index
int64 0
6.84k
| content
stringlengths 5
17.9k
⌀ |
---|---|
200 |
HAYAT İÇİN SANAT
Geçtiğimiz günlerde Bilkent Üniversitesi’nde çoğunlukla haftalık periyotlarla düzenlenen
senfoni orkestrasında bulundum. Burada yaşadığım geçmiş tecrübelerim, daha konser başlamadan,
tatlı bir mutluluğa vesile oluvermişti benim için. Birçoklarımız her nasılsa zamanında Türk kültürüne
uzak bulmuşsak da, senfoni orkestraları insana ender rastlanabilecek bir deneyimin kapılarını açar.
Bunu tatmamışların böyle düşünmesi olağan olsa gerek… Salona girildiğinde o tatlı atmosfer,
insanların kibarca konuşmalarından, nezih tavırlarından ele verir hemen, saklayamaz kendini.
Anlarsınız ki birazdan size yaşam enerjisi pompalayacak bir etkinlik patlak verecek.
Sizin için sanatın ne demek olduğunu, sanatın neden ruhun gıdası olduğunu ve sanatsız
hayatın nelere mal olabileceğini dört başlık altında sunmak isterim…
Sanat Derinlerde Bir Bileşenimizin Mutlak Eşidir
İşin içine evrimi de katar, Carl Jung’un psikanaliz teorisine şöyle bir göz atarsak aslında
ruhumuza işleyen her bestenin bir zamanlar atalarımızın varlığıyla özdeşleştirdiği seslerin birer
yansımaları olduğunu söyleyebiliriz. Elbette ki bu bizleri müziğin neden bu kadar derinden etkilediğini
de açıklar. Diğer bir değişle, bizi mutlu etmiş, düşünebileceğimiz her şey, bir dahaki rastlaşışımızda
istemsiz bir gülümsemeye yol açar: Eski bir dost, acımızı dindiren bir doktor mesela… İşte bu
tekerrürler, müziğin içimizde uyandırdığı yaşam sevincinin bariz nedenleridir ya da kanıtlarıdır
diyelim… Peki, nedir bu tetikleyişin getirileri, “Dinleyeceğiz, canlanacağız da ne olacak?”. Mutluluk
düzeyinin insanlar üzerinde üretkenlik, yaratıcılık ve işlevsellik anlamında etkilerini analiz eden
araştırmalarla kafanızı karıştırmaktansa, zihninizde bir tetiklemeye yol açmayı tercih ederim. En
mutlu anınızı düşünün: baba oldunuz, kızınız üniversiteden mezun oldu, hayatınızın işine kabul
edildiniz. Şunu hissetmemiş misinizdir; bir dünya dertle boğuşmanız gerekse bir Spartalı gibi hepsine
göğüs gerebilecek güçtesinizdir… Konuyu hayatımdan bir örnek vererek sonlandırmak isterim. Yalnız
geçirilen bir günün ardından, ufak bir sorumluluğu yerine getirmek dahi saatlerimi alır bir üniversite
öğrencisi olarak; ancak sevdiğim bir yakınımla, bir dostumla geçirilen ufak bir zaman diliminden
sonra, hızıma erişmenin güçlüğü, her zaman bahsi geçen durumu düşündürür bana.
Sanat Sevgidir
Senfoni orkestralarına ters düşmekle eleştirilen kendi kültürümüzden örnekler verelim bu alt
başlık için. Çoğumuz için angarya olarak görülse de o ana kadar görmediğimiz ve o andan sonra da
görmeyeceğimiz bir uzak akrabamızın, tanıdığımızın düğünde buluyoruz kendimizi… Burada
geçireceğimiz birkaç saatimizin, ömrümüzün boşa harcananlar koleksiyonuna ekleneceği fikri bizi
demoralize ediyor olsa da, hafiften işitmeye başladığımız müzik bir şeyleri kıpırdaştırmaya başlıyor
içimizde. Dans eden insanları bir süre daha izledikten sonra, “ne işim var aralarında” dediğimiz
insanlar birden yakın gözükmeye başlıyor bizlere. Gerisi malum, lafı uzatmadan son sözü söyleyelim;
müzik birleştiricidir, sevmeyi hatırlatır ve sevilebilmek için başlı başına bir nedendir…
Sanat Keyiftir, Yol Arkadaşıdır, Sırdaştır
Sıhhatini sağlayacağı bir hastası olmayan diş doktorunun yabancı bir pop müzik şarkısı açıp
minik hareketlerle dans etmesine, en azından filmlerde, bitmek bilmeyen yollarda bağıra çağıra şarkı
söyleyen çiftlere, sevgilisinden ayrılmış bir gencin dertlerini gözyaşlarıyla anlatabileceği tek dert
arkadaşının müzik olmasına rast gelmişsinizdir, bunlar yabancı gelmiyor olsa gerek sizlere… Evet,
hepimizin farklı farklı, zaman zaman sıra dışı hayatları var; fakat şu bariz değil midir; sanat hayatımızın
tamamlayıcısıdır, bahsettiğim her bir hayat sanat olmadan eksiktir, en iyi arkadaşını, yol arkadaşını
hatta sırdaşını yitirmiştir, zamanı çaresizlik içinde geçirecektir belki de…
Sanat Eğlencedir
Tartışmakta olduğunuz bir dostunuza öfkenizi püskürtmekle meşgul olduğunuz bir zamanda,
tesadüf bu ya işte, arka fonda ikinizin de komik bulduğu bir müzik işittiniz. Zorla kendinizi tutmaya
çalışırken sizce önce hanginiz kahkahayı basıverirdi?.. Bu ekstrem örneğe bir de araştırma eklemek
isterim. Alışveriş merkezlerinde neden daima arka fonda bir müzik çaldığını mutlaka
okumuşsunuzdur… Araştırmalara göre; müzik çalınan AVM’lerde müşterilerin %63’ü daha fazla vakit
ve para harcadığını söylüyor, peki onlara daha fazla paraya ve vakte mal olan, eğleniyor olmanın buna
değiyor olması olamaz mı? Ne kadar ciddi ve disiplinli olsa da, eğlencenin her insan evladı için
vazgeçilmez olduğunu tartışmaya dahi açmadan, sanatın, eğlenmenin en kolay yolunun, cep
doluluğundan(!) çok daha fazlasını getiriyor olduğunu bu örnekle anlatabilmişimdir umarım sizlere…
Görünen o ki sanatsız hayat çekilmez, sanatsız insan boşluktadır. Bizi biz yapan şeylerden
birinin sanat(ses) olduğunu, annesinin kalp ritimlerini kaydeden anne karnındaki bir bebekten
dinleyebiliyor olsaydık keşke… Sanatla, sağlıcakla kalın… |
201 | Fatıma Aynur Silpağar
21400735
HAYAT DEĞİŞTİREN ŞEYLER
Geceleri yatarken veya güne başlarken hep o gün içinde neler yaşadığımızı veya neler
yapacağımızı düşünürüz. Hep küçük düşünür o günle kısıtlarız kendimizi. Hiçbir sabah kalkıp aynaya
bakarken, o aynada 15 yıl sonra ne görmek istediğimi düşünmem. Nasıl biri olmak istediğimi, nerde
çalıştığımı, belki evliliğimi hayal etmem. Bunun sebebi galiba geleceğin bize neler getireceğini
bilmediğimizdendir. Ne kadar mükemmel bir plan yaparsak yapalım her şey tıkırında gidecek dersek
diyelim, Murphy yasasıdır ya bu “hiçbir şey planlandığı gibi gitmez.” Mutlaka plan bozulur. Önünüze bir
engel ya da daha öncesinde düşünemediğiniz yeni bir yol çıkabilir. Yaşarken hep o kısa günü
düşündüğümüz için engel gibi gözüken bir şey aslında yeni bir kapı olabilir. “Bir İkea dolabında Mahsur
Kalan Hint Fakiri’nin Olağanüstü Yolculuğu” nu bitirdiğim anda aklımda yukarıda yazanlar belirdi ve
bitirdiğim gibi yukarıdaki giriş cümlelerini yazdım. Sonrasında ise o kağıdı alıp, kitabın arasına koydum ve
valizimi alıp yola çıktım. Aslında bu kitabı okuma zamanım ve sonrasında yolculuğa çıkmam son derece
tesadüfi oldu. Okuldaki büyük kulüplerinden birinde aktif üyeyim ve İstanbul’a sponsorluk bulmak için
çıkartmamız vardı. Otobüsümüzün saati gece 3’teydi. Ne kadar uyumaya çalışsam da bir türlü
uyuyamadım en sonunda bari biraz kitap okuyayım dedim ve elimi okumak için aldığım fakat zaman
bulamadığım için okuyamadığım kitap yığınına atıp aradan bu kitabı seçtim. Koltuğa gömüldüm ve
okumaya başladım. Siz düşünün artık kitabın ne kadar okuyucuyu sardığını. Zaten kitabı okurken zaman-
mekan ikilisinden sıyrılıp karakterle birlikte yolculuk etmeye başlıyorsunuz. Onun gerildiği yerlerde siz de
panik olup, aşkı bulduğu yerde siz de aynı hisleri yaşıyorsunuz.
Zaten adından da belli olduğu gibi kitap, sürekli hareket halinde. Şans eseri neredeyse tüm
dünyanın çevresini dolaşıyor hikayenin kahramanı olan Hint fakiri. Ve bu yolculuk geri alınamaz bir
şekilde değiştiriyor kahramanımızı. Yeni insanlar giriyor hayatına tüm yol boyunca. Kamyonun arkasında
oturan Wiraj ve arkadaşlarından hayatın acımasız bir yüzünü, bavulunda sakladığı ünlüden cömertliği ve
İkea mağazasındaki kadından aşkı öğreniyor. Tabii ki bunların hepsi çıktığı yolculuk sayesinde oluyor.
Zaten şöyle bir düşünürsek bir insanı hayatında neler değiştirir diye hemen hemen herkesin listesinin
başında yolculuklar gelir. Sonrasında yeni insanlar tanımak, veda etmek, yardımın çift taraflı çalışması
geliyor benim aklıma. Listemi anlatmaya sondan başlayayım ki, en güzelini sona saklayayım.
Yardımın çift taraflı çalışması derken hem alan insanın hem de veren insanın hayatını
değiştirdiğini kastediyorum. Alan insanın hayatına yeni olasılıklar katarak, hayat koşullarını yükseltir. Bu
hem maddi hem de manevi olarak. Maddi olan zaten gayet açık, manevi olan ise duygusal manada destek
olmak olabilir. Veren insanın ise kendini iyi hissetmesini sağlamanın yanı sıra hayata daha farklı
bakmasını sağlar. Çünkü yardım ederken hayatın başka bir yüzü ile karşılaşıp yeni yeni hikayeler edinir.
Veda etmek her ne kadar yeni bir başlangıç, hayat değiştiren bir şey gibi gözükmese de aslında
öyledir. Bazı şeylerin bittiğini, bir daha yaşanmayacağını hissettirir insanlara vedalar. Şahsen ben nefret
ederim veda etmekten. Çünkü insanlarla arama kesin ayırıcı bir nokta koymak gibi gelir veda etmek ve
kimseden ayrılmak istemem, veda etmektense aradaki bağın zayıflayıp kendisinin kopmasını isterim.
Böylesi daha doğal hissettiriyor. Zaten hikayede de olaylar gerçekleşirken kahramanımız hiç veda etmeye zaman bulamıyor zaten gerekte yok. En görüşme imkanı düşük kişi bile ilerleyen sayfalarda çıkıyor
karşısına yeniden.
Yeni insanlar tanımak aslında yolculukların içinde olabilecek bir başlık ve o yüzden onları birlikte
yazacağım. Mantık olarak yolculuğa çıktığınızda yeni insanlarla tanışırsınız ve onlarda size hayatın başka
yönlerini, kendi bildikleri yönlerini gösterirler. Böylece kafanızdaki at gözlüğünün sınırları biraz daha açılır.
Hikayede kahramanımız kamyon arkasında ki insanlarla konuştuğunda olan budur. Kendi dünyasını kötü
sanırken, başka insanların kendisinden daha zor bir hayat yaşadığını anlar ve hayatında yaptığı bazı
şeylerin- köyündekilere yalan söyleyip, onların iyi niyetlerini suiistimal etmesi gibi- hoş olmadığını fark
eder. Sadece bu da değil, attığı her adım zaten hikayenin yönünü değiştirdi bu da yetmezmiş gibi, attığı
her adım karakterin de hayatında büyük değişimlere yol açtı. Ben de eminim ki şimdilik gittiğim bu
İstanbul gezisi pek önemli bir şey gibi gözükmese de, ileride bana önemli şeyler kattığını fark ederim. |
202 |
ÇOCUK
HIRSIZLARI
TEMİZLENSİN
Doğar,
ailesinin
göz
bebeğidir,
yürümeye
başlar,
oynar,
sevilir,
ilk
dişleri
çıkar,
sağlak
mı
solak
mı
olduğunu
keşfeder,
belki
bisiklete
biner,
karnı
ağrıyıncaya
kadar
şeker
yer,
ağaca
çıkar
,
su
savaşı
yapar,
eve
gizlice
hayvan
sokmaya
çalışır,
saat
dokuz
olmasına
rağmen
uyumamak
için
direnir,
binbir
türlü
anne
azarına
rağmen
yılmadan
tam
gaz
yaşar
çocukluğunu
.
Çocuklar
ne
yapar
diye
sorulunca
hepimizin
aklına
bunlar
geliyor
değil
mi?
Ama
bence
bu
cevabın
asıl
sorusu
:
“Çocuklar
ne
yapmalı?
“
olmalı.
Peki
size
9
yaşındaki
bir
çocuğun,
küçük,
bir
odada
yıllarca
dışarıdan
gelen
savaş
sesleri
içinde
sadece
anne
ve
ağabeyiyle
korku
içinde
yaşadığını
ve
tüm
bu
zor
zamanlarında
babasını
da
kaybettiğini
söylesem.
Tüm
bu
yaşadığı
zorlukların
da
aptal
bir
savaş
yüzünden
olduğunu
dile
getirsem
içiniz
acımaz
mı?
Bazılarının
acımıyor
işte.
Savaşı
çıkaran
da
savaşta
yer
alanda
amacı
veya
nedeni
her
ne
olursa
olsun
hırsızdır
bana
göre.
Hem
de
en
tehlikelisinden:
çocuk
hırsızıdır
bunlar.
Bence
savaşta
kazanan
olmaz.
Savaşa
girmemesine
rağmen
her
şeyeni
yitiren,
kaybeden
tek
varlık
çocuklar
olur.
Bu
düşüncemi
Ivana
Bodrozoc’in
yazdığı
“Hiçbir
Yer
Oteli”
isimli
kitapla
daha
da
pekiştirmiş
oldum.
Tüm
olayları
küçük
bir
kızın
gözünden
gördükçe
içim
burkuldu.
Sonra
düşünmeye
başladım
eee
savaş
bitti
sonra
ne
olucak
diye.
Çalınan
çocukluk
anılarını
kim
tattıracak
bu
savaş
mağdurlarına?
Bir
daha
kimsenin
çocukluğu
çalınmasın
diye
çocuk
hırsızlarını
yeryüzünden
ebediyen
silip
süpürmenin
tek
çare
olacağına
karar
verdim.
Kitabın
sayfalarını
çevirdikçe
kendimi
9
yaşindaki
kızın
yerine
koydum.
Yazarın
etkileyici
anlatımı
sayesinde,
bu
kızı
doğduğu
zamana
geri
götürüp
yeniden
hayata
çocuk
gibi
başlatmak
istedim.
Değer
mi
bu
kadar
acıya
diye
düşünüp
durdum.
Aklımı
erdiremediğim
hırsızlar
neden
savaşa
bu
kadar
meraklı
sorusunu
tekrar
tekrar
sordum
kendime.
Açgözlülük,
hırs,
kıskançlık
,
kişisel
çıkarlar
ve
yenme
duygusu
gibi
çirkin
duygular
yüzünden
istediği
şeye
önüne
bakmadan
ulaşmaya
çalışıyor
aslında
bu
bencil
hırsızlar.
Kitabın
içine
girdikçe
umutsuzluğa
kapılıyordum.
Sonra
bir
şey
fark
ettim.
Aslında
kitaptaki
kız
fark
ettirdi
bana
bu
duyguyu.
Umut…
Tüm
duyguların
ve
durumların
eninde
sonunda
geçeceğini
ancak
durum
kötü
bile
olsa
tek
bir
duygunun:
umudun
sonsuza
kadar
kalacağnı
gördüm.
Çok
güçlü
olan
bu
duygunun
durumu
mutlaka
bir
şekilde
iyileştirdiğini
veya
süreci
hızlandırdığını
fark
ettim.
Geçmişte
yaşanan
savaşlarda
da
umut
değil
miydi
insanların
en
kötü
durumlarda
bile
bir
şekilde
tutunmasını
sağlayan?
Küçükken
dinlediğim
Pandora’nın
kutusu
geldi
aklıma
sandığın
içinde
umut
olduğunu
iddia
eden
bir
ses
“
lütfen
beni
çıkarın
dışarıdaki
kötülüklerle
bir
tek
ben
savaşabilirim”
dememiş
miydi?
Belkide
Pandora
gibi
insanların
ortaya
çıkardığı
kötülükleri
yine
Pandora’nın
yap
İnsan
olarak
geleceğe
umutla
tığı
gibi
umudu
bulunca
ortaya
çıkararak
kurtulabiliriz
tüm
bakmayı
ve
bu
süreçte
çocuk
hırsızlarının
süpürülmesini
bekleyene
kadar
ne
yapılması
bu
savaş
fikrinden
diye
düşündüm.
gerektiğini
düşündüm.
Yazar
sayesinde
daha
çok
sinirlendim
savaş
düşüncesine
ve
ne
kadar
iğrenç
bir
eylem
olduğuna.
Tüm
insanlara
zarar
verdiğine
ama
en
çok
çocuklara
dokunduğuna.
Farkındalıktır
belkide
tüm
savaşların
önüne
engel
koyarak
onları
engelleyecek
olan.
Dünyada,
geçmişten
bu
güne
yaşanan
savaşlara
bakıyorum
da
hiçbirinde
bir
azalma
yok.
Tam
tersine
ilerleme
var.
Etkileri
aynı
ama
insanlar
akıllanmadan,
ders
çıkarmadan
devam
ediyor
hayalleri
çalıp
hayatları
söndürmeye.
Belki
de
ilerde
biter
demek
ve
buna
tüm
benliğimle
inanmak
istiyorum.
Bitmese
bile
tüm
kötü
etkilerinin
savaş
fikrine
olumlu
bakanları
ve
katılanları
etkilemesini
ve
hiçbir
çocuğu
ellememesin
diliyorum
içimden
ama
şu
zamana
kadar
etrafta
olup
biten
her
kötü
olayın
uçun
bir
şekilde
dokunmadı
mi
hepimize?
Gayet
de
dokundu.
Hem
de
hiç
acımadan
dokundu
o
zaman
yine
yolun
başında
ulaştığım
sonuca
varıyorum.
Tüm
ipi
sallayan
ve
herkese
dokunduran
çocuk
hırsızları
temizlenmeli
ve
hepsine
farkındalık
iğnesi
vurulmalı
tüm
ipleri
bir
kırbaç
gibi
yiyen
insanlar
tarafından.
Kaynakça:
Bodrozic
,
Ivana.
Hiçbir
Yer
Oteli.
Aylak
Adam,
2015
|
203 | Nidanur Soner TURK 101-037
21401954
Sadece Kader!
