. Kendilerini sokaktaki savaşın içinde görüyorlar, özgürlük için mücadele ettiklerini düşünüyorlar. Fakat bunu o kadar pasif bir direniş ile gerçekleştiriyorlar ki günler sonra pencereden dışarı bakıp sokaktaki vahşeti gördüklerinde, direnişe katılma, yıkma, parçalama ve savaşma güdüleri ortaya çıkıyor. İşte o noktada Matthew’un onların savaşının silahla değil sevgiyle olduğunu söyleyip Isabelle ve Theo’yu uyarması filmin kilit noktalarından bir tanesi. Politik ve siyasi düşünceleri, yaşam tarzları ne olursa olsun hiçbir insan devrim ruhunu şiddetle kazanmamalı. Özgürlük isteniyorsa, devrim sadece sokaklarda değil kişinin öncelikle kendisinde gerçekleşmeli ve bu ruh sevgiyle büyümeli, şiddetle, molotof kokteyleriyle ya da silahlarla değil. Ne yazık ki, tam da bu noktada Matthew ile ikizlerin yolları ayrılıyor. Matthew kendi düşüncesinin ve insancıllığının izinde giderken, Isabelle ve Theo ise kargaşanın tam ortasına, devrim ruhuna şiddetle gidiyorlar. Amerikan- Fransız kültür ayrımını da bu sonla net bir çizgiyle görüyoruz. Fransa gibi derin birikimlere ve yaşanmışlıklara sahip bir ülke, kendi insanlarını her konuda tutkulu ve mücadeleci yapıyor, mantıksız gözükse bile. Oysa Matthew bir Amerikalı olarak mantığının izinden şaşmıyor ve bu kültür çatışmasına son verip ikizlerden ayrılıyor. Filmin böyle bir sonla kapanması ise bize farklı kültürlerden gelen insanların, birbirleriyle çok şey paylaşmış olmasına ragmen bazı kritik noktalarda ayrılmayı tercih etmeleridir. Sevgi, arkadaşlık, aşk ya da cinsellik h er insanın doğasında vardır; bu duygular sonuna kadar paylaşılabilir fakat konu savaş ya da devrim gibi bir ciddiyete bürünürse sevgilerini paylaşan insanların savaştığına şahit bile olabiliriz.
233
Korkuyu Beklemenin Telaşı Korkularıdır insanlara şekil veren, onlara nerede ne zaman ne yapmalarını ya da ne yapmamalarını fısıldayan. Kitapta uzaydan gelen vahşi bir canlı küçük bir kasabaya musallat olup şehrin küçük çocuklarını avlıyor. Hem de bilin bakalım nasıl? Evet, tabiki de küçük çocukların korkularını kullanarak. Örneğin filmin ilk dakikalarında küçük Georgie’nin, evlerindeki bodrum katına inmesini izliyor, o minik hayal gücüyle nesneleri her yorumlayışında biz de bunu yaşıyor ve geriliyoruz. Kapıdan yavaş yavaş süzülüşü, merdiven korkuluğuna elini uzatmasındaki tedirginliği ve raftaki iki adet ampülden yansıyan ışığı karanlıkta onu bekleyen yaratığın gözlerine benzetmesi işte tüm bunlar bizlere hiç de yabancı gelmiyor değil mi? Çünkü, bu korkuları bizim de daha dün gibi yaşadığımızı hatırlıyor ve anlamlandırıyoruz bu anları kendi anılarımızla. İşte bu anda korku ustası Stephen King’in bizleri çocukluk korkularımızla buluşturacağının farkına varıyor, kitaptaki vahşi varlığın insanları kendi karanlık dünyasına çekeceğini hissediyoruz. Başkalarını korkutmaya çalışan ve korkutanların kendileri daha çok korkarlar ve korktukça, korkularını yenmek için daha çok korkutmaya çalışırlar. Bu korku kısırdöngüsü böylece sürer. Gerçekten yürekli olanlar, ne başkalarını korkutmaya çalışır, ne kendileri korkarlar. Aziz Nesin O’dur korkulan ve korkutan ya da korkutamamaktan korkan. Ona O diyoruz çünkü görmek istediğimizi ifade ediyor bu kavram, korkularımızı ancak böyle geniş ve istediğimiz gibi şekillendirebileceğimiz bir terime sığdırabilirdik. Değil mi? O’nun sebebi bilinmez ama insanların korkularıyla beslendiğinden olacak ki, O her insanın en korkunç gerçeğine dönüşür. Sömürür insanların ruhlarını ve beslenir onlarla kurutup bitirene kadar, öğrendikten sonra insanların en derin korkularını. Neredeyse mükemmel bir döngü değil mi? Adeta şu an içerisinde çırpınıp durduğumuz sistem gibidir O’nun yaşamı. O, öğrenir insanların korkularını adeta ilk iktidarın insanların ihtiyaçlarını öğrenip devletin gerekliliğinden bahsetmeleri gibi. Sonrasında insanların korkularına bürünür ve kullanır bunu hayatta bir gün daha tutunabilmek adına adeta devletin insanları bir sistem içine yerleştirip onlara itaat ettirtmesi ve varlığına devam edebilmesi gibi. İnsanların korkularını ete kemiğe büründürür O ve böylece ele geçirir kurbanların ruhunu kurutup bitirene kadar, hayatımızın baharında atıldığımız ve yaşlanana kadar her gün ama her gün devam ettiğimiz, huzur ve kalite dolu bir hayata ulaşabilmek için feda ettiğimiz upuzun bir ömür gibi değil de nedir bu söyleyin bana. O’nun içerisinde ne görmek isterseniz görebileceğiniz mükemmel bir kurgusu vardır ama bakmak ve görmek farklı şeyler değil midir neticesinde? Eğer iyi bir gözlemci iseniz anlayabilirsiniz metinlerin ardında gösterilen cevheri, hayata dışarıdan bir pencereden bakmayı. Olay da bu değil midir zaten küçüklüğümüzden beri aldığımız o yıllar boyu süren eğitimlerin amacı, kutunun dışından bakabilmek. Görebilmek olayların ardında yatan gerçekleri ve ilişkilendirebilmek doğrularımızla. İşte O’nun anlatmak istediği tüm mesele de bu, eğer bunu katabiliyorsanız bir bireye, o birey toplumda parlamaya başlamaz mı? Takip edilmez mi kitlelerce? Söyleyin bana. Eğer durum böyle olursa yenilmez mi O’lar ve niceleri? Yenilirler tabiki de ve bu parıldayan bireylerin ışığında kaybolmaya mahkum kalırlar. Sanki başka çareleri varmış gibi? Keşke daha çok bu kurtarıcılara sahip olabilsek kendilerini ve etrafındakileri aydınlatabilen, bizi daha iyi geleceklere taşıyan. Yanı başımızdaki O’lardan korunmak için, şu an ve ilelebet geleceğimiz için. Yenebilsek insanlığın en derinliklerinde yatan bencillik ve açgözlülüğü, döndürebilsek bunları aydınlığa. Söyleyin bana, yaşamaya mecbur olur muyduk bu kaosun egemen olduğu karanlık dünyada O’larla birlikte? Ne yazık ki göremiyoruz geleceğin aslında bizim yarattığımız bir kavram olduğunu içini bizim doldurduğumuzu. İşte bu yüzden O’lar kazanıyor ve sanıyorum ki biz bir şeyler yapmadıkça, bir şeylerin farkına varmadıkça kazanmaya da devam edecekler. Hüseyin Kaan YAVUZ
234
Sena Altun 21200633 Gönenç TUZCU TURK 102-24 28.10.2014 1 Sena Altun 21200633 Gönenç TUZCU TURK 102-24 28.10.2014 HAYALİN PEŞİNDE Simyacı, Brezilyalı yazar Paulo Coelho’nun bir solukta büyük bir keyif ile okuduğum olağanüstü bir eseridir. Kitap, gördüğü üst üste düşlerin içindeki bir hazine uğruna İspanya’dan Mısır’a kadar giden Endülüslü bir çobanın yolculuğunu ve hayat hikayesini anlatmaktadır. Aslında bu yolculuk çoban için sadece bir yolculuk değildir. Bu serüven, genç çobana hayalinin peşinden gitmesinin öneminin yanısıra, ona hayatı daha yakından öğretecek, işaretlerin aslında insanoğlu için ne kadar kıymetli olduğunu gösterecek ve insanın her şeyden önce yüreğinin sesini dinleyerek, yüreğiyle barışması gerektiğini benimsetecektir. Kitabın ana konusu mutluluk ve hedef üzerinedir. Mutluluk ve hedef kavramları birçok insan için kendilerinden uzak gibi gözükse de aslında biz insanlar için oldukça yakındır. Sadece bizler onları görmeyi çoğu zaman seçmeyiz. Çünkü büyük mucizelerin yani birçok hedefin olmayacağına baştan inanırız. Hayatta hiçbir insan gördüğü bir düş üzerine, binlerce kilometrelik bir çölü geçmeyi göze almaz ya da gördüğü bir rüya için harekete geçmez. Çünkü yolun sonunda bir hazine olduğuna baştan inanmaz. Çoğu zaferle sonlanacak başarı böylece elimizden kaçar gider. Ancak her şey önce inanmakla başlar. Tıpkı genç çoban Santiago’nun inandığı gibi. Bana göre kitabın inanma ile alakalı olan kısmı, bu kitabı olağanüstü yapan şeydir. 2 Sena Altun 21200633 Gönenç TUZCU TURK 102-24 28.10.2014 İnsan inanmaya başladığı zaman, olumlu şeyler de hemen arkasından gelir. Evren, inanan bir insan için bütün kartlarını açık oynar. Kitabın belki de büyük bir kısmı tam olarak bunu anlatmaktadır.Gördüğü düş sonrası genç çobanın bir çingene ve ardından kralla karşılaşması, ardından iş yapmayan bir billuriye tüccarının yanında işe başladıktan sonra, çölü geçmek için lazım olan parayı toplamak için, tüccarın iş yapmaya başlaması, ve o çöl yolculuğunda tanıştığı simyacı… Bütün bunlar inanmış bir çobanın hayalinin peşinden gitmesi için verilmiş bir işarettir. Kitabın içinde geçen diğer bir tema ise, her insanın kendi kişisel menkıbesini gerçekleştirmek üzere dünyaya geldiğidir. Benim fikrim tıpkı kitapta olduğu gibi, insan kaderini kendisi şekillendirir. Yaptığı tüm yanlış ve doğru seçimler insanın kaderidir. Önceden yazılmış herhangi bir şey değildir bu. Çünkü bizi biz yapan yanlışlarımız ve onlardan öğrendiğimiz doğrulardır. Bizler, kaderin var olmadığını veya bizler için olumsuz bir şey olduğunu düşünsek de aslında tek yapmamız gereken yüreğimizin sesini dinlememizdir. Asıl kaderimiz tam burada başlar. Çünkü kader dediğimiz şey kitapta da geçtiği gibi “ değiştirilecek bir gelecek olduğu zaman ortaya çıkar.” Kitapta işlenen asıl tema da budur. Fakat, çevremizdeki birçok insanın düşünce yapısı buna ters düşmektedir. Pek çok insan, çevresindeki insanların düşüncelerini birebir kendi hayatlarına uygularlar. Daha doğrusu pek çok insan çevresindeki insanlara aynı düşünce yapısını aşılamaya çalışır. Demek istediğim şey, yaygınlaşmış ‘herkes için doğru olan hayat kurallarıdır’. Bizlere küçüklüğümüzden, olgunluğumuz kadar hep iyi bir okul okumamız,iyi bir meslek edinmemiz ve iyi bir evlilik yapmamız gibi şeyler söylenir. Fakat, bu iyi kavramı kime göre iyi? Çoğu insan bu kısmı sorgulamaz. Aynı yazarın kitap içinde de söylediği gibi : “İnsan her zaman aynı insanları görürse, bunları yaşamının bir parçası saymaya başlar. İyi, ama bu kişiler de bu nedenle, 3 Sena Altun 21200633 Gönenç TUZCU TURK 102-24 28.10.2014 yaşamımızı değiştirmeye kalkışırlar. Bizi görmek istedikleri gibi değilsek hoşnut olmazlar,canları sıkılır. Çünkü, efendim, herkes bizim nasıl yaşamamız gerektiğine elifi elifine bildiğine inanır. Ne var ki, hiç kimse kendisinin kendi hayatını nasıl yaşaması gerektiğini kesinlikle bilmez.” İnsanlar sürekli hayaller kurarlar ve hedefler koyarlar. Aslında aradığımız mutlulukta tamamen bunlar üzerine kuruludur. Çünkü, ulaştığımız hedef bizi mutluluğa götüren şeydir. Mesela, ben üniversite sınavı senesi başladığında,Bilkent’i kazanacağım diye kendime keskin ve kararlı bir hedef koymuştum. Sonuçların açıklandığı gün, bunu gerçekleştirmiş olmanın tarifsiz duygusunu edindim. Benim için, hayatta satın alabileceğim veya bir başkasının bana verebileceği bir şey hayalimi gerçekleştirmiş olmamın yerini alamaz. Çünkü, küçüklüğümden beri benim için hayat hedef, hayal,başarı ve bunların getirdiği mutluluktan ibarettir. Hayalinin peşinden giden ve hedefinden bir an bile kuşku duymayan genç çoban Santiago’nun hikayesi bu yüzden beni kitaba böylesine derinden bağlamıştır. 4
235
Arda Beşirbellioğlu SINIRSIZLIĞIN SONUÇLARI Tecrit edilmek, toplumdan izole edilmek demektir. En azından Aharon Appelfeld’in, Ruhun Kuytusunda isimli romanı üzerine yazı yazarken ben bu anlamda kullanacağım. Bu yazıyı yazmadan önce yazarın hayatını araştırdım biraz. Yazıma ışık olacak birkaç bilgi vermem gerekiyor yazarla ilgili. Aharon Appelfield, dokuz yaşındayken toplama kampına götürülen, annesi öldürülen bir yazar. O kampta biraz kaldıktan sonra kaçıyor ve ormana sığınıyor. Üç yıl saklandıktan sonra Rus Ordusu tarafından bulunuyor ve aşçı olarak orduda göreve başlıyor. Bu nedenle de yazar, tecrit şartlarının, izole olmanın insanın ruhsal yapısında açtığı yaraları ve insandaki değişimleri çok iyi bilen bir yazar. Kitapta da bunu gördüm ben. Daha doğrusu, yazarın düşüncelerini okuduktan sonra kitabın kurgusu kafamda daha yerli yerine oturdu. Artık başlayabilirim. Toplumun olmadığı kapalı bir alanda yalnız kaldığımızda üzerimizden bir ağırlığın da eksildiğini hissederiz. Öyle ki, insanlar bir an önce evlerine gitsinler diye koyulmuş gibidir sanki kurallar. En azından ben, eğer bir arkadaşımda falan kalırsam, ertesi sabah erkenden uyanıp odama kaçarım. Rahat edemem başka yerlerde, odam, sığınağım gibi, kendimi en rahat hissettiğim yerdir. Kimse sizi izlemiyorken rahat rahat burnunuzu karıştırmak gibi bir konfordan bahsetmiyorum, bakışlardan, incelenmekten, gözlenmekten korur bizi odalarımız. Gad ve Amalia kardeşler, onlara Amcalarından kalan mezarlık bekçiliği işini yapmak ve hastalıklardan kaçmak için kulübelerine gittiklerinde bir tecrit hayatına gittiklerini bilmiyorlardı. Kısa süren tatlılık zamanla kabusa dönmüştü. Yani, izole olmanın ve beraberinde gelen kötü şartların insan doğasına olumsuz bir etkisi olduğu yadsınamazdı. Çünkü bizi medeniyete bağlayan şey, sınırlarımızdır da; o sınırlar ortadan kalkarsa eski değerlerimizi de kaybederiz ve sınırsızlığın çıldırtıcı etkisi ruhumuzu el geçirmeye başlar. Bunu, ceza almayacağı ve kimsenin araştırmayacağı taahhüt edilen birisinin cinayet işleme biçiminde sergileyeceği yaratıcılığı düşünerek anlayabiliriz. İzole olmanın başka bir etkisi, sizin sizden başka dostunuz ve kurtarıcınız olmadığını fark etmenizdir. Bu nedenle insan kendi ayakları üzerinde durmak zorunda hisseder kendisini ve bir anda, insana has en ilkel hal -hayatta kalmak için yaşamak- vücuda gelir. Uçak kazalarından sonra ıssız bir ormanda kalan kişilerin çaresiz kalınca insan cesedi yemeleri gibi bir ilkelliktir bu. İnsan doğasından sıyrılır, hayvanlaşırsınız. Çünkü medeniyet bir sınırlanmışlıktır, eğer sınırlanmasaydık sokaklara tuvaletimizi yapabilirdik ve her yeri pislik götürürdü, oysa bir sınır koyup mahremiyet düzeyinde ele aldığımızda, tuvalet alışkanlığımız bir anda ne kadar medeni olduğumuzun bir göstergesi olur. Hasılı, medeni bir yaşam için sınırlar şarttır. Sınırların niteliği tartışması ayrı bir konu, bu yazıda bilmemiz gereken bir sınırın olması gerektiği. Şunu da eklemeden geçmek istemiyorum, sınırların kalkmasının tek iyi sonucu, insanı safsatalardan arındırmasıdır, bunu da Gad ile Amalia’nın eskisi gibi dua etmek istememelerinden çıkarabiliriz. Peki insanın en ilkel haline dönmesi, yani tecrit şartlarıyla ortadan kalkan sınırların kötü sonucu nedir? Zamanla aklıyla ve kalbiyle hareket eden iki insan olarak kalmanın sona ermesi ve içgüdüleriyle hareket eden iki hayvana dönüşmektir. Gad ile Amalia ensest ilişkiye girdikleri anda artık insanlıktan çıkmışlar ve içgüdüleriyle hareket eden iki hayvana dönüşmüşlerdir. Buradan hayvanlara bir hakaret ettiğim anlaşılmasın, hayvan doğasından bahsediyorum, hayvanlaşan insan da içgüdüleri ne emrediyorsa onu yapacaktır. Dolayısıyla bir faciayı, ensest gibi bir faciayı tartışmadan önce bu olayın hangi şartlarda vuku bulduğuna bakmak, konuyla ilgili sağlıklı bir yorum yapmamız için şarttır. Toplama kamplarının tüm vahşetini, korkunçluğunu bir kenara bıraktığımız zaman, insana verdiği en büyük zararın, orada bulunan insanları insan sıfatından arındırması olduğunu söylemek zor değil. Yazarın hayatını okumasaydım, ben de herkes gibi ne edepsiz bir durum diye direkt yargılayıcı bir tutum sergileyecek, belki de kitabı elimden fırlatacaktım. Oysa ortada iki insanın işlediği bir suç değil, tecrit denen işkenceyi icat eden insanlığın sebep olduğu bir felaket vardır. Bunu da görmek ve tarihi öyle yorumlamak gerekir.
236
ĞRU YANLIŞ VE SINIRLARIMIZ DO ışı ı ğ ğ Hayatta çok defa seçim yapmak zorunda kalm zdr. Gidece imiz üniversite, edinece imiz arkadaşlar, evle(cid:374)e(cid:272)eği(cid:373)iz kişi... Bu(cid:374)ları ı ı ışı n her biri için, hayatmzda muhakkak ki bize k tutan insanlar ol(cid:373)uştur . Ki(cid:373)isi ile ay(cid:374)ıevi paylaştı ı ı k kimisi ile ayn derslere girdik ve kim bilir kimisi ile de ayn kalbi paylaştı ı ı ı ığı ı ğ k. Hayatmzn ilerisi içinse kendimizi insanlardan soyutlamad mz müddetçe bu rehberli in ı ı ı ı ı ı ı olmas kaçnlmaz olacaktr. Hatta kendi öz fikirlerimizi gütme kaygsn en derinlerimizde hissetsek dahi, ğ ı ı ı daha önceleri etkilendi imiz insanlarn etkisini kaybetmek pek imkanl olmasa gerek. Bu gibi konularn ı ı ı ı ı ı ı ı ı ı ı ı ı yannda bazen belli snrlar da belirlemek lazm kafamzda. Bu snrlarn bazs öylesine güçlüdür ki fsldar ı ı ği(cid:373)iz o kişi(cid:374)i(cid:374) ki(cid:373) olduğ ı kulaklarmza biz dedi unu aslnda. ı ı ı ı ı ı ı ı ı ı ğ ğ Nedir kastm bu snrlardan peki? Javier Cercas'n Snrn Yasalar adl kitabnda da de indi i gibi ı ıza e(cid:374) çok etkisi ola(cid:374) şey şüphesiz ya(cid:374)lış ve doğ ı ı ı ı bunlardan biri ve belki de hayatm ru arasndaki snrdr ı ı ış ve doğ ı ı ı ğ bizler için. Kafamzda olan her ne varsa aslnda yanl ru kavramlarn nasl kurdu umuza göre şekille(cid:374)ir. Bazı ı ı ğ ışı s vardr ki dini emir ve yasaklar belirler onun için do ruyu da yanl da. Kimisi ise içinde yaşadığı toplumda neye ne deniyorsa onu tasdik eder. Ne kadar avam gözükse de bu tür insanlar kim bilir (cid:271)izler de (cid:271)ir üyesiyizdir (cid:271)u gru(cid:271)u(cid:374). Zira ki(cid:373) içi(cid:374)de yaşadığı ığıgörüşü(cid:374)ü toplumdan tamamen soyutland ortaya atabilir ki korkusuzca? ı ı ıge(cid:272)e gü(cid:374)düz döve(cid:374) (cid:271)ir ko(cid:272)a düşü(cid:374)eli(cid:373) ğ Karsn . Ne de kötü bir portre öyle de il mi hele ki ı(cid:374)a hiz(cid:373)et et(cid:373)ekte(cid:374) (cid:271)aşka (cid:271)ir suçu yoksa (cid:271)u kadı ğı ı ı kocas nca zn? Bu durum bizde acma duygusu ı ı ı ı ı ı ış (cid:271)iri(cid:374)i(cid:374) rahatlığı ı uyandryorken neden kocasnn gözlerinde hakkn alm okunuyor? Bunun cevab onun ğ ı(cid:374)da. Düşü(cid:374)(cid:272)e dü(cid:374)ya(cid:373)ı ı ı ı ı çocuklu unda gizli asl zn mimarlar o güzel insanlar, anne babalarmz da hata ı ı ıgerçekte(cid:374) çok kötü (cid:271)ir düşü(cid:374)(cid:272)e yapı ı ı ı ı yapyor bazen, hatta bazs snda olabiliyor. Karsn döven bir ı ğ (cid:271)u düşü(cid:374)(cid:272)e ı ı ı ığı ı babann çocu una da bakacak olursak yapsnn gizliden gizliye programland n söylemek ış ol(cid:373)aya(cid:272)aktı ı ış ol(cid:373)akta(cid:374) zannediyorum ki yanl r. Bu programlanma sonucunda da o çocukta artk yanl ı ı ı ı ı ı ı çkyor bu olay ve o da uyguluyor bunu karsna ve çocuklarna belki de misliyle. Kimileri de vardr ki srf ı ğ ükte(cid:374) so(cid:374)ra yok olup hiç(cid:271)ir şeyi(cid:374) hakkı ı ğıdüşü(cid:374)(cid:272)esi(cid:374)de ol(cid:373)ası inançsz oldu u ve öld nn sorulmayaca ndan sade(cid:272)e ke(cid:374)disi(cid:374)i düşü(cid:374)ür, keyfi(cid:374)(cid:272)e yaşar ve (cid:271)elki de seri katil olup çı ı ı ı ğ kverir. Ksacas onlar do ru veya ışı ığı ısavu(cid:374)urlar ve (cid:271)u(cid:374)a göre yaşarlar. İşi(cid:374) trajik ı ı yanl n var olmad n omik yanysa kendilerine yaplan ı ı ı ışı ği(cid:373) (cid:271)irçok çeşit (cid:271)elirleyi(cid:272)i faktör vardı ğ hakszlklar hemen ifade etmeye çal rlar. Demek istedi r do ru ve ış arası ı ı ı ı ı ı ı ği(cid:373)iz o kişiyi ta(cid:374)ı yanl ndaki snrlarmz belirleyen ve bunlardr aslnda biz dedi mlayan. ı ı ı ğu(cid:374)u göre(cid:374)i(cid:373)iz de ol(cid:373)uştur el(cid:271)ette. Javier Cer(cid:272)as da (cid:271)u(cid:374)a Bu snrlarn bazen çok incde oldu ı ğ ışı ğı ı(cid:374)e olarak (cid:271)elirleyişi(cid:373)izde dikkat çekiyor kitabnda. Bunun sebebi bir yandan do ru ve yanl n kayna n ğ ı ı ığı ğ gizliyken bir yandan da irademizi ne ölçüde kontrol edebildi imizle ilgilidir. Hrszl n kötü oldu una ıkişi dara düştüğ ı ı ı ğı ı inanabilir birisi ama ayn ünde kim verebilir ki onun hrszlk yapmayaca nn garantisini. Buradaki çelişki gi(cid:271)i görü(cid:374)e(cid:374) olayı ı(cid:374) ke(cid:374)di içerisi(cid:374)de çok kar(cid:373)aşı n temel sebebi belki de her insan k bir ı ı ır. Bir ya(cid:374)da(cid:374) duygular, hisler (cid:271)ir ya(cid:374)da(cid:374) karşılaştığı ı yapda olmasd mz olaylar ,öteki taraftaysa pre(cid:374)sipleri(cid:373)iz. Birçok (cid:271)ili(cid:374)(cid:373)eye(cid:374)de(cid:374) oluşa(cid:374) (cid:271)ir de(cid:374)kle(cid:373) gi(cid:271)iyiz hepi(cid:373)iz adeta. Bir (cid:271)ilgisayar ı ı ı ı programndan da farkmz biraz da bu aslnda. Onlar sorgulamaz çünkü dediklerimizi, ne dersek yaparlar ğ ılar o(cid:374)lar zira kar(cid:373)aşaya düş(cid:373)ezler (cid:271)izi(cid:373) gi(cid:271)i ve (cid:271)iz de e er ki gerekli komut geldiyse. Bir yönden avantajl ğ ış arası ı ı ı ı ı do ru yanl ndaki snrlarmz bu denli koruyabilsek hayat çok daha güzel olurdu belki de. ı ı ı ız ol(cid:373)uştur. Bu(cid:374)u(cid:374)la (cid:271)irlikte (cid:271)azı ı ı Sonuç olarak hayatmzda birçok tercih zamanm snrlar da ğ ış arası ı ı mevcuttur zihnimizde ve bunlardan belki de en önemlisidir do ru ve yanl ndaki snr. Kimimizde bu ı ı ıdi(cid:374) seçer ki(cid:373)i(cid:373)izde toplu(cid:373), ki(cid:373)i(cid:373)izde ke(cid:374)di içi(cid:374)de (cid:271)ir şekilde oluş(cid:373)uştur ve ki(cid:373)i(cid:373)iz içi(cid:374)se snrlar ı ı ı gereksiz bir konudur her ne kadar iç dünyasnn derinliklerinde böyle olmasa da. Ayrca öyle zamanlar ı ı ı ı ğ ı ı ı ı ı(cid:271)ir şekilde ve (cid:271)öyle za(cid:373)a(cid:374)larda da vardr ki bu snrlarn ne kadar ince oldu unun da farkna varrz ackl ı ı ğ insan bu snrlara dikkat etmelidir. Kim bilir buna dikkat edersek güzel bir dünyay merhaba diyece iz.
237
Deniz YILMAZ KAYBOLANLARIN DİLİ OLSA Bu hayatta elimizden usulca kayıp giden hatıraların, kalbimizde koskocaman bir yer edinen insanların, bizi biz yapan özelliklerimizin sayesinde şekillen kişiliğimizin yerini yeni anılar, yeni insanlar, yeni huylar doldurabilir mi? Yoksa tüm bunlar sonu kapanmaz yaralarla, umutsuzluklarla sona eren bir kaybediş hikayesinin birer parçaları mı? Kaybettiğimiz ve onlarsız bir yaşama boyun eğdiğimiz bunca şey hiç beklemediğimiz bir anda karşımıza çıkabilir mi? Gelin beraber kaybolanların ve bulunanların rehberimiz olacağı bir yolculuğa çıkalım. Bir de onların ağzından dinleyelim umutsuzlukların, kırgınlıkların, sevinçlerin, yarım kalmışlıkların, yepyeni başlangıçların hikayelerini. Kaybetmek ve bulmak, umutsuzluğa kapılmak ve umuda tutunmak, yarım kalmak ve geçmişi geride bırakıp yepyeni başlangıçlara baş koymak… Tüm bunlar bizim sadece adı geçen, belli bir bedene bürünemeyen karakterler olduğumuz hayat oyunun ana karakterleri aslında. Ne kadar reddetsek de bu gerçeği hayat, kukla misali elinde oynattığı insanların sözünü dinleyecek değil ya. Bu yolculuğa neden çıkmak istedim, neden sizi de davet ettim emin olun bilmiyorum. Bunca zaman içime attığım tüm kırgınlıklarımı, dışa vurmayı çok sevmediğim sevinçlerimi, yarım kalmışlıklarımı anlatma gereği hissettim sanırsam. Elimden kayıp giden, ilk şiirimi yazdığımda duyduğum heyecanımın, bisikletten düşüp kolumu kırdığımda hissettiğim acıdan çok duyduğum şaşkınlığımın, okula başladığım günkü sevincimin ilk günkü tazeliğiyle beni sarıp sarmalamasıydı belki nedeni. Anneleriyle babaları kavga ettiklerinde duydukları üzüntülerini, bir zamanlar onlara yukarıdan bakan insanların ilk günkü acımasızlıklarıyla rüyalarına girip ter içinde uyanmalarına sebep olduğu o geceleri benimle paylaşmaktan çekinmeyen bir zamanlar diğer yarım olarak gördüğüm dostlarımın bir film şeridi gibi gözümün önünden geçmesiydi belki de. Bir zamanlar beni ben yapan şimdi ise yok olmaya yüz tutmuş huylarımın, alışkanlıklarımın usulca omzuma dokunup varlıklarını hissetmeleriydi belki kim bilir. Şimdi sizden gözlerinizi kapamanızı ve ilk kez masmavi bir denizin sonsuzluğunda sürüklenirken bir süreliğine de olsa ruhunuzu saran boş vermişliği, son söz söylenene kadar, son ana kadar yanından ayrılmadığınız annenizi, bir çıkış kapısı bulamadığınızda ellerine teslim olduğunuz umutsuzluk duygusunu, en yakın arkadaşınıza duyduğunuz kırgınlıklarınızı gömdüğünüz o yerden çıkarmanızı istiyorum. Biliyorum düşe kalka sarmaya çalıştığınız yaraları tekrar açmak acı verecek ancak hayat dediğimiz bazılarını yüceltirken, bazılarını cansız bir nesne gibi gerektiğinde un ufak eden o sonsuz karanlık işte bu kadar nankör ve acımasız. Eminim birçok acının ruhunuzdan parçalar koparmasına, umutsuzlukların, kırgınlıkların sizi karanlığın ellerine teslim etmesine ve sizi nefessiz bırakmasına izin verdiniz bu küçük isteğimi yerine getirirken. Bir an için Melisa Kesmez ‘in Bazen Bahar’ındaki ana karaktere, o yalnız, yaraları yavaş yavaş iyileşen kadına, dönüşüverdiniz. Eski bir telefon kulübesinden geçmişinize baktınız, onsuz yapamayacağınızı tanıştığınız ilk günden anladığınız o insanla yaptığınız o uzun mu uzun konuşmaları duydunuz. Bir vapur yolculuğu sayesinde kavuştuğunuz ancak kısa bir süre sonra tekrar ayrılacağınızı bildiğiniz, kendinizden daha fazla önemsediğiniz, size kattıklarının her şey için çok geç kaldığınızı anladığınız zaman farkına vardığınız annenizin gözyaşlarına son kez dokundunuz, son kez sımsıkı sarıldınız ona. Gözünüzden küçücük bir damla gözyaşı döküldü belki. O gözyaşı son kez de olsa kavuştuğunuz o insan için döktüğünüz, mutluluğunuzu yansıttığınız bir gözyaşıydı belki de tanıştığınız ilk günden beri hayatınızdaki siyah beyazı bıkmadan silmeye çalışan arkadaşlarınızı sonsuzluğa uğurlarken dökülen acılar bütünüydü. O insanların elinizden son kez kayıp gitmesine izin verdikten sonra kaybettiğiniz birbirinden değerli unutulmaz anıyı elinize aldınız tahminimce. Bunlar nelerdi? İlk arkadaşınızı ailenize heyecanlı bir şekilde, yüzünüzde silinmeyeceğine emin olduğunuz bir gülümsemeyle anlatmanız mıydı yoksa değer verdiğiniz birinin siz daha farkına varamadan depderin bir uykuya daldığını anladığınızda hayatın adil olmadığına kanaat getirmeniz miydi? Sadece siz bilebilirdiniz onları. Zihninizde tekrar oynattınız onları. Gülerek geçirdiğiniz onca dakikayı, ağzınızdan istemeden çıkan o sözleri, mutsuzluğun ve umutsuzluğun etkisinden kutulamadığınız o günleri başa sardınız adeta bir şarkıyı başa sarar gibi. Dibini göremediğiniz bir boşluğa düştüğünüzü hissettiniz belki de. Soğuk ve karanlık… Anlam veremediğiniz bir şey sizi oradan oraya savuruyordu. En son bir daha anlamsız bir şekilde peşinden koşmayacağınıza dair kendinize söz verdiğiniz alışkanlıklarınızı ve geride bıraktığınız huylarınıza titreyen ellerle dokundunuz. Acı verdi onlara dokunmak belki de. Onlardı sizi size anlatan eşsiz parçalar. Eminim onlardan biri de masumiyetinizdi, hayat sizi dizlerinizin üzerine düşürdüğü zaman kaybetmiştiniz onu. Onlar eski sizdiniz, böyle demiştiniz kendinize uzun zaman önce. Bunu söyleyen siz miydiniz yoksa Bazen Bahar’daki acılarla boğuşan o kadın mıydı emin olamadınız bir süre. İşte, tekrar dönüşmüştünüz o yalnız kadına. Kaybolanların ve bulunanların bize rehberlik ettiği bu eşsiz yolculuğun sonuna yaklaşırken üzerinizde bir iz bıraktığımı ümit ediyorum. Belki acıların kucağına attım sizi, belki yaralarınızı açtım, kim bilir belki de sevinçle donattım ruhunuzu bulunanları hatırlatarak ancak emin olun bu hayat daha fazlasını yapmaya hazır. Kukla gibi oynatıldığımız bu hayat oyununda hangimiz kaybedişlere, umutsuzluklara, kırgınlıklara, sevinçlere boyun eğmeyip ana karaktere dönüştü ki… KAYNAKÇA Kesmez,M. (2015). Bazen Bahar. İstanbul: Sel Yayıncılık
238
Nil Eren Gökdelen’in Gölgesi Altında Melih Ergen’in yeni eseri ‘Varuna’nın Bin Gözü’ oldukça zor takip edilebilen bir eser. Birinci bölümü boğulmadan geçebilme şansına erişmişseniz eğer ikinci bölüm biraz daha az acımasızca hırpalıyor sizi. Bir ara yazarın kitabı okunsun diye yazmadığını bile düşünebilirsiniz. Zaten yazar birinci bölümün sağ üst köşesine Maurice Blanchot’un sözlerini iliştirmiş korkmamanız için. ‘Okunsun diye yazılan her şey anlamsızdır.’ diye uyarıyor sizi pradoksun filozofu Maurice Blanchot birinci bölümün sağ üst köşesinden. Bir ara acaba yanlış mı yaptım bu kitabı seçmekle demekten kendimi alamıyorum. Sonra kapılıyor zihnim bu hiç karşılaşmadığım, bir tür beyin jimnastiğine benzeyen anlatım biçimine. Bir kentten bahis ediyor yazar, gölgesi bir karabasan gibi üstüne çöken bir gökdelenin inşa edildiği, insanlarının hayatlarını heyula gibi yaşadığı bir kent . Gölgesinin bile insanların kendileri olmalarını engellediği bir gökdelen bu ve insanlar hep başkası kılığında kentte rüyada dolaşır gibi dolaşıyorlar .Yazar bunun nedenini gökdelenin kentin tek ve mutlak aklı omasına bağlıyor. Tek doğru, tek kural, tek buyruk... ‘Babil Kulesi’nden esinlenerek inşa edilen gökdelen...’ diyince yazar, kafamda şekillenmeye başlıyor bu gökdelenin gölgesinin bile neden kentteki insanları çıldırttığı. Böyle olmamış mıydı, yaklaşık 2500 yıl önce, Babil’in ünlü kulesini inşa ederlerken de zaten. O zaman da insanlar çıldırmıştı. Kule onları da çıldırtmıştı. İşte 2500 yıl sonra yine Tanrının göğüne yeni bir yapma Tanrı yerleştiriyorduk yine. Yalnız kendine inananları koruyan , hep kendine benzeyen insanlar üreten, kendi doğrusu tek doğru olan bir bilinç ‘Gerçekten kimim ben?’ sorusunu sordurtmayan ya da sormamak için bizim yarattığımız bir gerçeklik, bir bilinç. Çalışmanın, bir işi olmanın zorunlu olduğu; delirmek demenin çalışma isteğini yitirmek demek olduğu; bütün hayatların ‘tek tip’ kılınmaya çalışıldığı, her şeyin en büyüğünü yapmak istemenin takıntı olduğu ve bunun dışında bir gerçek tanımayan bir bilinç. Teknolojinin insanları birbirinden ayıran, hayattan bezdiren, zihinleri durmadan meşgul ettirerek kendilerini bulmalarını engelleyen karanlık gölgesi zifiri karanlığı çöktürmüştü kentin üzerine. İşte sadece bize yol gösterecek tek Varuna kalmıştı. Bu, Hint mitolojisine göre, sadece akşamları gözleri olan yıldızlarla görebilen Tanrı, her yaptığımızı biliyor, görebiliyordu. ‘Kimim ben?’ sorusuna ancak Varuna’nın gözleriyle bakabilirsek kendimize cevap bulabilirdik ve bu sorunun cevabı bizi tek kurtarabilecek şeydi bu karabasan gibi rüyadan. Yazar bu soruya cevap bulmak için bence romanı adeta okuyucu ile birlikte yazıyor. Her sayfadaki bazen birkaç cümleyi içinde barındıran parantezlerle romanı okuyucu, kahraman ve yazarla etkileşimli bir bilgisayar oyununa dönüştürüyor. Kitabın son bölümümde de okuyucunun, yazarın ve kahramanın aslında aynı kişi olduğunu kanıtlamaya çalışıyor. Romanda birçok paradoks var. Bunladan biri de Varuna’nın anlayışına sahip olsak bile aradığımız huzuru bulamayacağımız. Yazar romanın bu amaçla son bölümlerinden birine bir aşk hikayesi sığdırmayı da başarıyor okuyucuyu memnun etmek için. Çünkü aşk her okurun beklediği bir tema romanda yazara göre. Kanıtlamaya çalışıyor kurtuluşun olmadığını. İlk önce bilindik bir aşk hikayesi: Onunla aynı işte çalışan arkadaşının tanıştırdığı bir kadınla tanışıyor ve sonra karısı ve çocuğunun annesi oluyor bu kadın. Varlığını reddettiğine kendini inandırdığı Tanrı bu sefer de karısının kılığında eziyet etmeye başlıyor kendisine. Kadının yaratma gücüne takılıyor kafası. ‘Yaratan ben olmalıydım.’ diye kederleniyor bu defa da.Mahmut sonunda bu bölümde dünyada hiçbir zaman huzurun bulunamayacağını en açık biçimde okuyucuyla paylaşıyor. Dağların, ovaların üzerinden uçarak Varuna’nın yani bir Tanrının gördüğü gibi görebilse bile evreni aşağıdaki uçamayan, kan ter içinde zamanla boğuşan insanların kederlerinin onu huzurundan edeceğini söylüyor ısrarla. Roman birçok sorunun beni avlamak için beklediği derin bir orman gibi ve zamanla tekrar tekrar okunduğunda birçok yeni kavram ile boğuşturacak beni. Şimdilik bende çağrıştırdıkları bunlar. Kafama neden Gökdelen’in zamanı üçe ayırdığı ve Gökdelen’den gelen çan seslerinin anı birdenbire değiştirdiği sorusu takıldı uzun süre ama bunun cevabını henüz bulabilmiş değilim. Zaten yazarın istediğinin de bu olduğunu artık tahmin edebiliyorum. Siz de ikinci bölümü geçebilirseniz eğer yazarın okurunu zorlamayı sevdiğini anlayabilirsiniz. Her bölümde hala okumaya devam edip etmediğimi kontrol ediyor parantez içindeki yorumlarıyla. Romanı okurken sanki kitabı beraber yazıyordum yazarla. Benimle konuşuyor, ne düşünebileceğimi hesaplıyor ve ona göre birkaç alternatif sunuyordu bana ve bazen her alternatifi de hayata geçiriyordu. Melih Ergen’in kitabı bir tür bağımlılık yaratıyor bu daha önceden görmediğim yazı türüne. Sanki benim ne düşündüğüm şekillendiriyor romanı ve sonunda kendisi de inandırmaya çalışıyor: kahramanın, okuyucunun ve yazarın aynı kişi olduğuna beni. Kitap okunması zor, bazen bir paragraf sürebilen cümleler ile dolu ve karmaşık bir biçimde yazılmış fakat beynimi tuhaf bir biçimde çalıştırdığını hissettim okurken ve Melih Egen’i en sevdiğim yazarlar listesine ekliyorum bu kitabı bitirdikten sonra. Kaynakça: VARUNA’NIN BİN GÖZÜ Melih Ergen Yapı Kredi Yayınları, 2016 Resim: Babil Kulesi Pieter Brueghel (baba) 1563 Viyana Sanat Tarihi Müzesi, Viyana.
239
Emrehan Nalbantoğlu 21400330 SAVAŞIN İKİ YÜZÜ Savaş, bu dünyada acı gerçeği tanıma ve ondan ders çıkarma adına en kuvvetli ama bir o kadar da acı verici olgulardan biri. Bugün, ne yazık ki, kendi ülkemizde de bunu görme şanssızlığına ulaşmış durumdayız. Henüz tam anlamıyla sıcağı sıcağına yaşamamış olsak da savaşı, hem kendi tarihimizden hem de dünya tarihinden, bunun ne kadar yürek burkan sonuçlara vardığını hepimiz biliyoruz. Ivana Bordrozic’in yazmış olduğu Hiçbir Yer Oteli kitabında da savaş olgusunun doğurduğu acı durumlardan biri en içten ve samimi duygularla anlatılmış. Babalarını kaybeden çekirdek bir ailenin yaşam mücadelesini anlatan kitabın gerçekleri, bugün hala günyüzünde diyebiliriz ve Türkiye’nin sınır komşusu Suriye’nin çektiği acıları buna örnek olarak göstermek mümkün. Sıcağı sıcağına yaşamamış olsam da savaşı, doğurdu acıları ve dökülen gözyaşlarının tatsız ıstırabını tahmin edebiliyorum. Sınır komşumuz Suriye’deki iç savaş olsun, ülkemizin başkentindeki patlama olsun -bu patlama hala tazeliğini koruyor benim aklımda- bizi, savaşın gerçeklerine yavaş yavaş alıştırıyormuş gibi geliyor. Bu ay içinde gerçekleşen patlamada ben de olaya yakın bir yerde bulunuyordum ve patlamanın olduğu taraftan gelen insanların yüzündeki korkuyu kelimelerle tarif etmenin mümkün olmadığını düşünüyorum. Bir de bu durumun sokaklarımızda her gün yaşanma ihtimalinin olduğunu düşündüğümüzde savaşın acımasız ve çirkin yüzünün, insanları psikolojik olarak nasıl etkileyeceğini fark etmek hiç de zor değil. İşte bu şartlar altında yaşayan yüz binlerce insan var dünyada ve birey olarak elimizden gelen ise onlara üzülmekten başka bir şey değil. Onların yaşadığı bu acıyı azaltmak adına bir şey yapamazken bizim de o çukura sürükleniyor olmamız gerçeği belki daha da acı bir durum. Savaşın acı tadına artık aşina olan sınır komşumuz olan devletlerden, o savaşın bize zaman zaman sıçrıyor olması ve anaların döktüğü gözyaşlarının sadece onlara mahsus kalması ise açıklaması güç başka bir gerçek. Ateş düştüğü yeri yakar... Her şeye rağmen acısını dindirmeyi başarıp umudunu kaybetmeyen insanlar da var elbet. Savaşın tüm zorluklarına göğüs gerip ona karşı durabilenler. Yeni ve temiz bir gelecek için bombalarla savaşmak yerine, kendilerine parlak bir gelecek hazırlamayı amaç edinenler. Hiçbir Yer Oteli’nde de anlatılan o çekirdek aile gibi savaşın acı verici gerçeklerini sindirip doğru zamanı bekleyip gelecekleri için savaşanlar. Günümüzde bunu görmek de mümkün elbet. Ülkemizde, burada barınan ve vatanlarına dönmeyi hayal eden milyonlarca Suriyeli mevcut. Belki hepsi bu amaç uğruna didinmiyorlar ancak birçok Suriye vatandaşının, bizim ülkemizde canla başla çalışıp öncelikle buradaki yeni hayatlarını düzene sokmaya çalıştığını gözlemlemek mümkün, daha sonraki hedefleri de, kuşkusuz, ülkelerine içleri rahat bir şekilde geri dönebilmek. Özellikle Ankara’da, başkentte, çalışan ve didinen bu Suriyelilerin en önemli amacının, dönmeyi büyük bir sabırla bekledikleri anavatanlarına dolu dolu ve burada bir şeyleri başarmış olmanın verdiği özgüvenle gitmek olduğu apaçık ortada. Savaşın acı verici olduğu yadsınamaz bir gerçek fakat savaştan ders çıkaran böyle insanların var olduğu gerçeği de savaşın yeni kapılar açtığına olumlu bir kanıt. Bugün var olan bütün milletler savaşın çirkin yüzüyle çoktan tanışmış durumdalar. Dünya savaşları, iç savaşlar ve daha nice savaşlar, insanlara bunun ne kadar sevimsiz olduğunu çoktan kanıtlamış vaziyette. Ancak savaşın, literatürden tamamen silinme durumunun olmadığı da ayrı bir gerçek. Böyle bir vaziyetin içindeyken yapılacak olan şeylerden biri, savaşı olabildiğince azaltmaya çalışmak ve dökülen gözyaşlarının, verilen şehitlerin acısını tekrar yaşamamayı ummak. Bir diğer şey ise olası bir savaş durumunda bütün güçlüklere göğüs gerip hayatımıza olabildiğince güçlü ve emin adımlarla devam etmek. Hayal gibi görünse de bugün bu durum, gerçekleştirmek ne kadar zor olsa da, insanların savaş ortamından uzak ve barış içinde yaşadığı günleri beklemek, kayıtsız kalmaktan daha pozitif bir tutum. KAYNAKÇA Kitaplar: Bodrozic, Ivana. Hiçbir Yer Oteli, 1. baskı. İstanbul: Aylak Adam Yayınları, 2015. Fotoğraflar: Coşkun Aral - OM Yayınevi'nden çıkan Sözün Bittiği Yer adlı kitaptan alınmıştır.