“Amores Perros” diye bahsedince mi, yoksa “Paramparça Aşklar ve Köpekler”
deyince mi insanlar filmi daha çok izlemek ister, merak eder bilmiyorum; ama İspanyolca
bilmememe, filmi Türkçe olarak izlememe ve Türkçe ismi ile üzerine konuşmaya karar
vermeme rağmen “Amores Perros” bana daha ilgi çekici gelmektedir. Filmde birbirleriyle
hiçbir bağlantıları olmayan üç farklı insan: Octavio, Valeria ve El Chivo. Üç insanın yollarını
kesiştiren ve hayatlarını tepetaklak eden korkunç bir kaza. Aşklar ve köpekler arasındaki bu
mükemmel bağlantının nasıl kurulduğunu aklımın almadığı, birbirinden alakasız üç hayat.
İzlenmesi gereken filmlerin bir listesini yapmam istense, Meksikalı yönetmen Alejandro
González Iñárritu'nun “Paramparça Aşklar ve Köpekler”i bu listede ilk üçte yer alacak
filmlerdendir. Bunun sebebi; ne filmin 2001 yılında Oscar’a ve Altın Küre’ye “En iyi Yabancı
Film” dalında aday olması, ne aynı yılda İstanbul Film Festivali’nde gösterildikten sonra
büyük beğeni toplaması, ne de pek çok uluslararası film festivalinde toplam otuz ödüle layık
görülmesiydi. Zaten bu film, hissettirdikleri ve düşündürdükleriyle benim için üst sıralara
yerleştiğinde aldığı ödüllerden de beğenilerden de habersizdim.
Bazı cümleler vardır; yüzlerce sayfalık romanı birkaç sözcükle özetler. Sonra bazı
kelimeler vardır, hatta bazen tek hece şiirleri her şeyiyle anlatır insana. Filmlerde de işte
böyledir durum. Bazen karakterlerin ağzından dökülen birkaç cümle; tüm filmi, saatleri,
yaşananları, anlatılanları izleyiciye hissettirmeye yeter. “Paramparça Aşklar ve Köpekler”i
izlemeye başladığım ilk dakikadan itibaren, filmin kurgusundan veya neredeyse her vurucu
sahne için özenle seçilmiş unutulmaz film müziklerinden çok, filmin replikleri etkileyici
olmuştu. “Hayat, siz planlar yaparken başınıza gelenlerdir.”den “Çünkü biz biraz da
kaybettiklerimiziz.”e kadar düşündüren ve yaşamı sorgulatan pek çok film repliğine sahip bu
senaryo üzerine birkaç satır karalarken, yine bir replik üzerinden gitmeyi tercih etmem de bu
yüzden galiba. Yasak bir aşk yaşayan Octavio ve Susana’nın filmin ortalarına doğru kurduğu
o cümleler, aslında tüm film boyunca anlatılmaya çalışılan, insanın kader önündeki çaresizliği
fikrini en çarpıcı şekilde gözler önüne seren cümleler olmuştur. Octavio: “Planlarımız ne
olacak?” Susana: “Sen ve senin planların. Babaannem ne derdi biliyor musun? Tanrı’yı
güldürmek istiyorsan ona planlarından söz et.”
Kader, aslında ne yaparsan yap hayatta değiştiremeyeceğin tek şey. Belki de hayatın ta
kendisi. Oldum olası inandığım gerçek şu ki; insanın yaşamında olacaklar önceden
belirlenmiştir ve hiçbir zaman onun değiştirilmesine izin verilmez. Tam da Susana’nın
söylediği gibi planlar yalnızca Tanrı’yı güldürmekten ibarettir. Belki de bu yüzden, sürekli bir
döngü halinde insanlar hayal kurar, hayat onu yıkar. Sonra insanlar tekrar hayal kurarlar,
umut ederler, olacağına inanırlar. Belki onun gerçekleşmesi için her şeyi yapmışlardır. Artık
yaşama amaçları, tek düşündükleri o hayal olmuştur. Gerçekleşmesi için tek engel zaman ve
beklemektir onlara göre. O yüzden beklerler. Kimileri günlerce, kimileri haftalarca, kimileri
aylar, kimileri yıllar, kimileri de ömürleri boyunca beklerler; ama eninde sonunda hepsi
öğrenirler acımasız o gerçeği. Bazısı daha erken, bazısı daha geç; ama bilirler hayat o hayali
de yok saymıştır, ona da acımamıştır. İnsan hayali uğruna ne kadar çabalamış, onu ne kadar
istemiş olursa olsun hayat sadece görmezden gelir ve bildiğini okumaya devam eder. Öyle ki,
1
Nidanur Soner TURK 101-037
21401954
kader Tanrı tarafından çoktan yazılmıştır ve insanlar bir tiyatro sahnesindeki gibi yalnızca
yazılanı oynamakla yetinirler. Bir de şanslı insanlar vardır tabii. Hayalleri kaderlerinde
yazılıdır bu insanların. Onlar ise kaderlerini kendilerinin yazdıklarına inanırlar. Bu kişilere
göre, çabalamak ve istemek kadar basittir yazılanı değiştirmek ya da yeniden yazmak. Onlar
hayatta başarılı diye anılan ve parmakla gösterilen kesimdir işte. Oysa sadece kaderin onlar
için istedikleriyle kendi istedikleri uyuşmuştur ve bunu diğerleri de kendileri de bilmezler.
Çabaladıkları ya da olmasını istedikleri hayaller uğruna gerçek bir savaşı kazandıkları için
değil, yalnızca hayalleri kaderlerinde yazılı olduğu için başarılı, güçlü diye nitelendirilirler.
Onlar, kaderle aynı planlara sahip oldukları için sadece şanslıdırlar. Gerçek şu ki, Tanrı
herkes için bir senaryo yazmıştır ve insanların hayat olarak nitelendirdikleri olgu sadece bu
senaryoyu oynamaktır; çünkü kader biz ve bizim planlarımızı, hayallerimizi, umutlarımızı
umursamaz. Sadece dinler ve güler, sonra kaldığı yerden oyuna devam. İşte yine bu yüzden ne
güçlü vardır, ne de başarılı bu hayatta.
Kader anlayışının, kaderin değiştirilemez o ürkütücülüğünün ve insanların onun
karşısındaki savunmasızlığının en güzel özetidir “Paramparça Aşklar ve Köpekler”deki
zavallı Octavio, Valeria ve El Chivo’nun yaşadıkları. Ne Octavio ağabeyinin karısı Susana ile
kaçarak uzaklarda yeni bir hayat kurabilmiş, ne köpekleri Cofi kendi uysallığına uygun bir
yaşam bulabilmiş, ne de Valeria ve Daniel hayal ettikleri o kusursuz aşkı köpekleriyle birlikte
yaşayabilmiştir. Octavio kaçabilmeleri uğruna zavallı köpeği Cofi’yi sokak dövüşlerinde
harcamış, Valeria Daniel ile yaşamak yolunda ailesini terk etmiştir. Böylece, hayalleri uğruna
savaşınca, onlar için çabalayınca olacaktır fikrine inanıp sonunda kaderin “buradayım”
çığlığıyla her şeyi fark edenlerden olmuşlardır onlar da. Upuzun bir iki buçuk saatin işte
aslında tek cümlelik özeti “Tanrı’yı güldürmek istiyorsan ona planlarından söz et.”
2
|
204 | Ceren KILINÇ
Pablo Picasso- Guernica
Savaşın Soldurduğu Minik Yürekler
Çocukluğunuzu düşündüğünüzde neler canlanıyor zihninizde? Oynadığınız oyunlar mı,
bisiklete binip evinizin etrafında dolaştığınız anlar mı, yoksa parkta kaydıraktan kaydığınız
güneşli bir yaz günü mü? Çocukluğumu düşündüğümde ilk aklıma gelenler mutlu anılarım.
Bisikletten düştüğümde babamın beni kucaklayışı, annemle gezmeye çıktığım günlerde annemin
bana aldığı pamuk şeker, yüzmeyi öğrendiğim ilk gün ve daha fazlası… Bunlar bir zamanlar
mutluluktan gözlerimin parladığı anlardan yalnızca birkaçı. O zamanlar dünya üzerindeki diğer
insanları umursamadan yalnızca kendi mutluluğumu düşünür ve hissederdim. Dünyanın farklı bir
yerinde hiçbir zaman benim kadar mutlu olamamış ve olamayacak olan diğer çocuklar aklımın
ucundan bile geçmezdi. Beni mutlu eden o pamuk şekere belki de hiç sahip olamayacaklarını,
evlerinin tepelerine atılan bombaları, o bombalar yüzünden öldüğü için yere düştüklerinde onları
kaldıracak bir babaları olmayışını umursamazdım. Tarih boyunca, savaşları başlatan insanlar da
benim gibi çocukları umursamamışlar. Oysa savaş açtıkları, çatıştıkları kişiler düşmanları değil;
çocuklar olmuştur her zaman. Savaşlarda asıl zarar gören, incinen hep çocuklardır. Bu yüzden,
savaşların asıl kaybedenleri de hep çocuklardır. Canlarının yandığı tek an benim gibi bisikletten
düştükleri an olmalıyken, masum yürekleri paramparça olan çocuklardır. Anneleri hayatını bir zalimin kurşunu veya üzerine düşen bir bomba yüzünden kaybettiği için belki de hiç pamuk
şeker yiyemeyecek olan yine aynı çocuklar.
Bense onların masum yüreklerinin hatırına dönen dünyada, çocukluğumda olduğu gibi,
onların varlığına sırtımı çevirerek mutluluğumu sürdürmeye devam ediyorum. Onların yaşadığı
dehşetten haberim yokmuş gibi belki de hiçbir zaman sahip olamayacakları mutluluğun tadını
çıkarıyorum. Belki onları umursamadığımı düşüneceksiniz. Onların hayatını ellerinden alan
büyükler kadar acımasız olduğumu söyleyeceksiniz belki. Ancak, aslında bir çoğunuz da
benimle aynı şeyi yapıyorsunuz: Yalnızca seyirci kalıyorsunuz. Sizin de yaptığınız, tıpkı benim
gibi, kendi köşenizde olanları seyretmek, savaş çocuklarının hayatlarının yitip gidişini göz ardı
edip kendi mutluluğunuzu yaşamak.
Bazen dünyanın başka bir yanında aslında bir yıkımın yaşandığı düşüncesi sarar aklımı.
Sonrasında birçoğunuzun bu düşünceleri kafanızdan atmak için kullandığınız bahaneler doldurur
zihnimi. “Elimden ne gelir ki?” derim kendi kendime. O çocukların yaşadığı dramı tasavvur
etmek bile ürkütücü olduğu için kendimi rahatlatacak, beni mutluluğuma tekrar kavuşturacak
telkinlerde bulunurum kendi kendime. Oysa içimden bir ses, asıl yapmam gerekenin o
düşünceleri kafamdan atmak yerine daha fazla düşünmek olduğunu söyler. Aynı ses; o
çocukların yaşadığı dehşeti, minik yüreklerinin nasıl solup gittiğini sürekli hatırlamam
gerektiğini tekrarlar. “Bu dünya sen ve senin çevrendekilerden ibaret değil!” der bana.
İşte böyle bir zamanda gördüm Picasso’nun Guernica tablosunu. Bu yazıyı yazmama
neden olan, benim aksime mutlu bir çocukluğa sahip olmamış ve olamayacak çocukları
düşünmemi sağlayan bu tabloydu. Onların mutlulukla değil de savaşla geçen çocukluğunun
yanında benim yaşadığım mutluluğun ne kadar boş ve anlamsız olduğunu hissettim ilk defa.
Bunca zaman “Elimden ne gelir ki?” diye bahaneler üretmişken aslında neler yapabileceğimi
fark ettim. Tıpkı Picasso gibi bir tablo yapabilirim ya da çocukluğunu yaşamadan büyüyen
masum kalpleri anlatan bir şiir yazabilirim. Bunları yapamasam bile yapmamam gereken şeyi
artık çok iyi biliyorum: Unutmamak. Yapmam gereken şey onların varlığından, hayatlarının
solup gidişinden haberim yokmuş gibi davranmamak; onlara sırtımı dönmemek. Bu yazıyı
okursanız siz de hatırlayın savaş çocuklarını. Onların ellerinden alınan çocukluklarını düşünün
ve unutmayın bir daha varlıklarını.
KAYNAKÇA
Picasso, Pablo. Guernica. 1937. Tuval üzerine yağlı boya. Museo Nacional Centro de Arte Reina
Sofía, Madrid. |
205 | Rahime Beyza Koçak
21601851
KİŞİYE ÖZGÜ PENCERELER
Her insanın farklı bir düşünce yapısı ve farklı davranış stili var. Farklı bireylerin aynı olay
üzerindeki yorumları birbirlerinin tamamen zıttı olacak kadar bile değişik olabilir. Elbette,
bunun nedeni her birimizin farklı pencereden olayları incelememizdendir. Birimizin penceresi
olayı tamamen görebilecek kadar büyükken, bir başkasınınki olayın küçücük bir kısmını
yorumlayabilecek kadar küçüktür. Peki, her birimizin sahip olduğunu varsaydığımız bu
pencerelerimizin çerçevesi nasıl oluşuyor? Kim karar veriyor büyüklüğüne, rengine, hangi yöne
bakacağına ya da kimi görüntüleyeceğine?
Doğduğumuzda hepimize verilen pencere standarttır. Aynı yere bakmıyor olsalar dahi
aynı şekilde, aynı büyüklükte ve aynı renktedirler. Bizler büyüdükçe pencerelerimizde
değişikler olur. Bazısını siz isteyerek yaparsınız ama bazıları sizin izniniz dışında gerçekleşir.
Sizin izninizin dışında gerçekleşenler genelde beyninizin bilinçaltı gibi yönlendiremediğiniz
yerlerinde olur. Sonuç olarak öyle ya da böyle oluşan pencerelerimiz artık bizim olaylara bakış
açımızdır. Yaşadığımız herhangi bir şeyi yorumlamak istersek penceremize koşar onun
ardından bakarız. Sonrasında yorumumuzu ortaya dökeriz. Ortaya çok farklı yorumlar çıksa da
herkes için kendi yorumu doğrudur çünkü herkes nasıl görüyorsa ona göre yorum yapar.
Şekil : Bakış Açısı https://www.uludagsozluk.com/bakıs-acısı/1/
Dünya üzerinde şu an yaklaşık yedi milyar insanın yaşadığını kabul edersek herhangi bir
olaya yedi milyar farklı şekilde bakabilecek yedi milyar bakış açısına yani yedi milyar farklı
pencereye sahip olduğumuzu söyleyebiliriz. Yorumlama olayını ben kendimce düşünce sistemi
olarak adlandırıyorum çünkü her ne kadar biz gördüğümüz, işittiğimiz anda beynimizde bir
düşünce belirse de aslında çok kısa zamanlı sistematik bir olay yaşıyoruz. Çoğumuzun sandığı
gibi görüntüler salt bir biçimde bir anda beynimizde düşünceye dönüşmüyor. Zaten bir
düşünceyi yorum olarak adlandırabilmemiz için öncelikle belli aşamalardan geçirmiş olmamız gerekir. Bunu bir fabrikada ham maddenin ürüne dönüşüm sürecine benzetebiliriz. Örneğin,
işlenmemiş olarak getirilen odun belli aşamalardan geçtikten sonra masa olarak adlandırılarak
fabrikadan ayrılır. Fabrikada ham maddelerin gördüğü işlemler de bizim için içinde
bulunduğumuz toplum, değerlerimiz, genel inançlarımız olarak düşünülebilir. Bunlar da tam
olarak pencerelerimizin çerçevelerini oluşturan etkenlerdir. Siz bu etkenleri kontrol
edemezsiniz. Pencereniz gitgide bunlara uygun olarak kendiliğinden şekillenir. İstekli olarak
yaptığınız değişimler de sizin kendinizi nasıl geliştirdiğinizle ilgilidir. Okuduğunuz kitaplar, gün
içerisindeki deneyimleriniz, uzmanlık alanlarınız sizin seçtiklerinizdir. Bunlar da pencerenizin
çerçevesinin diğer bir ögeleridir. Pencerenizin camı da sizin beyin süzgecinizdir. Çerçevenizi
oluşturan bu etkenler bir araya gelip camınızı ayakta tutar ve yaşananlar size pencerenizin
camından geçerek ulaşır. Sonuç olarak düşünceniz oluşmuş olur ve bu düşünce yalnız sizin
fabrikanızın markasına özel bir üründür.
İnsan kendini geliştirdikçe bakış açılarının da geliştiğini fark edebilir. Önceden
pencerenizden sadece önünüzdeki çimenliği görürsünüz. Sonrasında çimenliğin arkasındaki
dağ girer görüş açınıza. Öyle bir raddeye gelirsiniz ki bazen dağın arkasını görmeseniz dahi
hayal edebileceğiniz kadar gelişmişsinizdir. O yüzden pencereleriniz söz konusu olduğunda
şekilci olmaktan çekinmeyin. Rengarenk boyayın mesela çerçevesini. Karamsar renkleri
seçmeden capcanlı, size hep iyiyi hatırlatacak renklere boyayın. Genişletebileceğiniz kadar
genişletin büyüklüğünü. Üstünde bulunduğu duvarı boydan boya cam yapın mesela. Ama
özellikle başkalarının pencerelerini de ziyaret edin. Manzaralarının ne olduğuna bakın,
malzemelerini inceleyin. Onların dizaynlarından da fikir edinip kendi pencerenizi size özgü bir
şekle getirin. Başkalarının da sizin pencerenize baktıklarına imrenmelerini sağlayın. En
kalitelisi, en yararlısı neyse onu kullanın inşa ederken. Düşüncelerinizin değerini bu şekilde
arttırabilirsiniz. Her zaman aklınızda bulunsun, en çok talep edilen ürünlerin fabrikaları her
zaman en kaliteli ürünü kullananlardır.
Kaynakça
Travis, Pete. Bakış Açısı. 2008. Columbia Pictures. Film. |
206 | Nisa Ekmekcioğlu
Özgür Olsam “Erkek Adam” Gibi
Kadın olmak zor bu dünyada. İlk defa duyduğumuz ya da dile getirdiğimiz bir ifade
değil bu. Aydınlanan her yeni günle beraber aldığımız koca/sevgili vahşeti haberleri, otobüste
karşılaştığımız dikkat çekecek ve sinirden delirtecek derecede sakinlikle yapılan taciz
hareketleri, yolda yürürken bizimle beraber ilerleyen baştan aşağı süzücü bakışlar ve bunlar
gibi daha birçok sebep bile basit bir yaşam döngüsü içinde kadının ne denli zorluklarla
sürekli baş etmek zorunda kaldığını yeterince açık bir şekilde gösteriyor bence. Klasik
cümleler belki bunlar, belki de her gün yeniden duydukça sıkıldığımız cümleler. Yine de
bağırarak söylenmemeleri –söylenememeleri- rahatsız ediyor beni.
Deniz Gamze Ergüven’in yazıp yönettiği; öksüz kalmış beş kız kardeşin geri kafalı
amcaları ve babaanneleri tarafından bastırılmasını ve birer çeyrek altından daha önemli
görülmemesini anlatan “Mustang” adlı filmi izledikten sonra bu rahatsızlık durumum daha da
arttı. Medeniyet seviyesine ulaşmaya dahi yaklaşamamış beyinlerin kadına bakış açısı ve
daha da kötüsü kadınların da bu tutumlara boyun eğmesi kadar üzen ve sinirlendiren bir şey
daha yok. Hala ısrarla “namus” algısının kadının cinselliğiyle bağdaştırılmasını, kızların yaşı
geldiğinde- bu ifadeden kastım da maalesef 15-16 yaşları- sofradan bir boğaz eksiltmek için
sevmedikleri fakat ömürleri boyunca boyun eğmek zorunda oldukları sapık ruhlu “insanlarla”
evlendirilmelerini, çocuksu masum hareketlerinin arkasında sapkınlık ve terbiye eksikliği
aranmasını anlamıyorum. Eminim ki azıcık eğitim gören ve küçük de olsa bir zeka belirtisine
sahip hiçbir birey de tüm bu olan bitenlere de anlam veremez bence.
Bir şeyler yapılmalı tüm bu basmakalıp ifadeleri, zorbalıkları, ahlaksızlıkları yıkmak
için. İki kadın sokak ortasında bıçaklanıp öldürüldükten sonra üçüncüsü için polis koruması
sağlamakla çözülecek gibi bir durum olmadığını anlamak lazım. Yapmacık “bilinçlendirme”
politikalarıyla, sahte göz boyamalarla çözülmez bu sorun. İnsanların kafasına işleyen
paslanmış düşünceleri söküp atmakla başlamak lazım. Cinsiyetin hiçbir şey ifade etmediğini,
güçlünün ve zayıfın arasındaki farkın fizyolojik sebepler olmadığını, etiketlemelerin ve
tekleştirmenin ahlakla alakasının dahi bulunmadığını insanlara öğretmek ve her birimizin
hayat tarzına bu görüşleri sökülmez dikişle işlemek lazım. Kadının “namuslu” olmakla
sorumlu ya da kocası ne dersi sorgusuz sualsiz ona uymak zorunda olmadığını kabul ettirmek
lazım insanoğluna. Yani diyorum ki bağnaz ve yobaz olmayı bırakmak lazım ey insanlar!
Bu konudan bahsederken bile sıkılıyorum, geriliyorum ve yaşadıklarım aklıma geldiği
için huzursuz oluyorum. Benden daha ağır travmalar yaşayan masum kadınların iç
dünyalarını hayal bile edemiyorum. İçim sıkılıyor, bunalıyorum ve umutsuzluğa kapılıyorum
çoğunlukla. Keşke diyorum; keşke insanoğlu gözünü açsa. Etrafındaki tüm adaletsizliklere,
eşitsizliklere, haksızlıklara ve ezilmişliklere gözünü açsa şu zeki insan! Açsa da bir görse
bazen bir bakışla, biz sözle, bir hareketle, hatta çoğu zaman da bir düşünceyle bir bireyin
içinde yol açtığı yıkımları. Belki o zaman kendinden utanır, suçluluk hisseder, üzülür ve bu
saçmalıklarına son verir. Kadının değersiz olduğuna inanmayı bırakır, onun vücudu ve
psikolojisi üstünde hüküm sürmeye çalışmaktan vazgeçer, -biraz fazla olacak fakat- belki de
bir anlığına bile olsa kadını anlamaya çalışır. Nasıl olsa hayal kurmak, keşke demek
bedava…
1
Nisa Ekmekcioğlu
Bugün umuyorum ki hayatımın sonraki yirmi yılını da “kadın” olmanın korkusuyla
yaşamayacağım. İstediğimi giyeceğim, istediğim saatte evime gireceğim, istediğim yere
gideceğim, istediğim insanın elini tutacağım. Umuyorum ki benim gibi tüm kadınlar da
istediğini yapacak, ürkek ve sessiz kalmayacaklar. Umuyorum ki tüm erkekler kadınların
kendilerinden hiçbir farkı olmadığını kabul edecekler; eşlerine, arkadaşlarına, kardeşlerine,
annelerine bu görüşle yaklaşıp değer verecekler. Ve yine umuyorum ki bundan yirmi yıl
sonra bu konu tarihe gömülecek, insanlık vakti zamanında yaptıklarından utanıp diline bile
getirmeyecek bu konuyu, özgürlük sadece Ali’nin Ahmet’in değil de Ayşe’nin Elif’in de
olacak…
2
|
207 | Nazlı Delal ENSARİOĞLU
21302425
Leman MÜFTÜOĞLU
Türkçe 102- SEC31
23 Şubat 2015
AŞIRI DOZ HIRS
İstisnasız hepimizin gözünü karartan en uç duygudur hırs. Zaman zaman öyle yoğun
hissederiz ki, kendimize veya etrafımızdakilere ne kadar zarar verdiğimizi göremeyecek
kadar kör oluruz. Öylesine hedefe yoğunlaştırır ki ancak istediğimiz başarıya ulaştığımız zaman
görebiliriz uğruna neleri feda ettiğimizi ve o zaman anlarız aslında mutluluğun ‘yetinmek’le
doğrudan bir ilişkisi olduğunu. “Whiplash” filminde bahsettiğim duygular olabilecek en
mükemmel şekilde gözler önüne seriliyor. Film, çocukluğundan beri çok iyi derecede bateri çalan
ve ülkesindeki en iyi müzik okulunu kazanmış hırslı bir genç müzisyen olan Andrew'le psikopat
sayılabilecek kadar mükemmeliyetçi bir karaktere sahip, okullarının orkestra şefi olan Fletcher
arasındaki öğretmen öğrenci ilişkisini anlatıyor. Fletcher, Andrew'daki azmi ve yeteneği fark edip
onu okulun orkestrasına alır. Andrew, gerek etrafındakilerin yaptığı işi küçümsemesinden, gerekse
müziğe olan sevgisinden yaptığı işte en iyi olmaya kararlıdır. Fletcher bunun farkındadır fakat
onun amacı dünyadaki en iyi müzisyeni yetiştirmekten öte Andrew'ın kendi sınırlarını aşarak
olabileceğinden daha iyi olmasını sağlamaktır.
Şüphesiz ki filmde en çok akılda kalan replik Fletcher'ın söylediği “Good job ingilizcedeki
en zararlı iki kelimedir.’’ olmuştur. “Good job” sözlükteki Türkçe çevirisiyle iyi iş olup bizdeki
karşılığı ve aynı zamanda alt yazıda da geçtiği haliyle “aferin”dir. Bu söz Fletcher’ın başarı konusundaki doyumsuzluğunu en açık şekilde ortaya koyuyor. Fletcher Andrew'ın performansını
asla takdir etmeyerek üzerinde fiziksel şiddet ve psikolojik baskı içeren birçok metot uygular.
Andrew'daki aşırı hırs pes etmesine müsaade etmez ve kanayıp parçalanan ellerine aldırış
etmeden daha iyi olabilmek için durmadan çalışır. Hırs gözünü o kadar bürümüştür ki başarısına
engel olacağını düşünerek sevgilisinden ayrılıp özel hayatını tamamıyla bir kenara bırakarak
kendini müziğine adar. Şefini memnun etme çabası tarafından ele geçirilen Andrew, hırsının ona
yaptırdıkları yüzünden zaman zaman hayatını tehlikeye atar.
Filmin son 9 dakikasında Andrew'ın bateri performansına yer verilmiş; kimileri bunun sıkıcı
ve bunaltıcı olduğunu düşünüp filme ağır eleştirilerde bulunsa da çoğunluğun ve ayrıca benim
görüşüm tam da filme yaraşır bir şekilde bitirildiği yönünde. Her şeyden önce müzikal anlamda
inanılmaz bir performans sergileniyor. Muazzam bir işitsel haz yaşatırken, gerilim 1 saniye olsun
düşmüyor. Sıradan filmler bir kaza, ölüm, saldırı gibi sahnelerle bitirilip, anlık
gerilimler yaşatırken veya kolaya kaçıp kısa bir mutlu son sahnesiyle bitirilirken bu filmde
alışılagelmiş film kalıbının dışına çıkılıp risk alınmış. Bu olağanüstü performansı dinlerken
görüyorsunuz ki Andrew, Fletcher'ın hırsının yol açtığı bir kaza sonucu ölen başka bir öğrencisinin
aksine, olmak istediği müzisyen oluyor ve böylesine farklı bir mutlu son örneğinin uzun soluklu
gerilimle beraber verilmesi izleyiciye eşsiz bir seyir keyfi yaşatıyor.
Tabii ki filmi bu denli kusursuz ve sıradışı yapmaktaki en büyük rolün oyunculara ait olduğu
göz ardı edilemez. Çünkü ‘hırs’ gibi soyut bir kavramı gerçek hayatta olduğundan bile daha
gerçekçi ve yoğun hissettirmesi bu filmi efsaneleştirebilecek en önemli özelliğidir. Zaten filmde verilmek istenen asıl duygular gösterilmeden veya söylenmeden çok başarılı bir şekilde
hissettiriliyor. Öylesine ustalıkla oynanmış ki, film 19 gün gibi, bu başarıdaki bir film için oldukça
kısa bir sürede çekilmiş olmasına rağmen her şey yeterince özenli duruyor ve bu noktada filmin
yapımcıları elde ettikleri başarıyı başrolü paylaşan Miles teller (Andrew) ve J.K Simmons'a
(Fletcher) borçlu.
En iyi film dahil 5 dalda Oscar adayı olan bu filmin hak ettiği değeri görmesi gerektiğini
düşünüyorum. Herkesin tanıdığı bu tehlikeli duyguyu şahsen yaşamaktan ziyade hem yoğun bir
şekilde hissedip hem de diğer gerçekleri görerek izlemenin her insana kişisel anlamda önemli
katkılarda bulunacağı kanaatindeyim. Zira benim için öyle oldu. Filmi izlemeden önce başarı
odaklı yaşayan bir insanken izledikten sonra anladım ki bir şeyi aşırı istemek, istediğini elde
etse bile insanı mutsuzluğa götürüyor ve mutsuz bir insan ne kadar güce ve beceriye sahip olursa
olsun başarılı sayılmaz.
|
208 | Astronotlar ve Üniversite Öğrencilerinin Ortak Özellikleri
Hiç ıssız bir gezegende tek başınıza kalmayı düşündünüz mü? Başınıza
gelebilecekleri? Sizinle işbirlği yapmayan, elverişsiz doğa koşullarında yaşamayı?
Düşündüyseniz veya aklınızdan geçmediyse de, sahip olmanız gereken ilk özellik
kararlılık olmalı. Bütün zorluklara karşı gelebilecek bir kararlılık. Soğuk, açlık,
iletişim kopukluğu, fırtınalar, ve bunun gibi daha birçok nedene karşı gelebilecek
bir kararlılık. Andy Weir’in 2015 tarihli Martian (Marslı) isimli yapıtında görülen
cinsten bir kararlılık. Mars koşulları kadar olmasa da, üniversite hayatı da insana
bu tip zor zamanlar yaşatabilir. Midtermler, finaller, quizler, ödevler derken insan
kendini tempo içinde kaybedip, adeta hayati bir mücadelenin içinde bulabilir
kendini. Bakarsınız kendinize gece dört sularında kahve yapıyorsunuzdur. Bazı
günler kütüphaneden sonunda dışarı adım attığınızda saat 02.30’u
göstermektedir.
Üniversiteyi Mars ile karşılaştırmak gerekirse, öncelikle ikisi de zordur.
Astronot olmak ne kadar zorsa iyi bir bölümde başarılı olmak da bir o kadar zordur
bence. Uzayda insanlar karşılarına çıkan doğal problemleri çözmek için uğraşırken
öğrenciler önlerine çıkarılan yapay problemlerle uğraşır dururlar. Bilkent için
konuşmak gerekirse, derslerin büyük bir çoğunluğu dinleyen kitlenin IQ
(Intelligence Quotient – Zeka Katsayısı) seviyesi yüz ve üzeriymiş gibi anlatılır.
Çözülmesi gereken on soru mevcutsa en fazla dördü çözülür. Genellikle kalan altı
sorunun birleşimini barındıran sorular da sınav sorularını oluşturur. Amaç
öğrencinin “düşünmeyi sağlaması” olsa dahi, bu tutum öğrenciyi hayatta kalma
savaşı veriyormuşçasına zorlu koşullara sokar. Astronot içinde bulunduğu sorunu
çözme kapasitesine ulaşırsa hayatı kurtulabilir. Öğrenciler için ise durum pek iç
açıcı değildir. Sayısız soru çözülse bile profesör sınavda öğrenciye kırk puana mal
olacak o soruyu karşısına koyar. Kitap içerisinde Mark Watney, ana karakter ve
Mars’ta mahsur kalan astronot, aç kalma sorununa çözüm bulmak için dışkı ve
verimsiz Mars toprağını karıştırarak patates ekebileceği bir ortam yaratır kendine.
Kitapta bu fikir ona yeterli yiyeceği kazandırsa da, öğrenci hayatı bu şekilde
yürümez. Sınavda eğer öğrenci, sorunun çözüm yolun hatırlayamaz ve “alternatif”
çözüm yolları aramaya başlarsa, genellikle o sorudan puan alamaz. Bütün bu zorluklara karşı dik ve ayakta durabilmek için öğrencinin son
derece kararlı bir yapısının olması şarttır. Sıkılmadan, yorulmadan çalışmaya alışık
olmalı ve haftalık ödevlerin yanında ders tekrarı ve sosyal etkinlikleri de hayatında
bulundurabilmelidir. Bir nevi akıntıya karşı içinde bulduğu dala tutunabilmelidir.
Peki nedir bu dal? İnsanın tüm bunlara dayanabilmesini sağlayan, onu ileriye
doğru iten bu güç nedir? Kimi gelecek kaygısı, kimi sevdasını ileri sürer. Bence bu
güç aileden gelir. Hem sahip olunan hem de kurulacak yeni aile düşüncesi insanı
bu yola sokar. Aileyi mahcup etmemek düşüncesi eğitim öğretim hayatının
vazgeçilmez bir parçasıdır başarılı çocuklar için. Bu karşılıklı güven bir noktadan
sonra bir sorumluluğa dönüşür ve bireyi bütün zorluklara dik durmaya iter. Diğer
yandan her erkek içten içe bir aileye sahip olmak ister. Bunun için de yeterli
kazanca sahip olmak zorundadır ve üniversite, bu yolda atılan en önemli adımdır.
Üniversite öğrencisi astronot dayanıklılığına ve kararlılığına sahip olmalıdır.
İçinde bulunduğu zorlu, dayanılması güç koşullarda “nedenlerine” tutunarak
daima ileri gitmeye ve mezuniyete doğru yüzmeye çabalamalıdır. Çünkü ucunda
güzel bir hayat varsa, kim istemez ki zorlukları aşmayı? Öğrencinin durumunda
aileye, astronotun halinde hayata bağlılıktır onu saran. Durum, o an ne kadar zor,
çözüm de ne kadar meşakkatli görünürse görünsün hayatta, özellikle öğrenci
hayatında, insan her zaman çözümleri ısrarla aramalı ve saklandığı delikten
çıkarmalıdır.
Ayhan Okuyan
21601531
|
209 | Ceren Toraman
Karşılıksız Aşkın Anatomisi
Karşımızdaki insandan hiçbir beklentiye girmeden, sadece onu o olduğu için
sevdiğimizde buna platonik aşk diyoruz. Bizim için önemsiz bir insanı bile beklentiye
girmeden sevmek mümkün değilken bence aşk epeyce fedakarlık gerektiren bir durum oluyor.
Genellikle insanlar, bireylerin neden birini karşılıksızca sevdiğini anlayamıyor. Bir insan
neden karşılık bulamadığı halde sevgisini alıp başkasına hibe eder? Buna yol açan faktörler
nelerdir? Platonik aşkın saf aşk olması gibi bir durum mümkün müdür? Bu ve bunun gibi
sorular insanların kafasını kurcalıyor. Bende uzun zamandır bu konuyla ilgili düşünüyorum ve
bu yazımda karşılıksız aşkın nedenlerini ve sonuçlarını ele almak istiyorum.
Aslında karşıksız aşkla ilgili düşünmeye başlamam bir kitap sayesinde oldu.
Ahmet Günbay Yıldızın Aşk Diye Bir Şey adlı kitabındaki karşılıksız aşkla ilgili olan
denemeleri çok beğendim ve bu kitap beni bu konuyla ilgili düşünmeye yöneltti. Önceden
bende herkes gibi bunun gelip geçici hatta önemsiz olduğunu düşünürdüm fakat aslında hiç de
böyle olmadığının farkına vardım. Bence karşılıksız aşk, aşkın en saf hallerinden biri.
Karşılıksız sevebilen kişi, belli bir bedel ödemeye razı olan ve bu bedeli de kalp ağrısıyla, aşk
acısıyla, uykusuz gecelerle ödeyen kişidir. Yani hiçbir karşılık beklemeden sever bu kişi.
Tıpkı Aşkın 500 Günü filmindeki Tom’un Summer’a olan karşılıksız aşkı gibi. Sevgisine
hiçbir kulp takmaz. Belli bir menfaat peşinde koşmaz. Ama, fakat, ancak, lakin, eğer,
şayet olmadan sever. Aşkın tüm lezzetlerine doyarak sever. Aşkın lezzetlerine, karşılık
bulamamanın verdiği o acı tat da dahildir. Şair, diyor ya hani "Ayrılık da sevdaya dahil." diye,
tıpkı onun gibi acı da dahildir sevdaya. Maşuğun bir gülümsemesi aşığa dünyanın en ferah
esintisini bağışlar ve gene maşuğun umursamaz halleri aşığa yeryüzünde cehennemi yaşatır.
Ceren Toraman
Yani karşılıksız aşk dipten dibe tüm duyguları birkaç dakikalık arayla yaşayabilme
kapasitesine sahip kişilere göre bir şeydir. Bu anlamda ne kadar karşılıksız aşkı güzellesem de
platonik aşkta patolojik bir yan da gözlemliyorum ben. Bir insan çevresinde yüzlerce,
binlerce, milyonlarca farklı kişi varken neden bir kişiye tutulur, neden bir kişide tutuklu kalır?
İnsan neden acı çekmeye razı olur? Bu soruların yanıtı bende yok. Ancak bazı çıkarımlarda
bulunabilirim sanırım. Özellikle Yıldız'ın denemelerini okuduktan sonra meseleye biraz daha
geniş bir perspektiften bakmanın daha faydalı olduğunu fark ettim. Bence karşılıksız seven
insanlar, acı çekmeye ihtiyaç duyuyorlar. Mazoşizm anlamında söylemiyorum bunu. Şöyle
açabilirim meseleyi. Bazı insanlar hayatı dolu dolu yaşamak isterler. Acıysa acı, hüzünse
hüzün, sarhoşluksa sarhoşluk, yemekse yemek... Her şeyin aşırılığını severler. Bir porsiyon
hüzün onlara yetmez. Onlar 3.5 porsiyon acı çekmek isterler, ancak duygu mekanizmaları
diğer insanlardan farklıdır. Dozaj farkı vardır arada. Ancak aşırı dozda kendilerini bulabilirler,
ancak öyle ferahlayıp rahata erebilirler. Kendilerini en kötü konuma sokarlar, böylece en ufak
bir iyileşme bile olduğundan daha çok mutluluk verir.
Sözün özü, normali hangi norm ile açıklamak gerekir, hakikaten bilemiyorum.
Ancak karşılıksız aşk ve sonrasındaki acı süreçlerinin anormal ve hatta patolojik bir durum
olduğu konusunda gün geçtikçe daha da emin olmaya başlıyorum. Platonik aşk mevhumuna
uzak olmayan, bilakis karşılıksız aşk acısını senelerce en yoğun biçimde yaşamış ve bu sancılı
süreci bir şekilde geride bırakmış tecrübeli biri olarak diyebilirim ki duygularını en yoğun
halde yaşayan insandır platonik aşık. Tüm duyguları kana kana yaşamıştır, ancak sürecin
bedensel ve ruhsal anlamda yaptığı hasarı göz önüne alınca karşılıksız aşkın tehlikeli bir
hastalık ve ruhsal bozukluk olduğunu düşünüyorum. Biliyorum da konuşuyorum. Aşkla...