240
MUTLULUĞUN FORMÜLÜ Hayatta herkes mutlu olma derdinde bu aralar hiç fark ettiniz mi? Ev alayım, araba alayım, üniversiteye gireyim, sevgili yapayım, evleneyim ve daha türlü türlü istekler… Mutlu olmak istiyor olabiliriz, her zaman yüzümüz gülsün, günümüz iyi geçsin, izlediğimiz bir dizinin yeni bir bölümü yayınlansın ya da beklenmedik bir anda bir mesaj alayım gibi küçük hayallerle başlar mutlu olma isteğimiz. Fakat kimse anlamaz bunu sağlayacak biri varsa onun da kendimiz olduğunu. Başlığımın ‘’Mutluluğun Formülü’’ olması hayatta nasıl mutlu olmamız gerektiğini bulduğum anlamına gelmiyor maalesef. Bu olası formülde X’li Y’li değişkenler de yok merak etmeyin. Sizinle Wilhelm Genazino’nun Mutsuzluk Zamanlarında Mutluluk kitabına kendimi neden yakın gördüğümü ve insanın neden ve nasıl mutlu olabileceği hakkında edindiğim görüşleri paylaşmak istiyorum. İki yıl önce yaşadığım bazı olaylardan sonra ruhen ve zihnen toparlanamadığımı düşünüyorum. Sürekli etrafımda gezen karabulutlarla birlikte melankolik ve depresif bir havaya bürünmüştüm. Buna bir de üniversite sınavı eklenince işin içinden çıkamaz oldum. Bütün bu üzgün zamanlara geri dönüp baktığımda artık gülüyor olmamın bir sebebi var: zaman. Zaman her şeyin ilacıdır derler. Buna ben de inanmamıştım ama şimdi görüyorum ki zaman gerçekten de insanların bazı şeylerin unutulmasına yardım ediyor. Bu duruma ana karakter Gerhard’ın, eşi Traudel’le olan ilişkilerindeki sorunları çözmek için sürekli olarak geçmişe dönüp bir takım dersler çıkarması örnek gösterilebilir. Bu durum çoğu insan için böyledir, insan yaşadığı her olayı bir tecrübe olarak algılar ve mutlu olmak için bu tecrübelerini kullanmak ister. Ben de ne zaman üzülsem 2014’teki mutlu anılarımı hatırlar ve iyi hissetmeye başlarım. Böylelikle zaman sadece geçmişten aldığımız tecrübeler değil, geleceğimizi daha doğru kararlar alarak güzelleştirmeye yarar. Ancak o zaman mutluluğa bir adım daha yaklaşmış oluruz. Geçen yıllarda sinirlerimin sürekli bozulduğu ve üzgün olduğum günlerin artması sonucunda arkadaşlarım tarafından tedavi görmem gerektiği esprilerini çoğalmıştı. Kitabın sonlarında Gerhald Warlich kendi ve çevresindekilerin iyiliğini düşünerek psikiyatri merkezine gider. Bu durum yapıtta önemli bir dönüm noktası olmuş, Gerhald’ın yaşadığı zorlukları yenmek için gösterdiği azmi ona yakın hissetmemi sağlamıştır. Bunun yanı sıra depresyon gibi insan sağlığını tehdit edebilecek ruhsal sorunların önemini göstermiştir. Tıpkı benim hayatımda da olduğu gibi sürekli geçmiş yaşantısındaki olaylara özlem duyan bir karaktere ısınmam çok zor olmadı. Kitapta bu durum odak figürün karşılaştığı olaylarda hissettiği duyguları sürekli geçmişteki yaşantısı üzerinden anlatmasıyla görülür. ‘’Ama birdenbire ölü annemle babamı da özlemem şaşırttı beni. Annemle babam uzun yıllar önce öldü ve onların hayatta olmalarını çok uzun zamandan beri o dakikadaki kadar şiddetle arzulamamıştım.’’(sf. 149 ). Tabi ki bu durum geçmişinden kaçıp geleceğe yeni bir sayfa açmak isteyenler için çok uygun gözükmeyebilir. Şu anda çevrenizdeki arkadaşlarımız, bizlere yardım etmek için hazırlar. Sıkıntılı günlerimizde ve zor zamanlarımızda etrafımızda olan arkadaşlarımızın uğruna mutlu olmalıyız. Bir söz vardır belki bilirsiniz: ‘’gerçek dostlar yıldızlar gibidir, karanlık çökünce ortaya çıkarlar’’. Bunun doğru olup olmadığına ancak siz karar verebilirsiniz ve girişte de değindiğim üzere mutlu olmanın anahtarı sizde ve önemli olan bu anahtarı kullanmanız. Mutluluk kelimesi her insan için farklı bir şey çağrıştırabilir. Bana kalırsa yüzümün asık olmadığı her an mutluyumdur. Mutluluğun formülünü bulamasam da en azından mutsuz olmamanın formülünü bulduğumu söyleyebilirim: Etrafındaki insanların değeri onları kaybettikten sonra anlaşılıyor, bu yüzden onlarla olabildiğince birlikte olun. Onlar sizin iyiliğinizi sizden daha çok isteyecektir, onlar sizi asık suratlı görünce yüzünüzün gülmesini isteyecektir, onlar ki sizin mutsuzluk zamanlarında mutluluk hissetmenizi sağlayacaktır. Kaan Güner Alkan 21600279
241
Gizem Ayşe Koçak 21301412 İlk Görüşte Aşk Her tanışma yeni bir başlangıçtır... Bu başlangıç bazen bizi bindiğimiz trenden indirip, tamamen farklı bir yöne giden trene bindirecek kadar etkiler. Elini sıkalı henüz bir kaç dakika olmasına rağmen, bu yeni insan size aslında hayatınızda hep varolmuş hissi bırakır. Hatta bu insan sizi yıllardır tanıyan dostlarınızdan, yakınlarınızdan daha iyi tanırmışçasına sizinle sohbet ediyorsa, büyüsüne kapılmamak elinizde değildir. Aranızda kendiliğinden oluşan bağ bu kişinin sesiyle, gülüşüyle, yüzündeki ifadelerle de birleşince içinizden sorarsınız O’na , daha önce neredeydin ? Bu etkileyici şey ilk görüşte aşk mı yoksa kimyasal bir patlama mı ? Ya da yeryüzünde birbirlerini arayan ruhların buluşması mı? İşte, Gün Doğmadan (Before Sunrise) bu sorulara en güzel cevap niteliğinde, kalbimize dokunan bir yapıt. Beş yıl önce tesadüf eseri karşıma çıkan ve üzerine bir kaç kez daha izlediğim bu film, aşkın, hem tanışmadan önce hem de tanıştıktan sonra varolduğuyla ilgili kusursuz bir senaryoya sahip. Celine Fransız bir genç kızdır. Budapeşte- Viyana treninde tesadüfen Jesse adında Amerikalı bir gençle tanışır ve birlikte yemek yerler. Trende yedikleri yemekte, yaptıkları hoş sohbet ilk göürşte aşkın başlangıcıdır. Jesse, Celine’e ertesi gün uçağa binene kadar kendisine Viyana sokaklarında eşlik etmesini teklif eder. Böylece hayatlarını derinden etkileyecek maceralarının ilk adımını atmış olurlar. Yol ayrımı geldiğinde her güzel başlandıcın kötü bir sonu olduğu gerçeği yüzümüze çarpar ancak Jesse Celine’e veda edip yola çıktıktan on beş saniye sonra geri döner ve kendisiyle gelmesini yineler. Hatta gelmezse bundan on yıl sonra aklına geldiğinde kendisiyle gelmediği için pişmanlık duyabileceğini şakaya karışık bir yolla vurgular. İsmini bile bilmediği birine yapılacak en ilginç teklif olabilir belki de. Ancak iş olacağına varır. Trenden birlikte indikten sonra birbirlerinin isimlerini öğrenirler. Film boyunca da kullanmazlar. 1 Gizem Ayşe Koçak 21301412 On dört saat boyunca geçirecekleri bu vakitte birbirlerinin hayatlarını, olaylara bakış açılarını hatta yaşlarının getirdikleri bir takım zorlukları paylaşırlar. Bunları izlerken aslında ne kadar büyük bir risk aldıklarını düşünmeden edemedim. Paylaştıkları şey sadece bu on dört saat içinde de kalabilir, ya da daha sonra birbirleriyle iletişime geçip devamında hayatlarını birbirlerine göre düzenlemeye de bilirler. Kumar oynamak gibi diğer bir deyişle. Filmin afişine baktığımızda ise yönetmenin de dediği gibi “hayatınızın en romanik anları sadece bir gece sürebilir mi ?”... Belki de bu müthiş uyum içerisinde olan ikilinin atacağı son zarlara bağlıydı gelecekte olacaklar.. Film boyunca karakterler arasındaki diyaloglar öylesine dolu ki üzerine saatlerce konuşulacak şeyler çıkarabiliriz.Aynı zamanda bu iki insanın kültürleri arasındaki farklılıkların bir bağ ile nasıl ortadan kalktığına da tanıklık ederiz. Hafif serseri Jesse ve dengeli, korunaklı Celine...Aşk, tamamen bir sürpriz olarak karşınıza çıkıp geldiğinde içinizi içinizden duyan biri olduğunu anlarsınız. Doğru zamanı, doğru yeri bizlere sorgulatmadan önce; tanışmanın bir anlık, uyumlu kimliklerin her zaman olduğunu gösteriyor film. Kişilerden uzak, yalnızca ikilinin arasında aşkı sorgulayan diyalogların geçmesi, gel-gitler ve geçirdikleri eğlenceli vakit bizleri içine hikayenin sürüklüyor. Bu iki gencin hissettiği bağ bir yandan onları geleceksiz bir güne bağlarken, diğer yandan hep birlikte olma sorumluluğundan uzak tutar. Ancak ikisi de içten içe yarını yaşamak isterler... Sonuç olarak, aşk bitecekse de yaşanmalıdır. Eğer çılgınlık yapıyorsan, sonunda mantıklı olmaya gerek yok! Aşk gerçektir, eğer trenden inerseniz. Trenden inmek aşk, yeniden trene binmek ayrılıktır.Geri kalan hayatlarını merak ederek geçirmek yerine,o anı yaşamayı tercih eden cesur iki insanın bu çılgınlıklarla dolu hikayesi “Gün Doğmadan”ı izlemenizi öneririm. 2
242
Furkan Yılmaz Sarı Çantalı Çocuk İlber Ortaylı Türklerin Tarihi adlı kitabında beni eski bir zamanların Orta Asya’sından alıp savaşlar, kargaşalar, zaferler, mutluluklar ve üzüntülerle birlikte şu anda yaşadığım Anadolu’ya kadar getirdi. Kitabın son satırını da okuduktan hemen sonra içimde kitabın ilk sayfasına geri dönme isteği oluştu. Her şeyin nasıl başladığını hatırlamak istiyordum belki ilk okuyuşumda fark edemediğim bir şeyi fark edebilirdim. Hani arada eski günleri hatırlarız, bir ah çekeriz, “Ne günlerdi ama!” deriz ya işte ben de böle bir şey yakalamak için göz gezdiriyordum. O anda gözüme şu söz takıldı: “Türkiye1, bir göçle, bir fetihle, sonradan yerleşmeyle vatanını en geç kuran ülkelerin arasında yer alır.” (19). Evet aradığım şeyi bulmuştum. Bu tarih kitabı bir yolculuğu anlatıyordu. Yolcuların nereye doğru gittiklerini bilmediği, Mısır ve Suriye arzularıyla başlayıp Anadolu’ya gelinen (16), babadan oğula bir miras gibi taşınmış bir yolculuğu. Koca yolculukta bir sürü nesil geçmişti; ama ben kitabımı okurken nesilleri unutmuş, odaklanamamıştım ve sanki sadece bir adamın hikayesini okurmuş gibi okumuştum. Sanki bir kavmi, milleti değil de bir adamın yolculukta başına ne geldiğini anlatan bir kitaptı. Bir biyografi gibi de değildi. İçinde bir insanın hayatına sığmayacak kadar fazla ve çeşitli duygu barındırıyordu. Baş kahramanın adı da Türk’tü. Türk yolculuğunun sonunda Anadolu topraklarına gelmişti ve vatanım demişti. Vatan demenin şartı neydi ama çözememiştim. Sadece yolculuktaki son durak olduğu için vatanım demiş olamazdı. Yolculuğun bittiği nasıl anlayabilirdi ki bir bakmışız yine yeni bir yolculuğa başlamışızdır. İşte burada ilköğretim öğretmenimin bana sorduğu o soru aklıma geldi: “Furkan doğduğun yer mi, doyduğun yer mi?” Tüm sınıfın içinden bilerek beni seçiyordu, bunu biliyorum. Çünkü ben Türkiye’de doğmamıştım. Basit bir gurbetçi aile geçmişim vardı. Zamanında işsizlerdi ve Almanya’ya gurbete gitmişlerdi. Dedim ya yolculuklarımızın nerede bittiğini anlayamayız diye. Benim yolculuğum sanki bitmemişti. Öğretmenim de bilerek bana yöneltiyordu bu soruyu ve ben öğretmenime cevap vermeliydim; ama veremiyordum. Doğduğum yer olmadığını biliyordum; ama doyduğum yer demek benle vatanım arasında bir kazanç ilişkisi kuruyordu. Oysa vatanım istenerek söylenmeliydi. Bir insan sadece bir yerle arasında kazanç ilişkisi var diye vatanım dememeliydi. Eğer bu sözcüğü kullanacaksa bunu hislerine bırakmalıydı. Tüm bunlara rağmen öğretmenime cevap olarak doyduğum yer diyordum. Hislerimden yoksun bir cümle, ne yazık. Oysa vatan hislerimin doğduğu yerdi. Anılarımın şekillendiği, sevgiyi ilk hissettiğim, ilk gözyaşı döktüğüm, ilk defa ailemin benim için mücadele ettiğini anladığım yerdi. Evimin olduğu yerdi. Bu yüzden ne doğduğum yer ne de doyduğum yerdi. Vatan benim için küçüklük anılarımdaydı. Ailem hiç doğduğum yerde bir olamamıştı, hep birimiz eksikti ve ben orada özlemin en haşmetlisini iliklerime kadar hissettim. O duygu bana anne, baba ve kardeş sevgisini öğretti. O zamanlar anaokuluna gidiyordum ve öğretmenlerimle aynı dili bile konuşamıyordum. Bana hep iyi davranıyorlar, yardım etmek istiyorlardı; ama ne yaparsın, sözcükler olmayınca insan çaresiz kalıyor. Bir anaokulu çocuğu olarak rakamları bilmemem gerekiyordu. Ben de bilmiyordum ama iki hariç. Çünkü saat iki olduğu zaman annem geliyordu. O geldiğindeyse öğretmenlerimle konuşabiliyordum. Benim dediklerimi çeviriyordu, benim kahramanım gibiydi adeta. Dertlerime derman oluyordu. Sabahlarıysa sarı bir çantam vardı onun içine kahvaltılıklarımı koyardı ve uzun bir merdivenden aşağıya inerdik. İşte o anda yukarda duran abimin çektiği bir fotoğraf var. Sarı çantalı, oldukça esmer, hafif çekik gözlü bir çocuk etrafı buğulu camlardan küplerle kaplı bir demir kapının 1 Burada Türkiye denilince günümüzün devleti anlaşılmamalıdır. Türkiye kelimesi diğer uluslar tarafından Anadolu’yu betimlemek için sıkça tarih metinlerinde kullanılmıştır. yanında yukarıya doğru gülüyor. Sadece ailesi onu sokağın karşısındaki anaokuluna götürecek; ama o çocuk için bu yol, dil zorlukları çektiği için ürkütücü, birinin doğum günüsü vardır ve pasta yerim diye mutluluklarla dolu, belki bugün beden eğitimi yaparız diye umutlarla dolu bir yürüyüş. Sadece beş dakika sürse de onun için zaman sanki yavaşlıyordu. Kapının önüne gelindiğinde ise hemen içeri girilip o pencerenin önüne geçme vaktiydi onun için. O pencereden ailesinin eve dönüşünü görebiliyor çünkü. O evini anaokuluna girdiği anda özlüyor. Kendisini oraya ait değil, annesinin yanına ait hissediyordu. Onun anıları onu tek seçeneğe itmişti. Kendisini anlayan, kendi dilini konuşan insanların yanına. Kendi aile üyelerinin hep birlikte olduğu, birinin eksik olmadığı ortama. Eğer oradaysa hissediyordu ki vatanındaydı, evindeydi. Kaynakça İlber, Ortaylı. Türklerin Tarihi. İstanbul: Timaş Yayınları, 2015. Baskı
243
Zeynep Deniz Gülden 21601266 ALDATMADIN ALDANDIN Berrak tertemiz suyu olan duru bir nehir ve bu nehrin üstünde bir köprü düşünün. O nehir sizsiniz. Berrak suyunuz sizin duygularınız ve köprünüz de insanların duygularınız üzerinden geçtiği yol olsun. Fark ettiyseniz geçtikleri diyorum çünkü kimse sizin duygularınıza balıklama atlayamaz. Sadece kıyısından geçer ve siz ona huzur veren bir ses de dinletebilirsiniz ya da acınızla çağlayabilirsiniz. Yahut hiç kimse gürleyerek çağlayan bir nehirden sağ çıkamaz. Hiç köprünüzden geçerken, üstünüze kayalar fırlatıp suyunuzu çağlatan oldu mu? O duruluğu bozan akışınızı bir sürelik durdurup sonrasında acıdan sizi gürleten? Olduysa bilirsiniz ki o nehir aynı berraklığıyla akmayacaktır o insana ve o köprünün tahtaları gevşemiştir. Tekrar gelmek isterse, o tahtalardan düşüp kendi attığı sivri kayalara çarpacaktır. Farkındaysanız kendi attığı sivri kayalar diyorum çünkü aslında siz berraktınız ve o berraklığı sivri kayalarıyla bulanıklaştıran siz değilsiniz. İkili ilişkiler de aynı bu şekildedir. İhanet, sivri kayaları beraberinde getirir ve berrak olan tertemiz duygularınızı bulanıklaştırır. Bulanık bir suda önünüzü göremezsiniz ve kimse önünü göremediği bir suda yüzmek istemez. Tıpkı artık güvenemediğiniz bir insanla sonunuzu göremediğinizden artık onunla yürümek istemeyeceğiniz gibi. Ben bu kitabın ana kahramanını aşk, tutku ve ihanet olarak yorumluyorum. Ana kahramanı duygular olan bir kitap. Kendinizden bir nokta bulabileceğiniz, köprünüzün tahtalarını gözden geçireceğiniz bir süreç diyelim. Köprüden yanlış insanlar geçse de, her ne kadar sivri kayalarıyla size zedeleseler de siz nehirliğinizden bir şey kaybediyor musunuz? Siz yine sizsiniz. Sadece güveniniz zedeleniyor o kayalarla, haliyle yaralanıyorsunuz da. Lakin her yara sarılır her ne kadar iz bıraksa da. Hatta üstünden zaman geçtikten sonra o izlere baktıkça bir savaştan güçlü çıkıp hayatta kalmış olmanın mutluluğunu yaşarsınız. O izler sizin hayata ne kadar tutunduğunuzu, size ne kadar güçlü olduğunuzu aynaya her bakışınızda hatırlatır. Siz bir gazisiniz artık. Aşkın, ihanetin, acının ve tutkunun gazisisiniz. Yenik düşmediniz. İzlerinizle barışık, geleceğe dair de umutlusunuz. Böyle bir acıdan geçmeseydiniz güçlü olduğunuzu asla fark edemeyecektiniz belki de. Şimdi yeni bir köprü inşa edeceksiniz. Bu sefer yolu daha meşakkatli olan bir köprü. Herkesin geçmeye cesaret edemeyeceği, bazılarının sadece uzaktan bakmakla yetineceği bir köprü. Aldığınız bu darba, yüzünüzdeki o çizgiler, kalbinizdeki savaştan kalma o izler karşınızdakine sizin güçlü olduğunuzu gösterecek. Bazı insanlar alışık değildir güçlü insanlara. Hayatlarında istemezler onları. Onların istediği, hükmedebilecekleri zayıf karakterlerdir. İnanın siz zaten onların hayatında olmak istemeyeceksiniz, onların karakter zayıflığı sizi yoracaktır. Bu noktada zaten artık daha az insan için üzülüyor olacaksınız. Kendi değerinizi bilin. Aşk, tutku ve gözyaşının bütünüdür diye düşünüyorum. Herkes berrak bir nehri hak etmez. Sizin aşkınız, tutkunuz bazılarına fazla gelir. Güçsüz hissettiklerinden kendilerini güçlü kılmak adına sizi güçsüzleştirmek isterler. Onlara kötü bir haberim var. Aslında sizin daha güçlü olmanızı sağladılar. Üstüne üstlük zaten az olan değerlerinden biraz daha götürdüler. Siz ne kaybettiniz? Hiçbir şey. Aksine kazandınız. Haydi! Aynanın karşısına geçin ve izlerinizle gurur duyun. Bu bahsettiğim ayna, içinizdeki nehirdir. Dönün içinize, bakın nehrinize. Artık daha güçlü akıyor. Yine temiz, yine berrak lakin köprüsü eskisinden daha kuvvetli ve herkesin geçemeyeceği bir yapıda. Baktınız mı nehrinize? Şimdi tekrar tebrik edin kendinizi. Siz bir savaştan hatta ve hatta bir patlamadan sağ çıktınız. İçinizde bombalar patladı fakat ateşi sizi köreltmedi sizi olgunlaştırdı. O’ Farrell Maggie, Yapı Kredi Yayınları, 2016
244
Asil Doğaner Tıkınmak mı Ziyafet mi? Yaklaşık iki hafta kadar önce İlhan Berk'in “Şifalı Otlar Kitabı” adlı deneme eserini okuma fırsatım oldu. Şair kimliğiyle bildiğim ve çok severek okuduğum Berk, bu eserinde maydanozdan elmaya, naneden ısırgan otuna değin pek çok bitki hakkında o leziz Türkçesiyle açıklamalarda bulunuyor. Hangi bitkinin neye iyi geldiğinden tutun da bu bitkilerin tarihteki ve edebiyattaki yerlerine kadar faydalı pek çok bilginin bulunduğu bu kitap, bana bugün şehirlerde yaşayan modern insanlar olarak ne kadar berbat bir biçimde beslendiğimizi hatırlattı. Yani doğanın bizlere hiçbir çıkar beklemeden sunduğu o doğal besinlerin yerini bugün genetiği değiştirilmiş gıdalar ve "fast food" kültürü almış durumda. Kitabın nefis bir dille yazılmış olması bile mide bulantımı önleyemedi. Bu yazıda kitabın bende uyandırdığı hisler bağlamında beslenme alışkanlıklarımız hakkında birkaç kelam da ben etmek istedim. Modern insanlar olarak yaşadığımız hayatın büyük bir kurmaca olduğunu düşünüyorum ben. Kariyer, trafik, banka kredisi, “özel günler!”, bitmek bilmeyen gündelik siyasi tartışmalar derken insanlıktan çıkıyoruz. İnsan ruhunun inceliklerine yaraşır işlerle meşgul olamıyoruz. Giriştiğimiz işlerin pek çoğu yüzeysel oluyor biz fark edemesek de. Halbuki bizler doğadan geldik, doğanın rahminden çıkageldik. Ancak adına modernite dediğimiz bu yaşam biçiminin içinde geldiğimiz yeri çabuk unutuverdik, yani doğayı yadsıdık. Kültür ve doğa arasındaki diyalektik çatışma kapsamında kültürü tercih ettik, ancak kültürü inşa eden temel unsurun doğa olduğunu unuttuk. Bu durumu, yani doğanın reddini gündelik hayatın pek çok evresinde görebiliyoruz. Artık çocuklar topraklarda oynamıyor, ağaçtan düşmüyorlar. Yüzmeyi derelerde değil, çaylarda değil; lüks otellerin güvenlikli havuzlarına öğreniyorlar. Kavgaları bile sahici değil. Video oyunlarında dövüşüyorlar birbirleriyle. Bu yapaylığın kendini en belirgin bir biçimde gösterdiği alanların başında da beslenme geliyor. İnsanın bedeni değil, özü önemlidir bana göre. Yediğimiz içtiğimiz şeylerde de özü hiç düşünmüyoruz, hiç ilk nedene bakmıyoruz. İlk neden derken kast ettiğim işte Berk'in kitabında ele aldığı şifalı bitkiler... Şifalı derken metafizik bir boyuttan bahsetmiyorum. Demek istediğim dalından koparılan bir elmanın tadını, içinde bir dünya katkı maddesi bulunan ve arsızca “Bu meşrubatın içinde en az %15 elma suyu vardır.” ibaresi yer alan elma sularına bıraktık. Elma suyu işte, neden %100 elma suyu değil de %15 elma suyu? Geri kalan %85 ne ola ki? İşte bu %85 bizim doğadan kopuşumuzun, içinde yaşadığımız modernite denen durumun neden olduğu yapaylık. Doğadan kopuş derken de ilk insanlar gibi mağarada yaşayalım, günübirlik avlanalım gibi bir tez sunmuyorum. Ancak yiyip içtiklerimize biraz daha dikkat edebilirsek, fast food denilen zehirli beslenme biçiminden vazgeçebilirsek özümüze kavuşabiliriz kanısındayım. Yapmamız gereken biraz yavaşlamak ve tükettiğimiz besinlerle birlikte hayatın tadını biraz daha sakince çıkarmak olmalı. Yapmamız gereken tek şey yavaşlamak... Bünyemizin ve ruhumuzun kaldıramayacağı yüklerin altına girmeden sade bir hayat sürmek olmalı yapılması gereken. Zira insan onuru, tıkınmaya değil ziyafet çekmeye yaraşır. Ziyafetse sağlıklı besinlerle yavaş yavaş yapılan bir aktivitedir. Toparlamam gerekirse İlhan Berk'in bitkiler hakkındaki bu enfes kitabı beni beslenme şekillerimizden yaşadığımız hayatın kaotik hallerine kadar pek çok konu hakkında düşüncelere sevk etti. Bu nedenle biraz yavaşlamak gerekir bir nanenin günbegün büyüyüşünü izlemek ve nane biçildiği zaman ortama yayılan o şahane kokuyu duyumsamak için. Tadına vararak yaşamak gerekir hayatı gerçekten hissedebilmemiz için. KAYNAKÇA Berk, İlhan, Şifalı Otlar Kitabı, Karacan Yayınları, 1982, Baskı. 2
245
Alperen Doğru HAKSIZLIĞA BAŞKALDIRI Şu sıralar hayatın karşıma çıkaracaklarını kestiremediğimden oldukça yorgunum. Yorgunum, çünkü dünümle bugünüm birbirini tutmuyor. İnsanlar değişiyor, yüzler, hisler ve duygular... Tüm bunlar yelkovanın bir hareketi ile değişirken yorgun oluşuma anlam vermişsinizdir. Daha kendimi tanımadan farklı insanları, farklı ilişkileri tanımaya çalışmaya başladım. Kendi hikayemi dinlemeden başkalarının hikayelerine tanık olmaya başladım. Bunun ardı arkası gelmedi. Üzüldüm, kırıldım ve hatta onlarla birlikte ağladım hayatın karanlık yüzüne karşı. Her daim güçlü durmaya çalıştım ancak tanık olduğum her kötü an beni daha da güçsüzleştirdi. Daha kendi anılarımı biriktirmeden annemin anılarını dinleyerek başladım hayata. Tıpkı benim gibi bir çoğunuz tanık olmuşsunuzdur eski dönemin anılarına. Çoğu karamsarlık ve hüzün içerir. Birtakım ezilmeler, gururun hiçe sayılması ve ardı arkası gelmeyen şiddetler...Gelecekte ben de çocuklarıma bu tarz karanlık anılar anlatır mıyım, bilmem. Dilerim ki buna fırsat verecek anılar biriktirmeyeyim. Geçmiş ile gelecek arasında sıkışıp kalmışken Tahar Ben Jelloun’un Annem Hakkında isimli kitabı ile tanıştım. Çaresiz bir izleyici olarak annenin yaşadıklarına tanık oldum. “Derin ve tutkulu bir sevgi olan evlat sevgisi çoğu zaman utangaçlık ve söylenmemiş sözlerle sarmalanmıştır. Annem geçmişini anlatarak, nadiren mutlu olduğu bir hayattan kurtulup özgürleşti” (Jelloun, 2016). Alzheimer olan annesi, geçmişini anlattıkça donup kalan Tahar gibi hissettim kendimi. Annenin, geçmişi hastalığından ötürü doğru hatırlayıp hatırlamadığı tartışılır. Bende bıraktığı izi asla tartışamam. Evrensel bir sorun haline gelen küçük görme, ezme ve aşağılama kavramları varlığını hala sürdürüyor. Gelgitler yaşadığım şu dönemlerde yaşananlara karşı çaresiz bir izleyici sıfatıyla bakmam oldukça can yakıcı. Çoğumuzun bu tarz anıları vardır. Ailesinden birilerinin ya da kendisinin başkalarının sömürgesi altına girmesi ve bu kalıpta acı çekmesi... Hayatın kaçınılmaz gerçeği olarak kabul ettiğimiz baskıcı topluma başkaldırmamak niye? Bizi karanlığa sürükleyen insanların kalemini kırmaktansa olanları kabullenip gelecekte yakınmak niye? Annemden duyduğum her acı hikaye bir tokat gibi vuruyor yüzüme. Aynı şeyleri sizler de yaşayın istemiyorum. Biliyorum, eskiden kadın olmak zordu. Sana verilen görevleri tamamlayıp evinde oturduğun zaman gerçek bir kadın oluyordun. Eşinin himayesi altında ezildiğin, çocukların üzülmesin diye suda taş kaynattığın zaman anne oluyordun. Ne değişti şimdi? Annemin anlattığı hikayelerin benzerini ben nasıl da anlatamayacağım çocuklarıma? Zaman ilerledikçe bireyler de, zihinleri de, algıları da değişti. Kadınlar, kadınlarımız daha gücü durmaya başladı. Peki bu güç nereden geldi? Eğitimden, Algıların değişmesinden, Kadınların, kadın olduklarını bilmesinden, Sosyal toplumun düzene binmesinden... Üstüne basa basa yazıyorum bunları. Evrensel bir sorun olduğunu kabullenip sıkıntıları örtbas etmektense, onlara başkaldırıda bulunmayı destekliyorum. Kızıyorum anneme çoğu zaman. Neden? Neden karşı çıkmadın sana yapılanlara karşı? Neden susup kalbini ellerinle parçaladın? Cevap hep aynı: öyle gerekti... Gözümüzü açtığımız her sabah işkence olmasın bize. Geçmişte yaşadığımız baskıları örtbas etmek yerine duyuralım insanlara nasıl acımasız olduklarını. Toplumumuz gün geçtikçe bunu kaldırmaya meyilli olmaya başladı. Durum böyleyken eskileri yad edip acılar içinde kıvranmak ve dinleyenleri üzmektense huzur dolu anılar ekleyelim yaşam yelpazemize. Hayat bu acılar içinde kıvranmak için fazlasıyla kısa. Geleceğe güzel yatırımlar yaparak güzelleştirebiliriz bu hayatı. Geçmişle yakınmak bir ağız dolusu laftan başka bir şey değildir. Hayatta piyon rolünden sıyrılıp içimizde barındırdığımız gücü farkedelim. Güzel günler ancak bu şekilde selamlar bizleri. Acılardan sıyrılmış, kendi benliğinde huzurlu bir şekilde yaşamanız dileğiyle... KAYNAKÇA Jelloun, T. B. (2016). Annem Hakkında. İstanbul: Kırmızı Kedi Yayınları.
246
Naz Alara Erbek TANRILAŞMIŞ HAYVANLAR: HOMOSAPİENS İnsan ırkının nasıl oluştuğu ve nasıl meydana geldiği yüzyıllar boyunca tartışma konusu olmuştur. Üzerine çeşitli teoriler yürütülmüş, araştırmalar yapılmış veya dini dogmalarla açıklanmaya çalışılmış. Öyle ya da böyle homosapiens kendini geliştirmiş bir nevi evrimleşmiş ve dünyayı yöneten en üstün tür haline gelmiş ve tanrıcılık oynamaya başlamıştır. Hayvanlardan Tanrılara-Sapiens ‘e göre sapiens insan türleri arasında en zeki ve en güçlü kısacası dünyada yaşayabilecek en gelişmiş insan türüdür. Homosapiens doğal seçilim sonucunda hayatta kalabilmiş tek insan türü olmuştur. Pekala, nasıl oldu da Homosapiens dünyayı ele geçirip adeta bir tanrı gibi yöneten güç haline gelmiştir? Esas soru ve sorun burada başlıyor. İlk çağlarda avcılık ve toplayıcılıkla yaşamını sürdüren insanlar ateşin bulunmasıyla yaşam kalitelerini arttırmışlar ardından da tarım devrimiyle ve ticaretle yeni bir döneme geçilmiştir. Yazının bulunması tarihin başlangıcı olarak kabul edilmiş ve birkaç yüzyıla insanoğlu kendini iyice geliştirmiştir. Paranın icadı, süregelen din savaşları, toprak kavgası, siyasi rejimlerin oluşumu gibi birçok faktör insanın kendini geliştirmesine katkı sağlamıştır. Fakat tüm bu olaylardan farklı öyle bir olay gerçekleşmiştir ki bu insanları tanrılaşan hayvanlara dönüştürmüştür: “Sanayi Devrimi ve Kapitalizmin Doğuşu”. Sanayi Devrimi on sekiz ve on dokuzuncu yüzyıllarda Birleşik Krallık’ ta buhar gücüyle çalışan makinelerin bulunmasıyla başlamış ve hızlıca tüm dünyaya yayılmıştır. Hepimizin senelerdir bildiği gibi, sanayi Devrimi’nin birçok olumlu sonucu olmuştur. Yaşam kalitesinin yükselmesi, nüfusun artması, bilimin ve teknolojinin hız kazanması bunlara örnektir. Fakat maalesef ki sanayi devriminin olumsuz sonuçları olumlu sonuçlarından bir hayli fazladır. Kentlere olan yoğun göç, sömürgecilik faaliyetlerinin artması ve ham madde arayışı, çocuk ve kadın işçilerin kullanılması, işçi sınıfının hor görülmesi, patron ve iş yeri sahiplerinin anormal zenginleşmesi bu olumsuz sonuçların sadece birkaçı. Tüm bu faktörler ise günümüzün en yaygın ve en tehlikeli ideolojisini oluşturdu: Kapitalizm. “ Para hem imparatorluklar kurmak hem de bilimi geliştirmek için çok önemliydi. Para bu çabaların nihai amacı mı, yoksa tehlikeli bir gereklilik miydi?”(302) diye soruyor yazar kitabın “Kapitalist İtikat” bölümünde. Para günümüz dünyasının vazgeçilmez bir parçası, hatta yaşama amacımız ve sebebimiz haline gelmiştir. Dünya ilk kurulduğunda icat bile edilmemiş para nasıl olur da insanların yaşamsal ihtiyaçlarının, sağlıklarının, huzurlarının ve mutluluklarının önüne geçebilmiştir? Cevap basit. Çünkü günümüz dünyası öyle bir sistemde kurulmuştur ki paranız olmadan yaşamsal ihtiyaçlarınızı karşılayamazsınız. Sağlık, huzur ve mutluluk ise paranız olunca satın alınabilecek şeyler olduğuna Naz Alara Erbek inandırılmıştır. Durum böyle olunca insanlar da bu sistemin bir oyuncağı olmuş, sonlarını kendileri hazırlamıştır. Tüm dünyayı saran kapitalizm rüzgarı insanları sadece para odaklı düşünmeye sevk etmiş fakat herkesin bu rüzgardan yararlanmasını da istememiştir. Emekçi sınıfı her zaman kötü ve zor koşullarda çalıştırılmış, çabalarının karşılığını alamamıştır. Tüm bu düzende para ve güç sahipleri tanrıcılık oynarken alt sınıf her zaman acı çeken grup olmuştur. Kısacası, Homosapiens dünya üzerindeki en üstün ırk ve tür olsa da kaçınılmaz arzularının ve hırslarının esiri olmuş ve onlara yenik düşmüştür. Hayatları her zaman daha fazla para ve daha fazla güç üzerine kurulu olan bu tür, modern zamanda adeta tanrılaşmış hayvanlara dönüşmüştür. Bu durumu çözebilecek olan ise gene Homosapienslerdir. Şüphesiz ki hayat paradan daha güzel öğeler içermektedir. Kaç insan mutluluğu, huzuru ve sağlığı parayla satın alabilir ki? Harari insanlık tarihini ve kendi özgür düşüncelerini güzel bir şekilde harmanlamış ve okuyucularının huzuruna sunmuştur. Kaynakça Harari,Yuval Noah. Hayvanlardan Tanrılara Sapiens. Israil, 2011.
247
MEYVE VEREN AĞACIN SONU İşinizi yeterince düzgün ve dürüst yaptığınızda zarar görebileceğinizi hiç düşündünüz mü? Aslında bakarasanız hemen hemen hiç kimse dürüstlük yerine yalancılığı seçmez. Ancak günümüzde yeni yeni dizisi de yapılmaya başlayan Taht Oyunları romanında bir insanın dürüst, doğrucu ve ne olursa olsun gerçekleri yapan biri olmasına rağmen başına gelenler, aslında dürüstlüğün ne kadar zararlı olabileceği anlatılmaktadır. Elbette dürüstlük kötüdür denilince insanın mantığına tam da uygun gelmez ve sadece fantastik romanlarda karşılaşılanan bir durum gibi gelir. Ancak bu duruma dürüst olmak diye değil de, kötü niyetli çıkarcı insanların işini düzgün yapan kişilere karşı olan saldırıları diye bakmak lazım. Bu açıdan bakıldığında ise aslında bunun sadece fantastik romanlarda olabilecek bir durumdan çok gündelik yaşamımızda bile her gün karşılaşabildiğimiz bir olay olduğunu görebiliriz. Bu tür olayları günümüzde neredeyse her yerde görebiliriz. Ancak siyaset denilince aklımıza hepimizin de aklına bir birinin ayağını kaydırmak için elinden gelen herşeyi yapan insanların oluşturduğunu getirisek çokta yanlış yapmış olmayız. Tabii bu acımasız mücadelelerin yaşandığı bir ortamda da ilk başta elenmek istenenler genellikle işlerini en iyi yapıp kimseye eyvallahı olmayan dürüst kişiler olur. İlk onların elenmek istenmesinin en büyük müsebbibi ise bu tür insanlar eğer doğru olmadığını düşündüğü bir durum ile karşılaşır ise yapan kim olursa olsun gereken yaptırımı yaparlar. Elbette bu biz normal vatandaşlar için oldukça değerli bir nitelik olsada siyaset denilen kurtlar sofrasında herhangi birinin çıkarına dokunduğun anda herşeyini elinden alırlar. Buna hayatın boyunca en ufak bile leke almamış şerefinde dahildir. Yani bir insan elinden gelen en iyi şekilde çalışıp, herkese karşı dürüst olsa dahi etrafındaki insanlar kendilerine bir zarar gelmemesi için böyle insanlara ciddi zarar verebilirler. Yani insanlara karşı dürüst olur, işinde çok iyi ve başarılı olursan bu niteliklere sahip olamayan çıkarcı kıskanç kişiler size zarar verir ve dürüstlüğün aslında insanlara çoğu zaman yarardan çok zarar getirdiğini de görürüz. Bir başka çarpıcı örnek ise yine siyasettin içinden biri olan ve bundan yaklaşık beş yüz sene evvel yaşamış olan Sokullu Mehmet Paşa’dır. Sokullu Mehmet Paşa Kanuni Sultan Süleyman da dahil olmak üzere tam üç padişaha veziri azamlık yapmıştır.Yani lafın kısası Sokullu Osmalı imparatorluğunun gördüğü en başarılı yöneticilerindendir. Tıpkı Taht Oyunları’ nda da kuzeyin başarılı lordu Ned Strark’ ın da krallın yanına getirilerek veziri yapılması gibi. Yani Ned Stark ile Sokullu aslında bakarsanız aynı kaderi yaşamışlar. Sokullu bu başarılı yıllarından sonrasında dünya tarihini kökünden değiştirecek fikirler ile bazı projeler hazırlar. Bunlardan en önemlileri ise günümüzde bile dünyanın en çok kullanılan kanalı olan Süveyş Kanal’ını açmak ve Hazar Deniz’ini Karadenize bağlanması gibi onlarca fikri uygulamaya koymaya çalışırken. Maalesef etrafındaki kişiler hasetlerinden ne yapacaklarını bilemeyip padişaha karşı Sokullu Mehmet Paşa’ yı doldurmaya başlarlar. Bunun bir çok nedeni vardır tabii; ancak bunlardan en geçerli olanı çıkarları zedelenen kıskanç insanlardır ve akabinde de padişah bu dolduruşlara gelir ve Sokullu Mehmet Paşayı öldürtür. Aynı durum fantastik romanda olarak karşımıza çıkan Ned Stark’ın da başına gelir. Dürüstlük ve doğruluktan insanların zarar görmesi maalesef dünyada çıkarcı insanlar var oldukça sürmeye devam edicektir. Sonuç olarak romanda da gerçek hayatta sıklıkla karşımıza çıkan meyve veren ağacı taşlarlar durumu oldukça güzel bir şekilde anlatılmaktadır. Tabii her nekadar bir işte başarılı olmanın ve dürüst olmanın bize zarar verebileceği gibi bir durum olsada mesele bu zorluklara karşı göğüs gerip hiç bir şeyden çekinmeden doğruları yapmak olmalıdır. Tıpkı Sokullu Mehmet Paşa ve Ned Strack’ın yaptığı gibi... Ahmet Batıkan ÜNAL
248
Mahvettik Galiba Çocuk dünyadaki en güzel varlık olarak bilinir. En azından bir çok kişi böyle söylüyor. Hastane ortamından çıkan en muhteşem şey olabilir çocuklar (zaten pek de güzel şeyler olduğu söylenemez hastanede). İlk doğduğunda elleri yüzleri buruş buruş. Gözleri belli değil. Sadece ağlayan bir nevi “çirkin” bir yaratık. Ancak ilginçtir ki o “çirkin”, hareket etmekten yoksun, sadece kulak tırmalayıcı sesler çıkartabilen varlıkla büyüdükleri zaman hareketlenecek. Annelerine, babalarına ve hatta çevrelerine mutluluk saçacaklar. Hatta klişe belki ama dünyayı onlar yönetecek. Ancak önce, bebeğin ağzından ilk ne çıkacak diye tüm aile merakla bekleyecek. Hatta ilk başta “Anne” denmesi için anne ve annenin akrabaları çocuğu sık sık görüp “Annnn- nnne” diyecekler çocuğa. Neden? Sadece ilk kelimesi “Anne” olsun diye. Aslında ne kadar saçma. Çocuk 2-3 hafta sonra zaten ufak ufak konuşmaya başlayacak. Hatta –muhtemelen- 2 ay sonra da gayet konuşabiliyor olacak. Aynı olay baba için de geçerli. Neymiş “Baba” diyecekmiş. Hatta daha da komiği var. Çocuk kelimeleri sadece söylemek için çalışırken (hani olur ya “bv” tarzı sesler) o seslerden “Anne” dediğini çıkartılır ve eğlence başlar. Anne baba bir nevi birbirine girer. Niye ilk baba dememiş ya da niye ilk anne dememiş. Birbirlerine küserler hatta bunun için. Konuşmazlar bir süre. Yataklar bile ayrılabilir. Çocuğun olduğu odada yatılır ve çocuğa alıştırma yaptırılır böylece. Daha bir sürü taktik. Büyük eğlence anlayacağınız. Bitmedi. İlk yürüme anı var daha. Çocuk zaten sürekli pratik yapıyor. Ufak ufak adım atıyor. Şimdiki merak ise acaba ilk nereye ya da kime yürüyecek. Anneye yürürse değmeyin kadıncağızın keyfine. Ya babaya yürürse? Bu defa da adamcağız havalara uçar. Anne bozulur. Niye? O karnını doyuruyormuş. Niye ona yürümemiş. Bunlar yakın zamanda başıma gelen şeyler hepsini abartsızı anlatıyorum şu an. Hatta eksik bile anlatıyorum. Bir de bunun zıddı bir durum var. O bebek büyüyene kadar kaç gece o ebeveyn uykusuz kaldı? Kaç gece anne ve baba bebeğe bakacak kimse olmadığı için dışarı çıkamadı? Tek cevabı var. Sayısız gece. Kimse bilmiyordur bunun cevabını. Peki ya çocuk büyüdüğündeki olaylar? Okuludur, çocuğun kıyafetidir, eşyalarıdır, yemesidir içmesidir derken o çocuk artık aileyi maddi açıdan zorlamaya başlar. İşte o zaman evde işler kızışır. Anne ve baba sabahtan akşama kadar çalışıyordur, yoruluyordur. Dolayısıyla gergin de olurlar. Çocuk ise artık eskisi kadar küçük değildir ve kendi fikirleri vardır. Çocuk bir defa “Hayır!” dediği zaman anne ve baba –garip şekilde- buna katlanamaz ve kavga başlar evde. Bu macera böyle sürer gider. Peki hiç çocuğa doğmadan önce soranınız oldu mu “çocuk sen doğmak istiyor musun?” diye. Ya da “doğduğunda ne yapmak istiyorsun?” diye soranınız. Hiç zannetmiyorum. Zaten mümkün de değil. Peki ya böyle bir şansınız olsaydı? Şöyle düşünün. Gelecekte ancak çok da uzak olmayan bir tarihteyiz ve böyle bir cihaz geliştirilmiş. Annenin karnındaki çocuğun beynine direkt olarak mesajınız gönderilebiliyor. Ne yollardınız doğmamış bebeğinize? “İlk önce ‘anne’ de tamam mı yavrum?” muhabbeti geçerdi eminim. Ya da bebeğine “1+1 kaç eder?” diye soran. Hatta bebekten de cevap beklenirdi “ alırken mi satarken mi?” diye. İşin şakası bir yana çocuğa ne mesaj gönderilebilir ki? Şu an mesaj gönderecek olsam “Sen sen ol oradan çıkma. Duydun mu yiğido?” derdim sadece o da ayrı mesele. Hatta “Büyüdüğünde okula falan göndermeyeceğim seni. Bir yere çırak olarak başlatacağım sen halledersin.” Demek istiyorum. Okul falan zor işler yazık çocuğa. Yirmibir yaşındayım, dört yaşından beri okula gidiyorum. Bu da onyedi sene eder. Elime ne geçti? Hiç. İki ya da üç sene önce bir ara diploma vermişlerdi sadece. İki ay evde durmuştu, hatırlıyorum. Lise diploması. Sonra onu da aldılar elimden. Hatta üniversiteden mezun olunca da kaliteli kağıda basılmış süslü yazılar verecekler bana. Gereksiz. Ya da çocuğa direkt dersler verilmeli anne karnında. Ne bileyim ufak ufak matematikle başlanabilir bence. Uğraşmasın sonra çocuk yazıktır. Hem belki sınıf da atlar. Hayatı kurtulur. Çocuğa bir de dünya hakkında bilgi verilmeli. Nasıl bir yere gelecek yani. Tamam belki anne karnına isteyerek gelmedi. İsteyerek de çıkmayacak. Ancak yine de bazı şeyleri bilmeli. Yani belli bir kısım insanın, kendi topraklarından çıkan ama aslında hiç göremedikleri ve çok değerli olan “altın” adında madeni vücutları sindiremese bile başkaları yiyebilsin diye aç kalan hatta bu yüzden ölen insanların olduğu yere doğmak üzere olduğunu bilmeli. Veya sadece “güzel” görünüyor diye ondan kıyafet yapmak isteyip başka canlıları öldüren bir ırktan geldiğini bilmeli. Hatta sadece “para” adında pamuk parçası kazanabilmek için insanları ölümle tehtid eden bir düzenin içinde olacağını bilmeli. Ölümle belki orada karşılaşmalı ilk defa. Hazırlamalı kendini yavrucak. Bakalım o zaman bu kadar mutlu doğabilecek mi? Etrafa bu denli mutluluk saçabilecek mi? Çocuklarla bir alıp veremediğim yok ancak biz pis yaratıklarız. O çocuklar da böyle öğreniyor. Daha da bencil, cimri, akıllı ama farklı durumlarda. Şu ana kadar en gelişmiş türün biz olmuş olmamız bile tamamen bir şans olmalı bence. Tek görevi talan etmek olan bir tür. Gerçi, ben bile böyle düşünmeme rağmen neler yapacağım onları kötü etkileyecek kimbilir... Ya da siz. Kim bilir neler yapmışsınızdır küçük masum canlıları birazıcık da olsa mutsuz edecek. Ya da acaba neler yapmadınız da onları bu çirkin ortamda yaşamaya mahkum ettiniz. Suçladığımdan değil ancak o “pamuk” parçası hepimizi yönetiyor. Düzenin kölesiyiz. Üzgünüm küçük dostum... Galiba senin dünyanı mahvettik... Galiba senin dünyanı daha da mahvediyoruz... Umarım sen bu dengeyi bozarsın da senden sonraki çocuklar mutlu olur... Rengim Özokutgen
249
Kaan ÜNLÜ 1 LIFE IS STRANGE YA DA, HAYAT GARİP-KELEBEKLER UÇUYOR! Kararsızlık! Seçim yapmak, şüphesiz ki zaman ve konudan bağımsız olarak her zaman zor. Basit bir öğlen yemeğini düşünelim: Yemeği nerede yiyecegiz, evde mi dışarıda mı? Kaçta yiyeceğiz, hangi restoranda yiyeceğiz, hangi yemeği seçeceğiz? Makarna mı pizza mı? Peki hangi makarna? Yarısının adını bile okuyamıyorum bir de hangisi yiyeceğimi mi seçmem gerek şimdi? Pişmanlık! Bu kadar uzun ve ağrılı düşünce süreçlerinden geçsek bile aldığımız kararlardan her zaman memnun olamıyoruz değil mi? "Keşke Giovanni değil de Lamborghini yeseydim! Şimdi akşama kadar karnım ağrıyacak!" Ne yazık ki, geçmiş kararlarımız arasından pişman olduğumuz anlar her zaman bu küçük örnekte olduğu kadar önemsiz olmayabiliyor. Üniversite sınavında yanlış işaretlenen bir soru, sevdiğiniz kişiye yanlış zamanda yanlış sözleri söylemek, kırmızı ışıkta geçmeye karar vermek... Sonuçlar hiçbir açıdan bakıldığında güzel değil: Bir sene daha üniversiteye girememek, reddedilmek ya da terkedilmek, araba hasarı ve sakatlıklarla uğraşmak, ya da ölüm. "Ölüm mü? Bu kadar kötü düşünmeye gerek yok!" dediğinizi duyar gibiyim. Madem böyle diyorsunuz, o zaman filmi biraz geri saralım da tekrar deneyelim! Kaseti geri sarmak mı? Evet, geri. Karar anına dönecek şekilde ve hafızanızı koruyarak. Ne olacağını biliyorsunuz, kararınızı nasıl değiştirirsiniz? Değiştir misiniz? Life is Strange, ya da "Hayat Garip", bu sorunun cevabını bir anda gizemli bir şekilde zamanı geri alma gücü kazanan baş karakter Maxine Caulfield'ın hikayesi ile arıyor. O zaman gelin sevgili okurlar, biz de arayalım. Örneklerimizden birini ele alalım: En son sevdiğiniz kişiye bir şeyler söylemiş, ve söylediğiniz şey yüzünden de tokadınızı yiyip (materyal ve/veya manevi olarak) mahsun adımlarla oradan uzaklaşmıştınız. Bu noktada zamanı geri aldığınızı ve malûm olaydan 5 dakika öncesine geri geldiğinizi varsayalım. Şimdi ne yapacaksınız? Kişiyle karşılaşmanızdan önce bir koşu gidip bir buket gül mü alacaksınız? Onunla karşılaştığınızda ona farklı bir şeyler mi söyleyeceksiniz? Buluşmamayı mı seçeceksiniz? Ya da ne olacağını bile bile aynı şeyleri mi söyleyeceksiniz? Bu farklı Kaan ÜNLÜ 2 seçeneklerden herhangi biri kısa ya da uzun vadede ne kadar fark edecek? Ya hiç fark etmez ise? Ya hayatınızı değiştirecek boyutta sonuçları olursa? Bunca faktör ve farklı netice varken seçim yapmalı mıyız? Ne kadar defa geri sarabiliriz ki? Teknik olarak değil tabii ki, ama duygusal ve düşünsel yük olarak. Bir olayı defalarca geri sarıp baştan başladığımızda aynı anda hem A çıktısında başımıza gelecek olan bir olayın endişesini yaşıyor olacağız, hem B olayında yaşayacağımız bir haksızlığın sinirini içimizde tutacağız, hem C olayında daha sonra yapmak zorunda kalacağımız bir hatanın ve onun sonuçlarının yükünü omuzlarımızda taşıyacağız, hem de D E F G H ve alfabenin diğer harflerini kapsayan çıktıların karmaşıyla uğraşacağız. Kırılgan ruhumuz böyle bir tayfuna ne kadar dayanabilir? Dayansa bile, dayandığına değer mi? Zamanında daha iyi sonuçlanacağını düşünerek değiştirdiğimiz bir geçmişin hiçbir şey değiştirmediği ya da olayları kötü yönde değiştirdiği olasılıkları göz ardı edemeyiz. Kadere inanmıyorum ama hayatımızdaki tüm zarların (hele bir de zarların birbirlerine görünmez ipliklerle bağlı olduğu bir kurulumda) 6 gelmesini sağlamak pratikte mümkün değil, bantlayıp tamir ettiğimiz pişmanlıklarımız muhakkak ki bir yerde gelip bizi tekrar bulacak. Sonuçta çevremizde zaman geçmese de saat kulesi ruhumuzun derinliklerinde atmaya devam ediyor, günleri sayılı. Belki de sonucunu bilsek de bilmesek de 1001. kapının ardındakini de merak etmek, doyurulamaz bir kararsızlık doğamızda vardır. Ve belki de ne olursa olsun geçmişimizde pişman olacağımız bir şeyler olacağını kabul etmeli ve geçmişi bozuk bir kaset gibi ileri geri sarmaktansa ileri bakıp, kasetin kalanını izlemeliyiz. Ama kim bilir, belki de hakikaten Giovanni değil de Lamborghini yesek daha iyi olurdu, bir dakika ben onu düzeltip geliyorum! Esenlikle kalın, iyi oyunlar! BİBLİOGRAFİ Rojas, Fred. Gaming History 101. 13 Şubat 2015. 22 Şubat 2017 <https://gaminghistory101.com/2015/02/13/life-is- strange-review/>. Sebastien Gaillard, Baptiste Moisan, Sebastien Judit. Life is Strange. Dontnod Entertainment.