Ceren Toraman
KAYNAKÇA
Ahmet Günbay Yıldız. Aşk Diye Bir Şey. Timaş Yayınları. 2015.
|
210 | BAŞLANGIÇLAR VE UMUTLAR
Yeni yıl… Yeni hayaller, yeni umutlar… Bir yılın bitişi, yeni bir yılın başlangıcı hep umudu temsil
etmiştir. Kim aksini söylüyorsa inanıyorum ki o bile içinde bir umut taşıyordur yepyeni bir başlangıç
için. Çünkü başlangıçlar özeldir. Kimi zaman insan affetmeyi öğrenir kendini ya da bir başkasını, kimi
zaman unuttuğu güzel duyguları geri çağırır. Başlangıçlar özeldir. Çünkü biliriz ve hissederiz ki
değişmek ve değiştirmek için gerekli güce sahibizdir. Yeni bir yıla hazırlanırken kendimizi böyle
umutlu, keyifli ve değişime açık hissetmemiz işte bu yüzdendir.
Yılbaşı Gecesi sıradan bir film belki, evet klişelerle dolu ve bu senaryonun ne özelliği var
dedirtebilir insana. Ama bu filmi anlamlı kılan şey çok farklı: Umut. Dünyanın hala yaşanabilir bir yer
olduğunu, yaşanacak güzel duyguların hala var olduğunu anlatıyor film. İnsanlar ikinci bir şansı hak
eder ve değişmek bizim elimizde. Filme ön yargıyla yaklaşmadığımdan ders çıkardığım çok fazla şey
var aslında. Değişmeyi ertelememize gerek yok, değişim için gerekli olan tek şey biziz. Biz yeter ki
umudumuzu kaybetmeyelim, yeter ki bir adım atalım geleceğe doğru, gerisi gelir.
Bazen düzelmeyeceğine inanırız kötü giden şeylerin. Ya da deliler gibi pişmanlık duyarız ama
elimizden hiçbir şey gelmeyeceğine çoktan inandırmışızdır kendimizi. Bazen elimizde olmayan
sebeplerden dolayı kaybettiğimiz şeylere hayıflanırız, bazen hayata bir şans vermek için fazla ön
yargılı davranırız. Hepsi hayattan birer parça ve hepsinin çözümü basit: Derin bir nefes alıp
gülümsemeyi hatırlamak, umut etmek. Umut, insana zor durumları atlatma gücü verir. Umut yeni
başlangıçları, güzel günleri çağırır. Umut öyle mucizevi bir şeydir ki kendimizi ona teslim ettiğimizde
işlerin yoluna girdiğini de fark etmemiz uzun sürmez.
Yeni bir yıl, umudun var olduğunu hatırlamamız için çok güzel bir fırsat. Varlığını unuttuğumuz
güzel duyguların tekrar hayat bulması için en güzel zaman yılbaşı gecesi. Sıradan bir geceden farkı
yokmuş gibi dursa da onu farklı kılan bizim ona verdiğimiz anlam. Her zamankinden daha farklı bir
heyecan hissediyorsak, geleceği umutla ve sabırsızlıkla bekliyorsak, sonunda bir şeylerin
değişebileceğine inandıysak o gece farklıdır. Üç yüz altmış beş günün sadece bir gününü dünyanın
hep birlikte ve neşe içinde kutlamasını sağlayan şey de umuttur. Herkes bir an aynı duyguları paylaşır,
tüm dünya tek bir yürek olur. İnsanların gözündeki o coşku, o yaşam enerjisi aslında tek bir şeyi temsil
eder. İnsanlar başka zaman bir şeyin gelişini kutlamaz aynı anda, o coşkuyla. Ama o an özeldir.
Yepyeni planlar yaparsınız geleceğe dair. Geçen senelerde yapamadığınız, belki fırsat veya zaman
bulamadığınız, hep ertelediğiniz, bahaneler uydurduğunuz şeyleri hayata geçirmek için önünüzde
koskoca bir yıl vardır. Sizi harekete geçirecek güce sahipsinizdir o gece. Belki asla affetmem dediğiniz
birini affedersiniz, belki ne zamandır içinizi kemiren bir kırgınlığa son verirsiniz özür dileyerek. Belki de
hiçbiri, sonunda kendinizle olan hesaplaşmalarınıza son verirsiniz, kendinize huzurlu olma hakkını
tanırsınız.
Başlangıçlar özeldir. Onları özel yapan da biziz. Umudumuz ve biz… İnsanı insan yapan
şeylerden biridir umut ve gerçekten çok farklı bir dünyanın kapılarını açar bize. Yeter ki biz isteyelim,
yeter ki umut edelim. Yeni bir yıla girerken hayata karşı ön yargılarımızı silip atalım ve kendimizi de
yenileyelim. Yenileyelim ki gelecek güzel günleri fark edecek bilincimiz olsun. Hayatın yanımızdan
öylece akıp gitmesini engelleyelim. Bu sene yılın son gününde, bir kere daha gözlerimizi kapatıp
gülümseyelim. Ve bilelim ki o senenin güzel geçmesi için ilk adımı attık bile. Bilelim ki hayat bize
istediklerimizi vermeye başlayacak, biz istediğimiz sürece…
Selen İmamoğlu
|
211 | MARS’TA MAHSUR KALMAK
Hayatta kalmak için sınırlarınızı ne kadar zorlayabilirsiniz? Hiç düşündünüz mü? İnsanoğlu
yaşam ile ölüm arasında tercih yapmak zorunda kaldığı zaman çok sıra dışı işler başarabilir. Bu
insanın temel içgüdüsüdür. Zorlukla karşılaştığımızda, seçeneklerimiz ne kadar ölüme yakınsa
aldığımız risk de o ölçüde artar. Risk almanın neticesinde de olağanüstü yaratıcılıkla birlikte
mücadele edebiliriz. Bir adada mahsur kaldığınızı düşünün, buradan kurtulabilmeniz, sizin ne
kadar cesur ve ne kadar yaratıcı olabileceğinize bağlıdır. Sınırları zorlamanız ve bazı tavizler
vermeniz gerekir.
Peki ya mahsur kaldığınız yer bir gezegen ise... Elbette böyle bir durumun şu an için
gerçekleşmesi zor gibi gözükse de, kim bilir belki yakın zamanda böyle bir durumdan söz
edilebilir. Andy Weir’in romanı The Martian’da (Marslı) böyle bir durum söz konusu. Bir astronot
Mars’ta mahsur kalıyor ve doğal olarak hayatta kalma içgüdüsü onu ve daha sonra da
mürettebatını çılgınca şeyler yapmaya itiyor.
Söz konusu Dünya’dan milyonlarca kilometre uzakta mahsur kalmaksa, gerçekten yaratıcı
olmanız ve potansiyelinizin tamamını kullanmaya çalışmanız gerekir. Siz fiziki ve psikolojik
sınırlarınızı zorlamazsanız hayatta kalma şansınız düşer. Ben bu durumu riski çok yüksek olan bir
işte çalışmaya benzetiyorum. Aslında temel olarak insan yaşamak, hayatta kalabilmek için çalışır
ve çabalar. Temel görevimiz iaşemizi ve ibatemizi sağlamaktır. Bunları halledebildikten sonra
hayat standartlarımızı arttırmak için uğraşabiliriz. Yani, tarih öncesi çağlardaki atalarımız gibi her
geçen gün yeni bir sistem keşfetmeniz gerekir ve yaptığınız her şeyde ilk olmanın getirdiği
zorluklar mutlaktır.
Bir şeyin ilki olmanın insana getirdiği tecrübesizlik ve sorumluluklara da değinmemiz
gerekiyor. Bu noktada ilham alabileceğiniz önceki tecrübelerden, yaşanmışlıklardan gelen bir
birikim olmayacaktır. Tamamen kendi yaratıcılığınızla baş başasınız, tek sahip olduğunuz şey bir
zaman dilimi. Bunu iyi tayin etmelisiniz. Her şeyin matematiğini yapmalı ve önceden çözüm
yolları üretmeniz gerekir. Elbette bu herkesin yapabileceği bir iş değildir. Ayrıca her eyleminiz,
neticesi olumlu ya da olumsuz, çözüme yaklaştıracak ve şüphesiz ruh halinizi de doğru orantılı
bir şekilde etkileyecektir.
Unutmamamız gereken bir diğer husus ise yalnızlıktır. Bilindiği üzere insanoğlu şimdiye
kadar Mars’ta herhangi bir yaşam izine rastlamamış ve orada canlı bir organizmanın olmadığına
kesin kanaat getirmiştir. Bu durumu elbette tehlikeyi azaltan bir unsur olarak düşünmeliyiz.
Lakin insan ilham almak için iletişime ihtiyaç duyar. İletişim çağında yaşadığımızı ve bizden sonra
bu gelişmelerin daha da ilerleyeceğini varsayarsak, koskoca bir gezegende canlı tek organizma
olmak beraberinde bunalımlar getirebilir. Romanın baş kahramanı Mark Watney’in hiç pes etmeden yaşam mücadelesini
sürdürmesi ve Mars’ta hayatta kalması gerçekten ibretlik bir hikayedir. İnsanoğlunun yaşama
arzusunun ne kadar şiddetli olduğunu, Mars’ın çetin şartlarına göğüs gererek kanıtlıyor.
Dışardan bakıldığında hayatta kalmanın imkansız gözüktüğü şartlar bile insanın yaşama arzusuna
üstün gelemiyor. Bu açıdan roman bende, insanoğlunun hayata karşı doyumsuz bir isteğe haiz
olduğu intibaını uyandırıyor.
Şu an için romanın senaryosu hayal gücümüzü zorlasa da insanoğlu yakın bir gelecekte
gezegenler arası seyahat edebilecek kapasiteye ulaşacak gibi gözüküyor. Elbette, her yenilik,
beraberinde de yeni sorunlar getiriyor. Belki ilerleyen zamanlarda böyle bir olay gerçekleşebilir.
Eğer o astronotun yerinde biz olsak, Mars’ın şartlarıyla tek başımıza böyle bir mücadele verebilir
miydik? Elbette bu sorular şimdi cevapsız olsa da, yakın zamanda böyle bir durum karşısında
insanların benzer bir mücadele verebileceğinden şüphem yok. Belki de insanoğlu böyle bir
mücadeleci ruha sahip olmasa bu günlere kadar gelemezdi.
Kaynakça
Weir Andy, 2014, Marslı, İstanbul, İthaki Yayınları
Sait Berk SAATÇİ |
212 | Ekin Üstündağ
21602770
ELLİMİ SALLASAM ELLİSİ
Geçen gün izlediğim Ne Dilersen (Absolutely Anything) adlı filmin beni nasıl etkilediğini
anlatmak istiyorum. Film çok eğlenceli ve komik olmak ile birlikte çok güzel de bir konusu var. Filmde
uzaylılar insanları sınamak için sıradan bir insanı seçiyorlar ve ona özel bir güç veriyorlar. Bu andan
itibaren bu sıradan kişinin dilediği her şey, elini salladıktan sonra gerçek oluyor.
Bu harika bir şey gibi gözüküyor. Hepimiz hayatta en az bir kere böyle bir yeteneğimizin
olmasını istemişizdir herhalde. Hiç bir zaman sahip olamayacağımız bir oyuncağa sahip olmayı, tonla
paramızın olmasını, yapmamız gereken işlerin kendiliğinden yapılmasını ya da daha çok zamanımızın
olmasını eminim ki dilemişizdir. En azından ben çok diledim. Filmdeki arkadaş da birçok ilginç dilekte
bulunuyor. Küresel ısınmanın durması, savaşların bitmesi ölülerin canlanması, köpeğinin konuşması
gibi. Fakat garip bir şekilde dilediği şeylerin bir çoğu ters tepiyor. Küresel ısınma duruyor, insanlar
donmaya başlıyor, ölüler canlanıp zombi gibi insanlara saldırıyor...
Bu da bana İngilizlerin bir deyimini hatırlatıyor: "Ne dilediğine dikkat et, bir gün
gerçekleşebilir". Yani dilediklerimize dikkat etmeliyiz, bazı zamanlarda dilediğimiz şeyler aslında bize
uygun olmayabilir ve bizi mutlu etmeyecek olabilir.
Düşünüyorum da benim de filmdeki gibi ters tepmiş bir hayalim vardı. Ben küçükken
matematiği çok severdim. En sevdiğim ders matematik idi. Matematik problemleri çözerken çok zevk
alırdım. Bu yüzden ben de büyüyünce matematikçi olmak istiyordum. Hem sevdiğim bir iş yapacak
hem de para kazanacaktım. Kim "büyüyünce ne olacaksın?" diye sorsa ben "Matematikçi olacağım.
Bütün problemleri çözeceğim." derdim. Ailem de bana küçük kardeşimi çalıştırmamı ancak o zaman
iyi bir matematikçi olabileceğimi söyledi. Ben de kardeşim ile ders çalışmaya başladım. Kardeşim
sınavı, ödevi ya da anlamadığı bir konu olduğunda, ki bu çok fazla oluyordu, bana geliyordu. Fakat bir
zaman sonra fark ettim ki ben aslında pek de iyi ders anlatamıyordum. Kardeşim anlattıklarımı hiç de
anlamıyordu. Zaman ilerleyip ben üst sınıflara geçtikçe yeni anlatılan matematik dersleri de çok
karışık, çok zor bir hale geliyor ve benim de ilgimi çekmemeye başladı. Fark ettim ki artık pek de
matematiği sevmiyor, matematikçi olmak istemiyordum. Bir anda eskiden hayalini kurduğum bir şey
artık benim için mutluluk vaat etmiyor, haz vermiyordu.
Sanıyorum ki, biz insanlar hayal kurar iken hiçbir şekilde kötü olasılıkları hesaba katmıyoruz.
Bu yüzden de körü körüne mutlu olacağımıza inanıyoruz. Benim matematikçi olmak istemem ya da
filmde ölülerin canlandırılmak istenmesi gibi her şeyin mutlak iyi olacağına ve bizim de sonsuz bir
mutluluğa erişeceğimizi zannediyoruz. Fakat bazen öyle olmayabiliyor ve hayal ettiklerimiz bizi
aslında mutlu edecek şeyler olmayabiliyor. Bazen de hayallerimize ulaştığımızda mutlu olamadıysak
bu sefer de sürekli daha fazlasını istiyebiliyoruz. Sürekli bir doyumsuzluk içine giriyoruz ve tatmin
olamıyoruz. Sürekli daha fazla paramızın olmasını istememiz buna örnek olabilir. Oysaki olabilecek
diğer ihtimalleri ihmal etmeyip onları da düşünsek ve daha gerçekçi hayallerimiz olsa belki sonunda
ya daha az üzülür ya da daha mutlu olabiliriz.
Sonuç olarak, biz insanlar hayal kurmayı pek seviyor gibiyiz. Bu kurduğumuz hayallerin
hepsinde kesinlikle mutlu olacağımıza körü körüne inanıyoruz. Bunun sebebi galiba sadece mutlu olacağımız yerleri düşünüyor, mutsuz olacağımız hiçbir şeye ihtimal vermiyoruz. Bu yüzden bazen
ulaştığımız hayaller ile yetinmiyor sürekli daha fazlasını istiyoruz. Mutlu olmak içinse bize gereken
gerçekçi olabilmek gözüküyor.
|
213 | Arada Kalanlar
Yaşadığımız dünyada, etrafımızda birbirinden farklı insanlar görüyoruz. Kimisi yanımızdan sadece
geçip gidiyor kimisiyle hayatlarımız bir yerde kesişiyor ve artık hayatlarımızın bir parçası haline geliyorlar. Bu
insanlardan bazıları hayatlarını bizden daha lüks yaşarken bazıları bizim olduğumuz seviyeye gelebilmek için
tüm ömürlerini harcıyorlar. Bu karşılaştığımız kişilerin hayatımıza girmesine bazen biz karar veriyoruz bazen
elimizde olmayan bir şekilde gelişiyor her şey. Sonucunun güzel olup olmaması şansımıza bağlı bu durumda.
Hayatın bu gerçeği hakkında yazma isteğimi oluşturan şey Zülfü Livaneli'nin Konstantiniyye Otel'i isimli
kitabıydı.Kitabın içinde insanların kendilerinden üstün olan kişilerle aynı ortamda bulunmasını ve
birbirlerine karşı olan düşüncelerini okuyoruz. Bu durum beni kendim hakkında da biraz düşünmeye
yöneltti.Acaba ben kendimden üstün olan kişilere nasıl davranıyorum ve onlar hakkında nasıl düşünüyorum?
Kendi hayatıma baktığımda etrafımdaki insanlar genelde aynı seviyede bulunuyorlar ve bundan
dolayı aralarında herhangi bir davranış farkı ya da düşünce farkı oluşmuyor. Üst ya da alt seviyeden biriyle
aynı ortamda bulunduğumda ise onların davranışlarına göre hareket etmeyi tercih ediyorum. Onlar eğer
kendi üstünlüklerini ya da benim seviyemden aşağıda olduklarını bilerek gözüme sokmaya kalkışıyorlarsa ben
de aynı saygısızlıkla onlara karşılık veriyorum.Eğer onlar seviye farkına dikkat etmeden davranış
sergiliyorlarsa, ben de onların benden üstün ya da alçakta olmalarına dikkat etmeden davranıyorum. Her tür
ortamda bulundum ve gördüm ki ne kadar benden üstün bir seviyede olsalar bile kişilikleri bunu kapamaya
yetiyor. Kendi kendilerine kötülük yaptıklarını fark edemiyorlar ama dışarıdan bu açıkça anlaşılıyor.
Benim için bu durum böyle ama karşılaştığım farklı örnekler de var. Bazı insanlar kendilerinden farklı
seviyede olan kişilerle aynı ortamda bulunmayı istemezler ve rahatsız olurlar. Bunun sebebi ya egolarıdır ya
da vicdanları. Kendilerinden üst seviyede olanlarla birlikte zaman geçirirken egoları onları rahat bırakmaz ve
bu durumu kendilerine yediremezler. Kendilerinden alt seviyede olan kişilerle birlikte olduklarında ise
vicdanları onları rahat bırakmaz ve durumlarından dolayı utandıklarını görürüz ya da o kadar cimrilerdir ki
sahip oldukları imkanları paylaşmak istemedikleri için hemen oradan uzaklaşmak isterler. Bunların yanında
bir de özellikle üst seviyede bulunan kişilerin birbirleriyle alakalı sahip oldukları düşünceler ve birbirlerine
karşı nasıl davrandıklarından gözlemlerime dayanarak bahsetmek istiyorum.Onlar genelde içten içe birbirine
kin besleyen ve birbirlerinin yerlerinde gözleri olanlardır.Bana sorarsanız en zor durum onlarınki. Neden mi?
Çünkü hayatta sahip olunabilecek tüm olanaklara sahipler ama yine de tam anlamıyla mutlu
olamıyorlar.Bana göre bunun sebebi içinde bulundukları bitmek bilmez yarış ve sahip oldukları şeyleri
kaybetme korkusunu sürekli içlerinde barındırmaları. Tüm bunları düşününce ister istemez en acı verici
durum onlarınkiymiş gibi hissediyorum.
Tüm bu bahsettiğim insanlar ve az da olsa açıklamaya çalıştığım durumların hepsi benim
gözlemlerime dayanıyor. İşte bir de bu insanların arasında kalmış ve bir şekilde hayatta mutlu olmaya çalışan
ve bunu çok da bir şeye sahip olmadan yapmak isteyen bir kesim var. Onlar her şeyin kararında olmasını
isteyen kişiler ve bence en çok onlar mutlu olabiliyorlardır hayatta sahip oldukları şeylerden. Onlar aynı
zamanda sahip oldukları şeylerin değerini bilen insanlar ve belli bir yarışın içinde olmadıkları için kaybetme
korkusu hissetmeden yaşıyorlar. E bu da onların mutlu bir hayat sürmelerine yardım ediyor. Peki ben bunları
neden anlattım? Çünkü ben o arada kalmış insanlardan biriyim ve gerçekten diğerlerine kıyasla daha mutlu
bir yaşam sürdüğümü düşünüyorum. Siz de bunu göz önünde bulundurarak arada kalmışlara katılabilirsiniz.
Hiç değilse denemek için. Ve unutmayın ki hiçbir hayat mükemmel değildir.
Berfin Ciner
|
214 | Yağız Düveroğlu
Beni Sevme, Sahip Çıkamayabilirim!
Haylaz bir ekim olacağa benziyor bu seferki eylül sonrası. Evlerimiz ve
dışarısı tuhaf bir zıtlık içinde. Evlerimizde hayalet bir rüzgar dolanıyor,
dışarıdaysa rasta saçlı bir güneş. Bir eşik giriş-çıkışından kaynaklı bu grip
hallerimiz. Zira bir eşikten çıkmak için oraya önce girmek gerekir. Bir girip bir
çıkmanın cereyanından etkilenense biz oluyoruz. Hani insan olan biz; kalbiyle,
derisiyle, dudağıyla, beyniyle insan olan/olmaya çalışan biz... Peki bu
cereyandan sadece insan mı etkileniyor? Sadece bir insan mı sıcakla soğuğun
karşılaştığı o alanda değişime maruz kalıyor? Oysa bir vazo da etkilenebilirdi
bundan pekala. Pekala bir vazo da kırılıp dökülebilirdi o akımda. O zaman
nesneler insanlara benzer mi diyeceğiz? Nesneler de insanlar gibi kırılıp
dökülebilir, ısı farklarının eşiğinde onlar da yıpranabilir mi diyeceğiz?
Cevabımız pekala evet ama insanla eşyanın arasına çizilmiş bir sınır yok mu?
Yok mu insanı nesneden ayıran bir ayraç? Var diyoruz hep birlikte, adını da kalp
koyuyoruz. Bir insanı bir nesneden ayıran en belirgin şeyin kalp olduğuna
kanaat getiriyoruz. Peki bu nesne bir robotsa ve bir kalbi varsa?..
İnsanoğlu kalbi özellikleri olan bir robot yapabilir miydi ve böyle bir şey
yapsa insanla nesne arasındaki o sınır silinmeye başlar mıydı? Bu konudaki
fikrimi yazımın sonuna doğru başka bir şeyle ilişkilendirerek cevaplayacağım
çünkü kalbi özellikleri olan robot David üzerinden değinmek istediğim başka bir
konu var. David beni en çok şu açıdan düşündürdü film sonunda: İnsan
kendisine sunulan sevgiye sahip çıkmayı bilmeyen bir varlık mı? İnsan sevilen
taraf olunca seven tarafı bir köle gibi kullanır mı ya da karşı taraftan sunulan
sevgi artık değersiz mi olur onun için? O sevgiyi kaybetmek bir anlam ifade
etmez mi olur insan için? Buna benzer birçok soruyu sordurttu film bana.
Monica David’i onun “İstersen senin için gerçek bir çocuk olurum!” yakarışları
içinde terk edip gitmeseydi düşünmezdim belki bunları. Lakin böyle olmadı. Bir
temsiliyet içinde yaşandı gitti sahnedekiler. Monica şüphesiz ki sevilen, hatta
çok sevilen, sevgi sunulan taraftı. David ise seven, sevdiği için itelenen ve terk
edilen taraftı. Filmde terk edilen taraf olarak özellikle David yani bir robot
seçilmişti. Bence bununla anlatılmak istenen bir şey, üzerine ilgi çekilmesi
gereken bir konu vardı. O konu da az önce belirttiğim gibi insanın sevgiden yana
nankör, kıymet bilmez yönüydü. İnsan, kalbine rağmen kalpsiz gibi davranabilir
miydi?
Hem yaşadığım/yaşattığım için hem de insanlarla dolu bu dünyada
örneklerine sıkça rastladığım için rahatça diyebilirim ki evet, insan sevildiği
zaman bunun kıymetini bilemeyecek, o sevgiyi umursamayacak kalpsizlikte ve
katılıkta olabilirdi. Önceden olsa ne nutuklar çeker, insanın sevildiği zaman o sevgiye sahip çıkması gerektiğini ve benzerlerini söylerdim. Yaşamasaydım
bilemezdim. Yaşadım, hissettim, söylüyorum: Her şey istediğini elde ettiğin o
ana kadar. Sonrasında sıradanlaşıyor, sıkılınan, eskisi gibi heyecanlandırmayan
bir şey oluyor kalbinden bana sunduğun. Kalbinden bana sunduğundan sonra
uzaklaşmak, yine eskisi gibi bir başıma, yalnızlığımla kalmak istiyorum ben.
Şüphesiz ben de bir Monica oluyorum. Kalbime rağmen hissiyat konusunda bir
nesneden daha çok nesne oluyorum çünkü ben açıkça kabul ediyorum David
gibilerin bu dünyaya, bu yere ait olmadıklarını. İşte o zaman nesneyle insan
arasına çizilen sınır silikleşiyor, anlamsızlaşıyor. O zaman bir kalbe sahip
olmakla olmamak arasında çok da bir fark kalmıyor. O yüzden diyorum ki:
“Beni sevme, sahip çıkamayabilirim!” İnsanla nesnenin arasındaki sınır bu kadar
silikleşmişken bir nesne daha çok sahip çıkar sana beni sevmeye yeltenen kişi.
Beni sevme bu yüzden. |
215 | GÜNEY 1
KARDELEN GÜNEY
21200420
09.07.15
TÜRK101 ALİ TURAN GÖRGÜ
KÖRLÜK
Yüzyıllardır kimsenin söz geçiremediği bir duygudur aşk. Koskoca, dünyayı fetheden
hükümdarlar bile başını eğmiştir aşka. Devletler yıkılmıştır bu duygu yüzünden, insanların
canına sebep olmuştur bu yüce duygu. Peki sizce ortada bir gariplik yok mu? Neden bu kadar
insan aşkın getirdiği sonuçları görememiştir? Herkesin hayatında en azından bir kez
yaşayabileceği bir duygudur bu. Halit Ziya Uşaklıgil’in romanı ‘‘Aşk-ı Memnu’’ aşkın
sonuçlarını, nedenlerini ve hatta olasılıklarını bizlere o kadar güzel bir dille ve duyguyla
ulaştırıyor ki romana hayranlık duymamak elde değil.
Aslında romana hakim olan duygudan yani aşktan ziyade benim dikkatimi çeken başka
bir konu var bu romanda. Hangi duygu ya da hangi şey bir ailenin üstünde tutulabilir? Hangi
insan ailesini, sevdiklerini parçalayacağını bile bile, göz göre göre buna sebep olan şeyi
devam ettirir? Herkesin bahsettiği ve hatta kiminin kendi benliğinden uzaklaşmasına sebep
olan aşk bu kadar kudretli mi gerçekten ya da kaybettiğimiz şeyleri aşk yüzünden kaybetmeye
değer mi? Romanın iki ana karakteri Behlül ve Bihter bunu göze alarak yaşıyorlar
duygularını. Behlül onu büyüten amcasını kaybetmeyi göze alıyor, Bihter saygınlığını
kaybetmek pahasına sürdürüyor bu ilişkiyi. Eğer Nihal, Bihter ve Behlül’ün mektuplarını
yakalamasaydı bu iki karakter ilişkilerinin mutlu sonla biteceğine inanmaya devam ederler
miydi? Siz olsanız ne yapardınız veya nasıl düşünürdünüz? Açıkçası bu romandan sonra ben
biraz duygularım arasında kayboldum. Bir yanda aile ve bir yanda en büyük tutku; aşk.
Kitabın sonunda fark ettim ki, ben hayatımda Bihter ve Behlül’ün yaşadığı gibi bir son
istemiyorum, ailemin benden vazgeçmesini istemiyorum ya da onların yaşadığı gibi bir korku
yaşamak istemiyorum. Bu roman beni hayatımızda emek duygusunun, ailenin önüne hiçbir
şeyin geçmemesi gerektiğine bir kez daha ikna etti .
Fani duygular için veya geçici duygular için size karşı karşılıksız sevgi besleyenleri bir
kenara atmak, onları hiçe saymak karakterinize yakışır mı? Aşkın bu kadar yıprattığına, yok
ettiğine dair önümüze birçok kanıt sunulmuşken başımıza gelse ne yaparız sorusunu sordunuz
mu hiç kendinize? Aşk kendisiyle sadece tutkuyu doğurmuyor, aşk sadece yaşayan iki kişiye
zarar vermiyor. Aşk kendisiyle önce mutluluğu daha sonra öfkeyi, nefreti, saygısızlığı ve hatta
GÜNEY 2
güvensizliği getiriyor. Yaşanan aşk aslında çevreye de zarar verebiliyor. Bu eşsiz yazar
sadece bu kudretli duyguyu anlatmıyor romanında. Firdevs Hanım bize beğenilmeme
duygusuyla gelen öfkeyi, zenginliğe düşkünlüğü gösteriyor. Çalışan yardımcıların o kadar
varlık içinde hizmet etmelerine rağmen kendilerini hiç bozmadan sergiledikleri insanlıklarını
öğretiyor. Adnan Bey bize iyi niyeti öğretiyor. Aslında genel anlamda roman birçok
duygunun karışımından oluşuyor. Okuyucu bile dışarıdan bir göz olarak romanda geçen
ailenin yaşadıklarına üzülürken, buna sebep olan insanlar nasıl fark edemiyor sonucun böyle
üzücü olacağını?
Bu romandan sonra kendime, yaşadıklarıma ailemin önüne geçmeyecek şekilde yön
vermeye başladım. Bizim her anımızda bize destek olan, sevgisini bizden esirgemeyen
ailelerimiz dururken, aşkı tercih etmek saygısızlık ve haksızlık olmaz mı? Aşkı küçümsediğim
için değil. Küçümsenemeyecek bir duygu ki insanları mantığından böylesine uzaklaştırıyor.
Sadece demek istediğim ben ve hatta bu romanı okuyan insanların aşkı, mantığımızı ele
geçirmeye başladığını hissettiğimiz an terk etmemiz. Böylesi yasak duygular sonucu
düzeltilemeyecek hasarlara sebep olabiliyor; Behlül ve Bihter’in artık bir aileye sahip
olmaması gibi. Gözümüz görmemeye, mantığımız bizden uzaklaşmaya başladığında bu
duyguyu hissetmeye başladığımız anda, bir anda herkesi kenara koyup sadece o insanı
düşünmeye başladığınız anda, lütfen kendinize ve çevrenize vereceğiniz hasarı bir kere daha
düşünün. Çünkü aşk göründüğü kadar masum bir duygu değilmiş. |
216 | Şevval KANTARCI
BAŞKASI OLMA KENDİN OL
“Ben kimim?” Kendinize dönüp bu soruyu soruyor musunuz? Maalesef birçoğumuz bunu
yapmıyoruz ve “kendi” olmanın ne demek olduğunu farkına varamıyoruz. Neden mi? Çünkü hep
başkalarının istediklerini yerine getirme, kendimizi değil de başkalarını memnun etme çabası
içerisindeyiz. Yani hayatımız boyunca başkalarının istedikleri gibi birisi oluyoruz aslında.
Kendimiz olmayı bir türlü beceremiyoruz. Kendimizi nasıl mutlu edeceğimizi biliyoruz ama
bunun bir önemi var mı ki? Bir önemi yok. Asıl önemli olan içerisinde yaşadığımız toplum
tarafından kabul görmek. Henüz küçücük bir çocukken öğretilmişti bize aslında kendimiz değil
de başkası olmak. Eğer uslu bir çocuk olduysak, yaramazlık yapmadıysak annemiz ve babamız
tarafından sevildik. Eğer derslerimize çalıştıysak ve her zaman çalışkan olduysak sevildik. Ve
böylece başkalarını mutlu ederek mutlu olmayı hayatlarımızın amacı haline getirmiş olduk.
Kendi mutluluk sebebimizi başka insanlara bağlıyor, onlar üzerinden mutlu olmayı alışkanlık
haline getiriyoruz. “Ben nasıl güvende olurum?” sorusuna “başkalarını mutlu ederek” cevabını
veriyoruz.
Üzülerek söylemem gerekiyor ki, ben bu insanların başında yer alıyorum çünkü benim
hayatımda başkalarının kontrolü altında. Dr. Wayne W. Dyer Kendin Olmak isimli bu kitabında
hayatlarını istedikleri gibi yaşayamayan, özgürce hareket edemeyen insanları konu alıyor. Kitabı
okurken sanki hayatımdan bazı sahneler canlandırılıyormuş gibi hissettiğimi söylemem
gerekiyor. Çünkü ben de o yaşamını gönlünce sürdüremeyen insanlardanım. Evet, maalesef
bunun ne kadar yorucu, yıpratıcı ve en çokta kendin olmayan bir yaşam biçimi olduğunu
bilmeme rağmen sanki artık çok geçmiş gibi geliyor. Sanki her şey için çok geç kalmışım gibi
hissediyorum. Geç kalmak diyerek kastettiğim şu: artık ailem, arkadaşlarım, çevremdeki diğer
bütün insanlar beni öyle tanıdılar, tanımak istedikleri gibi tanıdılar. Ya da tanımadılar demek
daha doğru olacak sanırım. Ee haklılar tabii onlara kızmıyorum çünkü gerçek beni ben bile
tanımazken onlardan bunu nasıl bekleyebilirim ki? Onlar nasıl birisi olmamı istiyorlarsa öyle
birisi oldum her zaman. Bu yaşıma kadar tüm seçimlerimi başkalarının kriterlerine göre yaptım.
Onların benim yerime düşünmelerine izin verdim. Sanki ben bir kuklaydım. Ellerimde,
kollarımda, zihnimde görünmez ipler vardı ve ben kim nereye isterse oraya gidiyor, kim neyi
düşünmemi isterse onu düşünüyordum. Başkaları karar veriyordu nelerden hoşlandığıma, ileride
hangi mesleği yapacağım hakkında bile söz söyleme hakkım yoktu. Çünkü “ben” yoktum. Ortada
Şevval diye birisi yoktu.
“İnsaf! Bu kadarı da çok abartı, bu kadar da olmaz ki” diyebilirsiniz. Ama inanın bana
yazdıklarımın hepsi doğru. “Böyle bir kişi hayatını nasıl devam ettirebilir ki ?” diye de
sorabilirsiniz. Çok haklısınız. Benim de her zaman kendime sorduğum bir soruydu bu.
Sonra bir gün uyandığımda kendimle yani gerçek benle tanışmak istediğimi fark ettim.
Çünkü artık başkalarının kontrolünden çıkmanın ve bundan kurtulmanın hayatta en çok isteğim
şey olduğuna karar verdim. Her şeyden çok bunu istiyordum. Biliyordum geç kalmıştım, çok
geç… Ama imkansız değildi. Kendim için, kendi hayatım, kendi başarılarım için gerekli riskleri
almaya hazırdım. Benim içinde özel bir özgürlük vardı. Bütün seçimlerimi kendi istek ve
arzularıma göre yapma özgürlüğü. Ama bunları yapmadan önce kendimi tanımam gerekiyordu.
Peki ya ben kimdim aslında? Nelerden hoşlanıyordum? Kime soracaktım bunu? Kim en iyi
tanıyordu beni? Ben hariç herkes. O yüzden bunu kendime sordum, kendimle yüzleştim. Ama
başkası istediği için değil ben istediğim için böyle olması gerekiyordu. Zaman zaman
tökezlediğim oldu, düştüm sonra tekrar kalktım, canımın acıdığı zamanlar oldu ama emin olun
hiçbir şey beni kendim olamamak kadar acıtmadı.
KAYNAKÇA
Dyer, W. (1998). Kendin olmak: İpler kimin elinde. Kuraldışı.
|
217 |
Beril Kamel
Örümcek ve Kalp
Arada kendinize dönüp de hiç bakıyor musunuz siz de, dün neydim bugün ne oldum diye?
Hayatımdakiler bana ne kattı, benden ne götürdü, kimler neleri nasıl değiştirdi diye… Ben bakıyorum.
Hep soruyorum bu soruları kendime. Dünkü ben ile bugünkü ben aynı mı? Eğer aynı ise, normal mi bu?
Zamanın beni değiştirmesi, bir şeyler katması gerekmez miydi? İnsanlar aynı mı, olaylar aynı mı?
Çevremdekiler aynı mı? Yakın zamanda şunu fark ettim ki bugünümü dünümden ayıran hemen hemen
her şeyi çevremdekilere borçluyum. Özellikle de arkadaşlarıma. Hep onlar şekillendirmiş beni, onlar
sayesinde kazanmışım bu karateri iyi ya da kötü yönleriyle. Ben, ben olmuşum onlarla birlikte iken.
Kimisi geçmiş, kimisi kalmış fakat hepsi bir iz bırakmış bende arkadaşlarımın. Sanki küçücük yaşımdan
itibaren her biri bir yanımdan tutup çekmiş, çeke çeke büyütmüşler beni. Şimdi geriye dönüp
baktığımda kimi beni daima yukarı çekerken kiminin ise beni aşağıya çektiğini görüyorum fakat sonuç
olarak hepsinin bana öyle ya da böyle bir şeyler kattığını, bu kattıkları sayesinde bugün burada olduğum
kişi olarak durduğumu düşünüyorum. Bütün bunlar arkadaşlık kavramını adeta yüceltiyor benim
gözümde.
Arkadaşlarım olmadan bir dünyayı, bir beni düşünemiyorum. Anaokulundan itibaren bütün
arkadaşlarımı hatırlıyorum. Mahallemde bana bisiklete binmeyi öğreten benden yalnızca 2 yaş büyük
olmasına rağmen hala da abla dediğim Güneş Abla, anaokuluna ilk geldiğimde elimden tutup beni
parkta gezdiren ve bütün oyuncaklarını benimle paylaşan Melisa, ilkokulun ilk gününde ilk saatinde
benimle tanışıp yanıma oturup önümüzdeki 5 sene boyunca da her gün yine oraya oturan Helin, bana
yaramazlığı öğreten komşunun oğlu Ali, ortaokulu ve liseyi benim için dünyanın en eğlenceli ve en
verimli yeri yapmayı başaran Yıldız ve Dilara, Bilkent’e ilk adım attığımda yol sorarak karşılaştığım
Sezin… Adlarıyla, yüzleriyle, anılarıyla hepsi duruyor hala bende. Hatta beni ben yapan şeyler onlar. Yani aynı Anne Siems’ın Friendship ismini verdiği tablosundaki gibi ufak detaylarla bir bütün olmuş
durumdayım hepsiyle. Bu yüzden de Siems’ın tablosu benim için arkadaşlığı en güzel anlatan ve en
başarılı şekilde yansıtan görsellerden biridir. Ben de kendimi ve arkadaşlarımı derinlerde bir yerlerde,
herkesin göremeyeceği bir seviyede de olsa aynı kalbi, aynı duyguları paylaşan ve birbirini tamamlayan
iki küçük kızdan veya çocuktan farklı görmüyorum. Aksine, aynıyız biz de. Birbirimizi tamamlıyoruz,
birimizin eksiği diğerinin fazlası oluyor, birinin hatasını diğerimiz düzeltiyor, biri düşünce diğerimiz
kaldırıyor. Siems’ın da çok güzel bir şekilde resmettiği gibi, iki parçanın bir bütün haline gelmesiyle
oluşuyor arkadaşlık. Sonra ise o arkadaşlıklar büyüyor, büyüyor… Siz de onlarla büyüyorsunuz, sizi onlar
büyütüyor. Sizi siz yapan şeyler arkadaşlıklardan geliyor hep. Bir bakmışsınız bambaşka biri
olmuşsunuz. İyi anlamda söylüyorum bunu elbette. Örneğin cesareti ilkokul arkadaşım Helin’den
öğrendim ben. Hep çok korkak bir çocuk olmuştum, ta ki onunla tanışana kadar. Sınıfta her soruya ilk
parmağı o kaldırır, hepimizin korktuğu işlere en önce o girişirdi. Hiç unutmuyorum, bir kere bir örümcek
aldı yerden ve elime koyarak “Çok güzel değil mi?” dedi. Korkudan kalbimin çarpış seslerini
duyuyordum, fakat Helin bana o gün orada ortada hiçbir sebep yokken korktuğum bir canlının
güzelliğini gösterdi. Hep de böyle oldu arkadaşlığımız boyunca. Sonunda ben de bir bütün oldum onun
cesaretiyle ve kendi korkaklığımı soyundum.