250
Şevval Simruy Baygül 21600839 ÇOCUKLUĞA ÖZLEM Büyüdük aniden, küçüldü dünyamız. (Sanlısoy, "Büyüdük Aniden") Hayat çok garip, içinde bulunduğumuz anda zaman geçmiyor diye dertlenirken bir de bakıyoruz ki haftalar, aylar ve hatta yıllar geçip gidiyor. Büyüyüveriyoruz aniden ancak farkına varamıyoruz. Çocukken gözlerimiz merakla bakardı dünyaya, kafamızdan soru işaretleri eksik olmazdı; gördüğümüz, duyduğumuz her şeyi merak ederdik. Öğrenme isteğimiz vardı. Dünyada olup bitenleri anlamaya hevesliydik. Ne var ki büyüdükçe bu hevesimizi kaybettik. Farkındalığımızı yitirdik. Eskiden saatlerce çimlerde yatıp bulutlara çeşitli anlamlar yüklediğimiz veya geceleri yıldızları birleştirerek şekiller çıkarmaya çalıştığımız gökyüzüne bile başımızı kaldırmamayı, bakmamayı seçtik. Gözümüzde büyüttüğümüz dertlerimiz yüzünden onlardan başka bir şey göremez hale geldik. Eskiden başımıza gelen en küçük olaydan bile mutlu olabilirken şimdi yaptığımız her işte bir kusur aramamız ve hayatımızdaki her durumun olumsuz tarafını görmemiz bizi karamsarlığa sürükledi. Bir türlü mutlu olamamaya, hiçbir şeyden haz alamamaya başladık. Küçükken her an kolayca mutlu olabilmemizin başlıca sebebiyse toz pembe gözlüklerimizdi. Gözlüklerimizin arkasından baktığımız dünya çok daha sevimliydi. İnsanlara daha yakındık, herkese tereddüt etmeden sokulurduk. Kolayca samimiyet kurabilirdik çünkü çekinmezdik, herkesi kendimiz gibi saf sanırdık ama büyüdükçe dünyanın çirkinliklerini ve insanların kötülüklerini görmeye başladık. Hayatın sandığımız kadar da toz pembe olmadığını görerek ders aldık. Nitekim insanlara daha temkinli yaklaşır olduk ve bu da sosyal ilişkilerimizi köreltti. Yaşadığımız düş kırıklığıyla gözlüklerimizi çıkarıp bir kenara fırlattık ve kendi içimize dönük yaşamaya başladık. Yalnızlığımızı kucakladık çünkü insanlar bize gösterdi ki kimse bize bizden daha iyi arkadaş, yoldaş olamaz hayatta. Bunun yanı sıra her şeyi toz pembe görmenin getirdiği sınırsız hayal gücümüz vardı. Bıkmak bilmeden hayaller kurardık ve inanırdık da ama zaman içinde kurduğumuz hayallerin gerçekleşmemesinden sıkıldık, hüsrana uğramaktan yorulduk ve en iyisi biz işimizi kış tutalım da yaz çıkarsa bahtımıza diye diye hayallere veda ettik. Belki de sadece tükenmek bilmeyen sıkıntılarımızla boğuşmaktan hayalkurmayı unuttuk. Gerçekçi olalım diye kendimizi kastıkça kastık, gerçekçiliğimiz gün geçtikçe kötümserliğe dönüştü ve mutsuzlaştık. Umutlarımızı yitirdikçe daha da dibe battık. İnsanların çirkinliklerini gördükçe ve zarara uğradıkça etrafımıza bir zırh ördük fakat korunma amacıyla içine girdiğimiz bu zırh zaman geçtikçe bizi de yuttu. Sadece kötülük görmekle kalmadık, önce alıştık sonra öğrendik ve en sonunda biz de kötülüğün içine çekildik. Yalan, iftira ve türlü insafsızlıklara alet olduk. Çocukluğumuzun saflığını, iyiliği unuttuk. Bir şeyin değerinin kaybedilince anlaşıldığı gibi biz de tertemiz geçmişimizin değerini kirlendikçe anladık. Küçükken büyümek için sabırsızlanırdık. Büyüklerimiz bize çocuk muamelesi yaptığı için bozulurduk çünkü onlara kafa tutardık, bizi yetersiz görmelerine katlanamazdık. Güvenli alanımızın dışındaki gerçek dünyayı bilmezdik ve bir an önce büyüyüp maceralara atılmak için can atardık. Halbuki gerçek dünya sandığımız gibi çıkmadı, sorumluluklar ağır geldi. Bu sefer de kendi ayakları üstünde durabilen birey muamelesi yapıldığında bozulduk zira bize eskisi gibi sahip çıkılmasını istedik. Büyüyünce de çocukluğa dönmek için yalvarmaya başladık. Çocukluğun değerini bilemeden, büyüdüğümüzde de altında ezildiğimiz sorumluluklarımız ve dertlerimizle uğraşmaktan akıp giden zamana engel olamadan yaşamımızı tüketiyoruz. Sonunda ömrümüzün boşa geçtiğini fark ettiğimizdeyse her şey için çok geç kalmış oluyoruz. Dolayısıyla ne geçmişi düşünerek hayıflanmalı, ne de geleceği düşünerek günümüzden çalmalıyız. Zamanın değerini bilmeli, geçen her saniyenin tadını çıkararak yaşamalıyız. KAYNAKÇA Sanlısoy, Ogün. "Büyüdük Aniden." Ben, Pasaj Müzik, 2011.
251
Sihirdar Vadisinde Bir Gün Bu yazıyı, size Sihirdar Vadisi'nde[1] bir gün geçirdikten sonra yazıyorum. Sanırım biraz fazla bilgisayar oyunu oynadım. Sihirdar Vadisi, League of Legends(Efsaneler Ligi)[2] isimli oyunun haritalarından sadece bir tanesi. Her gün defalarca girdiğim, oyunlar üzerine oyunlar oynadığım, adeta bağımlısı olduğum bu haritada; "Baron Nashor", "Kadim Ejderha", "Mavi Gözcü", "Kırmızı Korkabuk" ve "Yampiri Yengeç"[3] gibi isimleri çok ilginç yaratıklar var. Bu yaratıklarla savaşabilir, çeşitli oyun içi kazançlar elde edebilirsiniz. Oyun, Nexus[4] isimli merkezin oyuncular tarafından kuşatılıp yok edilmesiyle son buluyor. Doğal olarak hemen her oyuncu, koridorunda rakip oyuncular karşısında üstünlük kazanıp karşı takımın merkezini yok etmek için inanılmaz bir efor sarf ediyor. Benim için ise oyunu kazanmak o kadar da önemli değil. Oyunu kazanmaktan çok, çoğunlukla sihirdar vadisini bir kez daha görmek için giriyorum. Sihirdar Vadisi'nin birçok güzelliği var. Eğer amacınız oyunu kazanmak değil de eğlenmek ise, beni etkilediği gibi bu vadi sizi de kolayca etkileyebilir. Vadinin en güzel yeri şüphesiz ki koridorların arasında bulunan orman. Devasa kurbağalardan tutun kargalara birçok güzelliği bünyesinde barındırıyor bu yemyeşil vadi. Bir de tabii vadimizin vazgeçilmezi nehir... Nehirdeki yengeçler sihirdar vadisinin göz bebeğidir benim için. Oyunu oynarken sanki bir sanal gerçeklik gözlüğü[5] takmışım gibi içersinde hissediyorum kendimi bu ayrıntılar sayesinde. Daha da fazlası, kokusunu alıyorum o yeşil ağaçların, çimenin, nehrin. Asıl konumuza gelirsek, düşünsenize bir harita da sizin yarattığınızı. Haritanın sol üst köşesine Baron Nashor koymazdınız değil mi? Çünkü o harita, sizin duygu ve düşüncelerinizi yansıtırdı. Yani sizin sanat eseriniz olurdu. Peki neden yaratmıyorsunuz? Hadi elinize bir fare[6] ya da bir kalem alın ve tasarlamaya başlayın. Kendi haritanızı oluşturup, haritadaki oyuncuların oyunu kazanmak için yapması gerekenleri belirlemekle başlayın. Haritanıza çeşitli hayvanlar, canavarlar, düzlükler, yokuşlar, çalılar, çimenler, ağaçlar, devler, cüceler ekleyin. Her birinin efsanevi özellikleri olsun, hiçbiri birbirine benzemesin. Haritanıza çeşitli tuzaklar, girilmemesi gereken noktalar da ekleyin. Haritanızı tasarladıktan sonra oyuncular için yeni karakterler[7] belirleyin. Bir örnek vermek gerekirse, League of Legends(LoL) isimli oyunda "Lux", "Darius", "Garen", "Teemo" ve "Ashe"[8] gibi isimlere sahip birçok karakter var. Bu karakterlerin pasif ve aktif olarak kullandıkları yetenekleri, becerileri var. Hiçbiri sıradan değil, her birinin yetenekleri, cinsiyeti, ırkı, geldiği yer ve hikayesi çok farklı. Kendi haritanızı yaratırken bunlardan herhangi birisi size esin kaynağı olabilir. Hadi şimdi sıra sizde. Önce bir isim verin karakterinize, sonra çizin, sonra da karakteristik özelliklerini belirleyin. Ona bir hikaye verin, diğerlerinden farklı olsun. Bir silah, asa, sopa, miğfer, kalkan, zırh ya da daha değişik, şimdiye kadar kimsenin kendi karakterine vermediği bir eşya verin ona. Tüm bunları yaparken kendinizden de bir şeyler katın ona. Tümüyle sizin karakteriniz olsun. Kim bakarsa baksın, o karakteri sizin tasarladığınızı anlasın. Kısacası, sıfırdan bir dünya yaratın ve tamamen size ait olsun bu hayali gerçeklik. Bu dünyanın merkezine kendinizi koyun. Her yerinde siz olun. İnsanlar içersine girsin, çıksın, içersinde yaşadığı her saniye dış dünyanın yoruculuğunu, stresini ve diğer tüm kötülüklerini unutsun, sizin dünyanızın güzelliklerini keşfetsin. Hayal dünyanız başkalarıyla hayat bulsun. Yazımın sonuna gelirken tüm okurlarıma kendi hayal dünyalarındakileri gerçekleştirmelerini, bunlarla yeni bir dünya kurmalarını tavsiye ediyorum. Bir ressamın resim yapması gibi hem kendi hayal dünyanızı aktarırken siz eğlenin hem de başkalarını mutlu edin.REFERANSLAR [1],[2],[3],[4],[8] : League Of Legends oyunu, oyun içi konseptler. http://euw.leagueoflegends.com/ [5] : VR teknolojisi, https://tr.wikipedia.org/wiki/Sanal_gerçeklik. [6] : İng. Mouse, Türk Dil Kurumu Bilgisayar Terimleri Karşılıklar Klavuzu. [7] : Rol yapma Oyunlarının genel özelliği, İng. Role Playing Game(RPG).
252
KAAN MAHMUT MACAR ZAMANI YAKALAMAK Yaşamımızın bütününü bu denli kaplayan başka soyut bir kavram var mıdır sizce zaman dışında? Bizler ona dokunamayız, hissedemeyiz ama sürekli onun varlığını, akıp geçtiğini, bizlerle beraber olgunlaştığını biliriz. Peki, bizler onu gerçekten doya doya yaşayabiliyor muyuz ya da hissedebiliyor muyuz? Bu sorunun cevabı bellidir aslında. İnsanlar zamanın akıp geçtiği konusunda hemfikirdir. Onların atladığı nokta şudur: Zamanı doya doya hissetmek ve onu yakalayıp onunla beraber yaşlanmak… İnsanlar bu konuda gerçekten çok başarısızdır. Çünkü günümüzde insan beyni geçmişe göre daha takıntılı bir yapıya sahiptir. Bu takıntılık oranı kişiden kişiye değişse bile… Bizler yaşadığımız olayların etkisine kapılıp geçmişte saplanıp kalabiliyoruz. Bazılarımız da bu durum gerçekten ciddi bir hal alabiliyor. İnsan hayatını bütünüyle etkileyen bir şeydir sonuç olarak güncellikten kopmak ya da geçmişte saplanıp kalmak. Zamanı yaşamak kesinlikle çok önemlidir. Bunu savunsam da ben de geçmişe dair saplantıları olan bir insanımdır. Bazen içinde bulunduğum zamanın çok daha gerisinde kalmış hissederim kendimi. İnsan beyni biraz da sürekli kötü olana saplanıp kalır. Geçmişte tesiri altında kaldığımız olaylara bakacak olursak, bu olaylardan hiçbiri iyi anılar değildir. İnsanın her şeyden önce kendine yapmış olduğu en büyük haksızlıktır geçmişte yaşamak. Sağlık açısından ele alacak olursak, ruh hastası olabilme potansiyelimizi de arttırır bir bakıma. Bu yüzden anı yaşamak kesinlikle önemlidir. Anı yaşamak demişken, gamsız insanlardan bahsetmemek olmaz. Evet, vardır çevremizde böyleleri. Sürekli görürüz onları toplumda. Bazen ayıplarız bazen de imreniriz onların bu hallerine. Ama ne olursa olsun kendini biraz da olsa düşünen insanlardır bunlar. Kötü bir olay yaşadıklarında etki altında kalmadan, sanki hiçbir şey olmamış gibi yollarına devam ederler. Bu aslında gıpta edilecek bir durumdur. Ben hiçbir zaman böyle biri olamadım. Eminim ki benim gibi birçok insan da böylelerine imrenir. İşte bu insanlar kötü şeylere takmamayı en iyi şekilde öğrenmişlerdir. Belki de içlerine atardır birçoğu yaşadığı kötü olayları. Belki de bunu yaparak öğrenmişlerdir hayata tutunmayı ve her şeyden önemlisi zamanı yaşamayı. Bilimsel açıdan incelediğimizde bir insanın ortalama ömrü ülkemiz için 75-80 civarıdır. Yani yıllarımızı geçmişe saplanıp kalarak geçirmek hayatı alır resmen bizden. Evet, acı olayların üzerinde durulmalıdır zaten bir müddet kadar; fakat bu durum sınırları zorlamamalıdır. Gereken dersi çıkarıp daha güçlü bir şekilde yola devam etmeliyiz. İnsan bunu başarabilecek türde yaratılan bir canlıdır. Değiştiremeyeceğimiz gerçeklere saplanıp kalmak yerine onları kabul edip daha güçlü bir şekilde “bugün” için yaşamalıyız. Bunu başaramadığımız takdirde hayat bizim için çekilmez olur daha önce de belirttiğim gibi. Yaşamalıyız başka çaremiz yok. Nazım Hikmet’in de dediği gibi yaşamak gerçekten şakaya gelmez. İliklerine kadar hissedeceksin yaşamayı. Ölmemek için değil yaşamak için alıp vereceksin o nefesi. Her açıdan yakalamalıyız zamanı. Sosyal, kültürel, ekonomik, siyasi yönden de zamanın gerisine düşmemeliyiz. Sadece kendimiz için değil içinde bulunduğumuz toplumu da bu ölçüde harekete geçirmeliyiz. Çünkü insan sosyal bir varlıktır ve insanlar birbirlerinden kolayca etkilenir. Toplumsal huzur, barış ve dinginlik için gereklidir anı yaşamak. Sadece bireysel açıdan değil toplumsal perspektife baktığımızda da zamanın içinde var olmanın önemini daha iyi anlayabiliyoruz. Sonuç olarak iki haneli sayıları geçmeyecek olan ömrümüzü geçmişe dair saplantı ve takıntılarımız yüzünden boşa harcamayalım; daha huzurlu ve mutlu bir gelecek için geçmişten gereken dersi çıkarıp özgüvenimizin zedelenmesine izin vermeyerek anı yaşamaya devam edelim. Kaynak Chesneaux, Jean yaz. Cerit, Münir çev. Zamanı Yaşamak. Ayrıntı Yayınları. 2015
253
Rabia Anıl ATABEY 21404095 SAHİPLENİLMEYEN YARGI Sizce ne olabilir bu başlığın bize anlatmak istediği şey? Hayatınızda en çok yaptığınız ama kabullenmediğiniz ne var? Bazen yalan söyleriz ama bunu kabullenmeyiz bazen de suçlu olduğumuzu bilmemize rağmen karşı tarafı suçlamaya devam ederiz. Bunlar hayatımızda çok sık olmasa da yaptığımız ve yapacağımız kabullenmeyişler. Bunlardan hariç öyle bir kabullenmeyiş var ki neredeyse herkes tarafından bilinçsiz bir şekilde yapılıyor ama kimse sahiplenmiyor. Herhangi biri çıkıp, ben bunu yapıyorum demiyor. Çünkü biliyoruz, o kötü bir şey, hayatımızdan atmamız, uzak durmamız gereken bir davranış. Evet, bunun adı ön yargı. Kimsenin kabullenmediği, sahiplenmediği yargı… Çevremize bakıyoruz, gözümüz bir insana takılıyor ve iç sesimiz başlıyor zihnimizi kemirmeye. Giyimi mi kötü? Hırsız olabilir, çantama dikkat etmeliyim. Belki de dilencidir? Benden para isteyebilir, uzak durmalıyım. Metroda kıyafetleri kirli bir adam görünce yine harekete geçip yanına oturmamalıyım diye söyleniyor. Peki, tam tersi mümkün mü? Maalesef, evet. İyi mi giyinmiş? Dilenci olamaz, baksana şu kıyafetine. Hatta bir adım daha ileri giderek insanların özel hayatları hakkında düşünmeye başlıyoruz. Mesleği, yaşı, aile hayatı… Tanımadan, adını bile bilmeden, sadece dış görünüşüne hatta bazen onun üstündeki iki parça kumaşa bakarak o kişi hakkında hemen hemen her şeyi düşünüyoruz. Kafamızda o insanı kendi düşüncelerimiz doğrultusunda değerlendirip ya uzak duruyoruz ya da yaklaşıyoruz. Zihnimizin okyanusunda o insanın gerçekliğini boğarak öldürüyoruz ve kendi düşüncelerimizi yüklüyoruz. Artık onun nasıl biri olduğunun önemi yok, onu tanımamıza gerek yok. O, bizim yargılarımızdan ibaret. Kendini ne kadar anlatsa, ne kadar ben öyle değilim diye çırpınsa da aklımızdaki ön yargı hapishanesine girdi, zincirle bağladık. Yoksa bağlandık mı demeliydim? Onlar mı bizi kaybetti, biz mi onları kaybettik? Bağlandık ve kaybettik. Hala devam ediyoruz bağlanmaya, kaybediyoruz bu ön yargılarımız yüzünden. Karşımıza çıkan fırsatları, insanları ya da olayları olduğu gibi, şeffaf değerlendiremiyoruz. Hep bir parça kendimizden koyuyoruz, gördüklerimizden, yaşadıklarımızdan… Bazen fark etmiyoruz ne kadar ön yargı batağında olduğumuzu. Karşımıza bir söz, cümle ya da bir hikaye çıkınca gözümüzün önünden geçiyor her şey. Beni derinden etkileyen, ön yargı hakkında yeniden düşünmeme, kendimi sorgulamama neden olan cümlelerle Harper Lee’nin yazmış olduğu Tespih Ağacının Gölgesinde adlı kitapta karşılaştım. "Kör, evet, ben buyum. Gözlerimi hiç açmadım. İnsanların yüreğine bakmak aklıma bile gelmedi, sadece yüzlerine baktım. Doğuştan kör... Gözleri görmeyen"(155). Biz de körüz. Biz de gözlerimizi hiç açmamışız, bakmamışız yüzlerine. İki kumaş parçasından etkilenip, yeni hayat hikayeleri yazmış ve etiketlemişiz insanların üstüne. Görmek ister miydiniz? Hepimize bir fırsat sunulsa ve ön yargılı her hareketimizi izleyebilsek? Düşündüğümüz ve aslında olan şeyleri karşılaştırabilsek? Ben isterdim. Tanıdığım bütün insanların benim zihnimdeki yansımalarını ve gerçek hallerini karşılaştırmak isterdim. Eğer öyle davranmasaydım, o kişiye karşı öyle düşünmeseydim şu an hayatımda neler değişirdi diye görmek isterdim. Ön yargılarımdan dolayı kaybettiğim insanları öğrenmek isterdim. Evet, bunlar bizi üzebilir, pişman edebilir ama geçmişe baktığımızda keşke kelimesini içeren cümlelerin çoğu ön yargılarımızdan kaynaklanmıyor mu? Peki, kendimizi nasıl kurtarabiliriz bu masum görünen ama içten içe insanı, insanın hayatını kemiren düşüncelerden? Nasıl parçalayabiliriz zihnimizdeki hapishaneyi? Günlük hayatımızın vazgeçilmez bir parçası haline gelmiş, içimize bu kadar işlemiş bir yargıyı nasıl atabiliriz? Belki kabullenmekle başlayabiliriz. Evet, ben bunu yapıyorum, ben ön yargılıyım. Peki, siz? Lee, Harper. Tespih Ağacının Gölgesinde. İstanbul: Sel yayıncılık, 2015.
254
TURK-102-53 16.02.2015 Giray TANDOĞAN Vedat YAZICI Bilinmeze Açılan Kapı Stephen Hawking şuan da en saygın fizik ve uzay bilimcilerinden biri. Öyle ki, evrene ve uzaya bakış açımızı tamamen farkı bir boyuta taşıyan teorileri ile insanlık tarihine adını yazdırdı. Ancak bu başarının arkasında yatan öyküyü görmek benim için bambaşka bir tecrübe oldu. Genelde nasıl olur? Dünyada çok önemli başarılara imza atan insanların değerleri bilinmez. Ne zaman ki onları kaybederiz, işte o zaman insanlar ne kadar önemli olduğunu kavrar. Hemen ardından ise biyografi filmleri gelir. Bu sefer öyle olmadığı için mutlu olduğumu belirtmek isterim. Böyle bir zekaya ve yaratıcılığa sahip bir insanın ölmeden önce fikirlerinin ve başarılarının değerinin insanlar tarafından kavrandığını görmek insanlık için olumlu bir gelişme olsa gerek. Bu aşamaya gelmek kolay değil. Eğitimin ve bilimi değerini insanlara kavratmak ise hiç değil. Özellikle, ülkemizde yaşanan son vahşetten sonra eğitimin ve bilimin ne kadar önemli olduğunu ve gerekli terbiyeyi(!) alan veya alamayan insanların nelere sebep olabileceğini gördükten sonra! İnsanlar ibadet ederek, yatıp kalkarak, kiliseye gidip mum yakarak veya duvarın karşısında ağlayarak kendilerinin mükemmel insan olduklarını düşünüyorlar. Bir şeyi unutuyorlar. Cennete ve cehenneme inan insanların bu dünyayı cehenneme çevirmeye hakkı yok, tıpkı inanmayanların olmadığı gibi. Bunun en büyük sebeplerinden birinin eğitim yetersizliği olduğunu düşünüyorum. Bu dünyada eğitimsizliğin sonuçlarını Orta Doğu’da görüyoruz. Zamanında gücü eline geçiren zorba kişiler halkı eğitimsiz bırakıp yönetilmelerini veya yönlendirilmelerini daha kolay hale getirmek istedi, koyun misali. Şuan da ise masum insanlar bunun cezasını çekiyor. Bana manidar gelen ise aynı senaryonun ülkemizde oynandığını hissetmem. Eğitimsizlik ve dindar bir toplum bir araya geldiğinde ortaya korkunç sonuçlar çıkabilir, çıkıyor da. Bu tıpkı bir bebeğin ateşle oynaması gibi. Ateşin nasıl kullanıldığını öğrenmeden ateşi eline alırsa yangın çıkartması işten bile değildir. Yanında kurusu da yanar, yaşı da yanar! Bilim ve sanatı elinde tutan uluslar dünyaya her zaman hükmetmiştir. Bilim ve sanat ise doğru ve yeterli bir eğitimle birlikte gelir. Umarım insanlar günü geldiğinde saplanıp kaldıkları bu görüş açısından bir an önce kurtulurlar. Önemli olan şuan da ne yaptığımızdır; yaptığımız şeylerin neler doğuracağını düşünebilmektir. Bir diğer konu ise zorlukların üstesinden gelebilmektir. Stephen Hawking başarılarını yaşadığı acı ve engelle dolu bir hayata rağmen başarmıştır. Doktorların ona sadece iki yıl ömür biçmesine rağmen o yine bilime önem vermiştir. Unutulmamalıdır ki bu ülke de binbir zorluğa ve engellere rağmen kurulmuştur. Başarıya giden yolda takıldığımız engelleri aşabilmek çok önemli bir eylemdir. Bir başarıyı yücelten şey o yolda karşılaşılan engellerin aşılmasıdır. Pes etmek yerine savaşmak ise büyük bir erdemdir. Önemli olan savaşı kazanıp kazanmamak değil o mücadeleyi verebilmektir. Eğer o savaşı kazanırsanız elde edeceğiniz galibiyet o başarının sadece küçük bir kısmıdır. Önemli olan o savaşı sürdürüp o noktaya gelebilmektir. İnsanları asıl değerli kılan eylem ise bu dünyaya ne kattıklarıdır. Stephen Hawking belki asla göremeyeceğimiz o geleceğe inanılmaz bir katkıda bulunmuş olabilir. Hatta şuan da bile, bilime kattığı yeni bakış açıları ile faydalı olmuştur. Uzay ve evreni anlayabilmek her zaman insanlığın en önemli gayelerinden biri olmuştur. Bu Mısır’da da böyle olmuştu şuan da da böyle olmaya devam ediyor. Uzaya yapılan keşif yolculukları, harcanan milyar dolarlar aslında geleceğe yapılan yatırımlardır. Biz bu evrenin çok ama çok küçük bir kısmında yaşayan gelişmiş canlı türlerinden başka bir şey değiliz. Hala dışarda bizim keşfetmemizi bekleyen kocaman bir evren var. Kendi kendimizi yok etmeden o günlere gelebilirsek insanlığı bekleyen oldukça ilginç ve ütopik bir gelecek olabilir. Umarım insanlar bir gün bilimin sonsuz bir bilinmeze açılan kapının anahtarı olduğunu fark eder; bu kapıya giden yolun iyi bir eğitimden geçtiğini ve bu eğitimin ne kadar önemli olduğunu kavrayabilirler. Belki o gün insanlık biraz da olsa huzurlu yarınlara merhaba der.
255
Furkan Vefa KURT Fedakar Hayatlar Günümüzde olan olayların çoğu bizlere uzak. Özellikle de büyük şehirlerin herhangi birinde yaşayanlar için doğuda olan olayları idrak edebilmek gerçekten çok zor ve insanları bu konularda bilinçlendirmek, özellikle de popüler kültürün bu kadar etkili olduğu zamanlarda, çok önemli bence. Bu yüzden tüketici toplumda büyük yere sahip sinema sektörüyle yapmanın çok mantıklı olduğunu söyleyebilirim. Dağ 2 de her alışveriş merkezinin sinemalarında yerini almış ve izleyiciye sunulmuştur. Böylece insanların biraz olsun bazı konularda bilinçlendiğini düşünüyorum. Sonuçta bizim toplumumuz şehit haberlerine tepki göstermek yerine iktidara kafa tutmaya ve gereksiz eylemler yapmaya daha meyilli. Orada olan olaylara kimse sesini çıkarmazken, herkes şehit sayılarından habersizken, Dağ 2’nin insanları bilinçlendirebileceğine inanıyorum. Film, Türkiye’den teröristlerin kaçırdığı bir gazetecinin bordo bereliler tarafından kurtarılmasını anlatıyor ve oldukça gerçekçi sahneleri barındırıyor. Gerçekçi sahneleri de güzel efektlerle süslemekten geri kalmamış yapımcıları. Bu yüzden herkese tavsiye edeceğim bir filmdir. Filmin konusundan ziyade yaşattıklarından bahsetmek daha doğru olacaktır. Özellikle bordo bereli eğitimleri beni çok etkiledi. Sonuçta sıcak evinde oturmak, ailenle ve sevdiklerinle bir hayat yaşamak varken, askerlerin bizler için yaptıkları inanılmaz büyük fedakarlıklardır. Geçtikleri zorlu eğitimin yaşattığı acıları ve zorlukları, büyük ihtimalle hayatımız boyunca yaşamayacağız. Onlar vatanları için, bizler için kendi hayatlarını feda eden insanlardır ve bu ülkenin gündeminde askerlerin ve sivillerin hayatından daha önemli bir şey olduğunu düşünmüyorum. Her geçen gün terörle mücadelede verdiğimiz şehit sayısı bu kadar artarken Gezi Parkı eylemine katılan insanları tekrar sokaklarda görememek gerçekten çok acı bir durum. Bir askerin hayatını düşünelim mesela. Askeriye koğuşunda kalır ve sevdiklerini çok nadir görebilir. Özgürce onlarla vakit geçiremez ve tekrar ne zaman onları göreceğini veya konuşacağını asla bilemez. Oysa bizim için sevdiklerimizle konuşmak sadece bir telefon uzağımızdadır. Elbette onlardan uzak kalmadan değerlerini anlamayız ve artık aileler bile, aynı evde yaşamalarına rağmen birbirlerini çok az görür, çok az konuşur. Bir asker için bu söylediklerim bence çok önemli olmalı çünkü ölümle burun buruna gelmeden hayatın değerinin anlaşılamayacağına inanıyorum. Her an bir görev olabilir askerler için veya kışlalarına dönerken beklenmedik bir saldırıya uğrayabilirler. Bu yüzdendir ki yaşadıkları her saniye onlar için çok önemlidir. Bir saniyede tüm hayatları sona erebilir ve haberlerde kısa bir konuşmanın ardından isimleri bir daha hiç anılmaz. Çünkü halkımız magazin haberlerini, vergi rekortmenlerini ve özellikle yabancı ünlüleri daha çok önemser. Yine de herkes kendi cebine bakar hale gelmişken vatan için kendi canını feda edebilen insanların olması çok büyük bir olaydır. Herkes normal karşılar askerleri. Derler ki, nasıl olsa askerdi, hayatını kaybetmesi çok muhtemel ve normal. İşte o her şeye tepkisini koyan insanlar artan şehit sayısına ufak da olsa bir tepki göstermekten acizdir. Çünkü popüler kültür onların tüm tepkilerini magazin olaylarına, insanların ayrılıp barışmalarına yöneltmiştir. Tartışma programlarındaki insanlar yukarıda bahsettiğim konulara değinmeye çalışırlar ancak herhangi bir bilinçlenme yine de gerçekleşmez. Türkiye’nin sorunları her geçen yıl artmaktadır ve insanların farkındalığı her olayla birlikte azalmaktadır. Özellikle birkaç ay önce darbe atlatmış olan bir ülkeye göre çok rahat ve bilinçsiziz. İnsanımız her zaman en iyi telefona sahip olmak ister ve bunun için bütün parasını göz çıkarabilir. İktidara muhalefet olmak birçok insan tarafından görev edinilmiştir. Ünlülerin hayatlarını takip etmek bizler için bir rutindir. Samimiyetsiz ilişkiler çıkar ilişkileriyle bütünleşmiştir. Her şeyin sanallaşması insanları mutlu etmektedir. Ama Türk insanının bu tarz işlerle bu kadar uğraşacak ve zaman harcayacak bir lüksü yoktur. Yukarıda bahsettiğim askerler şu andan yüz yıl öncesinde bizlerin akrabalarıydı. Dedelerimiz, anneannelerimiz ve onların kardeşleri bu ülkeyi inanılmaz büyük zorluklarla kurtarabildi. Günümüzde ise farkında olmadan kaybediyoruz. Batı kültürü Türk kültürünü gün geçtikçe yok ediyor. En büyük korkum, şehit olan askerlerin hayatlarını kaybetmesinin ileride Türkiye’nin başına gelecekleri önlemeye yeterli olamama ihtimalidir. Ülkede ekonomik bir kriz mevcut. Doğuda siviller için hayatın durduğunu söylemek yanlış olmaz. Kendi ülkelerinde özgürce sokağa çıkamayan insanları anlamak bizler tarafından yapılabilecek bir empati değildir. Üstünüzden uçakların geçmesini, yanınıza bombaların düşmesini, arka sokaklarda silahların patlamasını ve insanların çığlıklarının kulak zarınızı delmesini anlamanız için her birini yaşamanız gerekir. Tıpkı bu yazı gibi, herkes yukarıda bahsettiğim bu hassas konuda atıp tutabilir. Olaylara yorum yapabilirsiniz. Bazı insanlar soğuk kanlılıkla veya daha doğrusu farkında olmadan tepki verir. Bazıları ise büyük bir hüzünle yaklaşır böyle konulara. Ama Türkiye olarak bir bütün olamazsak ve tepkimizi gösteremezsek, Türkiye on yıllardır olduğu gibi kötüye gitmeye devam edecektir ve bu gidişatı engelleyebilecek tek unsur bizleriz. Eğer böyle devam ederse kısa bir süre içinde Suriye’den farklı olacağımıza inanmıyorum. Bu yüzden Dağ 2 ile ilgili böyle bir yazı yazma ihtiyacı hissettim. Çünkü film insanları bilinçlendirmede çok etkili ve yaşanan olaylarla ilgili biraz olsun empati yapmaya yardımcı oluyor. Ayrıca vatan sevgisinin de çok iyi işlenmesi beni çok etkiledi. Filmin çekimleri sırasında, filmde oynayan ve gerçekte de asker olan bir askerimiz de çekimlerden sonra şehit düşüyor. Film bu açıdan da çok güncel ve etkili. Vakti olan herkese önerdiğim bir filmdir. Hem gündemle alakalı hem de bir film olarak düşündüğümüzde çok başarılı.