Büyüdükten, başka arkadaşlar edindikten sonra ben de onların Helin’i oldum. Her arkadaşıma bir
“örümcek” sunmaya çalıştım. Her şeyi paylaşalım, bir olalım istedim. Siems’ın tablosuna can verdim
kurduğum her arkadaşlıkla. O beyaz elbiselerinin altından gözüken bir olmuş kalbi daha birçok
arkadaşla paylaşarak koskocaman, devasa bir kalbe sahip oldum. Bu kalbi onlar büyüttü, beni onlar
böyle yaptı. Şimdi “her şeyim” arkadaşlarım, çünkü “her şeyimi” onlara borçluyum…
Kaynakça: Siems, Anne. Friendship. Yağlıboya. 2010.
|
218 |
ANKARA’DA TİYATRONUN ANLAMI
Büyük binalar, beton yollar, uzun koridorun sessizliğinde yankılanan topuk sesleri... Bürokrasi
kokan gri şehir Ankara. Ne insanın canı sıkıldığında bir nefes alabileceği deniz kıyısı ne de
martılarla simidini paylaşabileceği vapurları var... Sadece “tiyatro” su var; şehrin
monotonluğundan kaçabilecek küçük bir hayat ışığı olan. Ankara’ da tiyatro seyretmek oyunu
izlemekten ibaret değildir,günler öncesinden başlayan ve günler sürecek bir etkinin bütünüdür.
Tiyatro için bilet almak aynı zamanda karanlık ve derin bir mağaranın ucundaki aydınlığa
çıkmanın da biletidir. Beklersiniz ki satış saati başlasın,aynı anda yüzlerce insanla yarışırsınız en
iyi koltukları kapmak için, en iyisi olmalıdır Ankaralı için ki kendini benliğinden koparıp
yerleştirebilsin sahnedeki dünyaya. Sonra insanın aklına şu soru gelir: Kiminle? Ankara’da
tiyatroya yalnız gitmezsiniz, sevdiklerinizi götürürsünüz çünkü burada tiyatro iki saatten ibaret
değildir. Bazen bir arkadaşınızla gider, Kızılay’dan Tunalı’ ya kadar yürürsünüz. Bazen
sevgilinizle gider saatlerce sokaklarda dolaşırsınız, kapının önünde sahnenin açılmasını beklerken
çay içerek ısınırsınız. Akün’ e gidecekseniz Kuğulu’ da oturup sohbet etmeden gitmezsiniz,
Şinasi’ye gidecekseniz yanındaki tatlıcıda muhallebi tadarsınız, eğer Büyük Tiyatro’ ya
gitmişseniz içerinin eski ve tarih kokan mimarisini seyre dalarsınız, Küçük Tiyatro’ daysanız
önündeki havuzun karşısına oturmadan içeri girmezsiniz.
En çok da öğrenciler gider tiyatroya bu şehirde. Ben bunu üniversitelerin çokluğuna, biletlerin
ucuzluğuna veya daha çok vakte sahip olmaya bağlamıyorum. Kimi ruhunu edebi sözlerle
beslemeye gider, öteki sanatı sanatçıyı takdir etmeye, kimi kitaplardan okuduğu metinlerin vücut
bulmuş halini görmeye kimiyse içindekileri dökmeye gider.
Ankara’da tiyatroya gitmenin can damarı oyunun kendisidir yine de. Sadece bir oyun değildir,
her zaman bir mesajı,bir anlamı, bir başkaldırısı vardır. Salt komedi yoktur o eski salonlarda,
insanı derinden etkileyen sahneler vardır. Her gün yanından geçip gittiğin kimsesiz çocukları fark
edersin birdenbire, sabahları işe yetişmek için koşturan insanları görürsün sahnede. Salondan
çıkıp evine giderken yanına gelip bir şeyler satmaya çalışan küçük çocuk görmezden
gelemeyeceğin bir birey olur, ertesi sabah gördüğün koşuşturmacadaki bir kadın sadece bir robot
mu yoksa içindeki derin anlam koşarken yerlere mi dökülüyor diye sorgularsın. Bazense izlediğin
her bir karakterde kendini görürsün, hepsi senin bir yönünü alıp kendinde devleştirmiştir sanki.
Ben de mi bu kadar bencilim? Ben de mi bu şekilde insanları umursamıyorum ? Neden ben de o
kadın gibi duygularımı saklıyorum? Bu adam da bana benziyor... Bir bakmışsın gece yatağında
bunları düşünüyorsun. Ankara’ nın tiyatroları öyle etkiler ki insanı, bazen geleceğe yönelik en
önemli kararlar bu oyunların etkisiyle verilir. İnsanlara faydalı olmak istersin birdenbire,
gerçekten istediğin şeyin ne olduğunu sorarsın kendine. Sadece bir eğlence değildir aynı zamanda
bir hayat kılavuzudur.
Ben de tiyatroyu Ankara’da yaşamak için yapılabilecek şeyleri denerken keşfettim. Daha sonra
benim için bir etkinlik olmaktan öteye gitti, bir yaşam tarzı oldu artık. Kimi zaman arkadaşlarımla
eğlenmek için gittim, kimi zaman tek başıma kafamı dinlemek için gittim. Hepsinde de bir şeyler öğrendim. Birinde ileride yapacağım mesleğe karar verdim, birinde
“seni seviyorum” demenin bekletilmeyecek bir şey olduğunu öğrendim, bir diğerindeyse hayat
benim için güllük gülistanken insanların nasıl acılarla boğuştuğunu anladım. Hepsi de birer birer
tohumlar ekti içime yeşermeye başlayan.
Ankara’ da hayat zordur, kasvetlidir, sürekli bir koşuşturmaca hakimdir. Bir an yalnız
kalındığındaysa büyük bir boşluk hissedilir. İşte bu boşluğu taşarcasına dolduran şey tiyatrodur.
Gerçek Ankaralılar kendi benliklerini tiyatroyla doldururlar, her bir oyun bu şehrin köklerinden
yetişmiş usta sanatçılar tarafından izleyiciye sunulur, onlar da tiyatronun etkilerini derinden
yaşayan insanlardandır. Ankara’da tiyatro önemlidir ama yapacak başka bir şey olmadığından
değil, yapılacak en güzel şey olduğundan. |
219 |
“Bir rüya için asla bir ağıt olmayacağından şüpheleniyorum, çünkü o geçişine yas tutmamızı
beklemeden bizi yok edecektir.”
-Hubert Selby Jr., Bir Düş İçin Ağıt
Bir Rüya İçin Ağıt
Gökhan Eğri
Rüya kelimesinin ne kadar belirsiz olduğunu düşündünüz mü hiç? Arkasında sakladığı bütün
imgelere karşın kendisine tanımsal bir karşılık bulunamamaktadır bu kelimenin; çağrışımları içinde
sakladığı diğer varoluşlarla bütünleşmiş bir kavramdır rüya. Çağrıştırdığı uyku ve düşleme
durumlarının bilinç dışılığının hafifliği altında ezilerek saydamlaşmış bu kelimeyi işte bu belirsiz
imgesellik yüzünden hayal kelimesi ile değiştirmiştir insan. Kurulabilen, kovalanabilen ve en önemlisi
de yakalanabilen bu yeni kavram ile arzu ettiği somutluğa ulaşan insan, bütün azimlerini doldurmuştur
özenle inşa ettiği hayallerine; öyle ki yerini aldığı rüyaların uçuculuğundan geriye ancak üzerine
yüklenen somutluğun altında ağırlaşarak yere doğru bükülen bir kelime kalmıştır. Peki gerçekten de
hayal kavramı insanın zannettiği kadar uzak mıdır bu kadar kaçtığı belirsiz soyutluktan?
Düşünün ki neden kovalamaktadır insan hayallerini? Kendi zihninde yaratıp sonsuzluğa
iliştirdiği düşünceleri neden benliğinden böylesine uzaklaşmaktadır insanın, öyle ki hayatını ebediyete
kendi elleriyle yerleştirdiği bir varoluşun peşinden koşmaya harcayacak kadar yabancılaşsın yine
kendi özünden yonttuğu benlik idealine? Yoksa hayal kavramı tam da burada mı ayrılmaktadır
rüyalardan? Üretildiği anda sonsuzluğa kaybolan ve insanı peşinden bilinmeyen bir soyutluğa
sürükleyen rüyaların kuyruğunu kalın zincirlerlerle toprağa bağlayarak mı ulaşmıştır insan
hayallerine? Öyleyse hayal dediğimiz aslında insanın güneşin hizasına zincirlediği rüyalarının toprak
üzerine düşen gölgesinden, düşlerinin yine aynı toprağın üzerindeki çıkıntılarda alabildiğine
şekilsizleşmiş, cılız bir silüetinden başka ne olacaktır?
Peki ya hayallerini gerçekten de kurabilmekte midir insan? Ellerini yakarak döktüğü demir
parçalarına, parmaklarını kesercesine dokuduğu ipliğe ve beli bükülünceye kadar ektiği tarlasına ithaf
ettiği hissel somutluğu “kurmak” kelimesine yamayarak benliğinin ceplerine doldurduğu gerçeklik, ne
kadar aşağıya çekebilmektedir insanın rüyalarında uzandığı ilkel ebediyet arzusunu? Peki yine
gerçekliğinin ağırlığı varoluşunu aşağıya çekmeye yetmeyince mi çevirmiştir insan gözünü üstündeki
gökyüzünden ayağıyla ezdiği toprağa? İşte o zaman karar vermiştir belki de insan, sonsuzlukta
ulaşamadığı rüyalarını kilden çıkardığı tuğlaların, toprağın içinde gözüne çarpan parıltılı taşlardan
döktüğü paranın yadsınamaz somutluğunda benliğine yaklaştırmaya. Bu durumda hayal gücü
kelimesinde anlatılan güç insanın rüyalarına tutturduğu zinciri toprağa gömerken gösterdiği çabanın
terazisinden, hayal kuran insan için “kurulan” tek şey ise sonsuzluğa topraktan çekilmiş bir perdeden
başka bir şey olmayacaktır.
Öyleyse hayallerine asla ulaşabilecek midir insan? Düşünün ki evren sonsuzluğa doğru
genişlemektedir, o zaman uçsuz bucaksız ebediyetin bir köşesinde evrenin kumaşı elbette insanın en
olanaksız hayallerini dahi gerçekleştirecek şekilde esnemiş, ilmeklenmiş olmak durumundadır. Bu
durumda insan arzu ettiği somutluğa ulaşmış mıdır özenle yarattığı hayal kavramıyla; üstüne zorla
biçtiği tensel somutluğa layık olabilmiş midir sonunda hayal kelimesi ve yerini aldığı rüyaların soyutluğunun dayanılmaz hafifliği altında ezilmekten kurtulabilmiş midir insanın düşlerine aşıladığı
maddesel arzusu? Ancak belki de insan gökyüzünün korkusundan rüyalarının topraktaki gölgesine çok
uzun süre bakmış olacak ki, hayalleri çoktan kilden yoğrulmuşcasına kırılgan ve toprağa bağlı
kalmıştır; bir zamanlar sonsuzlukta aradığı varoluşun özünü dünyaya öylesine zincirlemiştir ki
ebediyette soyutlaşma korkusuyla, düşleyebileceği bütün varoluşların evrenin bir köşesinde hayat
bulacağı gerçeğindeki mutlak somutluk dahi kaldıramamıştır insanın kafasını bakır ve kilden
çömleklerde sakladığı fani hayallerinden.
Peki bu demek midir ki insan peşini bırakmalıdır bütün hayallerinin? Gerçekten de salmalı
mıdır insan dünyaya çivilediği zincirlerini çözerek, asırlardır benliğinin özünü oluşturan bu kavramları
ait oldukları ebediyete? Güneşin hizasına indirdiği rüyaları yeniden sonsuzluğa yükseldiğinde ve bir
zamanlar toprağın üzerine düşen gölgeler yerini güneş ışığına bıraktığında ne olacaktır peki insanın
topraktan yonttuğu hayallerine? Kuruyup çatlayan kilden hayalleri parmaklarının arasından dökülünce
anlayacak mıdır insan topraktan aldığının yine ancak ve ancak toprağa ait olduğunu? Fakat bu demek
değildir ki insanın gölgeye ihtiyacı yoktur, sonsuzluktaki rüyalarına yaktığı sağır edici ağıdını
susturmak amacıyla çektiği topraktan perde gereksiz değildir elbette. Altına sığınabilecek hayallerinin
yokluğunda elbet kamaşacaktır gözleri insanın ve elbet kaybedecektir asırlardır maddesel hazlarda
bulduğu benliğini düşlerinin soyutluğuyla karşılaştığında. Peki ya ne yapmalıdır insan, hem rüyalarını
hem de hayallerini mi bırakmalıdır tamamen hissiz bir yaşam sürmek adına? Ancak o durumda da
vazgeçmiş olmayacak mıdır kendi insanlığından, ne sonsuzlukta ne de toprakta bulabileceği yegane
varoluşundan feragat etmeyecek midir düşlerinin soyutluk-somutluk kargaşasını çözümlemek adına?
Öyleyse belki de rüyalarının özündense amacını yeniden kurgulamalıdır insan; sonsuzluğa iliştirdiği
rüyalarına yine sonsuzlukta erişmektense sadece ebediyete kaçan hayallerini kovalamayı
amaçlamalıdır varoluşu süresince. En sonunda mutlak bir somutlukta rüyalarına ulaşmak umuduyla
değil belki ancak düşlerine yaktığı ağıtta kendi benliğinin ne toprakta ne de sonsuzda bulabileceği
özüne biraz olsun yaklaşmak amacıyla.
Rousseau, Henri. Rüya. 1910. Modern Sanat Müzesi.
Selby, Hubert, ve Can Kantarcı. Bir Düş İçin Ağıt. İstanbul: Ayrıntı, 2010. Basım.
|
220 | Ahmet Yavuz Akpınar
İçe Doğru Bir Yolculuk: Kuşlar Yasına Gider
“Babalar, alınlarımıza yazılmış yalnızlıklardır” cümlesiyle kolları sıvıyor Hasan Ali
Toptaş. Çünkü izleri böylesine derinse eğer, anlatılmaya değerler. Önceki romanlarından çok
farklı bir temayla oluşturduğu Kuşlar Yasına Gider eserinde Toptaş, bu konuya yoğunlaşıyor.
Babayı, aileyi, baba-çocuk mesafesini ve bu mesafenin ardında yatan gizli bağı ele aldığı
eserde bu sefer kurmacaya biraz gerçek tozu ilave etmeyi ihmal etmiyor.
Anlatıcı karakterin ve babası Aziz Bey’in hayatına, hislerine ve iç dünyalarına
yoğunlaşılan eserde arka planda dönen temalar; ölüm, yaşam mücadelesi, bu yaşamın içini
doldurma serüveni, ölümlü olduğunu bilme çaresizliği… Genel olarak şimdiki zamanda geçen
romanda anlatıcı karakterin Ankara- Denizli arası yolculuklarında çocukluğuna dönmesi,
geçmişi anımsaması gibi durumlarda zaman sıçramalarına başvuruluyor. Bu yolculuklar
yaygın yol romanlarını; yol esnasında çalan türküler ve uzun yol şoförü baba köy romanlarını
anımsatmakla birlikte postmodern çizgisiyle bu romanlardan ayrılıyor eser. Herhangi bir
kaygı taşımamakla birlikte ince mesajlar ve yergiler de içeriyor eser. Örneğin durakta telaşlı
küçük bir çocuk anlatıcının çok dikkatini çekiyor ancak, “Neden kaldıysa sadece sırtındaki
koyu yeşil palto kaldı aklımda. Çok geçmeden o da silindi haliyle…” ifadesinde görüldüğü
gibi hem insan zihninin kargaşasına bir gönderme yapılıyor hem de gün içinde onca şeyle
karşılaşsak da ben merkezine geri dönüşümüze bir hatırlatma yapılıyor.
Çoğu eserinde, “gerçekçilik” akımının zorunlu tuttuğu “anlam” kavramına kafa tutan,
anlamın yazar tarafından oluşturulmayıp her okurun zihninde kendiliğinden oluşacağını
hissettiren bir tavır sergileyen Toptaş, burada yeni bir tavırla karşılıyor okurunu. Bu eserinde
içeriğe gerçekliğin biraz daha sızdığı hissediliyor. Ancak postmodern anlayışının bir getirisi
olan fantastik öğeler yoluyla çizgisini yeniden anımsatıyor Toptaş. Ankara’dan Denizli’ye yolculukları sırasında sıkça anılan “beyaz at” yani “ecel atı” ve bu at her görüldüğünde birinin
ölmesi gibi unsurlar bu fantastik çizginin birer yansıması romanda. Bununla birlikte Toptaş,
imge unsuruna da sıkça başvurarak ve anlamı örterek de imzasını berlirginleştiriyor. Örneğin,
anlatıcının babasını gardan almaya gitmesi üzerine, “Basamakların dibinde durdu aniden beni
karşısında görünce. O sırada muhtemelen sevindi ama hiç belli etmedi bunu, Ankara Garı’nda
ilk kez değil de hemen her gün sabah akşam karşılaşıyormuşuz gibi davrandı.” ifadesinde
görüldüğü gibi, karakterlerin tavırlarında “görünmeyen hisler” de gizleniyor. Baba, ne
yapacağına karar verememiş, içten içe heyecanlanmış birinin vereceği tepkiyle aniden
duruyor. Bu da aslında görünenden çok başka şeyler hissettiğini ve oğluna olan sevgisini
gösteriyor. Bununla birlikte sevgisini örtmesinin de ardında kendince sebepler yatıyor.
Anlatıcı karakterin yazar oluşu, yazı içinde yazı serüveninin hissettirilmesi gibi unsurlarla da
üst kurmaca tekniğine başvurma yoluyla kendi tarzını belirginleştiren Toptaş, içerik değişse
de üslubunun aynı titizlikte devam edeceğini hissettiriyor. Kimi cümleleriyle eski kitaplarına
göndermeler yapan yazar, yazının da hayat gibi bir bütün olduğunu hissettiriyor ve insan
zihninin çağrışım gücünü uyandırıyor.
Eserdeki anlatıcının hayatıyla Toptaş’ın hayatında doğum yeri, Ankara’da yaşaması
gibi benzerlikler olması eserin otobiyografik roman olduğu tartışmalarını doğursa da eseri bu
şekilde adlandırmamak gerek. Bu benzerlikler anlatıcıyla Toptaş’ı bir tutmayı sağlayacak
kadar çok olmadığından onlara “otobiyografik izler” demek yeterli kalacaktır. Toptaş da bu
konudaki fikrini bir söyleşide şu şekilde dile getiriyor: “Ama romandaki baba, babam değil. O
romandaki baba. Romandaki oğulda ben değilim. Hem benim hem değilim. ‘Kuşlar yasına
gider’ otobiyografik bir roman değil. Zaten yazar ‘otobiyografik bir roman’ demediği sürece
hiçbir roman öyle değildir.”
|
221 | Begüm KÖZOĞLU
21400338
AŞK BİZ NEYSEK ODUR
Nerede okumuştum, şimdi hatırlayamadım ama bir yerden şöyle bir söz kaldı aklımda:
“Herkesin aşkı, kendisi gibidir.” mealinde bir sözdü bu. O zamanlar yaşım da biraz küçüktü;
üzerinde çok durup düşünmedim bu sözün ama şimdi fark ediyorum da, hayata dair çok önemli bir
ders içeriyormuş bu söz. Birincisi, bu dünyadaki insan sayısı kadar farklı aşk olduğunu söylüyor.
İkincisi ise aşkın insanın karakterini yansıttığını. Onca zaman sonra, neden şimdi bu söz üzerine
yeniden düşünmeye başladığımı merak ediyorsunuzdur, eminim. Bunun benimle ilgili kişisel bir
sebebi yok aslında. Sadece dün itibariyle okuyup bitirdiğim bir kitap, bana bu sözü yeniden
Sahnede Ölüm
hatırlattı. Bahsettiğim eser Pascal Mercier'in adlı romanı.
Kitap boyunca yazarın pek çok konuda kafamı karıştıran fikirleri oldu, kabul ediyorum. Ama
kitap bittiğinde, ister istemez çok eskiden aklımın bir köşesine takılmış olan o söz, çıkıp geldi ve
ben, kendimi kitabı bu söz üzerinden değerlendirirken buldum. Şimdi müsaadenizle, bu sözün
zihnimin içine mahşerin dört atlısı misali saldığı düşünceleri sizlerle paylaşacağım.
Dediğim gibi, her insanın aşkının kendine özgü olduğunu ima ediyor bu söz. Ne de olsa
hepimiz birbirimizden farklıyız ve konu aşk olunca, hissettiklerimizin aynı olmaması da normal.
Fakat benim bu yazıda üzerinde duracağım şey, kötü insanların aşklarının da kötü olup olmadığı
çünkü hem bahsettiğim söz, hem de okuduğum kitap, zihnimde bu sorunun cevabını merak eden
inatçı bir grup gürültücüyü uyandırdı ve ister istemez, onların bu sorunun cevabına olan açlığına
gidermek durumundayım. Tabii bu benim yazım olduğu için, takdir edersiniz ki benim
görüşlerimden oluşuyor. O yüzden okuduğum ve düşündüğüm kadarıyla benim bu soruya cevabım
evet olacak.
Bence kötü insanların aşkları da kendileri gibi kötüdür. Onların sevgi, aşk anlayışı dahi kötü
fikirlerinden etkilenmiştir bir şekilde ve aşık olduklarını iddia ettiklerinde bile, zarar vermekten geri
durmazlar. Belki de çok ön yargılı davranıyorumdur ama dürüstçesi umrumda değil. Sevdiği için
öldüren insanlarla dolu bu dünya çünkü. Sırf bu yüzden literatürümüzde aşk cinayeti diye bir
kavram var.
İnsan sevdiğine kıyamaz, aşk değildir o demeyin. Bu da bir tür aşk; sadece o çok bilmiş sözün
ifade ettiği gibi sahibinin karakterini yansıtan bir aşk. Onun gözünden aşk, sonunda cinayete kadar
götüren kötü bir his. Zarar veren ve can alan bir his... O yüzden ben, aşkın insanın karakterini tam
anlamıyla ortaya çıkaran nadir hislerden birisi olduğuna inanıyorum. Duygular o kadar güçlü oluyor
ki, aklın çığırından çıkıyor hepsi ve insanın kanundan nizamdan korkarak kendisine sakladığı bütün
canice ve vahşi hisleri ortaya dökülüveriyor.
Haberleri takip edin mesela. Ne demek istediğimi çok iyi anlarsınız, eminim. Ya da
gazetelerin üçüncü sayfa haberlerini takip edin. Göreceksiniz ki içindeki canavarın kontrolünü
kaybederek sevdiği kişiyi öldüren, yaralayan onlarca zalim var. Gerçi onlara da kızamıyor insan
bazen. Ne de olsa karakterleri böyle. Doğuştan getirdikleri, çevreden öğrendikleri şeyler, onları
böyle korkunç bir varlığa dönüştürmüş.
Yine de hiçbir makul sebep, insanın sevdiğine verdiği zararı haklı çıkaramaz diye
düşünüyorum. Sevilen kişi, hayatın güneşidir çünkü. O güneşi söndürmeye cüret edebilen bir insanı
affedebilecek kadar merhametli değilim, ne yazık ki. Bu noktada, sevdikleri kişiye kendi elleriyle
zarar verdikleri için pişman olduklarını varsaymak ve bu acıyı ve utancı bir ömür taşıyacaklarını
umarak, onlara acımaktan başka bir şey gelmiyor elimden. Ama şunu da öğrenmiş olduk; aşk, insan
neyse odur. Kaynakça
Sahnede Ölüm. .
Mercier, Pascal. Çev. İlknur Özdemir Kırmızı Kedi Yayınevi, İstanbul: 2013. |
222 | Hayatına Umut Kat
Hayatta herkesin bir rolü, bir amacı vardır. Kimisi doktor,
mühendis, ressam, şair olarak dünyayı güzelleştirmeye ve hayatı daha
güzel kılmaya adar kendini; kimisi de hırsız, dolandırıcı, mafya, katil
olarak dünyayı ve hayatı bir bataklığa sürüklemeye adar. Kısacası biz her
ne kadar iyi şeyler yapmaya çalışsak da her zaman bize karşı gelen
yaptıklarımızı yıkan, bize engel olmaya çalışan şeyler vardır hayatta. Tüm
bunlara rağmen yaptıklarından, hedeflerinden vazgeçmez insanoğlu.
Peki ama neden? Yaptıklarının bazen yıkılacağını, kimi zaman başarısız
olacağını bile bile neden yılmaz insan? Çünkü insanın içinde bir yerlerde
ona sürekli güç veren, başarısızlıklara karşı göğüs germesini sağlayan bir
şey vardır: Umut.
Her sabah yeni bir güne uyanırız. Kimi zaman dinç ve mutlu, kimi
zaman yorgun ve moralsiz bir şekilde. Her iki durumda da o günümüzün
güzel geçmesi umuduyla çıkarız evden ama günün bize ne getireceğini
asla bilemeyiz. Her gün, yaşadığımız her an bir belirsizliktir aslında. Peki
yaşayacağımız şeyleri önceden bilebilseydik sizce de daha güzel olmaz
mıydı? Elbette olmazdı. İnsan yaşayacağı şeyleri önceden bilmenin
hayalini kurar tabii ki fakat yaşayacağınız şeyleri önceden bilseydiniz
hala bir umudunuz olur muydu? Hiç zannetmiyorum. Ve umut olmadan
hayat ve dünya anlamsızlaşırdı. Bir öğrenci olduğunuzu hayal edin.
Gelecekte iyi bir hayata sahip olmak için çok çalışıyorsunuz. Herkes
gezerken, eğlenirken siz evde, kütüphanede, okulda çalışıyorsunuz. Peki
ama neden? Çünkü ileride kaliteli bir yaşam sürebilmenin umudu var
içinizde. Bir de gelecekte asla iyi bir hayata sahip olamayacağınızı
bugünden bildiğinizi düşünün. O zaman da bazı şeylerden fedakarlık
edip çalışır mıydınız? Tabii ki hayır. Ve bu olayın asıl üzücü tarafı
çalışmasanız, her gün gezseniz bile hayallerinizin gerçekleşmeyeceğini
bildiğinizden dolayı asla mutlu olamayacağınız gerçeği. Bu hayattan hiçbir beklentisi kalmamış bir insanın ölmeyi beklemesinden farksız.
Başka bir açıdan düşünürsek, hasta bir insanın iyileşemeyeceğini
öleceğini bilmesi ve hiçbir umudu kalmaması sizce de çok acı değil mi?
Peki ya çocuğu ölümcül bir hastalığa yakalanan bir annenin ve bir
babanın çocuklarının kurtulamayacağını kesin olarak bilmesi ve
umutlarının kalmaması? Bunları düşününce, insan kendine verilen en
güzel hediyenin yaşamı ve kaderinin belirsizliği olduğunu anlıyor; iyinin
ve kötünün bir bütün olduğunun farkına varıyor.
Hayatımızda hep iyi şeyler olsun, her günümüz güzel geçsin
istiyoruz lakin böyle olsaydı güzelliğin ve iyiliğin ne olduğunu
anlayamazdık. Her kelimenin karşıtıyla bir anlam bulduğu bir gerçek.
Hüzün olmadan mutluluk, kötülük olmadan iyilik, endişe olmadan huzur
olmaz. Hiç kaybetmemiş bir insan kazanmaktan ne kadar zevk alabilir?
Hiç başarısız olmamış bir insan başarıya ulaşmaktan ne kadar haz
alabilir? Kaybedip başarısız olmuş bir insanın sonradan başarıya
ulaştığında yaşadığı mutluluğu yaşayamaz hiçbiri. Bir insan gerçekten ne
zaman kaybeder biliyor musunuz? Başarısız olduğunda değil, başarısız
olup tekrar ayağa kalkacak gücü bulamadığında kaybeder insan.
Hayallerini ve umudunu kaybetmişse işte o zaman yitirmiştir hayatını.
Çünkü uğruna çabalayacak bir şeyi olmayan kişi okyanusta kaybolmuş
bir takaya benzer, nereye gideceğini bilemez ve anlamsızlaşan hayatının
biteceği günü bekler.
Hayatta her zaman sıkıntılarla, zorluklarla karşılaşsak da
dertlerimiz son bulmasa da tüm bunlara göğüs germeli ve umudumuzu
kaybetmemeliyiz. Çünkü hayatı anlamlı kılan, insanı hayata bağlayan ve
insana yaşama isteğini aşılayan şey umuttur. Hayatınızda her ne olursa
olsun asla inancınızı ve umudunuzu yitirmeyin.
Fatih Batuhan Malkoç |
223 | MERVE ESENSOY
YALNIZLIK KENDİMİZE ÇIKTIĞIMIZ BİR YOKUŞTUR
Bazen kendi hayatımızın içinde bile kendimizi
bulamadığımız oluyor. Çünkü yalnızlık ve kendimizi
yaşadığımız hayata ait hissedememe duygusu bizi
düşündüren konular olmuştur. Geçen gün okuduğum
Sevgili Yalnızlık adlı öykü kitabı içinde barındıran çeşitli
hikayelerle, yalnızlığım ve çocukluğum üzerine derin
düşüncelere girmemi sağladı. Yalnızlık üzerine
düşünerek aslında yalnızlığın bir çevreye ait olmamak
değil de kendi içsel çatışmalarımızla oluşan bir duygu
olduğunu düşünmeye başladım. Çocukluğum üzerine
düşündüğüm şey ise artık orada yaşamadığım ve
gerçeklerle yüzleşmem gerektiği konusunda farkındalık
kazanmış olmam.
‘’Başka biri gibiydim, kendi yanımda.’’(13). Bu
sözden, kitaptaki karakterin kendi gibi olmak isteyip
olamadığını ve bundan yakındığını anladım. Hepimizin
hayatının bir döneminde başka biri gibi davranmaya
çalıştığı olmuştur. Hatta istemeden bile başkası gibi
davranabiliyoruz bazen. Yaşadığımız hayattan,
toplumsal baskılardan veya bireysel dertlerimizden
sıkılıp onları aşmak için oluşturduğumuz bir savunma
mekanizması oluyor bu çoğu zaman aslında. Kendimiz olarak çözemediğimiz sorunları, başkası gibi
davranarak, başkası gibi düşünerek çözüme
kavuşturacağımıza inanıyoruz. Bu öyküdeki karakter ise
karşısındakini kırmamak adına yalan söyleyerek,
benliğinden uzaklaştığını çünkü kendi gibi olmadığını
hissetmiştir. Yaptığımız şeyleri veya söylediğimiz sözleri
içimizden gelmeyerek yapabiliyoruz bazen çünkü hayat
bizi buna zorluyor ve bu yüzden kendimiz olmakta
zorluk çekiyoruz.
‘’Şehir tüm yalnızlığıyla dışımızdaydı. Tüm
yalnızlığımız, kaybolmuşluğumuz ve
unutulmuşluğumuzla o yalnızlığın bir parçasıydık.’’(37).
Hayatımda bireyselliği ön plana koyan biri olmama
rağmen bu yalnızlık korkusu aklıma geldikçe kendimi
çok da hayatımın içinde hissedemiyorum. Yaşadığım
şehre, okuduğum okula, evime ve en önemlisi de kendi
benliğime ait hissedemiyorum bazen. Bu hissi çoğu
insanın hayatının bir döneminde tattığını düşünüyorum.
Çünkü hiçbir bireyin tam olarak kendisine ‘’ait’’
olabilme ihtimaline inanmıyorum. Bulunduğu yere,
zamana ya da duruma ait olmadığını hissetmenin
herkesin hayatının bir noktasında da olsa tattığı bir
duygu olduğunu düşünüyorum. Bu öyküde ise sürekli
evde oturan, dışarıya açılmayan, hayattan çok da beklentisi olmayan bir çiftin yaşadığı kaybolmuşluk ve
unutulmuşluk hissi anlatılıyor. Hayatın akışını bile
dışarıdaki seslerden anlayan bu çiftin, iki kişi olmalarına
rağmen, yalnız ve unutulmuş olmaları beni hem
duygusal olarak çok etkiledi hem de bunun üzerine
düşünmemi sağladı. İnsanlar iki kişiyken, hatta belki
daha fazla kişiyken bile yalnız ve unutulmuş
hissedebiliyor. Büyük bir kalabalık içindeyken bile
kendimizi onlardan uzak ve yalnız hissedebiliyoruz
bazen. Belki o an oraya kendimizi ait
hissedemediğimizden kaynaklanıyor bu ya da belki de
sadece içimizde yaşattığımız o yalnızlık hissinden
kaynaklanıyor. Yalnız olmanın sadece tek başına
olmaktan ibaret olmadığını, aynı zamanda çevremize ait
hissedememenin ve kendimizi soyutlayıp içimize
kapanmanın da büyük bir etkisi olduğunu
düşünüyorum.
Kitapta, çocukluğa ait derin anlamlar da içimi
ısıtmıştı ve sayfaları çevirirken çocukluğuma dönerek
buruk bi mutluluğa büründüm. ‘’Çocukluğumuz bilinç
dışı bir algılama, düşlerin peşinden koşarak gerçekle
çarpıştığımızda yaşadığımız şok gibi anlık geçişlerle
doluydu.’’(35). Hayatın gerçeklerinin farkında
olmadığımız zamanlar belki de en güzel, en mutlu zamanlarımızdı. Sorumluluklarımız yoktu,
problemlerimiz yoktu hatta gerçeklerimiz bile yoktu.
Tek sahip olduğumuz şey hayallerimizdi. Masallarımız
vardı, o masallarla büyüdük, hayal kurmayı öğrendik.
Büyüdüğümüzde gerçekler bir tokat gibi çarptı
yüzümüze. Çünkü alışmıştık hayallere, hazır değildik
dünyanın gerçeklerine fakat büyüdükçe mecburen o
gerçeklere de alıştık. Sorumluluklarımız, yalnızlık
hissiyatlarımız, kötücül duygularımız, vicdanımız,
‘’ait’’hissedememe düşüncelerimiz, sanki hepsi
büyüdükçe artıyor gibi. Keşke hep masal dinleyerek
uyusaydık veya bu gerçekler büyüdüğümüzde
yüzümüze tokat gibi vurulmasaydı. Çocukluğuma
döndüğüm anlarda hep hüzünlü bir mutluluk kaplıyor
içimi. Hem o masalların bittiğine üzülüyorum, hem de o
mutlu ve dertsiz tasasız hayatıma bakıp huzur
buluyorum. Ama artık büyüdüğümü kabul edip, hayatın
gerçekleriyle yüzleşme vaktimin geldiğimi
hissediyorum. Hayal kurmak yerine, kendime hedefler
belirleyip gerçekçi bir bakış açısıyla yoluma devam
etmeliyim. Çünkü biliyorum ki hiçbir masal sonsuza
kadar sürmez.
Kaynakça:
Nilüfer Altınkaya - Sevgili Yalnızlık
Baskı Yılı:2015
|
224 | Halil İbrahim Çavdar
21501613
HUZUR İÇİN ÖLMEYİ BEKLEMEYİN
Hiç durmayı düşündünüz mü? Ne zamana kadar böyle koşturmaya devam
edeceksiniz? Biraz sakin olmak ve gerçekten ne istediğinizi düşünmek size iyi
gelecektir. Nedir bu hayattan beklentiniz? Üniversite bitirmek mi? İyi bir iş, iyi bir eş
mi? Sonra ne olacak? Üniversiteyi bitirip evlendiğinizde sakinleşecek misiniz? Durun
bir dakika ne sakinleşmesi? İşinizde yükselme fırsatınız var. Terfi alıp daha iyi bir
“hayat” süreceksiniz. Gerçekten “hayat” bu mu?
En son ne zaman başka hiçbir şey düşünmeden kendinize vakit ayırdınız?
Modern hayatın koşturması içinde hiç sakinleşebildiniz mi? Modern hayat deyince
hemen sistemi suçlamaya başladığınızı duyabiliyorum. Biraz da kendinizde arayın suçu
bence. Hiç sakinleşmeye çalıştınız mı? Tamam, günde yirmi dört saat vaktinizi
ayıramayabilirsiniz. İki saat ayırın o zaman. Günlük iki saatiniz bile yoksa haftada iki
saati kendinize ayırıverin. Hepinizin bu kadar boş zamanı var biliyorum. Ama bu
zamanı sadece ve sadece kendinize ayırmanız gerekiyor. Biraz kendinizi dinlemeniz
gerekiyor. Ne yapmak istiyorsunuz? Hayatınızdan memnun musunuz? Bunları
düşünmeye hiç vakit ayırmazsanız ileride hayatınızdan pişman olmanız çok normal bir
şey değil mi? Bu pişmanlıkla ilgili aklıma gelen ilk örnek üniversitenin son sınıfında
bölüm değiştiren insanlar. Belki de zamanında yalnızca puanı yüksek ve iş bulma
imkanı bol diye tıp yazmış veya anne babası yüzünden yazmak zorunda kalmış yüz
binlerce insan var ve bu insanlar kendini öyle kaptırıyor ki modern hayatın
koşturmasına, üniversitenin son sınıfında veya yaz stajlarında ileride ne yapacağını
görünce fark ediyor o mesleğe ait olmadığını.
Şimdi bu insanın üniversite sınavına hazırlanırken ve üniversite yıllarında ne
yaptığını düşünelim. Üniversite hazırlıkta hiçbir öğrencinin yaşamadığını herkes kabul
ediyor zaten. Arada bir bazı derece öğrencileri çıkıp “Ben sosyal yaşamdan da
kopmadım sürekli sinemaya gidiyordum.” dese de sivilceli suratı ve az uyumaktan şişen gözaltları her şeyi açıklıyor. Üniversite hazırlık zamanında insanların o gün
çözmesi gereken soru miktarı ve tekrar etmesi gereken konulardan başka hiçbir şey
olmuyor aklında. Peki, bu öğrenciler tercih döneminde ne yapıyorlar? O zamana kadar
mesleki bir şey görmemişler ki. Kendilerini gelecekte hayal etmeye çalıştıkları zaman
akıllarına gelen ilk şey alacakları maaş ve görecekleri itibar oluyor. Orada da çok
düşünmedikleri için ya da düşünecek vakitlerini üniversite seçimine ayırdıkları için
kendilerine hiç uygun olmayan bir bölüme gitmiş oluyorlar. Allah aşkına konservatuar
okuması gereken bir öğrenci tıp okuduktan sonra Hacettepe veya Ankara Tıp okuyor
olmasının ne önemi var?
Neyse ki üniversiteye girmiş oluyorlar. Artık üniversite hazırlık maratonunda
koşan bir yarış atından çok insana benziyorlar. Ama hala kendilerine vakit
ayırmıyorlar. Tıpkı sizin yaptığınız gibi. Az önce de dediğim gibi hepinizin kendinize
ayıracak zamanınız var. Ama siz kendinize zaman ayırmayı hiç düşünmüyorsunuz.