256
NEDEN KISITLIYOR, KISITLANIYORUZ? Sevginin bağlılık gerektirdiğinden bahsederler hep halk arasında. Bağlılık da genelde özgürlükten feragat etmek olarak yorumlanır. Bağlılık ile özgürlük birbiriyle çatışan kavramlar mıdır? Birine bağlıyken özgür olamaz mıyız? Bu sorun özellikle erkek ve kadın arasında olan duygusal bağlarda kişisel özgürlüklere dayatılan kısıtlamalar olarak kendisini fazlasıyla hissettiriyor. Her birey, uğruna savaşacak kadar özgürlük aşığı(!) olduğuna inanıyor, ancak konu karşısındaki insan olunca kolayca kısıtlamalar getirebiliyor. Sevdikleri insanlara, evcil hayvanlara (ki bunun da doğru bir yaklaşım olduğunu düşünmüyorum) yaptıkları muameleyi yapıyorlar. Bir tasma takmadıkları eksik kalıyor neredeyse! Doğal olarak da bu durum sağlıklı ilişkilerin en büyük düşmanı oluyor. Birbirlerine duydukları sevginin az veya çok olması bu gerçeği değiştirmiyor. Çevresi tarafından bu tip kısıtlamalara tabii tutulan bir insan, onun da sevdiği insanlara aynısını yapması gerektiğini düşünüyor çünkü bunun doğru olduğuna inanıyor. Yüzyıllardan beri süregelen bu tutuma karşı zaman zaman küçük çaplı isyanlar olmuyor değil ancak bu sorunun yapıtaşına kadar kimse inmiyor. En sevdiğim yazarlardan biri olan John Fowles’ın Koleksiyoncu kitabından, kitabın her sayfasında beni uzun uzun düşünmeye iten bu durum hakkında bir alıntı yapmak istiyorum. Ancak hemen öncesinde o ana kadar kitapta neler olup bitmiş ondan bahsedeceğim. Piyangodan zengin olmuş asosyal bir kelebek koleksiyoncusu olan Fred, çekici, zeki ve sanatsal açıdan yetenekli olduğunu söylediği Miranda’yı şehirden uzakta yeni aldığı bir eve kapatıyor. Tüm parasını Miranda’nın istekleri için harcıyor ve kibar bir hizmetçi gibi davranıyor. Onun yanından ayrılmasına izin vermiyor ama tek amacının onu mutlu etmek olduğunu söylüyor. Lakin özgürlüğü elinden alınan, hatta dış dünyayla ilişkisi neredeyse sıfır olan bir insan ne kadar mutlu olabilir ki! Miranda’nın banyo yapmak istediğini söylediğinde Fred ile aralarında şu diyalog geçiyor: “Akşam yemeğinden sonra, yine banyo için başımın etini yemeye başladı, önce bıraktım biraz mızıldanıp surat assın, sonra da, “Peki, tehlikeyi göze alacağım, ama sözünüzde durmazsanız, bir daha buradan çıkarmam sizi,” dedim. “Ben her zaman sözümde dururum.” “Bana şerefiniz üzerine söz verir misiniz?” “Kaçmaya kalkışmayacağım üzerine sana şeref sözü veriyorum.” “İşaret vermeyeceğiniz üzerine de.” “İşaret vermeyeceğim üzerine de.” “Ellerinizi bağlayacağım.” “Ama bu aşağılayıcı bir şey.” “Sözünüzde durmazsanız sizi kınamayacağım,” dedim. “Ama ben…” gerisini getirmedi, omuz silkmekle yetindi, sonra sırtını dönüp ellerini uzattı. İp acıtmasın diye altına koymak için bir fular hazırlamıştım, sıkıca bağladım, ama canını yakmadan. Ne var ki zavallı Miranda’nın maruz kaldığı bu özgürlük kısıtlaması, günümüzde de karşımıza çıkıyor, yalnızca farklı şekillerde. Belki banyoya gireceğimizde kimse ellerimizi bağlamıyor ancak farkına dahi varamadığımız birçok durumda ellerimiz bağlı. Aile bireyleri, akraba ve arkadaşlarımız ellerimizi bağlarken ses çıkarmamamız isteniyor, vereceğimiz herhangi bir tepki saygısızlık, terbiyesizlik hatta ihanet olarak sicilimize işliyor. Ancak göz yumduğumuzda da ip giderek sıkılaşıyor; depresyondan tutun strese, agresifliğe kadar günümüzde giderek yaygınlaşan ve hayatın her yönünü etkileyebilecek sorunlara yol açıyor. Zamanla da iş çığrından çıkıyor ve ruhsal açıdan hasta bireyler ortaya çıkıyor. Tüm bu sorunların yanı sıra bu kısıtlama olayının özüne girdiğimizde, benim açımdan bu sorunun “yapıtaşı” olan kavramı görebiliriz. Sevdiğiniz, saydığımız, değer verdiğiniz veya aşık olduğunuz birinden “Onu yapamazsın!”, “Oraya gidemezsin!”, “Onunla konuşamazsın!”, “Onu alamazsın!” gibi emirler aldığınızı düşünün. Bu tip sözlerin ne kadar onur kırıcı olduğunu es geçiyorum, resmen size “Doğru kararları vereceğine inanmıyorum, bunun için kararları senin yerine ben vereceğim.” denmesi aynı zamanda neyin göstergesidir? Cevap veriyorum, güvensizlik. Birbirimize duyduğumuz güven hep sözde kalıyor, davranışlarımız ve tutumlarımızın güvenle alakası yok. Güven duygusunun iki insanı birbirine bağlayacağını unutuyor, kısıtlamalar koyarak yapay bir bağ kurmaya çalışıyoruz. Size güvenen biri kısıtlamalara neden ihtiyaç duysun ki? Çevrenizdeki bireyleri gözden geçirin, size kaç kişi “gerçekten” güveniyor? Referanslar: Fowles, John. Koleksiyoncu. İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2005. Baskı Ahmet Burak Yıldırım
257
Şahin 1 Berk Şahin 21301919 Türkçe 101-16 Başak Berna Cordan 25.11.2014 Mutluluk İçin Sevmek Aslında hayatımızı şekillendiren kaybettiklerimiz değil midir hep? Kaybettiklerimizle gelişmez mi bütün düşüncelerimiz, inançlarımız, hatta karakterimiz? Kaybedilenin ne olduğu ya da nasıl kaybedildiği değişse de, kaybedilen her şey bizde derin yaralar açar, hepsinden sonra sorgularız onların önemini ve gelecekte kaybedeceklerimizi. Atalarımızın “Kaçan balık büyük olur.” demesi de kayıplarda hissettiğimiz eksiklik hissindendir zaten. Emrah Serbes’in “Erken Kaybedenler” isimli hikaye kitabında da genel olarak anlatılan kaybedişlerdi. Bana, kitapta herkesin kendini bulabileceğini düşündüren sebep de bu. Kitabın içindeki öykülerden en başarılısı “Anneannemin Son Ölümü” isimli öyküydü. Emrah Serbes’in birbirini kaybeden iki insanın birbirlerine tutunuşunu bu kadar güzel anlatması da onun gerçekten çok başarılı bir öykü yazarı olduğunu gösteriyor. Kitapta birbirine bu denli tutunan ve tutunacak başka hiç dalı kalmayan bu iki kişi küçük bir çocuk ve onun anneannesi. Çocuğun anneanneyi, anneannenin çocuğu bu kadar sahiplenişi de her şeyini kaybeden iki insanın kaybetmekten korktuğu tek varlığa verdiği değeri anlatıyor. Ölümün herkesi bir son olarak beklediği bu dünyada henüz pek büyük bir kayıp yaşamasam da onların düştüğü durumu düşünmek bile bu durumun ne kadar acı olduğunu hissetmemi sağlıyor. Zaten istesek de istemesek de hepimizin eninde sonunda yaşayacağı bu değil mi? Hayatımızı kaybettiklerimize göre şekillendiririz demiştim. Annesini ve babasının kaybını anneannesinde canlandıran o çocuk gibi, kocasının ölümünü torununda hisseden anneanne gibi her kayıp başka şeylere sarılmayı gerektirir bizlere. Bu başka şeyler maddî ya da manevî olabilir ama bence onlar en güzelini yapıp manevî değerlere sarılmışlar. Birini kaybedince o kişiye olan sevgilerini başkalarına aktarmışlar ve böylece içlerindeki sevgi hiç eksik olmamış. Parayı ya da birkaç somut varlığı sevmek yerine kendilerine benzeyen bir canlıyı, bir insanı sevmiş onlar. Dünya üzerindeki en güzel olgu olan sevgilerini bir insana vermişler. Böylece sevgilerinin sahip olduğu değeri katlayıp onu anlamlandırmışlar. Hepimiz kayıplarımızda başka değerlere sarıldık ve bundan sonrakilerde de aynısı olacak. Aslında çevremizde çok rahat görebileceğimiz olaylar bunlar. Ama bunu yaşayanın bir çocuk olması çok acı olsa da bir insanın kayıplarla yaşadığı travmayı gözler önüne açıkça seriyor. Zaten çocukken biz de içimizden geçen şeyleri söylemez miydik? Gün geçtikçe kalıplara girmeye çalışan, ağlamayı bile utanç olarak gören bizler de içimizden geçenleri olduğu gibi, korkmadan, utanmadan çevremize gösterebilsek keşke. Belki anneanne ve o küçük çocuğun sevgilerini kaybetmeden hayata tutunma sebepleri de buydu. Anneanne sevmediği başka bir erkekte mutluluk arayabilirdi veya çocuk büyüyünce para, makam gibi geçici değerlere tutunup sevgisini bu değerlerle paylaşabilirdi. Böylece mutluluğu ararken Şahin 2 günümüzde birçok insanın yaşadığı mutsuzlukla yüzleşirlerdi. Ama ne seksen dört yaşındaki bir kadın için ne de on yaşlarında bir çocuk için geçici kavramların bir önemi olmayınca asla ruhlarını kirletmemiş iki insan çıkıyor karşımıza, kalplerinden sevgiyi hiç eksik etmemiş iki insan. Kaybetmenin getirdiği acıyla başa çıkmanın en iyi yolunun sevgi olduğunu düşünürüm hep. Belki kendimden örnek veremeyecek kadar gencim fakat yaşayan insanlara baktığımda, hatta ölmüş insanların biyografilerine baktığımda bunu açıkça görürüm. Yaşadığımız bir üzüntüden dolayı hayata küsmek korkaklık, sevgiyle hayata tutunmak ise savaşmak gibidir. Böyle durumlar karşısında dahi savaşan insanları okuyunca içimde oluşan utanç duygusundan bahsetmezsem olmaz sanırım. Bizler çoğu zaman hayattaki küçük başarısızlıklardan sonra bile pes ediyoruz. Aslında olması gereken bu değil. Savaşmalı, başarmak için elimizden gelen her şeyi yapmalıyız. Zaten mutlu olmak da hayattaki en büyük başarı değil midir? Çocuk ve anneannenin bu davranışları hepimiz için bir örnek olmalı. Hayattaki bütün başarısızlıklar, hatta sevdiklerimizi kaybetmek bile her ne kadar kötü olsa da bu bizim için hayatın bir sonu olmamalı. Sevgiyi kalbimizde hep yaşatmalı ve böylece yaşadığımızın farkına varmalıyız. Karamsarlık yerine aydınlık kaplamalı içimizi her zaman. İnsanı insan yapan sevgiden asla kopmamalıyız. Başarının da, mutluluğun da tek yolu budur. Kaynakça:  Serbes, Emrah. Erken Kaybedenler. İstanbul: İletişim, 2009.
258
Sacide Aydın Daha dün öğlen okulda camdan içeri bakan sanki beni de içeri al diyen upuzun, yumuşacık tüylü kediyi sınıfa almış ve sınıfta kedi sevmeyen ne kadar DİLSİZ DOSTLARIM insan varsa hepsini sınıftan k açırmıştım. Kedi masanın üzerinde yatarken ben de ödevime kaldığım yerden devam etmiştim. Tıpkı ‘deki Nello’nun köpeği Patraş’a olan düşkünlüğü gibi benimde hayvanlara olan düşkünlüğüm aslında genetik bir durum, eve getirdiğim kuşun, tavşanın, kaplumbağanın, köpeğin ve kedinin haddi hesabı yok. Tabii bu haSyevvagnillia Krıönp eevğdime barınma süresi sadece bir haftaydı sonra onları sahiplerine geri vermek zorunda kalıyordum. Evde hayvan bakmak konusunda annemi ikna etmek kolay olmuyordu ama babam da benim gibi olduğu için bu konuda yardımcı oluyordu. Gittiğimiz restoranlarda ve tatil yerlerinde de durum aynıydı, sipariş verdiğimiz yemeği sadece biz değil masamızın etrafında dolaşan kediler, köpekler de yerdi. Aslında genetik dediğim hayvan düşkünlüğümün asıl nedeni babam değil, rahmetli büyükbabamdı. Büyükbabamın Bursa’da içinde avlusu olan her bayram tüm sülalenin toplandığı bir çiftliği vardı. Hatta eskiden o avlunun bir kısmı ahır olarak da kullanılıyordu. Tavukların yemleri, kedi-­‐köpeklerin yalları, ineklerin otları hep bu avluda verilirdi. Kurban bayramlarında bile kurbanlar bu avluda kesilirdi. Eski Doğu geleneklerini hala yaşatırdı büyükbabam, kesilen kurbanın başını duvara asardı ve sonrasında kendi sanatını konuştururdu. Duvara hayvanın kalan vücudunu çizer hepimize de nasıl çizdiğini gösterirdi. En son 2013’de çizdiği siluet hala giriş duvarında, çiftlik evinde büyükbabamdan kalan son izlerinden biri olduğu için kimse onu silemiyor. Büyükbabamın hayvan sevgisi o kadar fazlaydı ki, babamın onu Hac’a gönderme teklifini bile her seferinde “Benim burada dilsizlerim var onların sevabı yeter” diyerek geri çevirirdi. Kapısının önündeki hayvanları bırakırsa aç kalacaklarını, öleceklerini düşünürdü. Ama o dilsizlerin içinde bir köpek var ki, büyükbabam öldükten sonra bile bizim yanımızdan hiç ayrılmadı. O sadık köpek Topuz hala her bayram avluda kurduğumuz kahvaltı zamanı yanımıza gelir üstelik sabahları kahvaltıdan önce gerçekleştirdiğimiz bayramlaşma merasimlerimizi bile kaçırmaz. Aramızda kalsın Topuz neredeyse 30 yaşında ve benden büyük ama elini öpmem. Ailemizden biri olan Topuz maalesef geçen yıl amcamların da temelli olarak çiftlik evini terk etmesiyle, büyük bir boşluğa düşmüş durumda. Komşuların dediğine göre hala bizim senede birkaç kez gidebildiğimiz çiftliğin avlusun yatıp kalkıyormuş. Çiftliğin ve büyükbabamın en sadık dostu Topuz sanırım son anına kadar o avluda yaşayacak. Büyükbabamın Topuz’dan başka bir köpeği daha vardı; Ayaz, Topuz’a göre daha hırçın bir köpekti. Zaten o bizim bayram kahvaltılarına filan gelmezdi. Çiftliğinin önündeki arabaların başında ağır abi gibi dururdu. Çiftliğin boşluğuna alışamayan Ayaz evin dışında bulunan ahırın önünde yatıp kalkmaya başlamış. Ve bir gün ağaçtan sallanın zincire boynunu dolamış ve ölmüş. Komşuların çektiği fotoğraflar olmasa birinin onu öldürdüğünü düşüneceğiz ama doğruydu Ayaz resmen kendini intihar etmişti. Bunları yazarken bile o manzara geliyor aklıma ve içim ürperiyor. Bize bu kadar bağlanabilecek canlılar gerçekten sevgimizi, düşkünlüğümüzü fazlasıyla hak ediyorlar. Onlar hediye alınıp sonradan sokağa atılmayı, barınaklara terkedilmeyi, aç kalmayı hak etmeyen canlılar. Geçen sene gittiğimiz Çanakkale’de sokaklardaki hayvan sayısına çok şaşırmıştım çünkü büyükşehirlerde sokak hayvanları ıslah edildiği için bu yoğunluğun nedeni farklı olmalıydı. Kahvede oturan bir amcaya sormuştum bu sorumu, ve bana buraya gelen yazlıkçıların hayvanlara bakamayıp onları sokağa attıklarını söylemişti. Zaten köpeklerin büyük bir kısmının Golden türünden olmasından anlamalıydım. Hayatta anlamakta en güçlük çektiğim noktalardan biri bu olabilirdi. En yakın arkadaşın olabilecek bir canlıyı nasıl sokağa bırakabilirsin ki, yani bu insanlar hiç küçükken annesinin eteğine dolanıp ben hayvan istiyorum diye ağlamamış mı? İstedikleri sadece biraz yemek ve sevgi olan bu canlılara sahip çıkmak, dost olmak hayatta yaşayabileceğimiz en zahmetsiz mutluluk olabilir. Bu arada annemin evde hayvana ne kadar karşı olduğundan bahsetmiş olsam da şuanda sahip olduğumuz kedim Venüs en çok annemi seviyor ve geceleri onunla uyuyor. Belki bir yazımda da nemrut kızım Venüs’ü anlatırım. Ramee M. (2014). . Aylak Adam Yayınları K aynakça: Sevgili Köpeğim Dün sınıfa aldığım kedi
259
HASTA ÇOCUK http://www.xn--edebiyatgretmeni-twb.net/wp-content/uploads/Dokuzuncu-Hariciye-Ko%C4%9Fu%C5%9Fu-kitab%C4%B1.jpg Gel de biraz sohbet edelim seninle çocuk. On beş yaşındasın, bu yüzden benim için çocuk sayılırsın. Ben de o karanlık koridorda gezen, ya da muayene odasında bulunan beyaz önlüklülerdenim. Görüyorum, hastasın. Yedi yaşından beri sol dizinde hastalık var ve hala pansumana geliyorsun. Ameliyat geçirdin, yine de eklem iltihabı geçmedi. Bugün de pansuman günlerinden biri ve yaşına uygun olarak çocuk hastanesindesin. Hasta olmak epey zor, görüyorsun. Hele ki bir hastalıkla mücadele etmek çocuklar için daha da zor. Muayene odası önünde sıranın kendisine gelmesini bekleyenler var. Oturacak yer bulamadıklarından, hasta yavrularını kucaklarına oturtmak için yere çömelen anneler var. Beklemek çok uzun sürebilir, belki saatlerce bekleyecekler. Senin de düşündüğün gibi: “Emindirler ki insanlar arasında sabretmesini, beklemesini onlar kadar bilen yoktur.” (Sayfa 6) Herkesin gözü muayene odasının kapısında ve onlar, hastalarının isimlerinin çağırılmasını bekliyorlar. Sen de onlardan birisin, fakat seni yalnız görüyorum çocuk. Yok mu bir büyüğün yanında? Zordur tek başına hastanede beklemek, birazdan olacakların korkusuyla başa çıkabilmek… Cesaretine hayran kaldım çocuk. Şimdi sıra sende, adın okunuyor. Muayene odasında beyaz renk ve metaller hakim. Sen tecrübelisin tabii, yedi senedir gelip gidiyorsun hastaneye. Senin sol dizinin sargısı çözülürken, operatör de elini yıkamalı ki, onun elinden mikrop kapmayasın. Operatör hakkında da doğru düşünüyorsun: “Yüzünde bıkkınlıkla sebatın kavgası var.” (Sayfa 8) Hekim olmak çok zor, hele ki cerrah olmak daha da zor. Bir günde yüzlerce hastaya bakıyorsun, hepsine şifa vermeye çalışıyorsun. Biri gidiyor, diğeri geliyor. Hepsine aynı özeni göstermek zorundasın ve aynı zamanda da işlemleri yaparken hızlı olmalısın. Yoksa bekleyen hastalara gün içerisinde sıra gelmez. Bu yüzden çocuk, ciddi suratlarımız ve sessizliğimiz seni ürkütmesin. Herkesin acısını gördüğün yerde, sen de tükenirsin. Yine de o soğuk maskeni takıp sabırla ve inançla işini yapmalısın ki, o hasta çocuklar sağlıklarına kavuşsun. İşte o zaman yüzümüz güler. Biliyorum birazdan canın yanacak. Önceki pansumandan kalan pamuğu ve gazlı bezi çıkarmak zor olacak, çünkü iyice etine yapışmıştır. Canın çok yanacağından, fazla hareket etmeyesin diye seni tutmalılar. İşte çıkıyor ve çığlık atıyorsun. O yüzündeki saygı ve utanç var ya çocuk, beni duygulandırıyor. Günümüzde pek göremiyoruz bu ifadeyi, daha suçlayıcı ve aşağılayıcı yüzler var etrafımızda. Her neyse, yaranda üç tane fistül var, yani dışarıya doğru açılan kanallar bunlar. Buralardan akıntı ve iltihap geliyor, dizin tehlikede görünüyor. Kemik doku çürümüş. Pansuman yapılırken de acılı bir süreç olacak. Teker teker temizlenmeli oralar ve mümkün olduğunca sağlıklı dokuya ulaşmaya çalışılmalı. Maalesef ben de görüyorum ki iltihap çok fazla, yeniden dizine ameliyat yapılması gerekiyor. Tabi ki operatörün seni ikna etmesi gerekiyor, çünkü çürüme ilerlerse uzvunun daha büyük bir kısmını kaybedebilirsin. Kafanda bir sürü soru işareti var. Durumunuz pek iyi değil. Anneciğinin üzülmesini istemiyorsun, bu yüzden gerçeği saklıyorsun ondan. Biliyorsun: “Annelere anlatılan kederler taksim değil, zarbedilmiş olur: Çocuklarının felaketini iki kat şiddetle hisseden anneler, bu ıstıraplarını çocuklarına fazlasiyle iade ederler.” (Sayfa 13) Geziyorsun, dolaşıyorsun, kafanı böyle boşaltmaya çalışıyorsun. Koltuk değneği de kullanmıyorsun, bu bacağını daha da kötü etkiliyor. Belki uzak akrabalarınızdan biri olan Paşa yardım eder sana, annenin söylediği gibi seni özlemiş. Senin ona kitap okumanı çok seviyor, hem de kızı Nüzhet’le de iyi anlaşıyorsunuz. Seni çok iyi karşılıyorlar, başlarda her şey iyi ama ortaya Nüzhet’i eş olarak isteyen Doktor Ragıp çıkıyor. Evet, Nüzhet ve Doktor Ragıp… Haklısın, bu konuyu konuşmasak daha iyi. O kadar çok yoruldun ve üzüldün ki bacağın oldukça kötü durumda. Bir felaket olarak adlandırıyorsun bunu. İyi ki sana destek olan Doktor Mithat var yanında. Bir sürü cerrah dizini görüyor, röntgenler çekiliyor ve her gören “aman bu bacak ne hale gelmiş?” diyor (Sayfa 91). Büyük bir operatör var, amputasyonun gerekli olduğunu söylüyor, yani bacağın kesilecek. Böyle bir şeye izin veremezsin. Evde bir matem havası hakim. En sonunda Doktor Mithat ile ilk operatöre gidiyorsunuz ve eğer sen de onun söylediklerine harfiyen uyarsan, operatör belki bacağını kurtarabileceğini söylüyor. Artık Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’ndasın. Çok acılı ve korkulu zamanlar geçiriyorsun, kimsenin sözleri seni teselli edemiyor. Ameliyat oluyorsun, aylar süren pansumanlar yapılıyor ve nihayet bacağın kurtuluyor. Sonunda çıkacaksın hastaneden. “Büyük bir hastalık geçirmeyenler, her şeyi anladıklarını iddia edemezler”, haklısın (Sayfa 127). Geçmiş olsun çocuk!
260
Meltem ŞEN SONSUZ DEVİNİM İnsanı yönlendiren şey duygularıdır çoğu zaman… Bazen öyle kayboluyoruz ki, hoyrat dalgalara karışıp bilmediğimiz kıyılara vuruyoruz. En sonunda kendimizle baş başa kaldığımız anda başlıyor ardı arkası kesilmez sorular kafamızın içinde koşuşturmaya. Kendi kendimizi sıkıştırıyoruz köşeye ve sonra… Ben kimdim, kimim ve kim olacağım? İnsanlar hakkımda ne düşünüyordur acaba? Sorular bitmek bilmiyor… ‘’En çok kimsin dediklerinde tökezliyorum’’ diyor Asuman Susam dizelerinde... Bu ilk satırı okuduğumda aklıma ilk gelen kendimdi, istemsizce kendimi sorguladım. Kim olduğumdan kastım belirgin özelliklerimin ne olduğu, sorsalar kendimi nasıl tanımlayacak olduğum falan. Bahsettiğim sorulardan hiçbirinin cevabını net bir şekilde bilmediğimi fark ettim. Her şeymişim ama aslında hiçbir şeymişim gibi ya da hiçbir şeymişim ama aslında her şeymişim gibi… Hayattan yıl aldıkça sürekli değişiyoruz, hayatımıza yeni bir eşya girdiğinde ya da çıktığında bile değişiyoruz ki yeni bir insan girdiğinde ve çıktığında nasıl değişmeyelim? Bütün bu durmak bilmeyen değişim süreci içinde kendimizi nasıl gerçekçi bir şekilde betimleyebilelim? Mesela, benim en’lerim yoktur. Hayatımın …’sı yoktur. Bugün yağmur yağıyordur ve o ruh halime uygun şarkıyı gün boyu dinlerim, dün güneşliymişse de dünkü ruh halime uygun şarkıyı gün boyu dinlerim ve şarkılar arasından benim şarkılardaki en’im o gün dinlediğim o şarkı olur. Hayatımda bir hava durumu bir şeylere bu denli şekil verebiliyorken bir kişinin var olması ya da yok olması insanın hayata bakış açısını bile kim bilir ne denli değiştirir... Kim ölene kadar aynı kişi olarak kalabilir ki… Biri hayatımıza girerken birçok şey hayatımıza onunla birlikte girer ve bir kişi hayatımızdan çıkarken birçok şey de onunla birlikte çıkar. Her kişi, her eşya, her olay bize bunca şey katıp bizden bunca şey götürebiliyor ve bu kısır bir döngü aslında. Asuman Susam, ‘’Kimse’’ şiirinde öyle derin duygularını aktarmış ki bize… Sadece kelimelerden bile birçok anlam çıkıyor. Ama dizelerinde bas bas bağıran bir tek şey var: taze bir acı… Henüz duygularını tanımlayamazken bilinmezliğin içindeki kaybolmuşluk gözüme çarpan ilk şey oldu. Ne dese kendini yanlış anlatıyor olabilmekten korkan biri var… Çünkü hayatında ona yer verdiği değerli bir kişinin gidişinden sonra hayatını yeniden tanımlamaya çalışıyor ve oralarda bir yerlerde kayboluyor. Ama bütün bu hisleri aslında ona öyle güzel şeyler yazdırıp çizdirmiş ki şiirlerini her okuduğumda dizelerinden başka bir anlam dökülüyor içime. Zenginlik denilen şey bu olmalı, manevi zenginlik… Ve o zenginlik aktarılabilmeli, tıpkı sevgili Asuman Susam’ın yaptığı gibi. Belki de kendini tanımlayabilmenin, yeni sahip olduğu şeyleri -kişiliğini, henüz sahip olduğu yeni düşüncelerini vs.- keşfetmenin en iyi yolu da yazmaktır sevgili Asuman Susam için. İşin özü; değişim, değişmeyen tek şeymiş… Biri gider, biri gelir ve hayatımız, duygularımız, hislerimiz her zaman yenilenmenin bir yolunu bulur. Bu yeniliklere ve sonsuz devinime hiçbir zaman alışılmaz, bu da her seferinde yeni duygularla tanışabilmenin en güzel yolu olur… Buram buram sanat kokan şiirleri de bu yoğun duygular besler. O çok sevdiğimiz şiirlerin her zaman iki yazarı vardır: biri şiirin yazarı, diğeri ise yazarın karşı koymasının mümkün olmadığı yoğun duyguları… Bu duyguları elinden gelenin en iyisini yaparak kendinle bütünleştirirsen sen, sen olarak kalmaya devam edebilirsin… Hayat kendini bulmak değil, kendini yaratmaktır. Gabrielle "Coco" Bonheur Chanel KAYNAKÇA "Hats." Pinterest. N.p., n.d. Web. 10 Apr. 2017. Xxxxx. "Neydi Ne Oldu? ( Coco Chanel )." Pamuk Sekeer: Günlük. N.p., n.d. Web. 10 Apr. 2017.
261
Hale ÖZEN 21502281 Section 8 UÇURTMANIN KAÇIŞI Hiç kendinize hakim olduğunuz, sınırlarınızı net bir şekilde belirlediğiniz ve ardından koyduğunuz bütün kurallara harfi harfine uyduğunuz oldu mu? Oldu demeyin lütfen, nasıl oldu? Olamaz, olmamalı, çünkü bunun bir açıklaması yok. Peki bunu nasıl başardınız birkaç kelimeyle anlatsanıza bana. Biri bana açıklasın, açıklasın ki bulayım yolumun nereye… Çünkü son zamanlarda aklımı kaybettiğimi, insanların önemsemediği şeylere fazlasıyla değer verdiğimi, kimilerine göre normal hayatın döngüsü olan şeylerin aslında hayatımda çok büyük ölçüde yer kapladığını fark ettim. Hani bu satırları yazıyorum ya, şu an bile gitmek bilmiyor bu düşünceler; başımı ağrıtıyor, göz kapaklarımın uyuşmasına sebep oluyor falan. Çıkaramıyorum aklımdan bir şeyleri, sizde de olmuyor mu? Kesinlikle oluyordur, insanız sonuçta. Şunu fark ettim ki, bu silsileler bütünü en basit eylemde bile etkili. Azaltmaya çalıştıkça her eylemin hayatımızdaki yerini; bir taraftan kısıyoruz harcadığımız zamanı, verdiğimiz emeği veya tükettiğimiz enerjiyi. Bir taraftan kısarken, bu demek oluyor mu ki, istediğimiz şekilde başka bir silsileye devrediyoruz harcadığımız bu zamanı, emeği veya enerjiyi. Fark ediyor muyuz acaba, hayatımızda hangi eylem bizi daha çok tatmin ediyor? Kendi adıma cevaplıyorum, mesela ben boş zamanlarımda genelde boşluğa dalıyorum. Neden dalıyorum boşluğa, bir boşluk görmek istediğimden mi? Veya hiç boşluk olmadığı ve yaratmaya çalıştığım o boşluğu en etkili biçimde kullanmak istediğimden mi? İhtiyaç mı duyuyorum bu boşluğa… Çimlerin üzerinde oturup kuşların sesini dinlerken okuduğum bir kitap bile değiştirebiliyor hayatımı. Yönlendirebiliyor beni, tıpkı Begüm Başoğlu ve Ege Erim’in ortak kaleme aldıkları Sade isimli kitapta da dedikleri gibi: “Temel sorularla başlayın ve kendinize karşı dürüst olun!” (Başoğlu ve Erim 79). Çimlerde otururken değişen düşünceler… Bireyin kendini olduğu gibi görmesi ve kendine doğrulttuğu soruların can alıcılığı ile alakalı. Sanırım farkında olmaya başladığında bir şeyin; bir şekilde oturmayan parçalar çöpe giderken, diğer oturan parçalar yerine daha sağlam oturuyor da ondan. Bu değiştiğini sandığım hayatı tıpkı evimizin salonunda bulunan raflara benzetmeye başladım. Hani olur ya annenizin içinde yaşadığı eski ve yeni çatışması; çeyizinden gelen objeler, dantelli işlemeler ve günümüz modasına uygun vazolar, biblolar… Ayrıca misafirlerin getirdiği, evimizin düzenine bile uymayan o hediyeler… Aslında bu bir çatışma değil mi? Hepsi mi bizi, bizim olduğumuz gibi yansıtıyor yani? Hepsi mi arzularımızı, şehvetimizi veya hazzımızı karşılamamızı sağlıyor hayattan? Neden bilmiyorum ama, olmasını istediğimiz gibi olmuyor kafamızın içindeki değişiklik. Sanırım anne örneğimden yorumlamalıyım bu durumu. Olması gereken, olması gerektiği gibi olmuyor, çünkü her olması muhtemel şey dışarıda olan bir unsura takılı kalıyor. Bir şeyler ya çok fazla ya da yeteri kadar değil. Aradaki dengeyi ise kimse bilmiyor, beyazın bütün renkleri içinde barındırması gibi bir şey bu. 1 Hale ÖZEN 21502281 Section 8 Aslında beyaz şu anda bulunduğum düşünceler silsilesinin bir yansımasıydı. Bunun sebebi ise içinde barındırdığı bütün renklere rağmen yine de tertemiz kalabilmesiydi beyazın. Kendimize, özümüze doğrulttuğumuz sorular; belki de sade yaşamak istememizdendi. Sizi bilemiyorum fakat bunlar benim için öyleler en azından. Düşünüyorum da gardırobumda bulunan kot pantolonları, giymediğim ve sadece egomu tatmin ettiğim diğer kıyafetlerimi… Veya son model telefonumu, şu an klavyesine dokunduğum bilgisayarı… Ben bunları neden almıştım. İhtiyacım olduğu için mi? Gerçekten bilemiyorum harcadığımız bu paranın, bu materyalistliğe olan bağımlılığın bizi ne kadar yansıttığını. Garip olan da ne biliyor musunuz? Bütün bunların farkında olmak ve hiçbirini uygulayamamak. Harfi harfine uyamıyorum aldığım kararlara ve bunun nedenini sorgulamam da bir o kadar saçma geliyor. Madem düşünüyorsun, uygulasana diyorum kendi kendime. Ardından boş versene, senin gibi düşünen kaç insan var ki, diyor çevremdekiler. Sorgulamak da bir başlangıçtır diyorum, neyin yanlış neyin doğru olduğunu da sorgulamak. “Sadece gündelik hayatlarımızın değil, dünyanın gidişatı da gösteriyor ki sorgulamadan kabul ettiğimiz doğrular, belki de sandığımız kadar doğru değildir. Doğrunun ve yanlışın ötesinde, başka türlü bir şey isteyenler için temiz bir sayfa açabilmek umuduyla…” (Başoğlu ve Erim 10). Kaynakça Başoğlu, Begüm ve Ege Erim. Sade. İstanbul: Okuyan Us Yayınları, 2015. Baskı. Erim, Ege. “Farklı Olmaya Cesaret Etmek.” sadeyasamak.com. y.y. 10 Ara 2015. Web. 10 Nis. 2017 2
262
Özgecan Gümüşbaş 21301031 TURK 102- Sec.21 Gönenç Tuzcu 16 Ekim 2014 SERBEST 1 Winchester: Güneydeki Gizli Şehir İngiltere’ye giderken birinci amacım popüler turistik yerleri gezmekten çok, kenarda köşede kalmış turistlerin keşfetmediği küçük sevimli şehirleri gezmekti. Ben de bu amacımı gerçekleştirmek için İngiltere’ye gidişimin ikinci haftasında kendimi hemen Winchester yollarına attım. Güneyin en büyük şehirlerinden Southampton’a otuz dakika otobüs mesafesinde olan bu sevimli şehre, ben de otobüsle geldim. Oldukça kısa geçen bu yolculuk sonunda otobüs durağına vardım. Kafamı dışarı uzattığımda ilk düşündüğüm buranın şeker mi şeker bir kasabaya benzediğiydi. Beklentilerimin farklı olmasından mıdır bilinmez ama burası İngiltere’deki diğer şehirlere göre gerek insanıyla, gerekse yapılarıyla daha sıcaktı. Winchester, küçük romantik sokaklarıyla, bozulmamış yapısıyla ve sıcak insanlarıyla beni ilk andan itibaren etkisi altına aldı. Biraz şehre doymak, biraz da sokakları hafızama kazımak için etrafa bakınırken otogarın karşısındaki Winchester Turist Bilgilendirme Merkezi’ni gördüm. Ben de hem zamanımın kısıtlı oluşundan hem de yerli biri tarafından bilgilendirilmek istediğimden koşarak bilgi merkezinin olduğu tarafa geçtim. Görevlilerden biri, ücretsiz alabileceğimi söylediği haritayı bana uzatıp, üzerinde gitmekten zevk alacağımı düşündüğü tüm yerleri işaretledi ve bana önerilerde bulundu. Ben de bu tatlı hanıma kulak verdim ve Winchester macerama başladım. İlk hedefimi The Great Hall olarak belirledim. The Great Hall’un Türkçesiyle Büyük Salon’un Kral Arthur efsanesini yaşatan en önemli yerlerden biri olduğunu öğrendim. Burayı önemli yapan ise Winchester Kalesi’nin günümüze kadar kalan tek parçası olan Büyük Salon’un içerisinde Kral Arthur efsanesinin en önemli parçalarından birinin, Yuvarlak Masa’nın, muhafaza edilmesiydi. Bu masa, efsaneye göre, masada adı yazan yirmi beş şövalyenin eşitliğini ve dostluğunu temsil ediyordu. Ben ve benim gibi bu masanın ihtişamından etkilenen diğer turistler de bu masa karşısında uzun süre vakit geçirdiler. Buradan sonra turistlerin yukarı doğru yönlendiklerini gördüm ve ben de onların peşine takıldım. Ana girişin yukarısında bir sergi olduğunu o zaman öğrendim. Eski Britanya krallarının portrelerinin bulunduğu uzun bir koridoru boylu boyunca gezdim, bu kralları ve Winchester kalesiyle olan ilişkilerini anlama fırsatını yakaladım. Kısa gelen bu gezinin ardından daha bir iki adım atmamışken karşımda The Westgate Museum’ u buldum. Buranın eskiden şehrin Batı Kapısı olduğunu öğrendim. Kapının şeklini ve girişini nasıl muhafaza ettikleri beni çok etkiledi. Müzeye girmeye çalışırken kendimi adeta bir kalenin dar merdivenlerinden yukarı çıkarken buldum. İngiltere’deki diğer müzelerde olduğu gibi burası da oldukça interaktif bir müzeydi. İnsanların gezerken sıkılmamaları ve kendilerini oraya ait hissetmeleri için her şey yapılmıştı. Şövalye zırhlarından, kral tacına kadar her türlü aksesuar hazırlanmış ve turistlerin denemesi için bırakılmıştı. Burada da bir hayli zaman geçirdikten sonra bu Batı Kapısının en tepesine çıkmaya karar verdim. Çıktığımdaysa gördüğüm manzara inanılmazdı. Yine interaktif yönlendirmelerle şehrin tüm siluetini görme ve aynı anda bu silueti oluşturan binaları tanıma fırsatı buldum. The Westgate Museum’da uzun bir süre gezindim. Buradan çıktığımda çok az zamanımın kaldığını fark ettiğimden şehirde görmek istediğim diğer bir noktaya, Itchen Irmağı’na, doğru koşuşturmaya başladım. Irmağa doğru ilerlerken dar ama bir o kadar da uzun sokaklardan geçtim, geçerken de bu şehrin mimarisine ve tarihine bir kere daha hayran kaldım. Bu sokaklardaki sevimlilik ve sıcaklıktan dolayı sanki İngiltere’yi değil de bir Akdeniz ülkesini geziyormuş gibi hissettim. Buraya bir kere daha gelip, sadece sokakları dolaşma fikrini yapılacaklar listeme kaydettim. Aklımda bu fikirlerle ilerlerken, yolun sonundaki ırmağa ulaştım ve bu ırmaktan boylu boyunca şehir merkezine yürümeye karar verdim. Yürürken fark ettiğim bir diğer nokta da bu ırmağın Winchester’ı boylu boyunca ikiye bölmesiydi. Irmak bir sur gibi banliyö ile şehir merkezini birbirinden ayırmıştı. Aslında bu ırmağın sadece mekanları değil, insanları da birbirinden ayırdığını düşündüm. Köprünün bir ucunda başka hayatlar yaşanırken, ben de diğer ucundan onları seyrettim. Yavaş yavaş yolculuğumu noktalarken aklımda bu kasabamsı ve sevimli şehre bir daha gelmenin hayalini kurdum ve istemeden de olsa buruk bir sevinçle otobüsüme atlayıp diğer maceralara doğru yola çıktı.
263
TEK SOKAĞIN ÇOK SESİ ​ Terminolojimiz bozuktur bizim, bunun herkes farkında değil mi? Türk toplumu olarak etrafımızda gelişen olaylara ve “şeylere” taktığımız isimler tamamen kelime anlamının dışında kullanılır. Örnek olarak; büyük eski köprülerin altından yol geçiyor ise ona artık köprü değil “altından geçme” deriz. Gözleri görmeyen insanları tanımlar iken “ görme özürlü” deriz sanki göremiyor olmak bir kusura bağlıymış gibi ya da eve tıkılıp kalmadığı için, bir şekilde ceza yemesi gerektiği düşünülen ( ki pedagojik eğitim konusunda da ne kadar rezil durumda olduğumuzu göz önüne seren bir düşüncedir) çocuğa, “sokak çocuğu” deriz sanki sokak, içeriye dahil olmayan anlamına geliyormuş gibi. Sokak, çoğumuzun büyüdüğü yer değil miydi? E nereden çıktı şimdi bu ötekileştirme? Günümüzde çoğu insanın doğup büyüdüğü mekanlar, öteki olarak lanse edilip sanki bir silahmışcasına tekrar tanımlanmaya çalışılırsa, o mekanlar vücut bulup, katı siyasi diktatoryaya karşı ayaklanır. Bu ayaklanmayı, şiddet içerikli bir anarşizm ekseninde değil de insanları düşünmeye iten, hayat standartlarının farkına vardırıp onları yükseltmeye sevk eden bir yaklaşım ile resmeden Funda Çoban, “​Sokak Siyaseti” ​adlı kitabında, bildiğimiz sokağın bilmediğimiz siyasetini bize öğretmiş. ​ Sokak her zaman koruyup kollayıcı olmasına rağmen, 3. dünya ülkelerinde sokağa karşı duyulan bir kin vardır. Bu kin aslında nankörlük düzeyinde değerlendirilemez çünkü bu memleketlerin anaları, sokaklardan çok çekmiştir. Sokaklar çok kişiyi alıp götürdü de nice Berfo Analar bekledi ama kimse gelmedi. Bu tarz ülkelerde aslında, siyasi iktidarlar, sokağın kapsayıcılığını sömürerek her şeyi faili meçhul hale getirebilirler. Funda Çoban, sokakta zuhur eden siyasetin, kolektif bir bilinç hatta bir davranış metodu olarak kullanılıp, bu tarz yozlaşmış siyasetin, neşe ile yaratıcılık ile ne denli yerle bir edebileceğini anlatmaya çalışmış. Aynı zamanda Çoban’ın doktora çalışmalarından da yararlanan bu kitap, açık söylemek gerekirse alıştığım siyasi eleştiri tarzının birazcık dışında kalıyor. Genelde politik içerikli kitaplar devlet,egemen kültür, ulus gibi makro yapıların birbiri ile olan ilişkisi ve bunların sonucunda açığa çıkan gücün toplum üzerindeki tahakküm veya etkilerinden bahseder ancak bu kitapta, direk olarak özne-toplum ilişkisi masaya yatırılmış ve sokağın, kolektif eylem ve toplumsal hareketler arasındaki organik bağları incelenmiş. Yani işin Türkçesi, siyaseti müsteşarla değil de fırıncı Mehmet Emmi ile, kolejli Berkesu’yla, grafitici Hans’la, SGK’sız Mükremin ile anlatmış. E zaten grafitici Hans da “sokaklı” Mükremin de sokağın dilini anlatmaya müsait tabiri caizse stereotype’lar. Zira Almanya, özellikle Berlin sokak sanatı ve grafiti konusunda belki de en ileri düzeydeki sanatçıları barındıran yerdir. Kitapta da değindiği üzere, Almanya siyasi-politik tepkilerini sanat yolu ile koymaya daha meyillidir. Eğer Berlin Duvarı’nın önünden yürüdüyseniz, binlerce politik mesaj içeren grafitilerle, birçok eski siyaset adamının aşağılandığı çizimlerle karşılaşırsınız. Haliyle, sokağı siyasetin kum havuzu olarak görmek ve adeta küçümseyip yok saymak, topluma karşı kulak tıkamak anlamına gelir. Politikayı, kongrede oylanan yasalardan ibaret sanıp, halkın geri dönütlerini hiçe sayan bir anlayış, önce pasif (ki medeni toplumlarda fark edilmeyen ama yüzyıllar süren bir süreçtir) sonra aktif direnişle karşı karşıya kalmaya mahkumdur. E eğer sen, 2. Dünya Savaşı’ndan başlayarak, halkı kandırma eğiliminde bir politika izlersen, en geç 20 yıl sonra Berlin Duvarı’nda o dönemin generaliyle sevişirken resimlerin çizilir. Halk tepkisini, katı otoritelerin gösterdiği gibi soğuk değil aksine aşk kadar sıcak bir biçimde gösterir.:) Keza kitapta değinilen bir başka örnek alan ise Mükremin’in yardımıyla açığa kavuşabilecek olan işgal evleridir. İşgal evleri her ne kadar sadece boş gezen “Mükreminsilerin” eğlence amacıyla düzenlediği yapılar olarak görünse de aslında baya baya eski imece usulüdür. İmece usulünde insanlar çeşitli ortak ihtiyaçlarını yardımlaşarak karşılarken, işgal evlerinde de insanların, insan gibi yaşama ve eğlenme ihtiyaçları, birbirlerinin yardımı vasıtasıyla karşılanır. Bu sadece günlük bir etkinlik gibi görünse bile aslında başlı başına bir tepkidir otoritelere karşı. Bak, ben senin yardımına ve iznine ihtiyaç duymadan dostlarımla eğlenebiliyorum mesajıdır. Bak, ben senin elini çektiğin köhne mekanları etimle tırnağımla kazıyarak yaşanabilecek bir yere getirebiliyorumun direk kanıtıdır. Sığ olarak incelendiğinde sadece yaratıcı bir eğlence olarak görünse de pasif direnişin kralı , sokak siyasetinin kaynar kazanı, otoriter yapıların apolitikleştirmeye çalıştığı bir jenerasyonun gayet de politik duruşlarını eğlence biçimleriyle harmanlayarak gösterebildikleri mecradır işgal evleri. Şükürler olsun ki bir tanesi de çıkıp Mükremin ile Hans’ın yaptığının aslında aynı amaca hizmet edip aynı soruna tepki olarak doğduğunu gösterebilmiş. Açıkçası bu başarı fazladan bir tebriği hak ediyor çünkü genelde kapağında “ Siyasetin gündelik kuruluşu bağlamında bir inceleme” tarzı ne tam olarak anlaşılabilen ne de halkın günlük diline hitap eden bir söylem bulunan kitaplar sığ kalıp kitleye hitap edemez ancak Çoban, hem siyasi arenada şiarını kalıplardan kaçan bir dille ifade edebilmiş hem de Mükremin ile Hans’ın bir gün aynı amaç uğruna omuz omuza verebileceği fikrini gizliden gizliye okuyucuya aşılamış. Ufuk ÖZKARDAŞLAR 21502212 Türkçe102-13
264
Biz Mutlu Feministler Chimamanda Ngozi Adichie kendisini mutlu, erkeklerden nefret etmeyen, dudak parlatıcılarını seven, erkekler için değil kendisi için topuklu ayakkabı giyen Afrikalı bir feminist olarak tanımlayan Nijeryalı bir yazar. Feminizm genelde agresif ve isyankar bir ideoloji gibi gelse de mutlu feminist Ngazi, sempatik ve mizahi tavırlarıyla, asıl feminizmin ne olduğunu ve neden feminist olmamız gerektiğini Ted Talks’ta yaptığı Why Everbody Should Be Feminist? adlı konuşmasında anlatıyor ve bu konuşma kesinlikle şu ana kadar izlediğim en etkili konuşmalardan birisi. Konuşmasını farklı kılan batının klasik feminist kalıplarının aksine egolarından kurtulup var olan durumu son derece akılcı, gerçekçi ve samimi bir tavırla açıklaması. Özellikle cinsiyet eşitsizliği hakkında güldürürken düşündüren örnekleriyle feminizmi en doğru şekilde açıklamış ve hepimizin karşılaştığı gündelik olayları mizahi bir üslupla eleştirmiş. Çoğu kişi feminizmi anarşist ve kadın üstünlüğünü savunan, isyankar, mutsuz, evde kalmış sutyen karşıtlarının oluşturduğu bir kadın hareketi olarak düşünse de aslında feministler cinsiyetler arasında sosyal, politik ve ekonomik eşitliğe inanan kişilerdir. Hatta bir kadın hareketi olarak düşünülmesinin aksine tanımında da olduğu gibi kadın erkek fark etmeden “cinsiyetlerin” hakkı ve eşitliğine inanan tatlı mı tatlı, barışçıl mı barışçıl bir ideolojidir fakat nedense ataerkil bir toplum olan ülkemizde ne zaman feminizm hakkında bir konuşma girişiminde bulunsak bir erkeğin isyanı sonucunda susmak zorunda kalıyoruz. Size geçenlerde başıma gelen ironik bir olayı anlatayım. Bu sefer hemen susturulmamak için konuya başka türlü anlatmaya karar vermiş, kızlı erkekli oturduğumuz bir akşam herkese sırasıyla üç soru sormuştum. Arkadaşlarıma barış ve eşitlik isteyip istemediklerini, eşitliği sosyal ve politik anlamda herkes için isteyip istemediklerini ve son olarak feminist olup olmadıklarını sordum. Tahmin edebileceğiniz üzere ilk iki sorunun cevabı evet iken nedense sadece üçüncü soruda bir tek kızlar feministim derken erkekler reddetti. Aslında üç sorunun da aynı olmasına rağmen erkekler feminizmi duyar duymaz sanki ortada bir savaş varmış da onlar egemenliğini korumalıymışçasına tepki gösteriyor. Bu kadar korkmalarının sebebi gerçekten potansiyelimizin farkına vardıktan sonra kendilerine gerek kalmayacağını düşünmeleri mi yoksa süregelen hakimiyetlerinin sona ereceğinden korkmaları mı bilemiyorum, fakat globalleşen dünyamızda artık bir cinsiyetin diğerine olan hükmü artık söz konusu olamaz. Ngozinin de belirttiği gibi globalleşen dünyada artık yöneten kişi fiziksel olarak daha güçlü olan değil; daha yaratıcı, daha zeki ve yenilikçi olan. Bundandır ki artık istisnalar hariç fiziksel olarak genelde daha güçlü olan erkeğin doğaya karşı hakimiyeti ve hükmü artık yok. Chimamanda’nın konuşmasının etkileyici yanlarından biri de suçu sadece bir cinsiyetin üzerine atmayıp yüzyıllardır hakimiyetlerini kurmuş olup kırılgan egolarını gün geçtikçe yükselten erkeklerin kadınların başarısından ve sosyal hayatta daha aktif olmalarından korkmalarının hepimizin suçu olduğunu çünkü kültürün bu durumda etkili olduğunu açıklaması. Maalesef erkeklere küçük yaşlardan itibaren bir taşfırın erkeği gibi sert, sözünü geçirebilen bir adam ve ailenin reisi olması öğretilirken; kadınlara boyun eğmek ve utanmak gibi kavramlar öğretiliyor. Bu yapılan her iki cinsiyete de haksızlık. Sistem ve öğrenilmiş kalıplar erkekleri canavarlaştırırken kızları köleleştiriyor. “Kadın, erkeğe itaat edip saçını süpürge etmeli çünkü örf ve adetlerimiz bunu gerektirir.” Düşüncesi bana göre kabul edilebilir bir düşünce değil. Maalesef ki hala kadına karşı uygulanan şiddeti törenin arkasına sığınarak meşrulaştırmaya çalışan canavarlar var ama unutmamalıyız ki mutlu feminist Ngazinin de belirttiği gibi “Kültür insanları oluşturmaz. İnsanlar kültürü oluşturur.” Sadece Türkiye’de değil dünyanın her yerinde hali hazırda üniversite mezunu olup da kadınları bir obje olarak görüp kabul etmeseler bile her fırsatta kadınlara karşı aşağılayıcı bir tutum sergileyen yüz binlerce insan var. Biz mutlu feministlerin amacı sadece bu süregelmiş yanlış normları düzeltip daha eşit bir dünya yaratmak. Aslında savaşmaktan çok şiddeti bitirmek, erkekleri kötülemekten çok onların kadınları daha iyi anlamalarını sağlayıp cinsiyetler arasındaki iletişimi güçlendirmek ve insanın insana insanca davranmasını sağlamak.
265
Mehmet Utku Dinçer AŞK REİS TANIMAZ Aşk… Duygulardan en özgürü, en kural tanımazı. Bir insanın yüreğine aşk ateşi düştüyse bir kere o kişi bir daha ne yaparsa yapsın kurtulamaz o duygudan. Aşk insanı dünyanın en cesur insanına da dönüştürebilir en çaresiz insanına da. Yüzyıllardır aşk üzerine çok şey söylenmiş, birçok sanat eseri ortaya konulmuştur. Ancak ben aşkı en çok filmlerde izlemeyi severim ve filmler olmazsa aşk hep biraz eksik kalacakmış gibi gelir bana. Teknoloji çağında yetişmeme rağmen eski Türk filmlerini izleyerek geçirdim tüm hayatımı. Türk filmlerinin bana kattığı en güzel özellik de şudur ki gerçek aşkı gördüğümde kesinlikle onu tanıyabiliyorum. Geçtiğimiz günlerde sinemaya gittiğimde eski Türk filmleri tadında bir film izledim. Yılmaz Erdoğan’ın yönettiği ve başrolünü oynadığı Ekşi Elmalar adlı filmden söz ediyorum. Hakikî aşkı ve aşkın karşılaştığı zorlukları bir filmde izlemek benim için çok önemlidir. O yüzden duygularım tazeyken yazmak istiyorum bu yazıyı. Birbirinden güzel dört kızı olan Reis’in onları kendi istediği adamlarla evlendirmek istemesi ve kızların yaşadıkları acılar üzerinden şekillenen filmde beni en çok etkileyen karakter Reis’in en küçük kızı Muazzez ve onun muhteşem aşkı oldu. Muazzez’in aşkı sınandı, yıllarca sınandı. İlk aşkını unutamayan Muazzez ancak orta yaşlarına geldiğinde aşkına kavuşabildi. Benim için bir aşkın ancak sınandığında gerçekliği ya da sahteliği anlaşılabilir. Ancak bunca yıl elde edilmesi meçhul bir aşk için savaşmak, çok büyük bir yürek ister diye düşünüyorum. Bu sahneler bende de aşkım için savaş verme isteği doğuruyor. Gerçek aşkı bulduğumda onun peşini asla bırakmayacağıma ve sonuna kadar savaşacağıma dair bir inanç beliriyor içimde. Bunca yılı başka hiçbir şey için harcamak mantıklı gelmiyor elbet ancak aşk söz konusu olduğunda mantık susuyor ve tamamen duygular giriyor devreye. Aşkı bir duygu karmaşası olarak görüyorum ve mantıksızlıkların tümünü kabul edebiliyorum böylece. Çünkü tüm acılar aşka değer. Cesaretten konu açılmışken ondan çok uzaklaşmak istemiyorum. Çünkü aşkla cesaret arasında muhteşem bir bağ olduğunu düşünüyorum. Cesur olmayan bir kimseye aşkı yakıştıramıyorum asla ve aşkı daha üstün bir duygu yapan da cesaretmiş gibi geliyor bana. Bu filmde de aşkı için cesur davranan erkekler görüyoruz. Reis ile baş etmek ne kadar zor olsa da ısrarcı olan erkek kazanıyor sevdiğini ve ilk engelde yılan erkek kaybediyor. Bu durumda biraz ders çıkarmadan edemiyorum. Aslında ben de daha önce böyle bir durumda kaldığımda çabucak vazgeçmemiş ve sevdiğim kıza böylece kavuşmayı başarmıştım. Tabii, ısrarcı olmayı yılışık olmakla karıştırmadığımız sürece aşk biraz ısrar gerektirir. En önemlisi de böylesine dozunda yapılan bir ısrar ,en azından bende öyle olmuştu, aşık olunan kişiye kendini değerli hissettirerek onu aşka inandırabilir. İki tarafın da aşka inandığı anda hiçbir güç durduramaz onları. Aşk benim için dünyanın en kutsal duygusudur. İnsanoğlunun yaratılışından beri dünyada vardır aşk ve insanı hayvandan ayıran en önemli özelliktir şüphesiz. Hayatta her alanda olduğu gibi aşkta da bazı engellerle karşılaşılır ama bu engeller insanı çok daha fazla kahredebilir. Bu yüzdendir ki aşık kişi dirayetli, cesur ve dozunda da olsa ısrarcı olmalıdır. Bu özellikler sağlandıktan sonra aşk kendi yolunu kendi bulacak ve iki kişinin de hayatına usulca süzülecektir. Aşk öyle özgürlükçüdür ki kimseyi, hiçbir engeli gözünde büyütmez. Ne padişah tanır ne kral. Aşk reis tanımaz, reis aşkı tanımalı.
266
Tuğana Bıçakçı SONSUZ SEÇİMLER Eğer gerçekten de paralel evrenler varsa ve bu birbirinden farklı dünyalar seçimlerimiz üzerine şekillenip farklı evrenleri doğuruyorsa kim bilir şu an kaç farklı yaşamımız vardır. Sadece tek bir günde bile bilinçli ya da bilinçsiz bir sürü karar verdiğimi düşündüğüm zaman sonsuz kelimesi bile olasılıkların yanında sıfır kadar değersiz kalıyor çünkü hayatımızdaki seçimler şuraya gitmeseydim ya da bunu demeseydim farklı olurdu demekten daha derine iniyor. Sadece saniyelerle tüm hayatımızın şekillendiğini düşündüğüm zaman ise seçim yapmak gözümde korkutucu bir hale bürünüyor çünkü gün içinde çoğu seçimimizi farkında olmadan yapıyoruz. Bu zamana kadar hayatımızdaki seçimler ve onlar üzerine oluşan paralel evrenler ile ilgili sayılamayacak kadar dizi ve film çekilmiştir, kitaplar kurgulanmıştır. Eminim ki benim gibi bir sürü insan Donnie Darko, Kelebek Etkisi ve Bay Hiçkimse gibi filmleri izledikten veya Olasılıksız gibi kitapları okuduktan sonra seçimlerini sorgulamaya başlayıp bunları düşünmüştür fakat bana göre, konunun en ince ayrıntılarına kadar inen ve en geniş açıdan bakan film kesinlikle Bay Hiçkimse’ydi. Bu film, ana karakter olan Nemo’nun daha küçük bir çocukken annesiyle mi yoksa babasıyla mı kalmalı sorusuyla başlayıp sonsuza kadar gidiyor. Filmde 117 yaşında olan Nemo’nun kendisi bile ne yaşadığını, ne seçimler yaptığını hatırlamıyor ki bir izleyici olarak ben, ana karakterin sayısız alternatif yaşamlarını anlatan bu filmi izlerken kendime çok kez neler oluyor sorusunu sordum. Birçok insanın hemfikir olduğu, hayat tesadüflerden ibarettir cümlesini düşündüğüm zaman ise aklıma bu tarz konuları işleyen filmler geliyor ve hayatımız tesadüfler değil de seçimler üzerine mi kurulu diye düşünmeden edemiyorum. Biz yaşadıklarımızın çoğunu şans veya tesadüf ile açıklarken aslında hepsinin kendi seçimlerimiz üzerine kurulu olması çok ilginç çünkü ben de çok kez tesadüfe bak diye yaşadığım olaylara, aniden karşılaştığım insanlara şaşırıyorum. Arkadaşlarıma ve aileme gün içinde herhangi bir yaşadığım olayı anlatırken tesadüfen karşılaştık, şansa bak, ayarlasak olmaz tarzı cümleler kurup hayret ediyorum. Aslında bu tarz olayları evden birkaç dakika geç çıkma ya da dolmuşu kaçırma gibi nedenlerle açıklamak, karşılaşmanın tesadüf olduğuna inanmak, evden geç çıkmasaydım karşılaşmayacaktım diye düşünmek o kadar saçma ki. Çünkü evden geç çıkmak ve dolmuşu kaçırmak da bir seçimdir çünkü bunların hepsi son anda makyajı beğenmeyip düzeltmek, aynaya tekrar bakmak veya kıyafet değiştirmeye karar vermek gibi seçimlerimizin basit birer sonucudur. Bu gibi seçimler yaparken düşünmeden yaptığımız için acaba bu yaptığımın sonucu karşısında hayatım ne kadar değişecek demeyiz fakat derin düşünüldüğünde çok şey değişecektir. Karşılaştığımız kişi için de bir sürü seçim olduğunu düşünürsek ve aynı Bay Hiçkimse filminde olduğu gibi bu olasılıkların hepsinin birer evren yarattığına inanırsak evden bir dakika erken ve geç çıkmanın sayısız dünya yarattığı fikri beynimi patlatacakmış gibi oluyor çünkü bu olasılıkların bir sınırı yok. Hayatımda en çok kurduğum cümlelerden biri olan o gün dershanede birkaç dakika daha oyalanmayıp hemen çıksaydım, onunla hiç karşılaşamayabilirdim cümlesini düşündüğüm zaman bilinçsizce ve aniden verdiğim kararların sonuçlarının ne kadar büyük olduğunu yıllar sonra fark edebiliyorum ve bu da beni en çok hayrete düşürenlerden biri. Seçimlerimizin ve doğurduğu sonuçların bir sonu olmadığı gibi Bay Hiçkimse filminin de bir sonu yok ve Nemo bir yana, izleyiciler bile annesini mi yoksa babasını mı seçti, hangi evren gerçek yaşanmışlıklardı bilemeden film bitiyor. Kim bilir belki paralel evrenlerin var olup olmadığı bir gün kesinleşir fakat o zaman bile, verdiğimiz kararların sonuçları bizim için kesin olamaz.
267
BULAŞICI HİSLER, HASTALIKLI ŞİİRLER Yorgunuz ve gittikçe yok olan hislerimizin peşinden gidemeyecek kadar da üşengeciz. Küçük şeylerle mutlu olmayı öğrendiğimde 6 yaşındaydım. Yoldan geçen arabaları sayıp çift sayı çıktığında, şanslı olduğumu düşünürdüm. Artık bu düşüncelerden eser yok. Yerine beynimde yanıp sönen cümleler var:’’ Hiçbir işe yaramıyorsun.’’ gibi. Eksik bir şekilde büyüyünce, eksikliklerini tamamlamak çok zor oluyor. Kendimi neye benzeteceğimi, nasıl tamamlayacağımı bilmediğim anda bir kitapla tanıştım. Beni tanımlayacak bir sıfat bulamazken Ali Lidar meğerse beni anlatmış Yolun Başı kitabında. ‘’Annemin eskise de atmaya kıyamayıp tavan arasına kaldırdığı eşyalar gibiyim.’’(Ali Lidar, Yolun Başı, Eksik). Kimse o kadar değersiz olamaz diye düşünmeyin. Kullanıp atılmaya o kadar musaitiz ki insanlar olarak. Ölen birinin vesikalığı gibi, yas zamanı baş köşede sonrasında ise daha fazla üzülmemek için kaldırılmış bir çerçeve. O çerçeve oysa hiçbir zaman o masaya ya da o duvara ait olmamıştır belki de. Nereye aitiz ki gerçekten? Yaşadığımız şehir miyiz yoksa sadece bir parçası mıyız? Dahada kötüsü, bir parçası olamayacak kadar bir hiç miyiz? Bir yere ait olamamanın ne demek olduğunu öğrettiğinde hayat sana, kendini koyacak yer arıyorsun. Sonra bulamayınca sadece geçiyorsun. Geçiştiriyorsun. Geçiştiriliyorsun! Yazarımız Lidar bu duruma o kadar güzel açıklık getirmiş ki şu şekilde: ‘’ Nereye bakarsam bakayım bulamıyorum kendimi, olduğum yerde değilmişim gibi geliyor. Olmadığım her yerde de hep varmışım gibi...’’. Bedenimin bulunduğu yer aslında her zaman olduğum yer değildi benim. Eski bir evdeyim bazen, işi bitmiş aynı zamanda terk edilmiş ama sallanan bir koltukta sallanıyorum. Bazen ise kuru bir kalabalıktayım, sesler yükseliyor insanlar yürürken çarpıyor, geçiyor ve gidiyor. Farkındayım bu durumun, ait olamamanın, yalnızlığın. Unutulmuşluğun hissettirdiği duyguların farkındayım. Kendi elinle yapıp, aynı şeyleri bozanın ellerim olduğunun farkındayım. Bir şey iyiye gittiğinde kendime yakıştıramamak... Nasıl bir duygu bilir misiniz? Yanlış görülmüş bir rüya, yanlış anlaşılmış bir cümle nelere neden olur bilir misiniz? Lidar’ ın ‘’İsteseydin Olurdum’’ adlı şiirinde altını çizip kendimi çizdiğim çizgilere gömdüğüm bir dizesi şudur: ‘’ Aslında ben iyi şeyler düşünmekle ve düşündüğü her şeyin içine etmekle meşhur Kommageneli bir mezcup.’’ Benim hislerim, farklı kelimeler, farklı insanlar. Bazı hisler vardır, dersiniz ki içinizden bunu sadece gerçekten ben mi hissediyorum çünkü taşıyamıyorum. Taşıyan birini bulup yardım istemek istersiniz. Lidar dizelerinde bana yalnız olmadığımı hissettirdi. Hislerin cinsiyetleri, bedenleri, ruhları olmadığını gösterdi. Aynı duyguları taşımak için aynı şeyleri yaşamaya gerek yokmuş. Farklı acılar, aynı duyguları doğurabilirmiş. Geç öğrendim. Denedim, yanıldım, düştüm; kalkamadım, mahcup oldum. Farklı takıntılara sahip oldum düştükçe. Aşk gibi. Hastalık bu. Nerede? Ne yapıyor? Neden ona öyle baktı? aşık olduğum zamanlarda bana bu obsesyonu katanları hiçbir zaman suçlamadım. Dönüp ‘’Bak bana ne yaptın?’’ demedim. Lidar da benim gibi hastalıklı seviyormuş sevdiğini, dizelerinden öğrendim ben. ‘’ Hadi sen uyu sevgilim, uyumadığın zamanlar başkalarını düşündüğün gibi tuhaf düşüncelerim var...’’(Hastalıklı Şiir, Yolun Başı, Ali Lidar). Hiçbir zaman sevdiğime yetecek gibi hissetmedim zaten, o yüzden başkalarını hak ettiğini düşünüp dururdum. Kafamda ona yakışacak kişileri dizer ve bir bir beni değil onları sevdiğine inanırdım. Aslında biraz da aşktan çok verdiği acıya da bağlıydım ben. Demiş ya yazar ‘’hastalıklı’’, tam anlamıyla hastalıklı bir haldeyim. Kendimi Ali Lidar’ ın şiir kitaplarına verip biraz da olsun yalnız olmadığıma inandırmak istiyorum. aşığız, hastayız, hastalıklıyız! Nur ÖZKAYA
268
İdil Gülen TURKISH 102-29 Çığlık Şu aralar iç dünyamı en güzel özetleyen bir sanat eseri seçecek olsam kesinlikle Edvard Munch’un Çığlık adlı tablosunu seçerim. Günbatımında bir köprü üzerinde duran ve çığlık atan, suratını adeta bir korku sarmış bir figür görüyoruz. Her insan bir sanat eserine baktığında farklı şeyler hisseder ve eseri farklı öğeler ile özdeşleştirir. Bana göre ise bu tablodaki çığlık atan adam benim iç dünyamı temsil ediyor. Sorumluluklar, üzüntüler ve hayal kırıklıkları ile dolu hayat karşısında sesiz bir çığlık atıyorum. Hayatın yoğunluğu ve karmaşası içinde bir dakika bile nefes almaya vakit olmadığı için iç dünyam bir köşede adeta sessizce acı çekiyor. Yirmi birinci yüzyılın yoğun temposu yüzünden hepimiz robotlar gibi olduk. Sürekli çalışmaya ve materyalizme yönelmiş durumdayız. Hiçbirimizin duygularını ve düşüncelerini sindirmeye vakti yok. Bu yüzden de iç dünyamız bunun cezasını çekiyor. Hani bazen kötü bir rüya görürken bağırmak istersiniz ama sesiniz çıkmaz ya işte iç dünyamız sürekli olarak bu işkenceyi yaşıyor. İç dünyamız bu kadar karanlık iken tabii ki çevremize de bakış açımız değişiyor. Tablodaki arka planda gökyüzünün kan kırmızı olduğunu görüyoruz, fırça darbelerini incelediğimizde ise karışık, yuvarlak ve kaos duygusunu aşılıyor. İç dünyası karanlıklar ile dolu bir insan çevresini de negatif bir ışık altında görmeye mahkûmdur. Bu insanlar dünyayı pembe gözlükler yerine siyah filtreli camlar ile görürler. Çığlık atan adamdan uzaklaşan iki figür görüyoruz. Bu iki figürün çığlık atan kişiden kaçması yalnızlığı sembolize ediyor. Rekabet ile dolu dünyada maalesef her koyun kendi bacağından asılmaya mahkûm. Arkadaşımız dediğimiz insanlar bile bize çok çabuk arakalarını dönüp çığlıklarımıza karşı sağır davranabiliyorlar. Bu resimde tek tesellim bu konu olabilir herhalde. Çevremde benim çığlıklarımı duyan ve duyduklarında da yardımıma koşan birçok arkadaşım var. Hayatın karanlığında kaldığımda gelip beni ışığa yönlendirecek arkadaşlara sahip olduğum için cidden çok şanslıyım. Bu yüzden çevrenizi hayatınıza pozitif ışık saçacak insanlar ile doldurun. Belki de bu resim bizi uyarıyordur, ne dersiniz? Bir an önce hayatımızı değiştirmezsek sonsuza kadar çığlık atmaya mahkûm kalacağımızı söylüyordur. Hayatımızı değiştirmekten kasıt nedir peki? Benim için bu kendime vakit ayırmaktır. Hayatın yoğun temposunda kendimi kaybetmek yerine dinlenmek ve beni mutlu eden şeyler yapmaya zaman bulmak psikolojik sağlığımı ayakta tutmak için son derece önemli. Kendine zaman ayırmayan insan hayattan hiçbir zevk almadan yaşar. Böyle bir kişi de zaten kendisi için yaşamayan insandır ve sonsuza kadar çığlık atmaya mahkûmdur. Çığlık atan figüre biraz daha yakından bakarsak eğer suratının çok belirsiz bir şekilde çizildiğini görüyoruz. İçinde o kadar acı barındırdığı için artık hayata karşı pasifleşmiş bir durumda. Eğer bir an önce hayatımıza çeki düzen vermezsek bir süre sonra yaşadığımız acılar yüzünden uyuşacağız ve hayatın güzelliklerine bile pasif bir şekilde yaklaşacağız. Hayattan hiçbir zevk almadan duygusuz bir biçimde yaşayacağız. İdil Gülen TURKISH 102-29 Bu resim neredeyse yüzyıl önce yapılmış olsa da çığlığın sesi günümüzde bile duyuluyor. İşte bir sanat eserinin güzelliği de bu değil mi? Yüzyıl öncesi gerek teknoloji gerek hayat tarzı olarak ne kadar da farklı olmuş olsa da günümüzde bu tabloyu hala kendi hayatımızla özdeştirebiliyoruz. Bir sanat eseri zamansız olmalı, seneler sonra bile bakıldığında her dil, din ve ırktan insana hitap ederek evrenselliğe ulaşmalı. İdil Gülen Öğrenci ID Numarası: 21401721 Bölüm: İşletme TURKISH 102-29
269
Feyza Nazlıcan Doğan Aynalarla Yaşamak Aynaya baktığında ne düşünürsün? Görüntü müdür seni tek ilgilendiren, ya da görüntünün altında insanların senin hakkında ne düşündüğünü de aklına getirir misin? Ben aynaya her baktığımda beni hiç tanımayan biri görse onun üzerinde nasıl bir izlenim bırakırım diye düşünürüm. Her zaman bir ayna olsa da kontrol edebilsem kendimi çünkü ne kadar yanlış olsa da gördüklerimize odaklanırız, ona göre yorum yaparız. Güzel bir ifadeden ziyade güzel bir ayakkabıdır dikkatimizi çeken. Modayı popüler kültür öğesi haline getiren de bu bakış açısı, algıda seçiciliğin görüntüdeki ayrıntılara kayması sanırım. Kitaplar yavaş yavaş hüzünle uzaklaşırken bizler de kaybettiklerimizin farkına varmadan devam ediyoruz hayatın aynalı yollarına. Ne kadar kontrol edersem edeyim kendimi, içimdekileri yansıtacağım diye korkuyorum. Anlamasın istiyorum kimse ne düşündüğümü, ne hissettiğimi. Yine kimse hiç kimse görmesin, kütüphanenin en kuytu köşesinde nasıl görünüyorum diye düşünmeden kendi sesimi dinlerken yalnız kalmaktan zevk aldığımı. İlerideki hayatımı hayal ederken mimiklerimle duygularımı yansıttığımı da görmesinler. İçimde yaşayım mutlulukları, doğru zamanı beklerim ben. Yanlış seçimlerle pişman olmak için çok gencim daha. ‘’Sabır ve zamandan kuvvetli bir şey yok: Her şeyi bunlar yapar’’ demiş Tolstoy. Ben de inanıyorum buna, bekliyorum sabırla. Var içimde aşka susamışlık lakin en saf suyu bulmak istiyorum, en bağlananı, en sadığı. Ben taksam da aynalara, bana aynaları unutturacak biri lazım. Öğretmesi lazım iç güzelliğin asıl önemli şey olduğunu. Modayı başkaları için takip etsek de birbirimizde tek aradığımız gözlerin samimiyeti olmalı. Çok mu istiyorum bilemem ama değer beklemeye çünkü ‘’Hayat bir paragraf değildir ve ölüm de bir parantez’’ (Paula Hawkins, Trendeki Kız, s.22) Yaşamın sonu belli olmadığı gibi gidişatını da kestiremeyiz, çoğu zaman sürprizlerle doludur. Başkalarının düşüncelerinden uzaklaştıran her şey değerli benim için. Var tabi ki sevdiğim insanlar ailem, arkadaşlarım, kardeşlerim… Ama onlardan da uzaklaşmalıyım bazen hatta aynalardan da… Sadece ben ve hayallerim kalmalıyız. Bana yapılmasını sevmediğim şeyi de yaparım belki yani insanları izleyip hayatlarını ve mutluluk derecelerini tahmin ederim. Varsa da yaşadıkları olumsuzluklar, çoğu iyi gizler gerçek hayatını. Mutlu görürüm onları. Lakin bakmasın kimse bana, aynam yok yanımda. Bilmiyorum nasıl göründüğümü, var mı yüzümde izleri yaşadıklarımın, düşündüklerimin, hayal ettiklerimin. Yalnızlığı sevsem de çok mu yalnız görünüyorum yoksa diye endişelenirim. Rachel Hawkins’in de dediği gibi ‘’Beni kimsenin göremeyeceği bir yerde olmak istiyordum.’’ (Paula Hawkins, Trendeki Kız) Sanki tüm yanlışlardan, pişmanlıklardan kaçıyordum böylece. Olası hataları uzaklaştırdığım gibi geçmişime de perde çekiyorum kendimle baş başayken. Bir kişi istiyorum sadece her an yanımda olma izni olan. Diğerlerinin sınırları olmalı fazla yaklaşamamalılar çünkü kalbimi kolay açamıyorum herkese, açtığımı da çıkarmam geri, biliyorum. Verdiğim değeri almak isterim, şu ana kadar yaşayamasam da. Şu an kulaklara karamsar gelse de ruh halim, benim için de umut dolu gelecek var. Bazı noktaları benim elimde olan ama kaderin de işin içinde olduğu bir gelecek. Ben bu geleceği düşlerken babamı arayıp kendim gelebilirim diyorum ve uzatıyorum yolu çünkü daha bitmedi hikayem. Elimde bir kahve dolaşıyorum. Bir ev seçiyorum kendime, modern ama içten. İçi hem geleneksel hem aykırı. Bir gün mantı yerken, öbür gün Raviolli yiyebiliyoruz. Kafka ile Mevlana da yan yana bizim kitaplıkta. Rachel Hawkins’in hayalleri tren yolculuğu boyunca sürüyor, geçmişini geleceğiyle harmanlayıp kendi hikayesini oluşturuyor o da. Hayalindeki ev görüş mesafesinden çıkana kadar sürüyor hikayesi. Benimki ise annemin ‘’Nerede kaldın?’’ mesajıyla sonlanıyor. Doğru ya saate bakmayı unutmuşum, kahve de soğumuş. Güzelinden almıştım oysa ki hayallerime eşlik etsin diye. Neyse yeniden merhaba o zaman aynalar, ne yalan söyleyeyim özledim diyemeyeceğim… Kaynakça Hawkins, Paula, çev. Aslıhan Kuzucan,2015,İthaki Yayınları
270
Ütopyadan Geleceğe: Mülksüzler İçinde iki ayrı dünya barındıran bir ütopya, Mülksüzler. Değer yargılarını ve toplumsal şartlanmaları yeniden düşünmeye iten bir kurgu. Anarres ile gönüllerde büyüyen sınırsız, sınıfsız bir toplum ve kapitalist anlayışın hüküm sürdüğü Urras ile günümüz dünyasından da esintiler taşıyor. Heyecan veren yönü ise hikayenin düğümlendiği noktaları, ana karakteri Shevek’in duygularını okuyucuyla doğrudan paylaşarak aktarabilmesiyle ortaya çıkıyor. Geleceğe, bundan yüzyıllar sonrasına dair hayal kurmak her daim haz aldığım bir aktivite oldu. Baskının, şiddetin ve zorbalığın olmadığı bir dünyada, özgür istenciyle bir arada yaşayan insanların oluşturduğu bir toplumda hayat nasıl olurdu, sorusuna özgün bir yanıt vermeye çalışsam, kafamda bir ütopya kursam herhalde Anarres gibi bir şey olurdu. Ama süregelen yaşam tarzıyla karşılaştırıldığında, çocukların gördüğü muamelenin ya da toplumsal cinsiyetin uygulamaya yansımasının hayal gücümün sınırlarını zorladığını itiraf etmeliyim. Sanırım insanın, içine doğduğu toplumun hayatı ele alışından tamamen farklı bir bakış açısı geliştirmesinin zorluğu buna sebep olarak görülebilir. Bu yönüyle Mülksüzler –tüm ütopyalar gibi- düşünsel hareketliliği ayyuka çıkaran bir eser niteliği taşıyor. Kişisel deneyimimden yola çıkarak, beyin jimnastiği tadındaki bu tür okumaların insana katkısı yadsınamaz, diyebilirim. Kitabı ilk kez okuduğumda on sekiz yaş heyecanı taşıyordum. Gözümü kırpmadan, arka arkaya birkaç bölüm bitirdiğimi hatırlıyorum. Sürükleyici sözcüğü hafif kalıyor, zira Urras denen günümüz benzeri adaletsizlik ve çelişkilerle dolu yerde olup bitenler ve kitabın temel çıkış noktası olan mülksüzlük kavramının sınırlarının, insan vicdanı ve kolektif bilinç gibi değerler üzerinden anlamlandırıldığı, verimsiz, kurak ve fakat anarşist gezegen Anarres’in tahakküm ve iktidar olgularını alt üst etmesi, kitabı dayanılmaz derecede ilgi çekici kılıyor. Kapitalizmin bolluk-bereket yanılsaması ve ahlaki normların toplumsal karşılıklarının da değerlendirildiği ve bir yönüyle insanlığın düzenle ilişkisini mevcut ve gelecek perspektiflerinden ele alındığı söylenebilir. Devlet ya da buna benzer bir otoriter örgütlenme olmaksızın işlerin yürütülmesi, ihtiyaçların giderilmesi, sahip olmak yerine paylaşmanın kabul görmesi vb. olgular, insanlığın ortak mirasını devralan ve üzücü biçimde çöpe atan günümüz toplumuna bir eleştiri olarak ele alınabilir. Fakat Le Guin, aynı zamanda olası bir anarşist toplum düzeninin işleyişinin muhtemel sorunlarını, bu toplumun bilim ve teknolojiyle ilişkisini ve en önemlisi de taban tabana zıt, modern kapitalist topluma benzeyen bir başka toplumla olan bağını irdeliyor. Mevcut yaşam biçiminden memnun olmayan ve başka bir dünya mümkün diyenler için böylesine ustalıkla yazılmış bir ütopya hem umut verici hem de zihin açıcı. Fikrimce, insanlar bu kadar kalabalık biçimde bir arada yaşadığı sürece Dünya, daha adil bir yer olmayacak. Zenginlik içinde yüzen ve yokluktan kırılan iki uç topluluğun bulunduğu ve kar hırsıyla, kaynaklar için savaşılan, bir yandan da doğal dengesi hızla bozulan gezegenimizin yakın gelecekte ütopik bir yer olmayacağı açıkça görülüyor. Yine de insanlar hayalci de olsa eşit, adil ve özgür bir dünya için düşünmekten, yazmaktan, eylemekten vazgeçmiyor. Bilim insanlarının söylediğine göre buzulların erimesiyle önümüzdeki yüz yıl içinde okyanusların seviyesi bir metre kadar yükselecek. İklim değişikliğinin yıkıcı etkileri de göz önüne alınırsa yüz milyonlarca insanın yurtsuz kalacağı aşikar. Bana kalırsa insanlığın kurtuluşu için durup düşünecek vakti dahi yok. Lakin bu kadar vahim durumda olduğumuzun farkında da değiliz. Ama belki de, teknolojik ilerleme günümüzden çok uzak olmayan bir gelecekte, canlılar için çok farklı varoluş biçimleri ortaya çıkaracak ve belki de, bir maden, her şeyi baştan sona değiştirecek. Kim bilir, her şeyi zaman gösterecek…
271
Belirsiz Rotalar Osman Kağan Yayla Alex Sipiagin, Criss Cross şirketinden çıkardığı dokuzuncu albümünde yine harika bir kadro topluyor ve belki de şimdiye kadarki en iyi albümünü bizlere sunuyor. Kadroda daha önce beraber çalıştığı hatta müzik eğitimini beraber aldığı isimler var. Saksofoncular David Binney ve Chris Potter, hem Sipiagin ile çok iyi anlaşıyorlar hem de kendi aralarında inanılmaz bir harmoni kurmayı başarıyorlar. Davulda gördüğümüz Eric Harland ise ritimleriyle birden çok duyguyu birden yaşatabiliyor. Özellikle “Fast Forward”da oluşturduğu gerilim şarkıya büyük yoğunluk katıyor. Sipiagin’in Moskova’dan sınıf arkadaşı Boris Kozlov’un bas ritimlerinin albümün bu kadar yoğun ve tahmin edilemez olmasından çok büyük bir payı var. Açılış parçası olan “Next Stop – Tsukiji” tempo değişimleri, abartısız ve yerinde sololarıyla albümün gidişatı konusunda bize bir resim çizmeyi başarıyor. ”Destinations Unknown” , New York’lu bu ekipten beklenen gibi modern ve cazın sınırlarını zorlamaya çalışan bir albüm. ”Next Stop – Tsukiji”de yönü davullarıyla Harland çiziyor ve altılının geri kalanı bu yola ayak uydurma konusunda hiç de geri kalmıyor. Üflemeli çalgılar kısmında ileri geri sololar asla bitmiyor. Basta Kozlov’sa nefes almayan bir döngü halinde ritimlerini şarkı boyunca sürdürüyor. Sonlara doğru ise Craig Taborn muhteşem piyano solosuyla yeteneğini sergiliyor. ”Calming”de favori parçalarımdan biri Boris Kozlov’un derin ritimlerini şarkının ismine yakışır bir şekilde sakin ve zarif sololar takip ediyor. "Meu Canario Vizinho Azul" stresli bir günden sonra dinlenebilecek bir parça. Üflemeli çalgılardan çok bence bu şarkıda piyano, davul ve bas öne çıkıyor. Şarkıdaki Latin Amerika esintisi hissedilebiliyor. Hatta gözlerinizi kapadığınızda kendinizi bir Brezilya sahilinde, en sevdiğiniz içkiyi yudumlarken bulabilirsiniz. Bir Latin klasiğini Sipiagin modern yollarıyla çok güzel yorumlamayı başarıyor. Albümün bence en başarılı parçası “Fast Forward”. Harland ve piyanodaki Taborn giriş sekansında neredeyse paranoya olarak nitelendirilebilecek bir bilinmezliğe doğru yolculuk hissi yaşatıyor bize. Bilinmeze olan bu karanlık yolda ilerlerken gökyüzünü havai fişekler gibi aydınlatan sololarla karşılaşıyoruz. Oluşan bu ışıklar gökyüzünde yer kapmak için bir savaş veriyor ve aynı şekilde enstrümanlar, sesler de çarpışıyor. Sesler birbirlerine üstün gelmeye çalışıyorlar ve galibi belirleme görevi bize düşüyor. Sipiagin ve ekibinin bu kadar başarılı olmasının sebebi ise bir galip belirleyemiyor olmamız. Parça sonlara doğru aynı bilinmezliği korumayı ve gerilimi, yoğunluğu hiç düşürmemeyi başarıyor. Bu şarkı albümün ismine uygun olarak gerçekten belirsiz bir rota hissi yaratıyor. Bu albüm birden çok kültür ve gelenekten besleniyor ki bu da kalitesini perçinliyor. Ve albümdeki bu çokkültürlülüğü aslında bütün caz tarihinde görmemiz mümkün 20. yüzyılın başlarında New Orleans’da ortaya çıkıyor caz. New Orleans’ta ortaya çıkmasında buranın bir liman kenti ve müzisyenlere uygun bir ortam hazırlayan canlı bir gece hayatına sahip olması çok önemli etkenler. Belirsiz rotalarda tesadüfen karşılaşmış insanlar var bu şehirde. Köle olarak getirilen Afro-Amerikalılar caza kendi ritimlerini, ”blues” müziği ve geleneklerini ekliyor; Avrupalılarsa klasik müzik kültürünü ve enstrümanlarını katıyor. Bütün bu özellikleri birleştiren element ise bana kalırsa duygular. Duygu olmasaydı, müzisyenler hissederek çalmasaydı bu kadar birleştirici bir müzik türü olamazdı herhalde caz. Sonuçta ortaya bütün dünyadan insanları birleştirebilen ve onların bir şeyler hissedebilmelerini sağlayan bir tarz çıkıyor. Yazımı bir şekilde sonlandırmam gerekirse bu albüm cazın köklü özelliklerini ve çokkültürlülüğünü korurken aynı zamanda modern zamana ayak uydurmayı hatta bir kaç adım ileri gitmeyi başarıyor. Daha önce hiç caz dinlememiş kişiler için zorlayıcı veya sıkıcı gelebilir bu albüm ama ben herkesin en azından bu albüme bir şans vermesini öneriyorum ve pişman olmayacağınızı düşünüyorum.
272
Burak BOZDOGAN SİZDEN YUKARIDA ÖYKÜ YAZIYORUM Ben öykü yazamam. Anlatacak hiçbir şeyim olmadığından değil! Bu sayfalar aslında hep benden sorulur. Tek sorunum başkalarını hikayelerime katamamam. İlgi çekmiyor hep kendimi yazınca da. Yoksa ben öykünün en güzelini yazarım ama ben öykü yazamam. Sizin okuduklarınıza benzemez benimkiler. Sizin yazdıklarınızın yanından geçer sürekli dil göstere göstere... Yukarıdan bakar hem size hem yazdıklarınıza benim öykülerim. Ben sadece kendi cesedimin otobiyografisini yazabilirim mesela. Başka kahramanlar bulamazsınız kesinlikle. Krjijanovski on bir hikaye yazdıysa ben on iki tane yazardım. Onun kitabı üç yüz sayfaya yakın olduysa ben beş yüz sayfa yazardım. Sadece kendimi yazardım ama her zamanki gibi. Bir Cesedin Otobiyografisi değil, ‘cesedimin otobiyografisi’ olurdu kitabımın ismi. Sizin anlamanızı beklemiyorum ruhsuz yazıları hayranlıkla okurkenki tavrınızla. Size fazla gelecektir ne yazarsam yazayım. Yüz altmış sene öncenin adamıymışım ben. Derinliği kendi gözleriyle görmüş insanlar okumalıymış beni. Diplerdeki çamurlarla yıllarca ahbaplık etmiş olanlar, kendilerini olduklarından fazla görmeyenler bakmalılarmış benim baktığım manzaralara benim gözümden. Yanlış zamanda doğmuşum. Tek sevinebildiğim şey doğru kitabı okumuş olmam. Doğru kitabı okudum ve size de sadece doğruları yazıyorum. Okuyun ki yukarıdan bakamasın benim gibiler size de yazdıklarınıza da. Derin olmak için derinlerde, diplerde vakit geçirmek zorundasınız. Unutmayın! Ucuz ve güzel bir yemek istiyorsanız şehrin uzak köşelerindeki kenar mahallelere gitmek zorundasınız. Yazmanın ucuzu yoktur tabii. Benzetme yaptıysam da direkt almayın! Düşünseniz biraz, olacak. Ben de bırakacağım sizi aşağılamayı. Bir deneyin... Benlik kavramı kesinleşmediği sürece kutsal kalabiliyor. Bunu ilk elden tecrübe ettim kısa hayatım boyunca. ‘Sevdim’ dememek gerektiğini öğrendim. Sevilmeye değer olduğunu söylemek daha değerli olmalıydı hep sevilenler için. Kendi değerlerini başkalarıyla değil, kendileriyle belirlemeliydi tüm değerli insanlar. Ben sevmedim, sen sevildin. Çünkü sevilmeye değerdin. Bu konu üzerinden yaşıyorum ne yaşıyorsam. Ben yapmıyorum, gerekenler oluyor. Bu yüzden kutsal tüm yazdıklarım. Bu yüzden ağzınız açık okuyorsunuz başarısızlığı kılpayı kaçırmış Rus bir amcayı... Dönüp kendinizi kontrol etmediğiniz her gün için bir çentik attı bilip görmediğiniz eller. Kendinizi yeterli gördüğünüz için güldüler size. Şu halinizle nasıl yeterli olabilirdiniz ki? Kendinizi yeterli gördünüz her yaşadığınız gün. Şimdi bile pişman olamıyorsunuz. Nasıl olur? Oldu işte. Başarısızlığı siz de kaçırdınız. Başarısız bile olamayacak kadar kötüsünüz. Bunu kabullenin, öyle okuyun beni de Krjijanovski’yi de. Günler geçiyor ve benim yazdıklarım sizinkilerden her gün daha iyi oluyor. Yeterli değilsiniz. Kendime nasıl baktığımı görüp acıdınız mı? Siz kimsiniz de acıyorsunuz? Bu sayfalar hep benim! O okuduğum, genellemelerle dolu hikayeler benimkilerin yanında cüce garsonlar olarak kalır. Ne dedim ben? Benlik kavramı kesinleşmediği, nesnelleşmediği sürece kutsal kalabiliyor. Ben kendimi dışarıdan göremediğim için böyle bakmak zorundayım. İsteyerek yapmıyorum aslında. Bu kadar iyi olmayabilirim bile. Tek boyuttan bakmak hep daha kolay olmuyor mu zaten? Bu yüzden okumuyor muyum hiç tanımadığım insanların nüanslarla dolu hikayelerini? Ben öyle yazamıyorum. Ben tek boyutlu, sadece insanlara dışarıdan bakarak yazdığım, diğer yazılara aşağılayan gözlerle bakan yazılar yazabiliyorum. Ben olsam ben de okumazdım belki de başkalarının böyle yazılarını. Yine de vazgeçmek imkansız. En iyi benim dedim ya! Benlik kavramını zorla kesinleştirdim işte... Farkı yansıtmak önemli olmalı yazarken. Kendimi öve öve bitiremediğime bakmayın, tek boyutlu düşünüp topu panyaya fırlatarak başarılı olan basketbolcular gibi benimki. Yedek planım yok. Başka tek bir seçeneğim olsa, bu halimden vazgeçerdim. Mükemmel olmak da bir yere kadar. Bakın yazara, nüanslarıyla benden daha mutlu...
273
DÜŞÜNMEK Bazen öyle oluyor ki düşünüyorum ama yazacak bir şey bulamıyorum. Kopuk kopuk cümleler geliyor aklıma, birleştiremiyorum. İşin doğrusu aslında düşünemiyorum, çünkü kendimi kilitliyorum. Sonra canım sıkılıyor, moralim iyice bozuluyor; ya uyku bastırıyor ya da delice bir çikolata yeme isteği. Ama bugün kararlıyım. O kilidi açacak, beni diğer türlerden üstün kılan düşünme yeteneğime tekrar kavuşacağım. “Beni diğer türlerden üstün kılan düşünme gücü”: Farklı konularda pek sık duyduğum cümle, kime sorsak onaylanacak cümle. Madem beni, bizi “üstün” kılıyor ve madem herkes konuyu biliyor; kabul ediyor, o zaman “düşünce”den, “düşünmek”ten kimilerimiz neden uzak duruyor ya da durulmasını istiyor? Bu sorunun farklı cevapları olabilir. Örneğin rahata düşkün olma, açık sözlü olayım “tembellik”, düşünmemeye iter. Herkesin içinde yaşadığı bir topluluk var. Tabii her topluluğun normları, kültürü, adetleri yani bir sürü görünmeyen ama herkesin bildiği kuralları mevcut. Bu kurallara uymak, sürünün bir parçası olmak, akıntıyla sürüklenmek ciddi bir konfor sağlıyor. Çünkü içinde yaşanılan sistem bu akıntının hızına göre ayarlanır. Bir kaya herkesin yolunu kesiyorsa sistem bu soruna doğrudan veya dolaylı bir çözüm getirir. Fazla enerji harcamadan ilerlersiniz. Tabii arada akıntının hızı, geçtiği yol sizin tercihinizle uyumlu olmayabilir. Yeteri kadar tembelseniz buna aldırış etmemenin bir yolunu bulursunuz. Örneğin yol üstünde çok güzel çiçekler görüp orada biraz durmak veya yan patikadan gelen sesi merak edip yolunuzu oraya çevirmek istediniz, ama o zaman akıntıya uyamayacaksınız. Bu durumda “Boşver, akıntıyla gidersem vakit kaybetmem.” veya “ Tehlikeli olabilir. Akıntıda güvendeyim.” gibi genel geçer kabullerle kendinizi rahatlatarak yolunuza devam edebilirsiniz. Halbuki akıntıyla gitmekten bunalıp ona karşı durmak ve yeni bir yol izlemek size daha fazla güç sarf ettirir. Önce bunu nasıl yapcağınızı düşünmelisiniz. Sonra sürüden ayrılmanın getirdiği tepkilere karşı koymalı ve yeni yolunuzu kendi başınıza, şanslıysanız bir miktar yardımla, belirlemelisiniz. Bu kadarla bitse iyi. Ya önünüze çıkacak engeller? Artık sistemin dışında olduğunuz için kullanabileceğiniz hazır çözümler de yok. Çok fazla parametreyi düşünmek ve alternatif üretmek durumundasınız. Tutsak Güneş romanındaki kurum görevlileri misali tembelliği seven beyinlere göre değil pek. Hangi soru sorulursa sorulsun öğretilmiş bir kaç cevaptan birini veriyorlar. Karşıdaki kişinin ihtiyacının ne derece karşılandığının önemi yok. Sabah işe gelip öğretilenleri harfiyen uyguluyor, akşam işten çıkıyorlar. Beyin tembelliğinin karşılığında elde ettikleri monoton, kişiyi geliştirmeyen ama sorunsuz olacağı garanti edilen bir hayat. Daha ilginç olan bir grup ise düşünmeyi seven, hatta bu yolla hayatını kazanan ama gündelik yaşamında ortaya koyduğu davranışlar yukarıdakilerle aynı olan insanlar. Romanın kahramanı Yuna gibi. Yaşadığı kimi gerçeklere katlanamayıp unutmayı seçen, tamamen bilimsel çalışmalarına dalarak etrafında olup bitenlerden kendini soyutlamış bir bilim kadını Yuna. Kafasını “faydalı buluşlara” gömerek devekuşuna dönüşmüş; işinden aldığı tatmine kapılarak geri kalan konularda otoritenin yaptığı açıklamaları sorgulamadan kabullenen bir dahi. Çünkü bilimsel hayattaki başarının sosyal alandakinden fersah fersah üstün tutulduğu bir ortamda, tek yönlü bir bakış açısıyla yetişmiş. Böylece sosyal yaşamdaki başarısızlıklarını iş hayatıyla kamufle etmiş ve kendini yaşamın gerçeklerine kapatarak acıdan korunmuş. Üçüncü grup ise romandaki yönetici takımı gibi kendileri düşünen ama başkalarının düşüncelerinden korkanlar. Hayattaki amaçları sadece “güçlü olmak” olan insanlar... Güç ne aracılığı ile elde edilecekse o yola koşarlar: Mevki, para veya fiziksel kuvvet. Kendilerini sadece “güç” ile tanımladıkları için ona ulaşmanın en kısa ve kesin yolu neyse onu seçmeye mahkumdurlar, çünkü başka türlü var olduklarını hissedemezler. Halbuki insanoğlu her koşulda kendini yaşatmaya, var etmeye programlanmıştır. Doğal olarak önlerindeki en büyük tehlike idealleri, etik değerleri olan ve düşünen insanlardır. O yüzden tıpkı romandaki gibi vazgeçilmez silahları olan baskı kurmak, çevreyle ilişkiyi olabildiğince sınırlamak, biatı üstün bir değer gibi sunmak, toplumu çoğu gerçek olmayan düşman ve tehlikelerle sürekli diken üstünde tutmak tarzında yöntemlere baş vururlar. Düşünmeyi yaşam biçimi haline getirmenin yolu ise ailede ve okulda alınan kaliteli, doğru, uygun eğitim ve öğretimden geçer. Bilgiyi insanın önüne koyan değil ona nasıl ulaşılacağını öğreten; soru sormayı teşvik eden; tabuları değil şartlara ve ihtiyaçlar göre gerekirse değişebilen sınırları olan; belli bir alandaki gelişimi yeterli ve diğerlerinden üstün görmek yerine insanı tüm yönleriyle bütün olarak ele alıp çok yönlü gelişimine olanak veren; eğiten değil eğitilen odaklı yöntemler, düşünen beyinlere giden yolu oluşturabilir ancak, çünkü Simon Bolivar’ın da dediği gibi “Düşünce saksıda büyüyen bitkiler gibidir, kökleri hiç bir zaman saksının elverdiğinden fazla gelişmez.” (akt. Kulin 228). Kaynaklar: Kulin, Ayşe. Tutsak Güneş. İstanbul: Everest Yayıncılık, 2015. Baskı.
274
Büşra Altıntepe ŞİİRDEN KOPMAMAK Otobüs yolculuklarında yanınızda oturan kişinin okuduğu kitabı veya gazeteyi okumak size de çok cazip geliyor mu? Benim kendi elimdeki kitabı bırakıp, yanımdaki kişinin kitabını okuduğum çok zaman olmuştur. Bunu söylerken de hiç utanmıyorum. Ne yapayım böylesi çok daha eğlenceli! Geçenlerde okuldan eve dönerken otobüste yine komşunun tavuğu kaz göründü bana. Diktim gözümü yanımdaki kadının kitabına, ne okuduğunu anlamaya çalışıyorum. İlk izlenimim bunun bir şiir kitabı olduğu yönünde. O da kitaba yeni başlamış, daha ilk şiirleri okuyor. Ben de onunla birlikte üç beş şiir okudum Bilkent Köprüsü durağından Ümitköy durağına kadar. İneceği durak yaklaşınca kitabı kapatıp kucağına koydu. Ben de böylece ismini görmüş oldum. Kime ait olduğunu bilmezken de hoşuma giden bu satırlar Murathan Mungan’a ait. Kitabın ismi de Solak Defterler. Kitabın tamamını okumadığım için isminin nereden geldiğine dair yorum yapamasam da ben de solak olduğum için kendimle bir bağ kurdum ister istemez. Bu da kitabı ve şiirleri daha çok merak etmeme sebep oldu. Kadın otobüsten iner inmez internetten kitabı sipariş verdim. Sonrasında eve varana kadar şiir üzerine düşünüp durdum. Ne kadar uzun zamandır şiir okumuyorum doğru dürüst. İnternette denk geldiğim tek tük satırları tenzih ediyorum tabii ki. Elime bir kitap alıp, sesli sesli şiir okumaktan bahsediyorum. Halbuki küçükken ne çok severdim. Tek ortalı çizgili bir defteri şiir defteri yapmıştım, her sayfasını dolduracak kadar da şiir yazmıştım. Sonra bir gün aniden gelen bir cesaretle şiirlerimi ilkokul öğretmenime göstermiştim. Beni güler yüzle karşılamış ve şiirlerimi çok beğendiğini söylemişti. Sonra da adeta beni yüreklendirmek istercesine bir şiir dinletisi organize etmişti. Sınıftaki herkes bir şiir ezberleyecekti ve gösteri gününde ailelerimiz geldiğinde şiirlerimizi okuyacaktık. Henüz ilkokul üçüncü sınıftaydık. Çoğu öğrenci epik veya pastoral türde şiirler tercih etmişti. Sanırım o yaştayken onları anlamak daha kolaydı bizim için. Bense nerede görüp okudum bilmiyorum ama Yahya Kemal Beyatlı’nın ‘‘Sessiz Gemi’’ adlı şiirini seçtim. Kimse de ‘‘Büşracığım bu şiir senin için biraz ağır değil mi?’’ diye sormadı. Bütün gece çalışıp ezberledim. Ertesi gün provada şiirimi okurken ‘‘Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan.’’ satırını okuyordum ama acaba farkında mıydım ne demek istediğimin? Yoksa ellerimle yapıp suya bıraktığım kağıt gemilerimden mi bahsediyordum? Şimdi düşününce cevabı bulamıyorum ama bu şiiri çok zevkle ve heyecanla okuduğumu hatırlıyorum. Hala ezberimde olduğunu düşünürsek, gerçekten çok etkilendiğimi söyleyebilirim. ‘‘Beni bu kadar heyecanlandıran ve üzerimde büyük etki bırakan şiirden neden koptum böyle?’’ diye sorguladım kendimi yol boyunca. Bu konuda birine suç atmaya yer aradığımdan olmalı ki hemen eğitim sistemini suçladım. Üniversite sınavına hazırlanırken kafamı test kitaplarına gömüp fizik,kimya,biyoloji soruları çözmekten başka bir şeye vakit ayıramıyordum ki. Özellikle de lise sondayken ‘‘Bu sene kitap okumayın!’’ diyen bir hocam bile oldu. Yine de fırsat buldukça roman okuyordum ben. Çünkü diğer türlü beynim havalanmıyordu, içime kasvet çöküyordu sanki. Eninde sonunda üniversiteye hazırlık dönemi bitti. Sonra neden devam etmedim şiir okumaya? Bu kez de alışkanlığımı kaybettiğim için diyebilirim cevap olarak. Peki bunlar gerçek sebepler mi? Dürüst olmak gerekirse, hayır! Bunlar hep bahane. Neyse, bu da benim için bir fırsat oldu işte. Murathan Mungan’ın Solak Defterler kitabıyla birlikte iyi bir okuyucu olmaya ve şiiri ihmal etmemeye karar verdim. Bunun şiire bir katkısı olur mu bilmiyorum ama bana katkısının büyük olacağından eminim. Çünkü şiirin iyileştirici etkisi olduğuna inanıyorum. Hem ruhumu hem de dilbilgimi besleyeceğinden eminim. Umarım sözümde durabilirim. KAYNAKÇA Beyatlı, Yahya Kemal. ‘‘Sessiz Gemi.’’ Bütün Eserleri. İstanbul: İstanbul’un Fetih Cemiyeti Yayınları, 2009. Baskı. Mungan, Murathan. Solak Defterler. İstanbul: Metis Yayınları, 2016. Baskı.
275
Oktay Dede UFUKTAKİ UMUT Hayatta hiç çaresiz hissettiğiniz oldu mu? Herkesin dev dalgalar içinde bacağına kramp girmişçesine korktuğu, çaresiz hissettiği ve umudunu yitirdiği zamanlar olmuştur. Buna üst üste gelen kötü günler, sevdiğiniz birinden gelen kötü bir haber veya geçirmekte olduğunuz bir hastalık yol açmış olabilir. Umutsuzluk hepimizi farklı zamanlarda farklı noktalardan vursa da yaşantımızı etkileyen, yönümüzü değiştiren insanlığın ortak bir engeli. Bu engelde tökezleyenler, sorunların dev dalgalarında usulca yem olmayı beklerken, umutsuzluk engelini aşıp ufka bakanlar ilerdeki denizcileri fark edip boğulmaktan kurtulabilirler. Bana ufka bakmayı öğreten, sadece bilime değil yaşama dair de ilham aldığım ünlü fizikçi Stephen Hawking bence dev dalgaları aşıp dalgalarla dalga geçen umudun bir simgesi. Hawking iki yıl ömrünün kaldığını öğrendiğinde elbette umutsuzluğun en ağır darbelerini almıştı. Tüm sevdiklerinden uzaklaşmak istemiş hayata tam anlamıyla beyaz bayrak çekmişti. Fakat sonra o engeli aşmayı başardı ve ileriye baktı. Değiştiremeyecekleriyle birlikte yaşamayı kabullenerek en büyük engel olan umutsuzluğu yenmeyi başardı. Stephen Hawking yürüyemiyorken, kendi yemeğini dahi yiyemiyorken hayata siyah beyaz bakan bana gökkuşağını gösterdi. Ben ne kadar şanslı olduğumu ve eğer tutkum yönünde hareket edersem ne kadar mutlu olabileceğimi bu film sayesinde anladım. Sesini yitirmiş, tekerlekli sandalyeye mahkum bir halde yaşama dört elle sarılan bu adam bana ve nice insana ilham verdi. Benim de Hawking gibi hayata beyaz bayrak çektiğim bir dönem olmuştu çünkü beynimde tümör şüphesi vardı. Sevdiklerimin üzülmemesi için hiç doğmamış olmayı, her şeyden herkesten uzaklaşıp köşeme geçip sessizce ölmeyi istemiştim. Hawking’in hastalığına karşı tutumunu gördüğümde epey utanmıştım çünkü Hawking o haldeyken umutsuzluğundan kurtulmayı başarmıştı oysa ben daha kesin olup olmadığı bile belli olmayan bir hastalıkta her şeyin bittiğini kabullenmiştim. Bir hafta sonunda yapılan çeşitli tahliller sonucunda hasta olmadığımı öğrendim. Dünyalar benim olmuştu sanki. Bu güzel haberin üzerimde yarattığı şok etkisi geçtikten sonra hayat, ölüm, umut ve mücadele kavramları bende anlam kazanmaya başladı. Hayatta birçok endişemin boş ve yersiz olduğunu anladım. Eskiden bir sınavdan kötü aldığımda günlerce canım sıkkın dolaşırdım. Şimdi ise basit düşünüyorum. Sınavların amacı birikimi ölçmek değil midir? Düşük not aldıysam bu sadece benim henüz hazır olmadığımı ve daha fazla çaba sarf etmem gerektiğini gösteren bir belirteç. Bir şeyi istediğimde bütün endişelerimi bir kenara bırakmalıyım. Hayatımdaki tüm endişeler gitmek istediğim yolda kendi elimle koyduğum taşlar aslında. Sahilde güneşlenmeyi çok istediğim bir günde yağmur yağarsa artık buna üzülmüyorum çünkü yağmurun da ayrı bir güzelliği var. Zaten üzülsem bile değiştirebileceğim ne var ki? Ben artık mutlu olmak için elimden geleni yapıyorum beni mutsuz edebilecek olayların önüne geçmeye çalışıyorum eğer ki engel olamayacağım kadar büyük bir olaysa gelip geçmesini bekliyorum. Mücadele konusunda artık eğer güneşin denizde kayboluşunu gerçekten izlemek istiyorsam izlemek için çıktığım tepenin rampalarını geçtiğim yolları bir engel olarak görmektense güneşin batışını izlemek için bir fırsat olarak görmem gerektiğini anladım. Hayatımda zorluklar hep oldu ve olmaya devam edecek fakat ben artık engellerle karşılaştığımda zevk almaya bakmalıyım çünkü çıktığım her basamak beni zirveye daha da yaklaştıracak. Ben her basamağı umutla, canla başla atladıkça beni bekleyen zirve daha da güzelleşecek çünkü zirve benim için bir sayı, bir not, bir konumdan ziyade ona harcadığım emektir. Beyin tümörü şüphesi yaşadığım süreç ve Stephan Hawking’den aldığım ilhamla söyleyebilirim ki ölümün yakınlığını ve apansızlığını gördükten sonra ait olduğum tek şeyin şu an olduğunu anladım ve yaşadığım ana daha sıkı sarıldım. Umut, anı yani yaşamı anlamlı kılan bir güç. Umutla çıktığım her mücadelenin beni en yüksek zirvelere ulaştıracağına inanıyor ve bu güçle ufka bakmanın mutluluğunu yaşıyorum.
276
Tekin 1 Aydan Tekin Başak Berna Cordan Turk101-13 18 Kasım 2014 SEVMENİN EN KISA TANIMI Bazı zamanlarda hissettiklerimizi dile getirecek kelimeleri bulamayız. Sonra bir şiirle karşılaşırız ve bizim hissettiğimiz şeyleri başka biri nasıl daha güzel anlatmış diye şaşırırız. Hepimiz aynı duyguları yaşıyoruz aslında. En çok aşık olanın, en çok üzülenin, en çok acı çekenin biz olduğumuzu zannetsek de sonuçta hepimiz aynıyız. Kimi insanlar yaşadıkları bu duyguları ifade etme yeteneğine sahipler ve bu insanlar sayesinde biz de kendi duygularımızı daha iyi anlıyoruz. Attila İlhan da bu eşsiz yeteneğiyle hepimizi büyülemiş bir şairdir. Ve iyi ki bize Kimi Sevsem Sensin kitabını bırakmış. Aşk dünyadaki en ilginç duygulardan biri belki de. Sürekli birini düşünmek, gördüğü her şeyde onu bulmak, tanıdığı herkese onu anlatmak... Manavda meyve seçerken de onu düşünürsün, en sevdiğin filmi izlerken de bir arkadaşını dinlerken de. En sevdiğin şiiriyse zaten onu düşünmek için okursun. Bu aşk karşılıklı olmadığında ya da yaşanan bazı olaylardan dolayı sevgililer ayrıldığında daha çok seven taraf için bu süreç çok kötü ilerler. Hep sevdiğini düşünmüş, onu hayal etmiş, onunla mutlu olmuş bireyimiz onsuz bir dünyaya uyum sağlayamaz. Başkasını sevmeye çalışsa da olmaz. Tanıştığı herkeste eski sevdiğini görür. Kimisinin gülüşünü benzetir, kimisinin oturuşunu, kimisinin bakışını... Ama herkeste, her şeyde ondan bir parça vardır illaki. Cümlelerce anlattığım bu durumu üç kelimeyle mükemmel bir şekilde anlatmış Attila İlhan: Kimi Sevsem Sensin... Kimi sevmeye çalışsam sen Tekin 2 o kişi oluyorsun. Bu şiirdeki cümlelerden beni en çok etkileyen bir diğer tanesiyse "Senden nedense vazgeçilemiyor"... (İlhan ) Çoğu zaman bilinmez neden sevgilinin bu kadar vazgeçilmez olduğu. O da diğer insanlar gibi değil mi sanki? Aslında belki bütün herkes aynıdır ve sevilenin sevilmesinin sebebi sevenin kendisidir sadece. Belki de karşıdaki kişiye gerçeğinden çok daha fazla anlam yüklüyordur. Onun bakışını,gülüşünü, kokusunu farklılaştıran sadece sevendir. “ Sevmek İçin Geç Ölmek İçin Erken” şiirinde Attila İlhan'ın geçmişe bir özlemi var gibi hissettim. Vapurlar, birlikte içilen çaylar, el ele yürümeler... Şairimiz bu eylemleri gerçekleştirmek için yaşlı olduğunu düşünüyor sanırım. Ben bu durumu pek anlayamıyorum. Neden bir şeyler için hele hele ki sevmek için geç olsun ki? Zaten ömrümüz çok kısa şunu yapmak için geç şunun için erken dersek biz ne zaman yaşayacağız? Bu toplumumuzda çok karşılaşılan bir durum. "Saçmalama kocaman adam el ele tutuşup çocuk gibi gezecek değil ya." gibi söylemlerle karşılaşmasak keşke. Ve herkes istediği gibi yaşayabilse... 60 yaşındaki amcamız da gidip eşiyle el ele dolaşabilse, birbirlerine istedikleri sevgi sözcükleriyle hitap edebilseler keşke. Ayrıca bu şiirde şairimizde bir ölüm korkusu olduğunu da düşündüm. Ölmek için erken derken sanki sürekli kendini telkin etmeye çalışıyormuş gibi hissettim. Belli ki böyle bir korkusu var ve bunu bastırmaya çalışıyor. Ayrıca son kıta da ölümü yaklaşan soğuk bir yağmura benzetmiş. İnsanların yaşlandıkça ölüm üzerine düşünmeye başlamasına anlam veremiyorum.Ölüm hep bizimle ama bunun üzerine düşünmek bir şeyi değiştirmeyeceği için düşünmemek en rahatı. Biz düşünsek de düşünmesek de o bizi aniden bir yerlerde hiç düşünmediğimiz bir şekilde bulacak. Hayat her zaman ilginçliklerle dolu. Ne zaman öleceğimiz, ne zaman seveceğimiz hiç belli olmaz. Tekin 3 Beş yüz altı yüz kelimelik bir yazı yazdım şu an. Ama hiçbirinizde "kimi sevsem sensin/hayret senden nedense vazgeçilemiyor " dizeleri kadar etki bırakabildiğimi zannetmiyorum. O zaman en iyisi biz susalım şiirler konuşsun. Kaynakça İlhan, Attila. Kimi Sevsem Sensin ... : Şiir / Attila İlhan. n.p.: İstanbul : Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2002., 2002. BILKENT UNIVERSITY's Catalog. Web. 17 Nov. 2014.
277
Yılmaz 1 Selim Fırat Yılmaz ÜRETKENLİK ATÖLYESİ Üretmek... İnsanlık tarihi boyunca anlamı en çok değişen kavram bu olsa gerek. Bu sözcük kavramsal olarak başlangıçta insanların avcılık gibi hayatta kalmak için yapılan faaliyetlerine işaret etmekteydi. Tarım devriminden sonra üretim, çok çalışmanın bir sonucu haline geldi ve insanlar gereksinimlerinden fazla üretim yapabildi. Ticaret, bunun sonucunda ortaya çıktı ve insanları üretken olmaya teşvik etti. Üretimi hızlandırıp kolaylaştırmak için çeşitli yöntemler bulundu. Hayatta kalmak, insanlar için lüks olmaktan çıkınca üretim kavramı misyon ve vizyon kazandı. Bilim ve sanat gelişti, bugün bile hayatımızın içinde olan icatlara imza atıldı. Bu gelişmeler, beraberinde sanayi devrimini getirdi ve üretim hızı inanılmaz boyutlara ulaştı. Ardından internet ortaya çıktı. İnternetin yaygınlaşması, sanal dünya kavramını ortaya çıkardı. Bu sayede üretimin alanına sanal dünya da girdi. Tüm bunların yanında bugün de aslında sanayi inkılabından bile daha büyük bir devrimin içinde Yılmaz 2 olduğumuzu ve hatta önayak olduğumu Chris Anderson tarafından yazılan Geleceği Üretenler kitabını okuyunca fark ettim. Kitapta, genelde risk almak şeklinde değerlendirilen girişimcilik kavramının nasıl üretim ve hayal gücüyle iç içe geçtiği anlatılıyor. Örneğin, eskiden hayal edilen bir ürünü hayata geçirmek yıllar sürebiliyordu. Günümüzde ise tasarlanan ürün üç boyutlu yazıcılar sayesinde saatler içerisinde hazırlanabiliyor ya da sadece bilgisayar başında, Facebook gibi, dünyayı değiştirebilecek uygulamalar geliştirilebiliyor. Hatta artık bir ürün tasarlayanların, sermaye ve kendilerine yardımcı olabilecek kişiler bulabilecekleri birçok platform var. Bu fırsatları fark ettiğimde geçen yaz aklıma gelen fikri, yaklaşık dört ay önce uygulamaya geçirmeye karar vermiştim. Akıllı telefonlar için, birçok insanın günlük ihtiyacı haline gelen sosyal medya hesaplarını kontrol etmeyi kolaylaştıran bir uygulama geliştirecektim. Yüksek bir motivasyonla bu uygulamayı geliştirmeye başladım. Ne de olsa "kafasında bir fikir ve elinde bir dizüstü bilgisayar olan her velet, dünyayı değiştirecek bir şirketin tohumlarını atabilir"(Anderson 15) diyordu yazar. Artık tüm boş zamanlarımda bu uygulamayla ilgili olarak neler yapabileceğimi düşünüyordum. Fikir aşamasındayken kolayca altından kalkabileceğimi düşünsem de her geçen gün yeni bir şeyler öğrenmem gerekti. Yine bu sıralarda girişimcilik platformlarını takip ederken İzmir Girişimcilik Zirvesi'nde eğer projem onay alırsa yatırımcı ve mentorların karşısında sunum yapma şansım olduğunu öğrendim. Birkaç gün sonra da İngilizce hazırlık sınıfımdaki bir arkadaşıma birlikte takım olmayı teklif ettim. Ben yazılım kısmıyla ilgilenirken o daha çok uygulamanın sunumu ve görselliğiyle ilgilenecekti. Birlikte zirveye başvurduk ve uygulamayı geliştirmeye devam ettik. Başvuru sonuçları zirveye yirmi gün kala açıklandı ve yaklaşık seksen projenin sadece sekiz tanesi kabul edilmişti. Bizim projemiz de bunlardan biriydi. Sonucu öğrenince çok sevindik ancak aynı zamanda heyecanlanmaya da başlamıştık. Zirveye sadece yirmi günümüz vardı. Etkili bir sunum yapabilmek için hazırlanmamız ve uygulamanın çalışan bir modelini hazır hale Yılmaz 3 getirmemiz gerekiyordu. Günde ortalama dörder saat uyuyup kalan zamanlarımı hazırlık okuluna giderek veya uygulamayı geçirerek değerlendiriyordum. Üstelik bilgisayarı okula götürüp boş derslerde bile uygulamayı geliştiriyordum. Başta sadece motivasyonumu artırmak için başvurduğum bu zirve kısa süreliğine de olsa hayatımın bir parçası olmuştu. Yazarın da bahsettiği gibi projemle özdeşleşmiştim. Zirveden önceki gün İzmir'e geldik. O gece heyecanımdan dolayı geç saatlere kadar uyuyamamıştım. Ertesi gün zirvenin yapılacağı salona gittik ve sıranın bize gelmesini bekliyorduk. Her geçen dakika heyecanımız daha da artıyordu. Öyle ki ellerim titremeye başladı hatta geçen sene YGS'de heyecan yaptığım için bir süre kullanıp sonra bıraktığım ilaçtan içtim. Sonunda sıra bize gelmişti. Sahneye çıktık. Ben heyecan ve uykusuzluktan sunumun kendime ait olan küçük kısmını yapmadım. Onun yerine mentor ve yatırımcılardan oluşan jürinin sorularına ve eleştirilerine cevap verdim. Diğer katılımcılardan yaşça küçük olduğumuz için ciddiye alınmayacağımızı düşünsek de beklediğimizden sert eleştiriler aldık ve bu ciddiye alınmamaktan çok daha iyi bir sonuçtu. Tabii ki jüriden aldığımız geri bildirimlerin içinde övgüler de vardı. Aralarda, milyonlarca dolar yatırım yapmış yatırımcılarla ve mentorlarla bire bir görüşme, tecrübelerinden faydalanma imkanına sahip olduk. Gün sonunda jüri özel ödülünü kazandığımızı öğrendiğimizde havalara uçtuk. Hayata bakış açımı değiştirebilecek nitelik ve mükemmellikte bir gündü. Çünkü yazar, kitapta "çoğu mucit, atölyesinde uğraşıp didinir ancak asla atölyeden çıkamaz"(Anderson 14) diyordu ve ben zirvenin sonlarına doğru, gelecekte atölyeden çıkabileceğimi anlamıştım. Tabii ki atölyeden çıkmak için hala çalışmaya devam ediyorum. Umarım hiçbir zaman bu motivasyonumu kaybetmem. KAYNAKÇA Anderson, Chris. Geleceği Üretenler. Çev. Levent Göktem. İstanbul: Optimist Yayın Dağıtım, 2014.
278
Bir Yaz Evi I Mustafa Yılmaz 11.11.2014 Hiç Düşündünüz mü? Saatlerin, pusulaların yahut da madalyanların anlatacakları hikayeleri olabilir mi? Peki ya bu basit nesnelerin, eğer varsa, hikayeleri çevrenize bakışınızı değiştirecek, son derece emin olduğunuz düşüncelerinizi sorgulamanıza neden olacak felsefi çıkarımlarda bulunmanıza neden olabilir desem? Modern çağ toplumlarında insanlar günlük hayatlarında o kadar fazla nesneyle karşılaşıyorlar ki henüz bir tanesinin ne olduğunu anlayamadan ötekini önlerinde buluyorlar. Bu bariz bir zorunluluktan kaynaklansa da insanları tabiatla gerçek, verimli bir ilişki kurmaktan alıkonulduğu bir gerçek. Mehmet Zaman Saçlıoğlu, bizi bu nesnelerin dünyasına davet etmekle kalmıyor, aynı zamanda çevremize ve kendi hayatlarımıza bakışımızı tazeleyebilecek bir düşünceler sofrasını da önümüze kuruyor. Daha doğrusu bize tabiatla kurduğumuz ilişkinin düşüncelerimizin şekillenmesinde ve yenilenmesinde ne derece değerli olduğunu öğretiyor. Tabiatla konuşan ve bütünleşen insanların bilgi dağarcığının genişliği benim için her zaman merak konusu olmuştur. Doğru düzgün bir eğitim görmemiş olsalar da, belki de tam da bunun için, dünyayı kendi kendilerine tanımayı başarmış, onun bir parçası olarak varlığını onunla uyum içerisinde sürdürmeyi başaran insanlardır bunlar. 'Medeni' yaşamın pek çok faydasını görsek de şehirlerin bu tarz insanları yetiştirmesi çok zordur. Bu tarz insanlar genellikle tabiatla baş başa kalabildikleri için kırsal kesimlerde hem de en beklenmedik yerlerde rastlantısal olarak ortaya çıkarlar. Onlarla bilgi alışverişinde bulunma şansı yakalayan eğitimli insanlar ise şaşırıp kalırlar. Nasıl bu kadar şeyi bilebiliyor, aynı şeyleri bizden nasıl bu derece farklı görüyor? Çok nadiren de olsa bu insanlar şehirlerden de çıkabilirler. Belli ki, Saçlıoğlu da onlardan birisi. Kırsal alandaki insan nasıl doğayı, dağları, ağaçları, hayvanları farklı bir algı ve düşünce sistemi içerisinde değerlendiriyorsa onların şehirlerdeki ruh ikizleri de toplumsal düzenimizi, günlük yaşamdaki sürekli olarak karşımıza çıkan ama haklarında derin bir kavrayışımızın olmadığı olgu ve nesneleri de farklı gözlerle görür. Toplumsal dinamiklerin böylesi insanların ortaya çıkmasında önem taşıdığıysa bir gerçektir. Bazı toplumların bilim adamı, edebiyatçı, filozof yetiştirmekteki başarısının temelinde bu olgu yatıyor olabilir. Çevreyi ve toplumu farklı bir gözle ele alan insanlar eserlerini ortaya koymakta engellemelerle karşılaşmazlarsa yeni nesillerin gerçekten 'yeni' olmasına yardımcı olabilir, içinde bulunduğu toplumun değişkenlik, canlılık kazanması yolunda değerli katkılarda bulunabilirler. Tersine bu insanların cezalandırıldığı, görmezden gelindiği bazı toplumlar vardır ki onlar zaman içerisinde yıpranır, yenilemez ve giderek bir yok oluşa sürüklenirler çünkü sorgulama, yani değişimin ve ilerlemenin temel mekanizması, kaybolur. Üretken İnsan Bu eserin bana hatırlattığı en önemli kural, zaten bildiğimiz, daha doğrusu bildiğimizi sandığımız nesneler, insanlar ve toplum hakkında düşüncelerimizi sürekli olarak kontrol etmemiz ve sorguya tabii tutmamızın gerektiğidir. Bu kural günlük hayatın sürekliliği ve sürati içerisinde unutulmaya son derece elverişli olsa da verimli bir düşünce dünyası ve yaşam için elzemdir. Bu gerçeğin en bariz kanıtı bu fikri hayat felsefesi haline getirmiş insanların bilimi geliştirerek dünyayı en karanlık çağlarından kurtarmalarıdır. O bilim insanlarının en temel ortak özellikleri tabiatla iletişime geçebilmeleri ve bildiklerini, kendisine öğretilenleri sorgulamaktan korkmamalarıdır. İnsan hayatı boyunca gözünün önünde olan bir nesneden ya da olgudan hiç beklenmedik buluşları çıkarabilir ve hatta bu buluş, hiç tanımadığı bir şeyin keşfinden daha şaşırtıcı ve önemli olabilir. Yazımı Goethe’nin şu sözleriyle bitirmenin uygun olacağını düşünüyorum: “Eşyaya elimizden geldiği kadar dikkatli bakmalıyız öyle ki bize bir şey kazandırmayan gün geçmesin.”
279
Mehmet Çağatay Okuyucu 21102626 TURK102-23 Gönenç TUZCU AŞK ‘’AŞK’ın hiçbir sıfata ve tamlamaya ihtiyacı yoktur. Başlı başına bir dünyadır aşk. Ya tam ortasındadır, merkezinde ya da dışındadır, hasretinde..’’ sözleriyle başlayan kitap ilk andan okuyucuyu kendisine çeken bir yapıya sahiptir. Ben bu kitabı ilk okuduğumda uzun bir süre etkisinden çıkamamıştım. Daha önce okuduğum kitaplardan fazlasıyla farklıydı. Özellikle ilahi aşk ile gerçek anlamdaki aşkı kaynaştırması ve bunu akıcı bir dille anlatması beni farklı dünyalara götürmüştü. İlk başta kitabın içeriğinden bahsetmek istiyorum. Aslında kitap içinde başka bir kitaptan da bahsedilmektedir. Ana karakter Ella’nın kitabın içinde söz edilen Aşk Şeriatı’nı okumasıyla tüm hayatı değişir ve ‘’aşk’’ın peşinden gider. Ella, bir kadının isteyeceği her şeye sahiptir. Evli, maddi durumu gayet iyi, üç çocuğa sahip bir kadındır. Eksik olan tek şey Ella’nın kocasıyla mutlu olmaması ve kendisini aldattığından şüphelenmesidir. Ancak evliliğini bozmamak için sessiz kalmaktadır. Daha sonra kocası David’in ona bir dergide iş ayarlamasıyla bir kitabı okuyup rapor yazması gerekmiştir. O kitap Ella’nın hayatını değiştiren bir kitap olmuştur. Kitapta Mevlana ve Şems’in arkadaş olması ve aralarındaki ilahi aşk anlatılmaktadır. Ella kitabı okudukça elinden bırakamamış ve bir şekilde ona bağlanmıştır. Sonunda kitabın yazarı Aziz’e mail atmaya karar vermiştir. (Aziz ise sufi bir yazardır.) Bir süre sonra Aziz ve Ella sürekli mailleşmeye başlar. Ella yaşadığı hayattan çok sıkılmıştır ve Aziz ile konuşmak onu bambaşka biri haline getirmiştir. Bir süre sonra kocası David ile konuşur ve Aziz’e aşık olduğunu söyler. David buna tepki göstermiş fakat Ella’nın fikrini değiştirememiştir. Sonra Aziz ve Ella buluşur ama Ella kötü bir gerçekle karşı karşıyadır. Aziz kanserdir ve çok az ömrü kalmıştır. Fakat Ella’nın gözünü artık hiçbir şey görmüyordur. Kısa bir süre birlikte olurlar ve bu süre içinde Ella kendini dünyanın en mutlu kadını hisseder. Fakat bu mutluluk uzun sürmez ve Aziz hastalığına yenik düşerek ölür. Ella hem hayatının aşkını yitirmiş hem de aşkı uğruna yuvasını ve çocuklarını kaybetmiştir. İlk başta ne yapacağını bilemez evine geri dönebilme şansını kaybetmiştir. Zaten David ve ikiz çocukları da ona sırtını dönmüştür. Bu süreç içerisinde yanında olan tek kişi büyük kızı Jeannette’dir. Bütün bunlar olmadan önce, kızı Jeannette, evleneceği adamla ailesini tanıştırmış ve Ella bu ilişkiye karşı çıkmıştır. Hatta kızının sevgilisini arayıp ondan uzak durmasını söyleyecek kadar ileri gitmiştir. Bütün bu yaptıklarına rağmen yanında duran ve ona destek olan tek kişi Jeannette olmuştur. Kitapta hikaye Ella tarafından bu şekilde bitmiş, bir yandan Mevlana Rumi ve Şems’in hayatı Ella’nın okuduğu ‘’Aşk Şeriatı’’ adlı kitabın üzerinden anlatılmıştır. Aşk Şeriatı’nda Mevlana’nın akıl hocası Şems ile tanışması ve onun hayatını değiştirmesi üzerinde durulmuş. Konu olarak ilahi aşk vurgulanmış ve aşkın sadece iki kişi arasında bilinen aşk değil Allah’a, doğaya ve başka türlü her şeye duyulan aşkın da olabileceği gösterilmeye çalışılmıştır. Mevlana ve Şems’in hayatları gerçekten çok etkileyiciydi. Özellikle Mevlana ve Şems’in günlerce odaya kapanıp yemek yemeden su içmeden hatta ailesini görmeden geçirdiği günler insanın sabır sınırlarını zorlayıcı düzeydedir. Mevlana’nın çocuklarının bu durumu kıskanması, eşinin onu çok özlemesi ve bunun gibi birçok şey Mevlana ve Şems’in arasındaki ilişkinin ne kadar kuvvetli olduğunu göstermiştir. Haklarında çıkan onca dedikoduya rağmen onların umrunda bile olmamış ve ilahi aşkla ruhlarını doyurmuşlardır. Sonuç olarak ben bu kitabı herkesin okuması gerektiğini düşünüyorum. Gerçekten bakış açınızı değiştirecek ve her şeye daha farklı gözle bakmanızı sağlayacak bir kitap. Gerek dilinin sadeliğiyle gerek kitabın konusu ile sizi bambaşka yerlere götüreceğine eminim. Benim en çok hoşuma giden kısmı ise hem gerçek aşkın ne demek olduğunun ve aşk için her şeyin yapılabileceğinin Ella ve Aziz üzerinden anlatılması hem de Mevlana ve Şems’in ilişkisinin ilahi aşk üzerinden anlatılmasıdır. Bu kitabı okuyana kadar aşkın tam olarak ne anlama geldiğini bilmediğimi anladım ve de aşkın farklı anlamlara da gelebileceğini keşfettim.
280
Gülnihal Muslu GERÇEKLİĞİN DIŞINDA Hiç bütün hayatınızın koca bir yalandan ibaret olduğunu hissettiğiniz oldu mu? Etrafınızdakilerin gerçek ya da sandığınız gibi olmadığını, bildiklerinizi başkalarının bilmediği ya da bilmek istemediğini… Diğer bir deyişle herkesten ayrı bir dünyada yaşadığınızı… Dünyanın en zor mücadelesi insanın kendi ile verdiği mücadeleymiş. Ancak bütün gerçeklik insanın kendi gerçekliğinden farklı, apaçık bir şekilde dururken, bu mücadeleyi vermek mümkün müdür? Kimsenin bilmediği bir dünyada yaşamak tamamen bir hastalıktan ibarettir. Zihinsel bir problem olsun ya da olmasın, kimsenin bilmediği bir hayat demek kendi algını kandırmak demektir ve bu hayatın sonuçları yıkıcıdır. İnsanın hemen kendini toparlaması gerekir. Bu ancak iki yol ile mümkün olabilir. Ya kişinin rızası olmadan kişiyi tedavi etmek ya da kişinin kendi kurduğu dünyanın yalan olduğunu ona kabul ettirmektir. Bazı insanlar buna karşı çıkar, kabul etmezler çünkü gerçek dünyanın kendi kurdukları dünyadan daha kötü olmasından korkarlar. Bırak en azından orda mutlu olsun, derler bu şekilde düşünenler için. Ancak mutluluğun yalan olanı gerçekten de yaşamaya değer midir ya da o kaderi uygun gördüğünüz insanın aklı başında olsaydı bunu ister miydi? İnsan ne olursa olsun mutlu olmak ister. Bunun yolu kendi kurduğu dünyada yaşamak, olmayan ama olmasını çok istediği insanlarla zaman geçirmek, belki de çevresindeki insanlara farklı anlamlar yüklemek ise, bana kalırsa kesinlikle istemezdi. John Nash de bu yüzden bütün gerçeklik gözünün önünde dururken, hayali arkadaşını bırakmayı reddetmemiş miydi? İnsan yaşarken fark etmese de mutlu olmak her zaman gerçek anlamda mutluluk getirmeyebilir. Kurgu bir dünyada yaşamak, gece rüya görmekten farksızdır. Rüyadan uyanmak istemeyiz. Fakat her güzel şeyin bir sonu olduğu gibi rüyaların da bir sonu vardır ve uyandığımızda keşke hiç uyanmasaydım, deriz çünkü gerçekler rüyadan sonra çok ağır gelir insana ve zarar verir. Ama bunun gerçekten de zararlı olduğunu düşünenler yanılıyordur. Gerçek belki de yaşamaya değer tek şeydir. Bir kelebek bile kozadan çıkarken çok zorlanır, çıktıktan sonra ise belki de dünyanın en güzel çiçeklerini görür. Bu, hayatımızda hiçbir güzel şeyin kolaylıkla olmadığının bir kanıtı değil midir? Hele ki hayatımızda yanlış bir şeyleri hatta belki de bütün hayatımızı değiştirmek istiyorsak kesinlikle uğraşmamız gerekir. Uğraşmak, emek harcamak acıyı da getirir peşinde. Her insan bu yükü tek başına kaldıramaz. Tek başına kaldıramayanlar için her şey kader ya da şanstan ibarettir çünkü herkesin karşısına Alicia gibi biri çıkmayabilir. John Nash kendisini öyle görmese de aslında şanslıydı. Alicia onun belki de hayattaki en büyük şansıydı; yükünü paylaşacak birini bulmuştu ve bu onun gerçeklere dönmesini sağlamıştı. Örneklerini sıkça görüp okuyorum aslında kendi görünmez dünyalarında yaşayan insanların. Varlıklı olduğu için kendisiyle arkadaşlık kuran insanlar arasında sahte bir mutluluk yaşayan zengin insanlar zenginliği onları terk edene kadar gerçeği görmüyor; para onları terk ettiği zaman etrafındaki herkes kendisi vebalıymış gibi ondan uzaklaşıyor. İşte o an saf gerçeklerle baş başa kalıyor ve tek başına bu yükün altından kalkamıyor insan. Bu yüzden, eğer bu gibi insanların karşısına Alicia gibiler çıkmaz ise gidecekleri yer hep aynıdır. Uçurumun dibidir gidecekleri yer. Fakat Alicia gibiler sadece yükümüzü paylaşırlar. Bundan sonrası yani gerçekliğe dönmek ya da dönmemek bizim elimizdedir ve dönmek istiyorsak yapmamız gereken şey aslında basit ama hayat kurtaran bir gerçeğe inanmaktır. Mantığımızdır bu gerçek.
281
TAŞA VURULAN DARBE İnsanı olduğu kişi yapan ve onu bulunduğu konuma getiren etmenlerin neler olduğunu sıklıkla kendime sorarım. Bu bir bakıma kendimi de tanıma amacıyla gerçekleştirdiğim bir eylemdir. Genellikle çevresinde gördüğü olaylardan, o olaya sebep olan insanlardan çıkardığı dersler sonucunda kişilerin kendisini geliştirdiğini düşünürdüm. Belki gerçekten de öyledir; benim algılamak istediğimden farklı bir şekilde. Bize izlettirilen, okutulan kitaplarda görürüz: Kahraman hayatının dönüm noktasındadır ve henüz yeterince olgun değildir, hata yapmaya müsait bir yapısı vardır gibi özellikleriyle sunulur alıcısına. Ardından öyle olaylara şahit olur ki altmış dakikanın, iki yüz sayfanın sonunda bambaşka bir insan olup çıkar. Böyle durumlarda acılar çektiğini fark ederiz ancak çektiği acıların onu ne denli etkilediğini, üzerinde bıraktığı izleri tam anlamıyla algılamamıza fırsat verilmeden destek alabileceği yakınlarına koşmuştur. Eğer o gitmiyorsa, diğerleri ayağına kadar gelmiştir. İtiraf etmeliyim ki benim gibi hayatında yenilikler yapmaya hazırlananlar için oldukça cesaret verici eserlerdi, gerçeğe atılınca tatlı yalanlarla dolu birer hayalin yansımasından başka herhangi bir şeyin temsili olmadıklarını gördüm. Yazarları, senaristleri veya oyuncuları suçlayamam, üstüme vazife değildir. Onlara verilen süre zarfında müşteriyi memnun edecek dramlar veya komediler hazırlamak zorundalar. Kendinizi çok kaptırmadığınız sürece vakit geçirmek için oldukça hoş yapımlardır. Gerçek hayat ise kişinin şekillenmesi için bundan çok daha uzun ve acı verici yollar düzenler. Yaşam her daim güneş ışıklarıyla yıkanan yemyeşil çimenleri önümüze sermiyor, kötü günler geldiğinde ise koşarak rahatlıkla başınızı omzuna yaslayabileceğiniz arkadaşlara sahip olmuyorsunuz. Aileniz sonsuza kadar desteğiniz olmayacak. Aslında tek başınıza olduğunuzu anladığınız an bazı şeyler değişmeye başlıyor. Öyle ki darbe aldığınızda sırtınızı yaslayacak başkalarını değil, sağlam duvarları bile bulamıyorsunuz. Dik durmayı öğrenmeniz gerekiyor. Gördükleriniz, duyduklarınız hepsi birer fikir halini alıyor kafanızda. Hareketleriniz buna göre şekillenmeye başlıyor. Çoğu kişi buna çevrenin etken olduğunu söyleyebilir ancak ben, bu noktada farklı düşünüyorum. Elbette kimsenin uğraşmak zorunda kaldığı zorluklar tamamen aynı değil, hepimiz bizleri yıpratacak bir takım farklı durumlarla karşılaşıyoruz. Yine de genel bir bakış açısıyla ele alındığında, her ne kadar anlaşılması zor olsa da çoğumuzun yaşadıkları benzer problemlere çıkar. Her insan bundan farklı şekillerle etkilenir; birinin önemsemediği, bir başkasını gözyaşlarına boğabilir. Peki ya etkilenme seviyesini farklılığa ulaştıran nedir? Bir kez daha, insanın kendisidir. Bazı insanlar kendilerini diğerlerinden daha sağlam yontabilir. Heykelin resmine baktığımda gördüklerim bunlar oluyor. Adamın eline aldığı çekiciyle kendisine nasıl şekil verdiğine bakıyorum. Hayatımızın ilk dönemlerinde hepimiz birer taş yığınından ibaretiz. Hayır, diğerleriyle tamamen aynıyız diyemem, sonuçta hiçbir taş birbirinin benzeri değildir; kendimize has bir görünüme sahip olsak da tıpkı taşlar gibi köşelerimiz belirsiz, tam olarak ne olduğumuzdan veya olacağımızdan bihaberiz. Zaman ilerledikçe ise düşüncelerimiz ortaya çıkıyor, bunlara bizi olduğumuz kişi yapan çekicimiz diyebilirim. Çekiçle heykelin bütünlüğü, zihnimizde bir türlü susmak bilmeyen sesimizle olan bağımızı anımsatıyor. Giderek sıradan bir kaya parçası olmanın ötesine geçiyoruz, düşüncelerimizle birleşen acılarımız, keşiflerimiz olmak istediğimiz şekli ortaya çıkarıyor. Asıl şeklimiz değil, asıl şeklimiz belki de bambaşka bir görünüme sahiptir ancak çekiç elimizde olduğu sürece ortaya çıkan da bizim, kendi eserimiz olacaktır. Kendimize vurduğumuz her darbe belki de can yakacak, yine de bazı acılar çıkacak sonuca değer. Yalnızca dikkat etmemiz gereken bir nokta var ki çekici ne kadar kuvvetli vuracağımız da bizim elimizde; ne kendimizi kıracak kadar sert, ne de etkisini yok edecek kadar hafif olmalıyız. Her şey kendi ayarında güzel. Kaynaklar Resim: http://www.bobbiecarlylesculpture.com/SelfMadeMan.php
282
Düşünceli 1 Muhammet DÜŞÜNCELİ 21301613 TURK101-20 Başak Berna CORDAN 09.12.2014 HEPİMİZ GİBİ Hiç şüphe yok ki yüzyıllar boyunca envai çeşit milletten milyonlarca insana ev sahipliği yapan, izzeti ikramda bulunan, kucak açan, yetiştiren Anadolu coğrafyası birbirinden ilginç, rengarenk ve karmaşık tiplemeler barındırır. Kah Şark veyahut Anadolu kurnazları kah evliyalar olsun, kah üçkağıtçılar kah ermişler olsun, açıkgözler ve işi bambaşka boyutlara taşıyan Zübükler… Nedir Zübük? Kimdir Zübük? Zübük: halk arasında kendi çıkarları için her yolu mubah sayan kişi için kullanılan deyimdir.* Kısaca menfaatçi, düzenbaz, dalavereci, uyanık kişiler için sarf edilen sözdür. İşin gerçeği zübük kelimesi dağarcığımıza Aziz Nesin’in unutulmaz eseriyle birlikte gelmiştir. Üstad Nesin kimi veya neyi işaret etti bu ifadeyle bilinmez ama zübük kelimesi Zübükzade İbraam Bey’in babası Zeybekzade Kara Yusuf Paşa’dan gelmektedir, Nesin eserinde Zeybek kelimesini evirip Zübük yapmıştır. Anadolu! Ah Anadolu! Güzel Anadolu! Böylelerine çok ev sahipliği yapmıştır Anadolu. Esasen ev sahipliği yapmaktan çok öte, bizzat yetiştirmedir Anadolu’nun yaptığı, zübükler Anadolu’nun öz kendi evlatlarıdır. Anadolu’da yetişir böyleleri, kendisinin bile camiye hiç yolu düşmezken kasabaya okul yerine ikinci bir camiyi yapmak isteyenler bu topraklarda filizlenirler ve bu kültürde büyüyüp gelişirler. Aslında bu sebepten, hepimizde bir parça zübüklük vardır. Çünkü parçası olduğumuz bu topraklar birer zübük olarak yetiştirir hepimizi. Zübük karakterini canlandıran Kemal Sunal’ın aynı adlı filmde gazeteciyle arasında geçen diyalogda “…hem bu memlekette bir tek zübük ben miyim? Aslında hepimiz birer zübüğüz. Zübük olmaya zorlanmışız.”** Sözlerini sarf etmesi durumumuzu en iyi açıklayan ifadelerden birisidir. Aziz Nesin’in fevkalade anlatımlarla bezenmiş romanına gelirsek, kimler yok ki bu romanda! Belediye seçimlerinde Zübükzade’ye rakip çıkan Avukat Burhan Bey, düzinelerce metre kumaştan Zübükzade İbraam’a kıyafetler diken terzi Cemal, iki köy arasındaki yayla husumetini çözmesi için Zübükzade’ye para yediren Alucanlı Sabr’ağa, ‘şehit düşer, herkes bizi lanetler’ diyerek namaza duran Zübükzade’yi vurmayan ancak namazın bitmesini beklerken kabristanda rakı içen Kör Nuri ile Deli Celil ve daha nice zübükler var bu romanda. Akıllarınca hepsi birbirinden kurnaz, birbirinden uyanık, işini yürütmeyi bilen insanlar, hepsi apayrı birer zübük. Öyle ya, Zübükzade’den medet umduklarına göre hepsinin işinde bir dalavere… Kimisi bir tanıdığını bir makama, mevkiye yerleştirmek ister, kimisi diğer köyle arasındaki husumeti ‘yukarıdan’ çözdürmek ister. Peki, bunları ‘yukarıdan’ kim çözebilir? Kim olacak, rüşvetin, adam kayırmanın, işgüzarlığın, dalaverenin vücut bulmuş hali Zübükzade İbraam Bey! Düşünceli 2 Zübükzade İbraam Bey küçük bir kasabada yaşamaktadır, fakat devamlı olarak şehre gider, sözde eş, dost, akraba ve köylünün sorunlarını çözmek için ‘yukarıdakilerle’ temas halindedir. Katiyen bir şehirli değildir lakin bir köylü de değildir. Kırsal hayatın insanı ile kentsel yaşamın insanı arasındaki ince bir çizgidedir, ikisini de görmüş, yaşamış ve Şark kurnazlığı, Anadolu kurnazlığı dediğimiz her türlü oyunu, hileyi yaparak köylülere kendini şehirli gibi göstermektedir, tam da ataların dediği gibi ‘kağnı gölgesinde yürüyüp de onu kendi gölgesi sanan ittir Zübükzade. Tam olarak onu diğerlerinden ayıran, farklı kılan ise budur. Yanında yürüdüğü kağnıya yakından bakmış, yol yordam öğrenmiştir. 1961 yılında ilk basımı yapılan Nesin’in bu eserini bir kenara bırakıp kendimize dönüyoruz tekrar. Kendimize bakıyoruz, çevremize, ülkemize, etrafımızdaki zübüklere. Roman çağını aşmış, bugünleri görmüş diyoruz. Zamandan münezzeh bir eser. Zübükler dün de varmış, bugün de varlar, yarın da olacaklar diyoruz. Bu coğrafyanın, bu kültürün yazgısı bu! Ne yapmalı peki bu zübüklerden kurtulmak için diye sorarken, Kemal Sunal’ın etkileyici sesi çalınıyor tekrar kulağımızda: zübüklerden kurtulmanın birinci çaresi, önce kendimize bakmak, kendi zübüklüğümüzden kurtulmaya çalışmaktır.** Sahi, ne demiştik yazının başında? Hepimizde bir parça zübüklük var, uzakta aramaya gerek yok, her sabah baktığımız aynalar biz zübüklerin ta kendisini göstermiyor mu? *http://zubuk.nedir.com/ **http://www.youtube.com/watch?v=MpGc2KN8d_k
283
Elif Beril Şaylı Bilginin Önemi İnsanoğlunun neslinin tükenmemesinin nedenini hiç merak ettiniz mi? Bence oldukça ilginç bir konu. Nesillerdir devamlılığını sağlamayı başarmış insanoğlu, azalmamış, hatta artarak yoluna devam etmiş. Doğal afetlere, salgın hastalıklara, insanların kendi aralarında sürdürdüğü acımasız ve amaçsız savaşlara bakarsak binlerce yıl önce insan nesli yok olmalıydı. Devamlılığının sırrı aslında çok açık. İnsan her zaman aklını kullanmış, hiçbir zaman öğrenmeyi durdurmamış ve bilginin devamlılığını sağlamış. Elindeki bilgiye, yeni bulguları eklemiş, fazlalıkları atmış ve onu elinden geldiğince geliştirmiş. Bilgilerini kullanarak her şeye rağmen hayatta kalmayı başarmış. Elde ettiği bilgiyi geliştirmiş, bilgiyi geliştirdikçe kendi de gelişmiş ve sonuç olarak bilgi sayesinde, kendini değişen durumlara, felaketlere ve sonunu getirebilecek her şeye karşı korumayı başarmış. Geliştirdiği bilgilerin ışığında, hayatını inşa etmiş ve onu hayat standartlarını geliştirmek için kullanmış. Her bir bilgiyi hayatının temeline koymuş. Temeldeki bilgiler çoğaldıkça ve geliştikçe insanda gelişmiş. İlkçağdan bugüne kadar insanoğlunun kat ettiği yol, gerçekten mucizevi. Tekerleği bulan insanoğlu, sadece tekerleği bulmakla yetinseydi bugünlere gelemeyeceğini düşünüyorum. Tekerleğe ait bilgisini alıp onu geliştirdi ve tekerlekle yollar kat etti, dağlar aştı ve dünyadaki tüm doğal kaynaklara, tüm insanlara ulaştı. Bugün vazgeçilemez olarak gördüğümüz araba, televizyon, telefon, uçak ve daha birçok gelişmiş icat bu bilgilerin ve bilgiler tarafından yoğurulan dahi insanların eseri. Rob Gonsalves’ın insanın bilgiyle ilişkisini çoktan çözmüş usta bir ressam olduğunu düşünüyorum. Towers Of Knowledge tablosunda, başarılı çizimiyle birlikte, insanın bilgiyle olan esrarengiz ilişkisini bizlere gösteriyor. Hayatımızın devamlılığını bilgi üzerine kurduğumuzu anlatıyor. Hayatımızı bilgi üzerine kurduğumuza göre yine gelişmek için bilgiye ihtiyacımız olduğunu vurguluyor. Gelişim ve değişimin sonu olmadığını düşünüyorum ve her zaman hayatlarımızı daha iyi bir halegetirebiliriz çünkü her seferinde bir öncekinden daha iyi olabilir. Örneğin, telefon hayatımıza girmeden önce telefonun hayatımızı bu kadar kolaylaştıracağını bilemezdik. Sonsuz bir döngü gibi görünüyor ama gerçek bu. Kitaplara, çalışmaya ve üretmeye ihtiyacımız var. Bir şeyler inşa etmek ve hayat standartlarımızı iyileştirmek için bilginin gücünü kullanmalıyız. İnşaatımızın hammaddesi olan bilginin gücü, bugün insanların ve ülkelerin gelişmişlik düzeyini belirliyor. Ülkeler, bilgi ya da bilgileri sayesinde, ürettiği ürünleri satıyor ve bilgi satın alıyorlar. Bir toplum ne kadar bilgiye sahipse ve bu bilgileri ne kadar kullanabiliyorsa o kadar gelişmiş kabul ediliyor. Gelişmiş ülkelerin gücü; sahip oldukları askeri, ekonomik, teknolojik bilgiye bağlı olarak artıyor veya azalıyor. Artık toplumlar sahip oldukları toprak parçasıyla değil sahip oldukları bilgi birikimleriyle savaşıyorlar. Bence buna en güzel örnek Japonya çünkü coğrafi açıdan sahip olduğu olumsuzluklarına ve İkinci Dünya Savaşı’ndan kalma ağır hasarlarına rağmen sadece bilgi birikimini ve bilgiyi kullanarak büyük ülkelerle yarışmaktadır. Fakat bizim toplumumuzun, bilgiye verdiği önemin ne yazık ki yeterli olduğunu düşünmüyorum. Bilginin gücü bu kadar açıkken, neden yeterli önemi vermediğimizi aslında anlayamıyorum. Bilgiyi gerektiği kadar yayamıyoruz, önemini anlatamıyoruz. Üstelik günümüzde bilgiye ulaşmak geçmişe kıyasla oldukça kolay. Kitaplar, kütüphaneler, bilgisayarlar ve en önemlisi internet bilgilerini bizlerle paylaşmak için hazır bekliyorlar. Bu kadar kolay olmasına rağmen, toplumumuzda çoğu insan bilgi edinerek geçirebilecekleri değerli zamanlarını televizyon karşısında verimsiz geçiriyorlar. Kısacası bilginin, insan hayatının devamlılığını sağladığının farkındayız. Bu bilgi ışığında devamlılığımızı korumak için çaba harcamalıyız. Toplum olarak bilgiye verdiğimiz önemi arttırmalıyız. Bilgisizlik toplumumuz için çok önemli bir sorun. Bu sorunu çözmek istiyorsak bilgiyi doğru eğitimlerle harmanlayarak paylaşalım ve çoğaltalım. Gelişim ve değişim için çaba harcamalı ve bilgiyi kullanmayı öğrenmeliyiz. Gelecek nesillerimizin, önünü açabilmek ve toplumumuzu daha ileri taşıyabilmek için bilgiye ve bilgili insana, ihtiyacımız var. Kaynakça Rob Gonsalves. Towers of Knowledge .2003. Saper Galleries.ABD
284
Tuğla Tuğla The Wall Dirseklerime kadar sıvaya batmadan önce The Wall’un benim için ne olmadığından bahsetmeliyim. The Wall içerisinden bir iki parça beğenip tekrar tekrar bu parçaları dinleyeceğiniz herhangi bir albüm değildir. The Wall keyifli bir günde hadi bir 45’lik koyayım diyeceğiniz bir albüm değildir. The Wall bir yandan başka bir işle uğraşırken arka plan gürültüsü yaratsın diye açtığınız bir parça müzik değildir. The Wall, 1979 yapımı bir başyapıttır. Travmatik olaylar yaşayan insanlar genel olarak kendi içlerinde, geleceğe karşı korunma mekanizmaları yaratırlar. Problem şu ki bu korunma mekanizmaları genelde dünyayla olan ilişkimize bir mesafe koyar. Etrafımıza bir duvar örer, içindeki boşluğa bütün öfke, nefret, pişmanlık, acı gibi duygularımızı koyarız, ta ki bir gün bu duvar yıkılana kadar. Yıkıldığında ise bütün hiddetimizi etrafımıza salmış oluruz. The Wall, bu duvarı, kişinin kendini izole edişini ve kendini topluma yabancılaştırmasını ortaya koyar. Albüm yazarıyla beraber incelemek gerekirse, Roger Waters’ın birçoğunun zorlu diyeceği bir hayat sürdüğü bir gerçek. İkinci Dünya Savaşı’nın etkilerinin sürdüğü bir dönemde dünyaya gelmiş, daha çocuk iken babasının kaybı ile başlayan yolculuk, aşırı korumacı bir anne ve sadakatsiz bir eş ile devam etmiş. Şarkıların lirikleri detaylı olarak incelendiğinde ve vokallerdeki tonlamalar dikkate alındığında bu zorlukların izlerini ne kadar ustaca sanatına aktardığı görülebiliyor. Ben de bu yolculuğa Waters’ın babasının kaybıyla başlıyorum denilebilir. Nitekim acısı başta olmak üzere bütün yoğun duygularını bu denli ustaca sanatına aktarmış olması benim neslimi onun yolculuğuna yoldaş ettiği gibi önümüzdeki nesillerin de kalbini kazanacak. Yeni neslin büyük bir kısmı bu yapıt ile lise döneminde tanışır. The Wall, agresif ve anarşizme yatkın olduğumuz, hormonlarımızın oldukça yüksek seviyelerde seyrettiği bu dönemlerde, öğretmenlere ergenlikle gelen öfkenin bir kısmını kusma şeklimizdir. Ben Pink Floyd ile tanıştığım da ilkokul ikinci sınıf öğrencisiydim. Dolayısıyla bu yapıtı anlamaya çalışmak ve anlayabildiğim kadarını hazmetmek için bir hayli vaktim oldu. Düşününce ben 8-9 yaşlarında iken 21-22 yaşlarında elimden tutan, hayata dair bana resimler gösteren bir ağabey gibi. Albümdeki her bir şarkı duvardaki bir tuğla gibidir ve her bir tuğla bir hayat hikayesi. The Wall’dan bahsederken hep bütünü ele almak gerektiğine inanıyorum nitekim birkaç tuğla çıkardığımız takdirde duvar yıkılacaktır. Albümle ilgili en çarpıcı detaylardan biri belki de ilk şarkısının “Burası değil miydi?” diye başlayıp, son şarkısının “Geldiğimiz yer” şeklinde bitmesidir. Oluşan dairesel döngünün, hayatın kendini tekrarlayan boş bir uğraşı olduğuna dair kötümser bir yorum olduğu söylenebilir. Genel olarak bütün albüm kötümser ve melankolik bir temadadır. Protagonistin doğumundan itibaren kendisinin ve toplumun yoğun çabalarıyla etrafına ördüğü duvarla beraber toplumdan ve toplumsal olaylardan uzaklaşmasını anlatır. Aslında başta The Wall keyifli bir günde dinlenmez demiş olmamın en büyük sebebi, kulaklıkları taktığınız anda bahsi geçen protagonist siz olursunuz. Her tuğla yazarın hayatında olduğu gibi sizin hayatınızdan da bir yansıma taşır. Her şarkıdan yaşanmışlık akar sanki bir zaman makinesinin içerisinde geçmişte bir yolculuğa çıkmışçasına. Ben hikaye ilerledikçe bütün depresifliğin, melankolinin arkasında su yüzüne çıkmaya çalışan bir umutla karşılaşırım. Acaba hala bir şeyleri değiştirecek gücüm ve zamanım olup olmadığını sorgularım. Birinci diskten ikincisine geçiştir bu. Saat sabah beşe geliyordur ve hava yavaş yavaş aydınlanmaya başlıyordur. Bana hep anonim alkolikler tarzı destek gruplarının “Günde bir gün.” şeklindeki yaşam felsefesini hatırlatır. Kimisi, yeni bir günün doğuşuyla büyük bir dalganın gelip kumda bıraktığımız bütün izleri silmesinden ölümüne korkar iken, kimisi o günün doğmasının umudunu bekleyerek yaşıyor. Bu duygu, albüme verdiğim her saatin bana hayatımın birkaç ayını geri verdiğini hissettiriyor.
285
Bora Baş HAYAT VE SEYİRCİLERİ Bir canlının gözlerini ilk açışı ile son kapayışı arasında geçen küçücük dilime “hayat” adı verilir. Hiç durmayan bir saat gibi işleyen zaman da bu aralıkta binlerce farklı şey yaşatır, sayısız değişik şey gösterir canlıya. Bu nedenle bence hayatın başrol oyuncusu zamandır. Baştan sona kesilmeyen, aksamayan ve kontrol edilemeyen zamanın yanında tüm diğer canlılar ise ancak bir seyircidir aslında. Kendi hayatlarına istedikleri kadar yön verseler de aslında bu süre içinde kontrol edebildikleri şeyler yaşadıklarının milyonda biridir. Bu sebeplerle canlıların birer izleyici konumunda olduğu kabul edilir ise, gözler bu hayattaki en önemli silahtır onlar için. Murathan Mungan da Solak Defterler adlı kitabındaki “Ağacın gözleri” şiirinde bu durumu benzetme yolu ile işlemiştir. Giriş kelimeleri, “kesidine bak içindeki halkaların” şeklinde ağacın yaşını belirten halkaları kasteder. Ağaçlar yeryüzündeki en yaşlı ve en durgun canlılardır. Bu nedenle de en iyi seyirci aslında onlardır. Başlıkta da kullanıldığı gibi, bir ağacın gözleri en çok şeye tanık olmuş zamanı en ağır yaşamış şeylerdir o yüzden. Hareket etmek, konuşmak, kendini ifade etmek gibi özelliklere sahip değillerdir. Tomurcuklarını ilk açtıkları dönemden köklerinin kuruduğu evreye kadar tüm hayatlarında sadece zamanın kurbanı olmuş ve başlarına gelen, etrafta yaşanan şeylere tanık olmuşlardır. Daha sonra ağaçlar için “yaşar gibi değil, seyreder gibi” ve “ağaç gibi kabullenmek”(Mungan, 2016) kelimelerini de kullanan Mungan bu kanılara da destek çıkmıştır. Fakat hayatın tek seyircisi ağaçlar değildir. En somut örnek onlar olsalar da, tüm canlılar birer seyircidir ve insan da şüphesiz ki bunlardan biridir. Diğer canlılara üstünlük sağlamış ve düşünme yeteneğinin fazla olması sebebiyle onları ezmiş olsa da zamanın karşısında insan da yenik düşer. Zaman bazen insanı mutlu eder, bazen ise yaralar. Bazen heyecanlandırır, umut verir, bazen ise içini karartır hüzünle kaplatır. Sonuç olarak kontrol hep zamandadır. İnsan zamanı ne yok edebilir, ne durdurabilir ne de biraz olsun hızını değiştirebilir. Murathan Mungan’ın şiirinde bahsettiği asıl konu da insanlardır zaten. Ağaç benzetmesini insanlar için yapar. “…solgunlaşıp uzaklaşan her şey gözlerinin önünde, ayaktasın seyrettiğin manzaranın içinde…”(Mungan, 2016) bu dizelerde insana seslenir. Tüm insanlığa değil ancak zamandan ağzının payını almış, zamanın akışına ve yaşattıklarına yenik düşmüş birilerinedir bu söylem. İstemediği şeyler olan, genelde aşk acısı veya hasret duyguları ile yanan insanlara seslenir. Onlar zamana karşı en büyük yenilgiyi alanlardır zaten. Çünkü belki de en çaresiz durum onlarındır ve çaresizlik insanı zamana karşı tam bir seyirciye çevirir. Kavuşanlar zamanı durdurmak isterken kavuşamayanlar zamanı hızlandırmak ister. Ayrılanlar geri almak isterken hiç kavuşamayacaklar da yok etmek ister belki. Fakat hepsinin tek yapabildiği bu dileklerine aldırış etmeyen zamanı kabullenip yaşamak ve hayatı seyretmektir. Mungan’ın dizelerindeki insanın seyrettiği manzara da hayatın ta kendisidir zaten. “kendi hızıyla eskiyen” tabirini kullanır bunun için de. Hayatın motorudur bir nevi zaman ve kimse dokunamaz. İnsanın belirlediği değil, kendi hızı ile eskir hayat ve bu hız da zamandır. Mungan’ın kelime oyunları ve benzetmeleri şiirinde çok etkili ve hızlı bir şekilde işlemiştir ağaç, insan ve zaman kavramlarının bu derin ilişkisini. Sonuç olarak atılan her adım, verilen her karar önemlidir ancak hayatın gerçek kontrolcüsü insan değil zamandır. Herkes Mungan’ın dizelerindeki bir aşık kadar etkilenmese de zamandan, herkesin hayata seyirci olduğu zamanlar vardır. İnsan da bir ağaç kadar etkisiz olmasa da, hayat üzerinde asla bir oyuncu değil, diğer her canlı gibi bir seyirci olacaktır her zaman. Kaynakça Mungan, Murathan. “Ağacın gözleri”. Solak Defterler. Istanbul: Metis, 2016. http://www.insanokur.org/solak-defterler-murathan-mungan/
286
Fatma Selin Sevim 1 TURK 102 Gün Işığına Hasret Hayatlar İnsanın içi ürperiyor düşündükçe yerin kilometrelerce altında çalışan işçileri. Kapitalist dünya düzeninde ezilmeye, dışlanmaya uzun yılar boyunca mahkûm edilmiş emektarla onlar. Émile Zola’nın Germinal adlı eserini okuduğum zaman bu düşüncelerim gün yüzüne bir kez daha çıktı. Fakirlerden her seferinde biraz daha alıp zenginleşmeye devam eden ve kendilerini üst tabakadan ziyade ‘üst insan’ olarak gören zenginler olduğu sürece bu düzen böyle devam edecek. Belki birkaç yüzyıl daha… “Étienne canavarın etinden oluşan günlük tayınını yuttuğunu görüyordu, asansörler hiç durmadan inip çıkıyor, lokmaları kolayca yalayıp yutan o doymak bilmez devin gırtlağından aşağı insan taşıyordu.”(Zola, s.37) Günler, aylar, yıllar akıp gittikçe zenginler daha çok kazanmaya, işçiler ise daha çok kaybetmeye alışıyor aslında. Hak ettikleri parayı kazanamadan kaybediyorlar. Daha da önemlisi ağır çalışma şartlarından dolayı fiziksel sağlıklarının yanı sıra akıl sağlıkları da bozulmaya başlıyor. Yeri kilometrelerce alta kazmaya başladıkları andan itibaren sağlıklarından, umutlarından ve hayallerinden uzaklaşıyorlar birer birer. Tıpkı gün ışığını arkalarında bırakıp sonsuz karanlığa doğru yürüdükleri gibi. Gün ışığı yerine karanlığı, 2 kaybettikleri umutları yerine ise bir kuru ekmeği tercih ediyorlar çaresizce. Ne de olsa dünya düzeni ‘ezen ve ezilen’ ilişkisini gerekli görüyor. Öyle ki, daha çok kazanabilmek adına bazı insanların kendi mezarlarını çoğu zaman bilinçsizce kazmasına müsaade ediyor, hatta buna mecbur bırakıyor… “Özgür oldukları söylenerek işçiler bir köşeye atılmıştı, evet, onlara açlıktan ölme özgürlüğü tanınmıştı, onlar da bu özgürlüğü doyasıya yaşıyorlardı. Seçildikten sonra yoksulları eski çizmeleri kadar önemsemeyen ve ceplerini doldurup keyiflerine bakan alçaklara oy vermek karın doyurmuyordu.”(s.163) Acı ama gerçek bir tespit. Emekçilerimizin sahip olduğu tek özgürlük açlıktan ölme özgürlüğü. Çalıştıkları karanlık çukurdan bir daha hiç çıkmama özgürlüğü... Eserde işçilerin sefalet ve acı dolu hayatını, kasabaya yeni gelen Étienne adlı mevsimlik işçi fark etmekte ve açlıktan kırılan işçi ailelerini görünce harekete geçmek gerektiği konusunda diretmektedir. Fakat zenginiyle fakiriyle kölesi olduğumuz kapitalist düzen beklenildiği üzere bu hareketin başarıya ulaşmasını engeller ve insanlara acı dolu günler yaşatır. Ancak benim fikrime göre başarı sadece form değiştirmiştir. Hareket emekçilerin istediği iyi hayat şartlarını sağlamamış, olsa bile, dünyanın acımasız düzenin farkına varmasına ve umudun asla sönmemesine sebep olmaktadır. “Kan mı bu? Hayır, kömür tozu… İçimde ölene dek beni ısıtacak kömür var.”(s.9) Germinal’i okuduktan sonra özellikle bu satır sebebiyle aylar önce Soma faciası ile hissettiğim keskin acı yine yokladı yüreğimi. Ve yine bu ahlaksız düzene isyan etmeme sebep oldu. Aslında içimizi burkan Soma faciası ile birlikte çoğu şeyin farkına varmıştım. İşçinin, emekçinin neler çektiğini ilk o zaman anlamıştım. Kayıplarımızı düşünüp ağlamıştım saatlerce. İnsanlığa olan inancımı ve güvenimi bir anda kaybetmiştim. Kendimi yalnız hissettim. Sonsuza dek yalnız kalmak istedim. Sonrasında, ruhumun en derinlerinde çaresizlik 3 duygusuyla karşılaştım. Elimden bir şey gelmediğini, insanlarda para kazanma hırsı olduğu sürece bu durumun bu şekilde devam edeceği gerçeğini fark etmiştim. Bu yüzden kaybedeceklerimizi düşünüp bir kez daha ağlamıştım. Ne kadar üzülmüş olsam da bir süre sonra hiçbir şey olmamış gibi yaşamaya, gülmeye devam ettim herkes gibi. İnsanoğlunun yüreğinin ne denli çabuk soğuyabileceğini ilk o zaman anladım. Ama artık eminim bu gerçekçi eseri okuduktan, satırların arasında kaybolduktan sonra. Ne de olsa çiğ süt emmiş insanoğlu, nankörüz… Kaynakça: Zola, E., & Yılmaz, S. (2006). Germinal. 7, İstanbul : Oda, 2006. 4
287
Esin Koç Hayatı Hazırlıksız Yaşamak Yüzyıllardır düşünür insanoğlu; “Aşk nedir?” diye. Kimisi hayranlık der, kimisi duygusallık. Kimisi içinse geçici bir hevesi ifade eder. Kimileri ise insan insana kavuşunca adı aşk değil meşk olur, aşk sevip de kavuşamayanlar için mümkün olur derler ki çok da doğru söylerler. Bugüne kadar aşk adına yapılmış en doğru tanım budur bence. Aşk denilen şey kavuşamamanın ta kendisi değil midir? Çünkü hasret kalındıkça sevgiliye bir kor ateş gibi büyür yürekte aşk. Bu yüzdendir ki; en güzel şiirler hep uzakta olan sevgiliye yazılır, en duygulu şarkılarsa sevip de kavuşamayanların bestesidir. Gerçekçi bir bakış açısıyla buna elde edilemeyenin çekiciliği deriz, romantik bakarsak da adı imkansız aşk olur. O imkansızı mümkün kılmak için sesimizi duyurmamız gerektiğine inanırız. Bu yüzden bazılarımız kaleme sarılır duygularımızı yazarak ifade ederiz, bazılarımız şarkılar besteleriz, bazılarımız ise resim yaparız. Peki ya sevdiğimiz yanımızda olsa, tıpkı hayallerimizdeki gibi bir bütünü yarım olarak tamamlayabilsek yine aynı şekilde hisseder miyiz? Günümüzdeki en büyük ilişki sorunu kadınların, erkeklerin romantik olmamasından şikayeti; erkeklerin ise kadınların kaprisinden şikayet etmesi değil mi? Yokluğunda varlığı ile ilgili hayaller kurduğumuz, her lahza aklımızı meşgul eden kişiyi elde edince neden bu romantikliği bırakıyoruz? Ya da şöyle sorayım: Yeter ki yanımda olsun ne isterse, ne derse yapacağım gibi cümleler kurarken o kişiyi hayatımıza alınca neden ihmal edip egolarımıza yenilmeye başlıyoruz? Tüm bu sorular için tek bir cevap vermek gerekirse eğer aşkın kavuşamamakla eş değer olduğu gerçeğini rahatlıkla yineleyebilirim. Ali Lidar’ın Alengirli Şiirler adlı kitabındaki şiirleri okurken bunu daha net bir biçimde anladım aslında. Şiir denildiğinde aklımıza romantizm geldiği için biraz da bu romantizmi realist bakış açısıyla ele alıp eleştirmek istiyorum aslında. Okuduğum şiir kitabında “Hayatın Provası Olmaz” adlı şiir gibi birçok şiirin severek ayrılmanın verdiği acıyla yazıldığını düşünüyorum. “ Sevgilim denmez artık uzaktaki sevgiliye… ”(Lidar 5) dizesinde şairin bir ayrılık yaşadığı açıkça anlaşılıyor zaten. Bir dönem bir birliktelik yaşanmış ve sonrasında yolları ayrılmış. Peki, neydi acaba onları ayrılığa iten? Kim daha çok sevdi? Giden mi kalan mı? Kalan en çok sevendir bence. Çünkü en zorudur kalmak. Beraber çıktıkları yolda artık tek başınadır kalan ve durmadan devam eder aynı yolda. Nokta koyamadan biten tüm cümleleri için… En kötüsü ise pişman olur kalan. Gitmesine rağmen suçlamaz sevdiğini. Hataların kendisinde olduğuna inanır ve hatalarını düzeltemediği için pişmanlık duyar. Diğer taraftan giden neden gitmiştir? Gerçekten sevmiş olsa gider miydi? Belki o da çok sevdi ama en başa dönersek giden de elde edemediğini elde etmek için gitmedi mi? Giden gözü kara olandır. Gözü karadır çünkü bu ayrılığın sonrasında nasıl olacağını göremeyecek kadar kararmıştır gözleri. Ayrı kalmanın verdiği hasretle içindeki aşk alevlendiğinde başlar gidenin pişmanlığı da. Tüm bunlar her ikili ilişki için geçerli olmasa da anlatmak istediğim şey aşkın ancak ayrı kalma durumunda mümkün olduğu aslında. Böylece bir kez daha anlamış oluyoruz ki kavuşunca adı aşk olmuyor. Fakat asıl önemli olan şey aşk değil, aynı yolda sevgiyle birlikte yürüyebilmektir. Çünkü aşk geçicidir sevgi ise sonsuza kadar seninle yaşar. Şair de bize şiirin başlığında hayatın provası olmaz diyerek yaşadığımız her şeyin bir kere olduğunu ve bu yaşadıklarımızı tekrar yaşama fırsatımız olmadığını anlatıyor. Gerçekten inandığınız bir sevgi varsa bunun kıymetini bilin ve bugün son gününüzmüş gibi yaşayın. Kaynakça Lidar, Alengirli Şiirler, İstanbul, 2015
288
Merve Gül KAYA 21502235 TURK 101 ASSIGNMENT NO:4 28/04/17 HAFIZA KAYBI Hikayeler masallar ve destanlar, yüzyıllardan bu yana kuşaklar boyu anlatılıp kulaklarımızda yankılanan, biz fark etmesek de bizim değerlerimizi, doğru ve yanlış algımızı ve kültürümüzü ilmek ilmek işleyip bunu gelecekkuşaklara aktaran yegane sözlü toplumsal karakter taşıyıcılarıdır. Ataların kahramanlıkları, topluma biçilen roller ve korunması gereken değerler bu yolla benimsetilegelmiş, özellikle küçük çocuklarda toplumsal benlik, aidiyet gibi sonradan kazanılması çok zor olan hayati değerlerin oluşması yine bu sözlü kaynaklarla sağlanmıştır. Hepimizin vardır, şöyle torunlarını yanı başına toplayıp kendi geçmişiyle bu geleneksel hikayeleri harmanlayarak torunlarının ufkunu genişletmek için can atan dedelerimiz ya da nenelerimiz. Ben hala hatırlarım nenemin yatmadan önce her gece anlattığı değişik hikayelerini ve o önemli ritüellerimizden biri olan gece duasını. Bu sanki ona verilmiş ulvi bir görevmiş gibi her gece aksatmaksızın bunu yerine getirmeye çalışırdı. Sonra ne mi oldu dersiniz? Biz büyüdük, o hikayelerle büyüyen çocuklar büyüdü; ellerine tabletler verildi, akıllı telefonlar verildi. Her gece ‘trend topic’ olan şarkıları dinlediler, dünya genelinde yüksek puan alan film ya da dizileri izlediler. Sonra her dönem bu film ya da dizilerdeki karakterlerin ‘moda’ olan saç tarzını uyguladılar kendilerine. Benzer tarzda kıyafetler satın aldılar, kullandıkları kelime kalıpları bile dönem dönem aynıydı bu hayali karakterlerle. Ama hallerinden gayet de memnunlardı, bu dünyaya hakim olmuş genç ‘jargonu’ anlayabildikleri için, bu dilden konuşup kimsenin anlayamadığı espriler yapabildikleri için kendilerini ‘cool’ kabul edip, bir başka dönemin ‘moda’ sı gelip hayatlarına yön verene dek kendi ‘erişilmez ve benzersiz’ hayatlarına devam ettiler. Peki ya o destanlar, hikayeler, o sakin sessizlik, yarı loş ışık; sonradan kimsenin aklına geldi mi ki tek kültürlülüğün içine bu kadar çekilmişken? Evet, aslında elektrik kesildiği bazı zamanlar; tüm o telefonların, tabletlerin, TV’nin kapandığı, azıcık da olsa o derin sessizliği ve sakinlik veren loş ışığın tatlı huzurunu hissettiğimizde, “Bu atmosfere giden çok iyi bir şey vardı neydi o, neydi?” diye aranırken bir anda aklımıza geliverir: “Anne hani şu nenemin anlattığı hikayeler vardı ya onlardan anlatabilir misin birkaç tane?” sorusu sorulur ve o gece mum ışığında mesajlar, mailler, parlak akıllı telefon ekranları, kafa ütüleyen onlarca ses olmadan sakinlik içerisinde o hikayeler dinlenir; o uzun süredir hiç teneffüs etmediğimiz dinginlik, bize, aslında yaşamamız gereken hayatın bu olduğuna dair bir iç muhasebeye yöneltir. Dünyanın bizi içine soktuğu o derin kapitalizm, globalleşme ve tek kültürlülük girdabı aslında biz hiç fark etmesek de bizim değerlerimizi soğukkanlılıkla ve hiç acele etmeden bizden birer birer alıyor. Onun yerine aslında kendisinin bile tasvip etmediği, nereden geldiği, sınırlarının kim tarafından çizildiği belli olmayan değerleri ve inançları bize altın tepsideki zehirli bir yemek gibi sunuyor. Dünyanın tüm insanlarının aynı şekilde giyiniyor, aynı dilde konuşuyor, aynı şekilde besleniyor ve sadece aynı değerlere sahip oluyor olması aslında ciddi derecede endişe edilmesi gereken bir mevzu. Çünkü biz bu globalleşme adı altında hayatımızdaki bizi biz yapan en önemli farklılıklarımızı yok ediyoruz. Neden modern insanın giyinme çeşidi tek tip? Buna kim karar veriyor? Geleneksel giyimli birini görünce neden yargılıyoruz? ‘Fast Food’ un bütün dünya mutfaklarına girip insanların temel beslenme alışkanlıklarını bütünüyle değiştirmesinin ardından neleri kaybettik? Bunlar, ardında yatan anlamları uzun uzadıya düşünülüp analiz edilmesi gereken sorular. Unutmamalıyız ki biz derin ve güçlü kültürel değerleri olan bir toplumuz. Şüphesiz ki bu yoğun kültürün oluşması ve şekillenmesi de yüzyıllarca yıl sürdü. Aynı şekilde o dede ve nenelerimizin anlattığı destan ve hikayeler de. Eğer dikkat etmezsek, bu oluşması yüzyıllar süren kültürümüz ve değerlerimiz tamamen yok olabilir ve biz de hafızasını kaybetmiş bir toplum olarak kalabiliriz. Kaynakça Mesela, İskender PALA
289
FARKLI BİR SON…/Başak Çorak Fabllar, ders verme amacı güden, güldüren ve düşündüren manzum öykülerdir ve ana karakterleri genellikle hayvanlardır. George Orwell tarafından yazılan Hayvan Çiftçiliği fabl tarzındaki bir romandır. Hayvan Çiftliği, konu olarak insanlar tarafından uzun bir süre boyunca ezilmiş olan hayvanların başkaldırarak bağımsızlıklarını ilan etmesidir. Bu bağımsızlık savaşının başında bulunan iki lider –Snowball, Napoléon- vardır. Zorlu çabalarla elde edilen bağımsızlık sonucunda herkesin eşit olmasını sağlayacak belirli kurallar konulur. Fakat romanın ilerleyen bölümlerinde bazı domuzların bu kuralları ihlal etmeye başladıkları ve bundan dolayı ahırda işlerin karışmaya başladığı anlaşılır. Hayvanların en zekisi kabul edildiklerinden dolayı ahırın kontrolünü domuzlar ele aldıktan sonra bazıları hem güç hem de ayrıcalık açlıklarından dolayı uğruna savaşmaya başladıkları yoldan saparlar. İlerledikleri yol özgürlük arayışından, güç ve ayrıcalık açlığına döner. Daha önceleri insanlar tarafından ezilen ahır hayvanları, şimdi ise domuzlar tarafından ezilmeye başlarlar ve roman burada son bulur. Romanda, ezilenin bağımsızlık uğruna vermiş olduğu savaş beni en çok etkileyen etmendir. Elde edilen bağımsızlık romanın sonunda başka biri tarafından (domuzlar) ahır hayvanlarının elinden alınır. Romanın sonu okuyucu derinden etkilese de ben başka bir sonun var olmasını isterdim. Benim düşüncemdeki sona göre ahır hayvanları, kimsenin ellerinden alamayacağı mutlak bağımsızlıkları ulaşmıştırlar. İşte benim düşüncemdeki Hayvan Çiftliği sonu… “Daha yirmi otuz metre kadar uzaklaşışlardır ki, oldukları yerde kalakaldılar. Çiftlik evinde bir gürültüdür kopmuştu. Geri dönüp hızla eve koştular ve pencereden içeri baktılar. Evde korkunç bir kavga patlak vermişti: bağırıp çağırmalar, masaya vurmalar, kuşkulu sert bakışlar, küfür kıyamet… Anlaşıldığı kadarıyla kavganın nedeni, Napoléon ile Bay Pilkington’ın aynı elde maça ası çıkarmış olmalarıydı. İçeride on ikisi de öfkeyle bağırıyor, on ikisi de birbirini benziyordu. Artık domuzların yüzlerine ne olduğu anlaşılmıştı. Dışarıdaki hayvanlar, bir domuzların yüzlerine, bir insanların yüzlerine bakıyor; ama onları birbirlerinden ayırt edemiyorlardı.” (Orwell Hayvan Çiftliği) Domuzlardan ve domuzların davranışlarından çoğu zaman şüphe etmiş olan Clover, bu görüntü karşısında ne yapacağını şaşırır. Adeta pencerenin önünde donup kalmıştır. Şimdiye kadar hep kuralları yanlış hatırladığını düşünerek, domuzların yaptıklarında yanlış bir taraf bulamamıştı fakat şahit olduğu o iğrenç görüntü sonrasında, bir şeylerin yanlış gittiğini anlar. Uzun bir süredir hayatta olup bir sürü şeyi görüp geçirmiş Benjamin’e yardım için koşar. Hayvanlar ve insanlar arasındaki savaşa ve hayvanların yaşamış olduğu devrime hiçbir zaman ilgi göstermemiş olan Benjamin, ilginçtir ki, Clover’ı pür dikkat dinler. Clover, pencereden gördüklerini teker teker Benjamin’e anlatır ve emin olmak için kendisinde bir hata olup olmadığını sorar. Benjamin, ona “Gördüklerinin yanlışlığı kesindir ve tek sorumlusu domuzlardır. Senin kendinde hata araman ise yanlıştır.” der. Clover’a ve yanındaki hayvanlara, anlayacaklarını umarak, neden yaşanmış olan hayvan devrime uzak kaldığını anlatır. “Biliyorsunuz ki, ben uzun zamandır hayattayım. Sizin gördüğünüz, tanıdığınız hayvanların iki, hatta üç katıyla tanıştım. Bu kadar tanışmışlık beraberinde olaylar getirir. Yani hiçbirinizin hayatı boyunca görmediği olaylara tanık oldum. Siz gerçekten inanıyor musunuz bu hayvan devrimi denilen şeyi ilk siz başlattınız? Gerçekten bunu ilk düşünenler sizlerdiniz? Sizden çok daha önce buna benzer olayları gördüm geçirdim ben.” Benjamin’in anlattıklarıyla heyecanlanan hayvanlar, bu konuşmanın nereye varacağını merak etmişlerdir. Hepsinin aklında var olan soruların cevabını, Benjamin’in konuşması sonucunda elde edebileceklerini umuyorlardır ve bundan dolayı hepsi Benjamin’i çok dikkatli bir biçimde dinlemektedirler. “Ben gençken, buna benzer bir devrimle karşı karşıyaydık. Biz de çok çalıştık, çabaladık insanları bahçemizden kovmaya. Başardık da. Aynı sizler gibi. Ve bizim de liderlerimiz domuzlardı. En zekilerimiz domuzlar; ona ben de katılırım fakat hepimizin unuttuğu bir şey var ki, en kurnazımız da domuzlar. Benim gençliğimdeki devrimde de başımızda domuzlar vardı ve onlar da her hayvanın eşit olarak yaşayabilmesi için belirli kurallar koymuşlardı. Ve onlar da, aynı Napoléon gibi, kendilerini sonraları kaybettiler. Bir bakıma sahip oldukları güç onları da kör etti ve şu anda bu çiftlikte bulunan domuzların birçoğu da bu durumdalar.” dedi yaşlı Benjamin. Bunları duyan hayvanlar şok olmuşlardı. Hepsi, bir anda birbirlerine bağırmaya başlarlar. Nasıl olanları fark edemediklerini anlamaya çalışırlar ve bundan dolayı da birbirlerini suçlarlar. Napoléon’un her zaman doğru olduğuna inanan Boxer bile çiftlikte, bazı şeylerin yanlış gittiğini ve bunların sorumlusunun Napoléon olduğunu kavrayabilmiştir. Uzun bir süre düşündükten sonra Clover, herkesi susturup Benjamin’e bu konu hakkında ne yapabileceklerini sorar. Benjamin ise ona “Sizler insanlara karşı bir devrim gerçekleştirdiniz. İnsanları liderlikten devirmek, domuzları liderlikten devirmekten her zaman daha zor olmuştur. Sizler bir bütündünüz. Elde etmeyi istediğiniz özgürlük uğruna hep birlikte çalıştınız ve yine aynı bu şekilde domuzları liderlikten devirebilirsiniz.” cevabını verir ve ahır hayvanlarının yanından uzaklaşarak onları yalnız bırakır. Benjamin’in ahır hayvanlarına söylediği şeyler çerçevesinde, hayvanlar gizli buluşmalar düzenlerler. Domuzlar artık neredeyse her zaman evde kalmaya başladıklarından dolayı bu gizli buluşmaları düzenlemek, ahır hayvanları için pek de zor olmamıştır. Bu buluşmalarda, hayvanlar hep birlikte domuzlara karşı olacak olan yeni devrime lider olarak Clover’ı seçerler. Uzun buluşmalar ve konuşmalardan sonra devrimin nasıl gerçekleşeceği kararlaştırılır. Ve domuzlar haricindeki diğer tüm hayvanlar bölünmez bir birlik içinde domuzları liderlikten devirmeye hazırlardır. Devrimin başlayacağı gün geldiğinde, tüm hayvanlar, başta Clover olmak üzere, teker teker domuzların yaşadığı eve girerler ve Clover, “Bizler başımızda insan yüzlü hayvanlar istemiyoruz. Bizler lider olarak iki ayaklı hayvanlar istemiyoruz. Eğer istemiş olsaydık siz domuzlar biz olmadan hayatta insanları deviremezdiniz. Ve şimdi anlıyoruz ki insanlardan hiçbir farkınız kalmadı. Dört ayak iyi, iki ayak kötü.” der ve tam o anda evde bir kargaşa kopar. Ahır hayvanlarının kararlılıklarından anlaşılabileceği gibi hiçbiri, domuzlardan tamamen kurtulmadan durmayacak, yılmayacaklardır.
290
CEMİLE ECE KURNAZ 21400594 INSTRUCTOR: BAŞAK BERNA CORDAN TURK101-1 Yeni nesil bilmez, anlamaz sanıyorlar. Oysa herkes Sabahattin Ali’nin ’sındaki küçük Hasan gibi hayatında bir kere de olsa zorlu süreci tadıyor. Yaşam kaygısı, ekmek parası savaşı veya sadece hayat akışGı…E İsÇtaMnbuİlŞ’dTa 1E94 3 yılında yazılan bu öykü kitabının tozlu sayfalarını çevirdikçe, o yıllarda ben nasıl bir hayat sürerdim acaba diye içimden Yeni Dünya geçiriyorum. Çocuklarına bakmaya çalışan ve daima aç kalan Hasan’ın anası mı olurdum yoksa tutuklu ve hasta kocası ölen kadın mı? Gözlerimi kapayınca, benim öyküm canlanıyor gözlerimin önünde. Babam da anam da köylü çocuklarıydı ama yine de küçük hayatlarını şehre taşıyabilmişlerdi. Kıt kanaat geçiniyorduk, okul çıkışları kendi harçlığımı çıkartmak için simit satıyordum. Fırıncı amca uzaktan akrabamızdı fakat bir gün eksik para getirsem sopayla dövüyordu beni. Annem temizliğe evlere, babam gece vardiyasına fabrikaya giderdi her gün. Akşam yemeğimizi beraber yiyemezdik, babam işte olurdu. Mum ışığında ödevlerimi yapardım. Ödevim bitince hemen söndürürdük ki bitmesin mumumuz. Annem bana hikayeler anlatırdı karanlıkta. “Öğretmen ol istiyorum çocuğum” derdi hep. Sonunda olabildim de, çok şükür. İlk görev yerim için beni Ege’nin güzel köylerinden birine atadılar. Ülkenin batıya bakan yüzü gelişmiştir sanırken gittiğim köyün okulunun olmadığını öğrendim. Devlet daha oraya ulaşamamıştı çünkü, adamakıllı bir yolları yoktu. Sulak bölgede toprak kuru kalmıyor, her yer çamur oluyordu. Ne köylü gidip gelebiliyor ne de köye dışardan birisi ulaşabiliyordu. Okul yapabilmek için kolları sıvadım. Önce çocukları organize etmekgerekiyordu. Hepsini topladım ve taş, kil veya odun ne bulurlarsa getirmelerini söyledim. Birkaç hafta sonra köylünün de desteğiyle okulu kullanıma açtık. Köy ahalisinin bana, şehirde bulamayacağım kadar saygıları vardı. Gözlerimi yola dikmiştim, böyle köye yol yakışırdı, yapılmalıydı. Gerekli başvuruları yaptık ama –civar köyleri de organize ettiğim halde- sonuç alamadık. Gel zaman git zaman vali el attı işe, belki devlet büyükleri gelir diye. Yol güzel olunca köydeki itibarım arttı tabii. Ne yazık ki bu durum uzun sürmedi. Kötü yapılan bu sebepten çabucak eski line dönen yoldan beni sorumlu tuttular. Öğrencilerim dahil tüm köy bana kin tutmaya başlamışlardı. Muhtar da farkındaydı olup bitenin ve beni uyarmak istiyordu. Gitmemin iyi olacağını söyledi ki ben de bir süredir bunu düşünüyordum. Ben de gittim. ha O zamanlar yaşasaydım, köylü tarafından istenmeyen öğretmen olurdum. İstenmemekle işimin ilgisi olmazdı, iyilik yapmak isterken kötü duruma düşerdim. Eh boşuna dememiş atalarımız, kaş yaparken göz çıkarma diye. Ben de o hep iyilik yapmayı isteyen, ancak karıştığı olaylarda hep ağzı yanan insanlardanım. Kimse de demiyor ki “Ece’dir iyi kızdır, o kadar da yardımı dokundu. Üstelik bu istemeyen sonuçta onun parmağı yok ki” diye. Ah azizim, beni hiç anlamıyorlar. Olur ya hani, annemle ablam kavga ederlerken araya girip kavgayı bitirmek istesem, sonunda kendimi kavganın merkezinde buluyorum. Yok yok, bu böyle olmaz. Bu işin bir hal çaresi bulunmalı da bulunamıyor. Bu benim kaderim sanırım, 53 yıl önce doğsam bile bu kader bırakmazdı peşimi kesin, asfalt yüzünden suçlanan öğretmen olurdum. Ne güzel demiş Sabahattin Ali “Doğrusu, dünyada rahat yaşamak için aptal olmak lazım.”. Aptal olmalıyım ki başkalarının işine karışmak aklıma gelmesin. Gelmesin ki kötü ben olmayayım. Çünkü tüm bunlar başkalarının işine, iyilik niyetiyle bile olsa, karışmaktan başıma geliyor. Karışmasam da suçlu çıkartırlar mı ki beni? Bilemedim şimdi, sen nasıl düşünmedin de yardım etmedin derlerdi ve sanırım suçlu çıkardım. Rahatlık mı istiyorum, o zaman aptal olmalıyım, dayatılan bu. Benim ’m, akıllı olup rahat olabileceğim bir dünyadır. Herhangi bir baskı karşısında aptallaşmadığınız bir gün dilerim. Cemile Ece Kurnaz Yeni Dünya
291
Akın Gün 21000158 Son Witcher 3​ şu ana kadar oynadığım en iyi oyun sanıyorum. Hikayesiyle, karakterleriyle, müzikleriyle ve oynanışıyla başına oturanlara muhteşem bir deneyim yaşattı. Benim 160 ve giderek artan saatimi yiyen bu oyunu övmediğim yer, oyunun üzerine bir de bu yazıyı yazarsam kalmadı sayılacak Oyun hakkında genel bir bilgi vermek gerekirse, oyunun manevi kızını arayan Witcher Geralt’ın bu yolda yaşadığı olayları anlatıyor. Andrzej Sapkowski’nin aynı isimli kitap serisinden ilham alan oyun serisi Geralt ve Ciri’nin hikayesini kitapların bıraktığı yerden devam ettiriyor. Witcher 3​’de bu oyunun serinin final oyunu oma özelliğini taşıyor. Final oyunları bir oyuncu olarak her zaman beni üzmüştür. Oyun dünyasına ısınmışsınızdır. Oyunda geçen karakterler hakkında lüzumsuz derecede bilgi sahibi olmuşsunuzdur. Arkadaşlarınızla, internetteki yabancılarla havadan sudan detaylar üzerine saatlerce tartışmışsınızdır. Bu süreç zarfında seriye çıkan her yeni oyun iyisiyle kötüsüyle o seriye bir şeyler katmıştır. Grafikler güzelleşir, oynanış gelişir, müzikler de bestekar’ı değiştirmedikleri sürece sıkıntı yaratmaz. Nihayetinde final oyununa varıldığında yılların deneyimi bu oyuna aktarılır. En rafine oynanış, en güzel grafikler, en güzel müzikler oyuncuların yıllar boyunca büyüyen beklentilerinin karşısına çıkar. Oyunların beklentilerin altında ezilmesi ender görülen bir şey değildir. Ben aynı durumun ​Witcher 3​ için de olabilme olasılığından çok korkmuştum. Çok şükür korkum hatasız çıktı da ​Witcher 3​ oynadığım en güzel oyun olarak piyasaya sürüldü. Ama final oyunu finalliğini yaptı, oyunun verdiği muhteşem haz, Geralt ile olan son maceramızı bitirmenin burukluğu ile karıştı. Final oyunları sanki bu sonun çığırtkanlığını yapıyor. Bir oyunu ilk defa oynamak apayrı bir deneyimdir. İlk defa görülen mekanların, karşılan diyalogların, ara sahnelerin, müziklerin verdiği ilk deneyim bir daha bulunmamak üzere kaybolur. Bu demek değildir ki oyunlar yalnızca bir defa oynanmalıdır. Benim dokuzuncuya oynadığım oyun bile var. Birçok oyun tekrar oynanışta oyunculara yeni deneyimler sunmak için uğraşır, tekrar oynanabilirlik özellikle rol yapma oyunları için (bu ​Witcher 3​’ün de içinde bulunğu oyun türü oluyor) çok önemli bir etkendir. Ama ilk oynanışın verdiği deneyim tekrar oynayanlar için ulaşılmaz kalır. Witcher 3​’ün ilk oynanışta sunduğu muhteşem deneyimi bir de tadamayacak olmak, yalnızca benim için değil serinin bir çok hayranı için büyük bir üzüntü kaynağı. Hatta yerli ve yabancı bir çok internet sitesi oyunu tamamen unutup yeniden başlamayı dileyen hayranların oyuna övgü mesajlarıyla dolu, ha bir de oyundaki en güzel dişi karakterin kavgasını veriyorlar ama o apayrı bir konu. Onlarca saat, yüzlerce görev, binlerce satır dialog ve ben hala kendimi bu oyundan alamıyorum. O kadar güzel, o kadar derin, o kadar kendini içine çeken bir yapım olmuşki bittiğini kabul edemiyorum. Zaten oyunu bitirmemle oyuna tekrar başlamamın aynı gün olması bunun bariz bir göstergesi , Türkçe dersi için oyun üzerine bir yazı yazmam ve bunu yaparken de oda arkadaşıma Witcher 3​’ü oynaması için baskı yapmam da tabii. 2008’den beri birlikte olduğum bir dünya ile vedalaşmak çok kolay olmuyor. Zamanında Harry Potter da son kitabıyla aynı hissiyatı vermişti. Bir şeyle o kadar yıl ilgilenince o şey de senin parçan oluyor sanırım. İnsanın bir parçasına veda etmesi de acı veriyor. Ama maalesef her güzel şeyin bir sonu oluyor, elde ise yalnızca anılar kalıyor.
292
ÇEYİZ SANDIĞI Bizim zamanımızda şöyleydi. Ben senin yaşındayken, ben küçükken, benim ailem, biz öğrenciyken... gibi sözleri çok duymuşuzdur büyüklerimizden. Şimdilerde yaşanan zamanla, geçmiş yaşamlar kıyaslanmıştır çoğu zaman. Bunları dinlemeye meraklıysanız, hem siz hem de bu hikayelerin sahipleri çok şanslıdır bence. Evet, büyükleri dinlemek herkese aynı duyguları yaşatmaz. Anlatılanlar kimilerine eziyet gibi gelirken kimilerimiz zevkle kulak verir, masalımsı bir tat alırız bu yaşanmışlıklardan. Anlatılanları, bir hikaye tadında veya kendime burdan nasıl bir pay çıkarabilirim edasıyla dinlemek bana keyif verici gelmiştir. Annemin, anneannemin, teyzemin, babaannemin hatta annemin anneannesinin çocukluk ve gençlik dönemlerine ait anıları ilgi çekici gelmiştir bana her zaman. Naftalin kokan sandıkların açılıp da içinden ne çıkacağını bekleyen gözler gibi benim de kulaklarım bu gerçek hikayeleri duymayı beklerdi. Annemin anneanneme ettiği tatlı serzenişleri, büyük anneannemin söze girip siz ne yaşadınız ki demesiyle bizi bir zaman, bir kuşak daha geriye götürdüğü o günleri özlediğim zamanlarda Nazan Bekiroğlu’nun Mücella adlı romanıyla tanıştım. Mücella romanının her sayfasında karşınıza bir tanıdık çıkıyor. O, dinlemekten zevk aldığınız masal tadındaki anıların sahipleriyle kitaptaki karakterlerin örtüşen hayatları, romandaki kurguyu daha gerçekçi kılıyor insanın gözünde. Annesinin çizdiği görünmez sınırlar içinde yaşamını sürdüren iyi niyetli, çalışkan, mülayim bir kız Mücella. Tıpkı benim gibi demeyeceğim, çünkü bizim neslimiz böyle değil ama tıpkı anneannem gibi diyebilirim rahatlıkla. Mücella’nın annesi Neyyire Hanım için kızının iffetli olması önemliydi. Çarşıda, pazarda fazla görünmemeliydi. Kızı için her zaman tedbirli davranmıştı, dizgini en baştan sıkı tutmuştu. Mücella bu kafa yapısı ile büyütülmüş, ilkokuldan sonra okutulmamıştı. Sadece mahallenin bakkalına kadar gidebilmiştir tek başına. Ömrü çeyiz yapmakla ve ev işleriyle ne beklediğini bile bilemeden geçmiş Mücella’nın. Artık bir kısmeti de çıkmayınca kendi gibi zaman içerisinde sararan çeyizlerini elleriyle dağıtmış mahallesindeki ihtiyaç sahiplerine... Çeyiz yapmak vazgeçemediğimiz geleneklerimizden biridir. Eskisi kadar el emeği, göz nuru şeyler yapılmasa da her anne kızına çeyiz olarak verebileceği şeyleri düşünür. Evlenmesini ister evladının, mürüvetini görmek ister. Zamanında kendi için kurduğu hayalleri şimdi kızı için kurmaktadır. Zaman çabuk akıp gittiğinde de telaşlanır, belki de kızının mürüvvetini görememe korkusu kaplar içini. Evliliğin her zaman mutluluk getirmeyeceğini bilirler aslında ama yine de umutla beklerler o zamanı. Döndük dolaştık yine evlilik konusuna geldik. Ne tesadüftür ki önceki yazıda bahsettiğim filmde de bu konu işlenmişti. Filmde mutlu sona ulaşılmıştı. Okuduğum romanda ise hayatını çevresindekileri izlemekle, gününün büyük bir kısmını çeyiz yapmakla geçiren yalnız bir kadının dramatik hikayesiyle buluştum. Eskilerde çeyizi zengin olan kız hamarat, çalışkan, evcimen diye tanınırmış çevresinde. Annelerin ve gelinlik kızların ellerinde oyalar, nakışlar, etaminler, iğne oyaları görülürmüş. Genç kızlar ellerindeki kumaşların, dantellerin üstüne iç dünyalarını, söze dökemedikleri duygularını işlerlerdi belki de. Tıpkı Mücella’da olduğu gibi. Mücella’nın nakışlarında da motiflerinde de yazılmamış bir mektup, söylenmemiş bir şarkı, bir şiir, bir destan vardı. Annesi ve çeyizlerinden başka neyi vardı ki Mücella’nın. Onun dantellerinde bazen bir çığlık, bazen mutlu bir gülümseme, bazen yanık bir türkü... Bahçe sınırlarını aşamayan hayat serüvenlerinde genç kızların iletişim yoluymuş çeyizleri. Şimdilerde böyle bir şey yok. Şimdinin kızlarının bu taraklarda hiç mi hiç bezi yok. Gerek de kalmadı zaten. Şimdilerde çeyiz sandıkları yaşlı kuşak insanlarının anılarını süsler oldu!Teyzemle annemin “Hem çeyizimizi yaptık hem de ne hayaller kurduk birlikte.” dediği aklıma geldi. Annem ne tığı ne de dantel iplerini sevebilmiş. Aklı fikri okumaktaymış. Yine de hem örmüş hem okumuş annem. Sandığında hayalleri de olmuş, çeyizleri de annemin. Hayallerinin çoğuna kavuşmuş. Çeyizlerini ise serip bir kere bile kullanmamış. Annemin hayalleri Mücella’nın hayalleri gibi sandık köşesinde kalmamış. Benim de bir sandığım olsun isterim. Çeyiz sandığı değil ama büyüklerimin anılarından oluşan, içerisinde eski zaman hikayelerinin olduğu kocaman bir sandık. Hayallerden çok hayat tecrübeleriyle dolu bir sandık olsun. Tecrübeler hayallere ulaşmada bir basamaktır çünkü. Bu sandıkta annemin, anneannemin, babaannemin hatıraları olsun. Bu sandıkta okuduğum roman karakterlerinin, izlediğim filmlerdeki oyuncuların anlarsın gibisinden göz kırpan bakışları olsun. Benim sandığımın köşesinde örnek aldığım bir öğretmenimin kulağıma küpe olan cümleleri kalsın. Kendime özgü sırlarımı saklayayım bu sandıkta. Hiç yollanmamış bir mektup, sararmış bir resim ya da kurutulmuş bir gül... Kaynakça Bekiroğlu, Nazan. Mücella. İstanbul: Timaş Yayınları, 2015. Baskı
293
Yeşim AYDIN Ölümsüzlük Parfümün Dansı, yazarın hayal gücünün sınırlarına hayran kalacağınız, biraz başına buyruk, biraz oturaklı, hem çok eleştirilebilecek hem de çok beğenilecek bir eser. Romanın başkahramanı ve aynı zamanda küçük bir İskandinav topluluğunun kralı olan Alobar adlı genç adamın başından geçen, Avrupa’dan Yeni Dünya’ya kadar uzanan bu serüvende birçok kültürü ve duygusal temaları içinizde hissedeceksiniz. Yazar her ne kadar kitabında kurguya yer vermiş olsa da okuyucusuna gerçek hayatta karşılaşabileceği durumları vurgulamıştır. Toplumların örf ve adetlerinin, hukuklarının ve toplumsal yapının işleyişinin anlatıldığı bu roman, sizleri belki de her şeyi arkanızda bırakıp gitmek istediğiniz o yol için cesaretlendirecek bir nitelikte. Toplum kurallarından nasıl sıyrılırız, sadece kendi kurallarımız çerçevesinde hayatımıza yön vermek mümkün müdür şeklindeki tüm soruların cevabı, ölümsüzlüğü bulmak adına yola çıkan bu genç adam üzerinden bizlere anlatılmış. Yeryüzündeki tüm canlılar elinde olanı kaybetmemek adına hep bir uğraş halindedir; bir karıncadan tutun da bir ülkenin kralına kadar. İster tek bir şeye sahip olsun isterse birçok şeye; değişmeyen tek şey kaybetmemek uğruna verilen savaşlardır. İnsanoğlu devreye girdiği anda bu savaşın ve sarf edilen çabanın anlamını, elindekini kaybetmemek uğruna nelerden vazgeçip neleri değiştirebileceğini düşünmek çok da zor olmasa gerek. Herkesin çabası kendine göre en değerlidir, sahip olunan şey ister maddi ister manevi olsun, bizim ona yüklediğimiz anlam kadar değer kazanır ve bu anlamın büyüklüğü kadar savaşırız onun için. Bazen bir şeye yüklediğimiz anlam, bir başkası için çok saçma olabilir veya farklı anlamlar barındırabilir. Mesela ölümsüzlüğü bulmak ister bazı insanlar, tıpkı Alobar gibi, ancak ölümsüzlük olgusu herkes için aynı anlamı mı barındırır? Kendi yaşadığımız toplumda, onun kuralları çerçevesinde ve bize söylendiği kadarıyla anlamlıdır kelimeler, başkaları içinse farklı anlamlar barındırır elbette. Alobar’ın toplumuna göre saçındaki tek bir beyaz tel hayatının sonlanmasına sebep iken, evrenin başka bir kısmındaki adam için bu belki de hayatının ikinci baharına attığı adımın göstergesidir. İnançlarım ve sınırları içerisinde hayatımı sürdürmekte olduğum toplumsal normlara göre ölümsüzlük diye bir şey yoktur, çünkü bu kelime bize tek bir anlam barındıracak şekilde öğretilmiştir ve başka anlamı yokmuş gibi biz de buna inanırız. Ancak ben ölümsüzlüğe inanmaya başladım, yazarın bu kitabı yazmasındaki amaç da buydu zaten bana sorarsanız. Kitap bittiği zaman bizleri ölümsüzlüğe inandırmak, hayatın ne çok ciddi ne de alay eden bir olgu olduğunu öğretmek ve yaşarken ölümsüzlüğü hissettirebilmek, farklı bir deyişle belki de bize hayatı koklatmak… Doğadan aşka, medeniyetten dine kadar birçok konuda bilgiler içeren bu eser, okuyucusuna yeni pencereler açıp oradan bakma imkanı sunuyor. Barındırdığı bilgilerin hepsi birbirinden değerli olan bu eserde, eski ve içi boş tüm bilgileri öğütüp kendinizi kelimelerin kokusuna bırakacaksınız. Kitapta da vurgulandığı üzere koku kelimesi, etrafımızda olup biten olayların özünü ve hayatımız üzerindeki etkisini temsil etmektedir. Bundan yola çıkarak gerçek hayatın kokusu ile kitabın kokusunu bağdaştırdığınız zaman ortaya çıkan ahenge kanıt göstermek gerekirse doğa ve insanın arasındaki ilişkinin kopacağını söyleyen bilge bu durumun en iyi örneği niteliğinde. Şu an önümüze yüzlerce marka koyulsa neredeyse hatasız bir şekilde hepsini söyleyebilecekken, sokakta yanından geçtiğimiz ağaçların veya ayağımızın altında ezilen yaprakların türünü neredeyse bilmemiz imkansız. Bu durum bizlere hayattaki gerçeklik ile kitaptaki gerçeklik arasındaki ilişkiyi vurgulayarak, koku benzetmesi ile yaşanılan fakat fark edilmeyen durumları bizlere aktarmıştır. Farklı bakış açıları edinmek, insan hayatının en temel olguları hakkında düşünmek ve hayatınızı deneme-yanılma yöntemi ile değil de kesin yollar ile yaşamak istiyorsanız büyük bir bilgi kaynağı ve belki de kendi hayatınız için yol gösterici olabilecek Parfümün Dansı okumanız gereken kitaplar arasında yer almalı.
294
Normal Olmak Varken Neden Mutlu Olasın Mutlu olmak, hepimizin peşinde koşması gereken bir hedef midir? Mutlu olmak dünyayı anlamamıza yardımcı olur mu? Bu sorulara herkesin cevabı farklıdır. Bazı insanlar mutlu olmanın, ulaşmamız gereken nihai hedef olduğunu ve dünya üzerinde yaptığımız her şeyin mutluluk için sadece bir araç olduğunu düşünürler. Öte yandan, bazı insanlara göre mutlu olmak kalıcı değildir ve bu dünya için yeterli değildir çünkü dünyada daha önemli şeyler vardır. Hatta mutlu olmak, bu dünyayı anlayan biri için imkansız denecek kadar zordur. Bana göre mutluluğu yakalamak çok zordur çünkü kendi hayatımda her şey yolunda gitse bile haberleri izlediğim an mutluluk benim için ulaşılmaz hale gelir. Savaşın en ağır yükünü çeken ve hiçbir şeyden haberi olmayan masum çocukları, tecavüze uğrayan, öldürülen insanları ve en ağırı da yaptıkları kötülüklere rağmen haksızları koruyan adalet sistemini gördükçe mutluluk benim için imkansız hale gelir. Büyüdükçe mutlu olmanın ne kadar zor olduğunu anlarım zira dünya üzerinde yaşananların farkında oldukça mutlu olmak için bir sebebim kalmaz. Etrafındakiler tarafından zeki denilen insanlar da her şeyin farkındadır ve bu farkındalık mutluluklarının önündeki en büyük engeldir. Bu yüzdendir ki sanatçılar ve edebiyatçılar kendilerini mutsuz olarak tanımlar. Dünya hakkında hiçbir umutları kalmamıştır ve depresyona daha çok meyillidirler. Öte yandan kendini mutlu olarak tanımlayan ve hayat gayesini tamamlamış gibi hisseden insanlar vardır. Lakin mutluluğa ulaşsalar bile mutluluk onlar için asla kalıcı olmaz. Sebebi ise insanın bitmek tükenmek bilmeyen doyumsuzluğudur çünkü mutluluğa ulaşmış birisi başka şeylerin de arayışında olacaktır. Yeni bir ev, araba ya da kıyafet isteğimiz hayatımızın sonuna kadar devam edecektir. 30 yıl aynı işte çalışıp, para kazanmak ve istediğimiz şeyleri almak için tüm hayatımızı heba edeceğiz. Mutlu olmak için sürekli yorulup, isteklerimizi karşılamaya çalışmakla geçecektir ömrümüz. Goethe’nin dediği gibi “En yüksek mutluluğa erenler bile, başka arzular peşinde deli gibi koşarlar.” Bu söz çok doğrudur çünkü insan yapısı gereği tamahkardır. Mutluluk onun için yolun sonunda değil, yolun üzerindedir. Bu yüzden mutlu olmak bizim için ulaşılması gereken büyük bir hedef değildir. Arthur Schopenhauer “Mutlu bir hayat olanaksızdır; insanın başarabileceği en iyi şey kahramanca bir hayattır.” demiştir. Gerçekten de amacımız, mutlu bir insan olmak değil de; hayatımızı başkalarına yardım ederek geçirmek olmalıdır. Bu dünyada yapılması gereken en doğru şey başkalarını düşünmek ve onların hayatını olumlu yönde etkilemektir. Mesela bir dilenciye para vermek ya da karşılaştığımız insanlara gülümsemek uygulanması çok basit şeyler olsa bile o insanların gününün güzel geçmesine yardımcı olacaktır. Mutlu olma gayesi ise bu durumun aksine bencilliktir çünkü kendi mutluluğunu düşünen birisi, başkalarının hayatını zor duruma düşünmekten çekinmez. Eğer kendimizi düşünmek yerine hepimizin amacı kahramanca bir yaşam sürmek olursa, dünya daha çok yaşanılabilir bir yer haline gelir. Başka insanlara yardım edip , kahramanca işler yapmış olsak bile hayatımızın sonunda yine bir mutlu son beklentisine gireriz. Bu kitapta Jeanette Winterson: “Mutlu sonlar yalnızca bir duraklamadır. Üç çeşit büyük final vardır: İntikam, trajedi, bağışlama. İntikam ile trajedi genellikle bir arada gerçekleşir. Bağışlama geçmişin borcunu öder.” demiştir bu konu hakkında. Yolun sonuna geldiğimizde mutlu son hiçbirimiz için orda olmayacaktır. Karşılaşağımız şey ise yapmamız gereken büyük seçimdir: bize yapılan kötülükleri affetmek ya da onların intikamını almak. İşte bu iki tercih bize hayatin gerçek anlamını gösterir ve başından beri peşinden koşmamız gereken büyük hedefi gösterir. Sinem Yalçın
295
ZİNCİR Hayatımız boyunca milyonlarca olasılık ile karşı karşıya kalıyoruz. En küçük olasılıklar bile hayatımızı ciddi derecede etkileyebiliyor. Gün içinde karşılaştığımız olası zaman ve mekan kombinasyonları çok fazla. Kendi hayatımızda bile çeşitli farklılıklar nedeniyle kararlar vermekte, çevreye uyum sağlamakta zorlanıyoruz, kendi içimizde bile çelişiyoruz. Bu durumda çevremizdeki insanlar ile uyum sağlayabilmek de epey zor değil mi? Sıradan bir günde bile sürekli aklıma gelir, insan ilişkileri neden bu kadar karmaşık diye düşünürüm. Genelde vardığım sonuç şu olur ki insanlar birbirlerinin beklentilerini hiçbir zaman tam olarak karşılayamazlar. Hepimiz dünyayı farklı şekilde görürüz. Kullandığımız her kelime somut bir anlama sahip olsa bile hepimize farklı şeyler çağrıştırır. Bu konudan bahsedince aklıma geçen seneki psikoloji dersi hocam ve hocamın derste anlattıkları geliyor. Bize insanların dünyayı geçmiş tecrübeleri çerçevesi içinde algıladığından bahsetmişti. Yani tecrübelerimiz aslında görüş açımızdır. Melesa deniz manzaralı bir otel odası hayal edin dersem, siz daha önce içinde bulunduğunuz ya da televizyon bilgisayar vs. ekranından gördüğünüz bir odayı hayalinizde canlandırırsınız. Buna ek olarak konu iletişime geldiğinde kendi içimizde olanı karşı tarafta da gördüğümüz bir gerçek. Örneğin bizim insanlara karşı güven sorunumuz varsa, zannederiz ki herkesin güven sorunu vardır ve bize böyle yaklaşırlar. Bir diğer örnek de şu ki, psikoloji hocamız geçen seneki derslerimizden birinde bize bir soru sormuştu, sizce benim hayattan beklentim nedir? Bunun üzerine düşünmüştük ve ben evli, çocuklu, orta yaşlı bir profosörün hayattan beklentisi huzur içinde ailesi ile birlikte mutlu bir hayat sürmek olur diye düşünmüştüm. Sonra hocamız demişti ki bu düşündüğümüz şey aslında bizim kendisi yaşına geldiğimizde hayattan ne istediğimizmiş. Bu deney hem çok hoşuma gitmişti hem de beni epey etkilemişti. Bu örneği günlük hayatımızdaki birçok duruma uyarlamamız da mümkün. Bunların yanı sıra, insanlarla olan iletişimimiz konusunda aklımı kurcalayan bir şeyden daha bahsetmek istiyorum. Daha önce de söylediğim gibi olasılıklarla dolu bir hayat yaşıyoruz ve en ufak kararımız bile hayatımızın farklı yöne doğru şekillenmesine neden oluyor. Örneğin bir sabah kahve değil de çay içmek hayatımızı nasıl etkileyebilir düşünelim. Diyelim ki bu sabah kahve alacağım büfeyi geçip çay almak için bir kafeye girdim, girdiğim yerde bir arkadaşımla karşılaştım, arkadaşım sayesinde aynı ortamda bulunduğum başka bi insan ile tanışma fırsatım oldu. Bu yeni tanıştığım insanın hayatım üzerinde büyük etkileri olabilir, önüme başka fırsatlar çıkmasını sağlayabilir... O insanın yarattığı etki devasa sonuçlar doğurmasa bile, belki o sabah bana verdiği enerji ve iyimserlik ile gün içindeki verimliliğim artabilir ve daha farklı fırsatlarla karşılaşabilirim. Bu olay tam tersi olumsuz şeylerle de sonuçlanabilirim. Bahsettiğim şey sadece çok küçük bir örnek. Bu konu üzerine düşünürken gerçekten en küçük kararların, tesadüflerin etkilerinin büyük olabileceğini anlayabiliriz. Hayatımız kocaman bir zincir ve kararlarımız da bu zincirin halkaları. Diğer insanların halkalarının ne kadar çeşitli olduğunu düşünürsek, iki zinciri bir araya getirmek ve bunların birbirine uyum sağlamasını beklemek pek de mantıklı değil. Bu konudaki düşüncelerim beş yüz kelime ile anlatamayacağım kadar karmaşık. Kendim bile oturup düşündüğümde kesin sonuçlara varamıyorum. Ancak çoğu düşüncemin kesiştiği bir ortak nokta varsa o da şu ki insanların gerçek anlamda iletişim kurmaları, birbirlerini tamamen anlamaları oldukça zor. Eğer şanslıysak zincirimizdeki halkaları çoğunlukla uydurabileceğimiz birileri ile güzel zaman geçirebiliriz ancak tamamen uyum içinde olmak ancak bir mucize olabilir. İrem Yalçın 21503097
296
Yanlızlık sadece insana mahsus Raif kaygılıydı. Hayattan hiçbir beklentisi yoktu. İçine kapanık, karamsar ve ümitsizdi. Maria Puder'da tam aksine heyecan dolu cıvıl cıvıl bir kuş misali fakat uçmayı yeni öğrenmiş bir kuş gibiydi. Ördü kader ağlarını, bir umut ışığı oldu Raif'e. Hayattan nefret eden ve onu benimseyip bağrına basmayı reddeden bir adama gerçekten tölerans göstermişti hayat bu sefer. Normalde görünmez kırbacıyla yerden yere vurduğu ve bir ejderha misali ateşler saçtığı o insancıklardan birine bu sefer gerçekten iyimser bir tavır sergilemişti sanki. Ama hayır, hayat asla adil değildir hatta bencildirde. Onu beğenmeyenden o nefret eder, ondan nefret edenden ise intikamını er yada geç alır. Tıpkı Raif'ten Maria'sını aldığı gibi. Raif boştu, bomboş. İçini kaplayan melankoli ve çaresizlik öyle baskındı ki benliğini kaybetmişti. O da herkes gibi hayattan nasibini almıştı. Hayatını bir kenara bırakmıştı, herşeyini hatta ailesini bile fakat o hariç. Defteri. Defter onun Maria'sıydı çünkü. Bir nevi bütün hayatı. O, biricik Maria'sını bırakabilir miydi hiç? Asla! Çünkü içinde kalan son ruh parçacığının kalkanıydı o defter. Hayat, içindeki o son kaleyi fethetmek istiyordu fakat defteri buna engel oluyordu. Bu tıpkı öz vatanını korumak için canını hiçe sayıp düşmana karşı mücadele veren vatandaşlara benzer. Raif'in son toprak parçası olan kalbinin vatandaşı ve aynı zamanda anahtarı olan o defter. Her ne kadar defter onun ruhunu, kalbini korusada Raif yorgundu, hastaydı. Hem fiziken hem ruhen. Maria'sına kavuşmaktı artık hayattan tek dileği. Peki hayat son kez ona o cömert(!) ellerini açacak mıydı? Raif yalvarıyordu artık hayata; "Kulun kölen olayım Maria'ya kavuşayım artık. Bu dünyada izin vermedin bari ötekinde ver!" diyordu. Çünkü Maria onun dünü bugünü geleceği hatta ve hatta cennetiydi. Herkesin istediği gibi Raif'te sadece cennetini arzuluyordu. Yaşadığı yanlızlık tahmin edilemez düzeydeydi. Yanlızlık nedir? İnsan sadece başka bir insanla mı giderebilir yanlızlığını? Yoksa bazen sadece düşünceler bile geçici bir süreliğinede olsa yanlızlığımızı dindirebilir mi? Evet dindirebilir. Bu hepimiz için böyle. Hepimiz kendi düşüncelerimizin kurbanlarıyız. Düşüncelerimizi yönlendiremeyiz fakat onu eğitebilir, evcilleştirebiliriz. Tıpkı en basitinden bir atın evcilleştirilmesi gibi. Raif'in evcilleştirebilmesi için Maria'sına ihtiyacı vardı. Nerdeydi Maria? Maria yoktu. Asla geri gelmeyeceği bir yolculuğa çıkalı çok olmuştu. Raif'te bu yolculuk için biletini almaya hazırlanıyordu. Çünkü Maria nereye o oraya. "Rasim!" dedi belkide hayatta nadirde olsa konuştuğu insanlardan birine, kitabın gizli kahramanı olan ve fikirleriyle bize Raif'in hayatına ışık tutan o Rasim'e. "Defterimi getir!" dedi. Biliyordu öleceğini, hissetmişti bunu. Hayat sonunda yeşil ışık yakmıştı ona. Çok mutluydu. Tıpkı bir çocuğun annesine kavuşmasını istemesi gibi o da Maria'sına kavuşacaktı çünkü. Maria onu çağırıyordu. Eskiden olduğundan da yakın hissediyordu artık ona. Kokusunu bile alıyordu. Artık mesafeler kısalmış, yollar katedilmiş, ufuk hiç olmadığı kadar net ve berrak gözükmeye başlamıştı. Hayat bizlere ne biçerse onları yaşamaya mahkum muyuz? Yoksa kendimiz mi onu şekillendiriyoruz? Onun o korkunç kelepçelerini kırabilecek biri var mıdır ki şu cümle alemde? Hayır yoktur. Çünkü daha doğmadan anlımıza işlenmiştir yazgımız. Ondan bazen saklanabiliriz, yada saklandığımızı ve ondan tamamen kurtulduğumuzu zannederiz fakat kaçamayacağımızı er yada geç öğreniriz. Net olarak söyleyebileceğimiz tek şey yaşadığımız ve yaşayacağımız bu hayatı benimsememiz gerektiğidir. Ona uyum sağlayıp hayatın bize sunduğu fırsatları kollamalı ve bize açtığı kapıları kaçırmamalıyız. Yağız Erdem
297
AŞMAK Dünyaya kendi küçük pencerelerimizden bakıyoruz. Fakat bu dünyanın, bizim onu algıladığımız kadar küçük olduğu anlamına gelmiyor. Kimilerince bu pencereleri toplumsal sınıflar belirler. Örneğin, “Olağanüstü Bir Gece”de Zweig’in bize sunduğu da kendi sınıfının penceresinden bakmaktan hiçbir şey hissedemeyecek hale gelmiş bir adamdır. Boşluktur. Kendi deyimiyle: “Hiçbir yere tutunmadan, hiçbir yere köklenmeden, akan suyun üzerinde yaşar gibi yaşıyordum.” Bu kitabı okurken sorular sordum kendime. Katılaşmış elit tabakaya ait olmanın –veya bu tabakanın ona ait olmasının- gereklilikleri insanları hislerinden alıkoyar mı? Toplumsal ve sınıfsal bir yozlaşma hayal ediyorum dolayısıyla. İşçi sınıfının fabrikalarda varolamaması gibi elit sınıfa ait bireyler de kendi sosyal sınıflarının çarklaşmış mekanizmasında varolamazlar belki de. Başka insanlar da olduğunu anlayan bir karakter gördüm bu kitapta. Herkesin birer damla olduğu bu engin okyanusta, o da herbir damlanın farkındalığıyla ahenkle yüzen bir damlaydı. Her damlanın hikayesinin varlığına tanıklık etmişti o gece. Ancak başılığın çok manidar olduğunu düşünmeden edemiyorum. Olağanüstü bir gecede yaşadıkları sayesinde… Olağanüstü… İmkansız… Zweig’ın ölümünü hatırlatıyor bana bu başlık, okuduğumdan beri. Çünkü böyle bir gece yok. Böyle bir geceyi yaşayan da bekleyen de yok bu dünyada. En dibinden göklerine kadar bu hayatta böyle şeyler yok. İnsanların birbirlerini anlayabilmesi imgesi, bu dünyada ve Zweig’ın dünyasında imkansız. Çünkü insanlar savaşmakla meşguller Zweig’ın dünyasında. “İnsanların birbirlerini anlayabilmesi” düşüncesi bu savaşları bitirmeye yetmez mi? Kazananı yoktur ki savaşların. En azından iki taraftan biri değildir kazanan. Bambaşka bir yerdedir. Zaten savaş patlak verdiği andan itibaren kazanacağı da bellidir. Hatta belki de savaşı çıkaran kendisinden başka bir şey değildir. Öyleyse kazanmak nedir? Machiavelli haklı olabilir mi? Belki de insan kazanma ve iktidar arzusuna böylesine kapılıp gitmemelidir. Ben kazanmak istemezdim. Savaşmak istemezdim. Yönetmek, vergi almak, koruduğumu iddia edip hiçbir şey yapamamak… Zweig’ın yaşamaya çalıştığı zamanlarda yaşasaydım ne yapardım diye sordum kendime. Bilmiyordum. Başa çıkabileceğimden de emin değilim. O zaman intihar edersiniz çünkü düşüncelerinizle çelişen bir dünya vardır. İnanmanızı istediğiniz değerleri alaşağı etmiştir. Tüm otoriteler başınıza yıkılır. Neyi bildiğinizden emin olamazsınız. Öyleyse, ya post- modern olursunuz, ya da intihar edersiniz. Ancak bu çok karamsar. Böylesine zifiri bir karamsarlıktan korkar insan. Böyle düşünmek istemiyorum. Ya da bu gecenin olağanüstü olmadığı bir paralel evren düşlersiniz. Herkesin bu olağanüstü geceyi deneyimleyebileceğini umarsınız. Bu geceyi olağanüstü yapan nedir? İnsanları savaşarak meşgul edilmesi mi? Üstelik bugün savaş alanı böylesine genişlemişken… Zweig’ın tanık olduğundan ziyade televizyonun önünde savaştadır insan. Terfi alma umuduyla tıklım tıklım bir metroda işine giderken savaşır. Aynaya baktığında fiziksel kusurları onu zihninden uzaklaştırırken savaşmak zorundadır. Döviz kurlarına, faiz oranlarına bakarken… Ekonomik büyümeyi saptarken… Billbord’un önünde trafikte evine dönmeye çalışırken cephenin tam ortasındadır. İşgal edilmiştir. Fakat neyse ki farkında değildir. Farkında olmak onu savaş meydanından uzaklaştıramaz da zaten. Aşamaz. Olağanüstü geceyi yaşayamaz. Ancak okuyabilir. Okuması da onu uzaklaştıramaz. Savaşa başladığı o doğduğu günden beri kaybetmek için savaştığını göremez. Görse de bir şey değişmez. Akan suyun üzerinde yaşar gibi yaşamaya ihtiyacı vardır belki de. Aidiyet… Öylesine bağımlıdır ki bu kavrama. Bir şeylerin ona ait olmasını isterken sahip olduğu tek şeyi, hayatını başka şeylere teslim ederek başka şeylere ait olur. Sahiplik uğruna feda edilen bir yaşam başkalarının ona sahip olmasıyla son bulur. İşte yenilgisi budur. Yazgısı budur. Öyle bir dünyadır ki burası Zweig’a şu kelimeleri söyletmiştir: "Bütün yalnızlar gibi özgür ve bütün özgürler gibi yalnız"
298
İCAT EDİLMİŞ BİR AKSİYON OLARAK SAVAŞ VE SİLAH KULLANIMI Savaşın insan doğasından mı kaynaklandığı yoksa öğrenilen ve inşa edilen bir şey mi olduğu uzun süren bir tartışma meydana getirmiştir ve bu tartışma hala devam etmektedir. İnsanların, doğalarından kaynaklı olarak agresif olduklarını savunanlar, savaşın ve insan öldürmenin de bu agresif dürtünün bir uzantısı olduğunu iddia ederler. Bu görüşün karşısında savaşın öğrenilen ve icat edilen bir şey olduğunu iddia edenler duruyor. Peki, hangi taraf bu konuda daha ikna edici? Sizi bilmem ama savaşın toplum tarafından icat edilen ve çeşitli araçlarla kamuya kahramanca bir eylemmiş gibi gösterildiğini söyleyenler daha ikna edici geliyor bana. Bu konuyla ilgili olarak günlük hayattan çeşitli örnekler verilebilir. Savaşa giren iki devlet düşünün. Bu iki devletin, savaşın ahlaki ve zorunlu bir şey olduğu konusunda kamuyu ikna etmek için çeşitli eylemlerde bulunduğunu gözlemleyebiliriz. Örneğin, savaş zamanında “kahramanlık” sergileyerek vatanına hizmet eden kişiye ödül olarak madalyon verilir. Diğer bir örnekse filmlerde savaşın nasıl tasvir edildiğiyle alakalı. Herkes en az bir kere bile olsa savaş filmi görmüştür veya izlemiştir. Filmlerdeki genel tutum şudur: Savaşlar kahramanca ve vatan uğruna ölünmesi gereken bir ödevmiş gibi gösterilir. Askerliğin de zorunlu ve vatana olan bir ödevmiş gibi görülmesinin nedeni de diğer bir ödev olan savaşa, insan ve personel hazırlayabilmektir. Gerek filmlerdeki tasvirler gerek kamu düşüncesini şekillendirmeye yönelik araçlar savaşın kamu gözünde nasıl bir anlama gelmesi gerektiğini etkilemektedir. Diğer ilginç bir örnek ise savaşın doğuştan bir dürtüyle meydana gelmediğini çok iyi bir şekilde tasvir eden bir filmden gelmektedir. Filmin ismi Welcome to Dongmakgol. Film bizi Kuzey ve Güney Kore arasındaki savaş yıllarına götürmektedir. Savaş ortamından kaçan bir grup Kuzey ve Güney Koreli asker düşünün. Bunlar küçük bir kasabada karşılaşıyorlar. Karşılaştıkları an birbirlerine verdikleri tepki ne olurdu sizce? Düşman gördükleri diğerine saldırmak dediğinizi duyar gibiyim. Evet, onlar tam da düşündüğünüz şeyi yapmışlardı. Fakat sonradan aynı kasabada yaşamaya başlayınca hem kasaba sakinlerine hem de düşman askerlerine alışmaya başlamışlardı. Düşman figürü devlet tarafından belirlense bile bu sonsuza kadar giden bir düşmanlık olmuyor filmin de gösterdiği gibi. Düşman askerlerinin yaşadıkları, paylaşımları ve ortak olarak savaşa ve adam öldürmeye karşı olmaları bu düşmanlığı dostluğa dönüştürmüştü. Filmdeki diğer bir nokta ise aralarındaki dostluğun başladığı zamanlarda üniformalarını çıkarıp kasaba halkının giysilerini giymeye ve onlarla birlikte tarlada çalışmaya başlamalarıydı. Kasabada yaşayan insanlar olarak onları ayıran herhangi bir şey kalmamıştı. Halk gibi çalışmaya başlayıp onlara destek olmaya başlamışlardı. Savaş eğer doğuştan bir dürtüyle meydana gelseydi askerler arasında böyle bir dostluk yaşanmayacaktı. Düşmanların sonsuza kadar düşman kalacağı tezi de çürütülmüştü. Kısaca, filmin bu konuda çok etkileyici örnekler verdiği söyleyebiliriz. İzlemeyenler için ön bir bilgi olacak ama film güzel bir sonla bitmiyordu. Bitmiyor olsa bile savaşla ilgili önemli şeyler öğretmişti. Peki, savaşın doğal bir dürtü sonucu meydana gelmediği düşüncesi, insanların tamamen barışçıl olduğunu gösterir mi? Bu konuda da çeşitli tartışmaların olduğunu söylemek mümkün. Tartışmanın bir boyutu şöyle bir gözlem içeriyor: Bazı insan toplulukları hiç savaşa girmemiştir ve savaş anlamına gelen bir kelime dahi kullanmamışlardır. Bu gözlem de insanların barışçıl olabileceği argümanını doğurmuştur. Tartışmanın diğer bir boyutunda ise şöyle bir düşünce ile karşılaşıyoruz: İnsanlar, doğuştan gelen bir agresif dürtü bulundurmasa bile bu onların tamamen barışçıl olduğunu göstermez. Bu düşünceyi savunan kişiler medyanın veya devletin çeşitli araçlarının bu agresif dürtüyü nasıl harekete geçirdiği üzerine yoğunlaşmışlardır. Diğer bir ifadeyle, savaşın ve silah kullanımının çeşitli araçlarla nasıl meşru hale getirildiği ve hatta gerekli olduğuna insanların nasıl inandırıldığı temel araştırma konusu olmuştur onlar için. Film ve bahsedilen diğer örneklere baktığımızda, tartışmanın ikinci ayağını oluşturan insanların görüşlerinin daha kritik bir perspektif sunduğunu söyleyebiliriz.
299
Unutulmaz1 Zeynep Unutulmaz 21301727 TURK101-17 Başak Berna Cordan 13.11.2014 Assignment 3 NASIL GEÇTİ HABERSİZ Türk edebiyatının kült şiirleri arasında yer alan Yaş Otuz Beş şiiri aynı ismi taşıyan bir kitapla okuyucuların beğenisine sunulmuştur. Kitapta Cahit Sıtkı Tarancı’nın yazmış olduğu diğer şiirlerde bulunmaktadır. Kitabı okumaya başlayınca göze çarpan ilk şey şairin üslubu olmaktadır. Dilinin bu kadar açık ve sade oluşu şiirleri okumada kolaylık sağlamakla birlikte ana temaya yoğunlaşmada okuyucuya yardım etmektedir. Cahit Sıtkı, döneminin en çok okunan ve günümüzde de şiirlerine ilgi gösterilen bir şair olmasını buna borçludur. Unutulmaz2 Cahit Sıtkı otuz beş yaşında yolun yarısında olduğunu farz edip bu şiiri yazmışsa da bundan on bir yıl sonra vefat etmiştir. Şiirde Cahit Sıtkı’nın kendi hayatından verdiği örnekler aslında hepimizin hayatından birer kesittir. Şair öncelikle vücudundaki deformasyonlardan bahsedip yaşının ilerlediğini kendine hatırlatmaktadır. Bu durumdan hoşnut olmadığını dizlerinde aynalara karşı sitemkar tutumundan anlamaktayız. Sonrasında duygu ve düşüncelerindeki değişikliklere yer veren şair zamanın hızla akıp gittiğini, dönüp arkaya baktığında gördüğü insanla şimdikinin birbirinden hayli farklı olduğunu söylemektedir. Zaman ilerledikçe günler, aylar, yıllar geçtikçe değişen her şey gibi insanda değişmektedir. Hangimiz iki gün önce düşündüğümüz şeyi bugün de tam anlamı ile savunabiliyoruz ya da en sevdiğimiz renk, uğurlu sayımız, tuttuğumuz takım aynı kalabiliyor mu? Değişim bu dünyanın kaçınılmaz bir gerçeğidir. Buna ayak uydurup hayata devam etmek ise biz insanların görevidir. Bu duruma ayak uyduran kişiler dışarıdan mutlu olarak görünmekte, bunu beceremeyenler ise mutsuzlukla bir başına kalmış olarak algılanmaktadır. Alt metinde mutluluğun formülünü veren Cahit Sıtkı Tarancı insanlara değişimden korkmamaları gerektiğini tavsiye etmiştir. Cahit Sıtkı şiirinde zamanın dur durak bilmeden akıp gitmesine atıfta bulunmaya devam edip konuyu bir başka bakış açısı ile de ele almıştır. Otuz beş yaşına kadar hayatta kalma mücadelesi yüzünden tam anlamı ile hayatın tadını çıkaramadığını ve bazı şeylerin yeni farkına vardığını itiraf etmektedir. Nitekim bu durum yediden yetmişe herkesin yaşadığı bir sıkıntıdır. Daha ilkokulda rekabete zorlanan çocukların yaşlarının gerektirdiği gibi yaşama hakları ellerinden alınmaktadır. Kendi çocuğu daha erken okumayı söksün diye çocuğunu zorlayan anne baba zihniyeti bu acı gerçeğe bir örnektir. Erken yaşta rekabete alıştırılan çocuk ileriki yaşlarında bu davranışını sürdürmezse başarısız olarak addedileceğini zannedip Unutulmaz3 yaşamın güzelliklerini bir kenara itip hırs odaklı bir hayat yaşamaktadır. Cahit Sıtkı kendi yaşamından verdiği örnekle okuyucuyu bir nebze olsun bu tutumundan uzaklaştırmaya çalışmıştır. İleride geçmişte yapmadıkları şeylerin özleminden ötürü pişmanlık çekmemeleri için gökyüzünün başka renklerinin de olduğu örneğini vermiştir. Bu örnekle insanlara çevrelerini tanımalarını, sanki bir günlük ömürleri kalmış gibi hayatı doludizgin yaşamları gerektiğine vurgu yapmıştır. Yaşı otuz beşe yaklaştığında bu şiiri anmayan yoktur. Cahit Sıtkı otuz beş yaşı bir dönüm noktası kabul ederek öncesinde ve sonrasında insanların genel duygu ve düşüncelerini kendini temel alarak okuyucuya aktarmıştır. Okuyucularına zamandan hızlı ilerleyen bir şey olmadığını çok net bir dille ifade etmiştir. Geçmişi geçmişte bırakmalarını, gelecek içinde kaygılanmamalarını söyleyen Tarancı, en önemli zamanın şu an yaşadıkları zaman olduğunu ve bunu çok iyi bir şekilde değerlendirmeleri gerektiğini öğüt vermiştir. Benim naçizane tavsiyem ise bu şiiri okumak için otuz beş yaşı beklememeniz ve her doğum gününüzde okumanızdır. Yaş otuz beş olmadan hayatın anlamını çabucak kavramınız ve sonradan pişman olabileceğiniz bir hayat yaşamamış olmanız için. KAYNAKÇA Tarancı, Cahit Sıtkı. Otuz Beş Yaş. İstanbul: Can Yayınları, 2007