İşten veya okuldan eve geldiğinizde hemen televizyon başına kuruluyor ya da sosyal
medyada tüm vaktinizi harcıyorsunuz. Gününüz nasıl geçti? Bugün faydalı şeyler
öğrendiniz mi? Sizi mutlu eden şeyler oldu mu? Bunları düşünmeye gelince vaktiniz
yok. Ancak Game of Thrones’un yeni bölümü çıktığında bir an evvel izlemeye
çalışıyorsunuz. O kadar çok kaçıyorsunuz ki sakinleşmekten, hiçbir şey
yapamayacağınız bir vakit olduğunda da hemen kulaklıklarınız yetişiyor imdadınıza.
Adeta bir uyuşturucu gibi sizi düşünmekten uzaklaştırıyor.
Schmid Sakin Olmak - Yaşlanırken Kazandıklarımız kitabında yaşlanmanın
sürekli susturduğumuz temel isteklerimizden birisi olan huzura ermenin karşılığı
olduğunu söylüyor. Ancak ben bundan emin değilim. Şimdiki yaşlıların birçoğunun
modern çağ yaşlısı olmadığını düşünürsek şimdiki yaşlılara bakarak bizim yaşlılığımızın
huzur dolu olacağını söyleyemeyeceğim. Büyükanne ve büyükbabalarımı şimdiki
yaşlılara örnek verebilirim. Onların dertleri üniversitede dersten geçmek ya da işinde
yükselmek değilmiş ve zamanında yaşamdan en büyük beklentileri de iyi bir iş ve
dolgun bir maaş değilmiş. Toprakla büyümüşler ve toprakla uğraşmışlar. Gelecek için yapacakları tek hazırlık tohum ekmek olmuş. Yirmi yaşında çok çalışmış olmaları otuz
yaşlarında karınlarını doyurmamış ve her hasattan sonra ağaç gölgesine uzanıp
rahatlamaya ve huzura biraz olsun ermeye fırsatları olmuş. Ne buna engel olacak işleri
varmış ne de telefonları. Yani aslında şimdiki yaşlılar zaten huzur nedir biliyorlarmış.
Yaşlanıp toprakla ilgilenecek dermanları kalmayınca da karınlarını doyurmak dışında
tasaları kalmamış. Ancak sakinleşmeyi ve huzuru tatmamış modern çağ insanı
yaşlandığında kendini dinlemeye vakit ayırır mı yoksa sosyal medya buna da mı engel
olur bilemiyorum.
Kaynakça: Schmid, Wilhelm. Sakin Olmak - Yaşlanırken Kazandıklarımız. İletişim
Yayıncılık. 2015.
|
225 | Contemporary Istanbul
Bu ay, birkaç hafta önce, İstanbul’a gitme şansını yakaladım. Tesadüf budur ki İstanbul’da
olacağım hafta sonu, aynı zamanda gitmek istediğim bir serginin ziyaretçiye açık olacağı son hafta
sonuydu. Yine tesadüf eseri konuştuğum bir akrabamın da beni sergiye sokabilecek bir tanıdığı vardı
ve o da gitmeyi planlıyordu. Olaylar böyle olunca kısıtlı zamanıma rağmen gitmeyi başarabildim.
Serginin adı Contemporary Istanbul. Her sene oluyor ve bir sürü ülkeden sanatçılara yer
veriyor. Sanırım iki sene önce de ziyaret etmiştim. Bu sene de birkaç tane eski parçaya rastladım, bazı
parçaları ise başka sergilerde zaten görmüştüm ama oldukça büyük bir sergi olduğu için yepyeni bir
sürü parça görmem kaçınılmaz oldu. Genelde sergileri gezerken çok vakit harcamayı sevmem.
Hoşuma giden eserlere belki beş dakika ayırırım, geri kalanına ise sadece göz gezdirip geçerim. Bu
sefer yanıma sanatla ilgilenen insanlar alıp gittim sergiye. Onlar yorum yaptıkça fikirlerimi söylerken
buldum kendimi. 3 saat boyunca konuşa konuşa işin içinden çıkamadık. Sergiden süremizin
yetersizliği yüzünden ayrıldığımızda bütün eserlere bakamamıştık bile.
Sergide herkesin gözüne çarptığını fark ettiğim bazı büyük sunumlar vardı. Sosyal medyada da
hep bu kompozisyonlara yer verildiğini gözlemledim. Belki de bilinçaltım sırf farklı olma isteğiyle bana
bu sunumları sevmememi söylediğindendir, bilmiyorum ama nedense bunlar benim ilgimi çeken
parçalar değildi. Dilin gücünü günlük hayatımda hafife aldığımın ara sıra farkına varıyorum fakat sanat
kapsamında incelenince kullanılan sözcükler beni çoğu zaman esere çeken asıl faktör oluyor. Tek
başına bir şey ifade etmeyen birçok parçadan, adlarını okuduktan sonra etkilendim. Sanat bazılarına
göre tümüyle estetikle ilgili olabilir ama ben düşündürücü bazı etmenlerden daha çok zevk alıyorum.
Mesela bir parça vardı. Hani şu alışveriş merkezlerinde olur ya, içinde renkli top top sakızlar olan
makineler, kolunu çevirince şansınıza göre bir tanesi elinize düşer. İşte o makinelere benzer üç tane
minyatür makineyi yan yana koymuş sanatçı, içlerinde de toplar var. Bir makinedeki toplarda farklı
dinlerin sembolleri, bir tanesinde farklı büyüklükte para sembolleri ve diğerinde de cinsiyet
sembolleri var. Sadece bu görüntüye bakınca “çok derin bir anlam ifade etmiyor herhalde, şansla
ilgili” diye düşündüm. Ama adı önemliydi; ” Death Frontier “yani dilimizde “Ölüm Sınırı”. Eserin adını
okuyunca sanatçının mesajını anlayabildim. Toplumda insanın elinde olmayan bazı durumlar
nedeniyle yargılandığını, dışlandığını hatta öldürüldüğünü vurguluyor. İnsanın içerisine doğduğu din,
para durumu, cinsiyeti, bunlar gibi kontrolü dışındaki şeyler, tarih boyunca toplumsal ayrılıklara sebep
olmuş. Yahudi Katliamı oldukça iyi bilinen ama yerinde bir örnek olacaktır bu duruma. Eser bu
mesajıyla beni etkiledi. Tabii sırf güzel görünüyor diye fotoğrafını çekip sanatçısını araştırdığım bir
sürü eser de oldu. Çok bilgili ve entelektüel biri değilim, güzel görünen çoğu şey beni kolayca
kandırabilir. Aslında sergide sunulan hiçbir esere sadece güzel görünüyor demek doğru olmaz,
sanatçının amacını bilemem sonuçta ama bence güzel görünsün diye sanat yapmakta bir sakınca da
yok.
Sergi oldukça güzel ve kapsamlıydı ama ziyaretimin en akılda kalıcı anının sergiyle pek ilgisi
yok. Tabloların önünde dururken önümden oldukça tanıdık bir yüz geçti. İlk önce dikkate almadım
ama bilinçaltım çalışıyor ben istemesem de. Birkaç saniyemi aldı gördüğüm yüze bir ad koymak;
Ayhan Sicimoğlu. Tamam bir pop star veya ünlü bir aktör değil belki ama küçüklüğümden beri
televizyonda görmekten keyif aldığım bir isimdir. Annem ve babam Ayhan Sicimoğlu’nu seviyor
olunca bir şekilde bana da aşıladılar sanırım. Öyle olunca kısa süreli olsa da heyecanlandım. Tabii
çekim yapıyorlardı, o yüzden fazla üstünde durmadım; şaşkınlığımı atıp kendi gezime devam ettim. Zaten sergi o kadar büyüktü ki bir daha karşılaşmadım bile. Tek bir gözlemim olacak, gerçek hayatta
oldukça uzun bir adammış. İki metreye yakın diyebilirim. Bu bilgi size bir şey kattı mı? Sanmıyorum.
Ama sergiyi gezmenizi önerebilirim, büyük ihtimalle Ayhan Sicimoğlu’nun boyunu bilmekten daha
faydalı olacaktır.
|
226 | Vicdanın Cilvesi
Bir şeyi unutmaya çalıştığımızda, o kadar kolay unutabilir miyiz acaba? Yaşananlar hiç
yaşanmamış gibi davranmak, geçmişe saklamak, anılarla üstünü kapatmak işe yarar mı?
Görünüşe göre hayır. Cem’in deneyip de başaramadığı, hatta kurbanı olduğu olay da tam
olarak bu. Nedeni de hepimizin sahip olduğu vicdan. Vicdanımız bizlerin en büyük zaafı ya da
insanları hayvanlardan ayıran en büyük fark. Olumlu mu olumsuz mu olduğuna siz kara verin.
Fakat bu farkın bize yüklediği sorumluluklar da bizlerde birer zaaf gibi görünüyor. Çünkü
vicdanımız hiçbir zaman bizi yalnız bırakmıyor. Aksine ne kadar çabalarsak çabalayalım, ne
kadar unutmaya çalışalım vicdanımızın sesi her zaman en yüksek çıkıyor.
Cem, Orhan Pamuk’un ‘’Kırmızı Saçlı Kadın’’ isimli romanının
ana karakteri. Çocukken ekonomik nedenler yüzünden çalışmak
zorunda kaldığı kuyu kazımında, ustasının çok uyarmasına rağmen bir
anlık dikkatsizlik sonucu, ustasının kafasının üstüne, yavaşça
sarkıtması gereken kovayı düşürünce hayatının en büyük dönüm
noktası o zaman başlıyor. İlk anda çok korkup hemen yakındaki köye
gidip yardım bulmaya çalışıyor, yardımı bulamayınca da yakasını hiç
bırakmayacak bir karar veriyor. Ustasının o ölüm çukurunda
öldüğünü varsayarak atlıyor ilk trene ve şehre dönüyor. Ardından da
bu olayları bir daha hiç anmamak üzere geçmişe gömüyor. Terk
ediyor babası yerine koyduğu ustasını. Hayatına devam ediyor ve bu
olaylar hiç yaşanmamış gibi herkesten saklıyor, hatta evlendiği ve
birlikte iş kurduğu çok sevdiği karısından bile. Lakin hayatının ileriki
kısmında ve her şey çok iyi giderken Cem, ustasını bıraktığı kuyunun
yanında, oğlu tarafından vurularak ölüyor. Bu da vicdanın ya da
kaderin cilvesi olmalı.
Orhan Pamuk da bize bu şekilde insanın geçmişinden kaçamayacağını gösteriyor. Cem
ve ailesi üzerinden. Hatta geçmişten kaçarken yalanlar ve sırlar arttıkça bedeli de daha ağır
oluyor. Vicdanımız zaman ilerledikçe daha da sabırsız ve daha da çok can yakan hale geliyor.
Bence de herkes hayatının bir yerinde unutmak isteyeceği anılar yaşamıştır ya da
yaşayacaktır. Bu anıları da ne kadar silmeye çalışırsak çalışalım, zamanı gelince hepsi yüz
üstüne çıkmaya mahkumdur. Bu şekilde yaşananları saklamak, insanların kendilerini
kandırmalarından başka bir şey değildir, iki yüzlülüktür yani. Bence en iyisi yüzleşmesidir
insanın kendisiyle, geçmişiyle ve çevresiyle. Belki kısa vadede daha zararlı gözükebilir.
Çevredeki insanlardan fazla baskı görülebilir ama asıl baskı insanın kendi içinden gelir, uzun
vadede. Eğer sen bu şekilde vicdanını rahatlatmazsan en büyük azabı çekersin. Tıpkı Cem’e
olduğu gibi. Küçükken yaptığı bir hatayı geçmişine atınca, her fırsatta aklına tekrar giriyordu.
Eğer sen geçmişini kabullenir ve yüzleşirsen onunla, vicdanını rahatlatırsın. Bedeli ne olursa
olsun ödediğinde de atlatması çok daha kolay olur.
Dediğim gibi bu tarz pişmanlıklar her birimizin hayatında olmuş ya da olacak
olabilirler. Bazen de bu pişmanlıklar bilinenin aksine sadece kötü olaylara da sebep olmaz(?).
Bu tarz pişmanlıklar ve vicdanımızdan kaçma çabalarımız bizi başka davranışlara da itebilirler.
Cem de aynı bu şekilde etkilendi pişmanlığından. En başında çok heyecanlanıp yapmaması
gereken bir şey yaptı, kaçtı ama belki de bu kaçışı ona, yaşadıklarını unutmak için, kendini
kitaplara ve üniversiteye vermesini sağladı ve bu şekilde de çok başarılı oldu, hatta kurduğu
şirketle zengin oldu. Bu açıdan bakınca her şey kulağa hoş geliyor, akademik başarı, para,
zenginlik. Ama hayır, vicdanın bedeli ödenmeyince vicdan ne paraya bakıyor ne de başarıya,
vicdan sadece bizim iç sesimiz ve biz onu dinlemediğimizde dinletene kadar rahat bırakmıyor ve bizi asla ama asla yalnız bırakmıyor. O yüzden bizler, vicdanımızı rahatlatmak için her şeyi
yapmalıyız kaybedeceğimiz ne olursa olsun.
Ongun Özel
Görsel Kaynağı:
http://i.idefix.com/cache/600x600-0/originals/0000000679924-1.jpg
|
227 | HAKİKAT YANILGISI
‘İnsanlar hakikati neden kaldıramaz? Birincisi, çünkü hakikat onları hayal
kırıklığına uğratır. Ikincisi çünkü hakikat genelde çıkardan yoksundur.
Böyle açıklıyor Bayan Ming tüm yalan söyleme sebeplerimizi. Aslında bu kadar net
Üçüncüsü hakikatin asla doğru görünümü yoktur- yalanların çoğu çok daha iyi
bir şekilde karar verilebilen çok az şey var sanırım gerçeği gizleme karşısında. Yalan
hazırlanmıştır. Dördüncüsü, çünkü hakikat yaralar.’ (sayfa 52)
söylemek, gerçeği gizlemek bunlar neredeyse aynı kavramlardır. Yüzyıllar boyunca
belli bir aşamada bunun yanlış olduğu düşünülse bile bu olayın günlük
uygulamalarında kendimizi şüpheye düşmüş, neyin doğru, neyin yanlış olduğunu
bilmezken bulabiliriz.
Bu konuda benim belli bir kararım yok ne yazıkki. Yalan söylemek ya da gerçeği
gizlemek maalesef her zaman yanlış bir şeymiş gibi gelmiyor bana. Küçük bir çocuğa
kedisinin öldüğünü söylememekte bir yalandır ancak kimse çıkıp bunun affedilemez
bir şey olduğunu savunamaz. Bu kadar gri bir alandayken yalan söylemenin hangi
derecelerini asla kabul edemeyecek hangi derecelerini kedi örneğindeki gibi
yumuşak karşılayacağımı bilemezken bu konuya çok değinmeyeceğim. Değinmek
istediğim konu insanların neden gerçeği gizlemek gereği duydukları. Bunun sebebi
bir çok insanın hayatlarındaki bazı şeyleri hayallerine uydurma istekleri. Kötü giden,
planlananın dışına çıkan durumlarda eğer mutlu son olmayacağı kesin değilse
hepimiz umut ederiz. Her şeyin düzeleceğini, birden bire beklediğimiz şeylerin
gerçekleşeceğini, aslında şu zamana kadar yaşadığımız sorunların birdenbire
çözümleneceğinin hayalini kurarız. Ne yazık ki her zaman hayal kuramıyoruz. Bazen
yaşadığımız olay her neyse bunun iyi bitmeyeceğini önceden anlıyoruz fakat her
zaman buna kendimizi hazırlayamıyoruz. Bunun yerine gerçeği kurduğumuz hayale
yani kurguladığımız senaryoya göre çarpıtmaya çalışıyoruz. Bazen bu çarpıtmayı
içimizde yaşayıp kendimizi kandırmayı seçiyoruz bazense bunu ileri götürüp
karşımızdaki insanı hayal ürünümüze inanmaya itiyoruz. Bu durum bizi
gerçeklikten uzaklaştırıyor. Bunu ne kadar sık tekrarlarsak o kadar hayattan kopup
kendi küçük ama mutlu dünyamızda yaşamaya başlıyoruz. Bir süre sonra
gerçeklikte yaşanan olaylar bizi daha sert karşılamaya başlıyor ve içinde
bulunduğumuz durum sonsuz bir döngüye giriyor. Bu döngüden kaçmaya çalışsam
dabazen kendimi bu döngünün içinde buluyorum. Karşımdakine değil ama kendime
küçük yalanlar söyleyerek gerçek dünyayı çarpıtmak daha kolay geliyor. Bunu
sadece kendimde değil çevremde ki insanlarda da sezinliyorum kimi zaman. Zaman
yönetimi sırasında bir çok görevi kısa bir zaman diliminde yapabileceği konusunda
kendisini kandırıp sonunda planlar (daha doğrusu hayaller) gerçeklikle
örtüşmeyince daha büyük sorunlarla yüzyüze gelen arkadaşlarım bu durumdan çok
muzdarip. Her ne kadar bundan sonra gerçeği olduğu gibi kabul edeceğiz desek bile
bu söylem bile gerçeği kendi amaçlarımız doğrusunda çarpıtmak yani bu söylem de
bir yalan. Bence insan her zaman hayal kurar ve umudu tükendiği noktada kafanız
sizi rahatlatmak için çarpıtmalar yapar. Bunu 15 yaşımda da yaptım, şimdi de
yapıyorum ve sanırım bundan uzun yıllar sonra da yapacağım. Bu noktada önemli olan insanın kendisine bir sınır çizebilmesi. Örneğin hangi noktada hayal kurmayı
bırakıp kendisine yalan söylemeye başladığını tespit etmesi ya da hangi aşamada bu
olayın kendisine zarar vermeye başladığını anlaması gibi.
Dünyada bir canlının sahip olabileceği en büyük zenginlik hayal gücü. Bunu bizi
iyileştirdiği, hayatımızı güzelleştirdiği ölçüde kullanmak en mantıklı şeylerden biri
ancak nasıl ilaç ve zehirin ayrımını doz belirliyorsa, bunun iyi ve kötü yanlarını da
bizim bunu ne ölçüde kullandığımız belirler. Bu yüzden Bayan Ming gibi gerçeği ne
ölçüde çarpıtmaya çalışırsak çalışalım bazı şeylerin her zaman farkında olmamızda
yarar var.
Kaynakça:
Bayan Ming’in Hiç Olmayan On Çocuğu / Eric Emmanuel Schmitt( Doğan Kitap 2016 ) |
228 | MUTLULUK PARADOKSU
Mutluluk nedir? Mutluluğun ne olduğunu inanın ben de bilmiyorum çünkü mutluluğun
kesin bir tanımı yok bence. Sürekli kovaladığımız, bulmaya çalıĢtığımız bir kavramdan ibaret
mutluluk. Bize sadece nerede, nasıl arayacağımızı öğrettiler mutluluğu, nasıl mutlu
yaĢandığını değil. Küçükken okuduğumuz masalların sonu bile “sonsuza kadar mutlu
yaĢadılar” ile bitiyordu. Prens, prensesi kötü cadının elinden kurtarıyor ve sonsuza kadar
mutlu yaĢıyorlardı ama nasıl? Nasıl oluyordu bu “mutlu yaĢamak”? Nasıl mutlu yaĢanırdı?
Bilmiyorduk…
Küçükken çok oyuncağımızın olmasıydı mutluluk, fakat büyüdükçe sıkıldık onlardan.
Büyürken gördük çevremizden, dizilerden, filmlerden; zengin mutlu, fakir mutsuzdu. Sandık
ki çok paramız olunca mutluluk ayağımıza gelir. Ama olmadı. Doymuyorduk bir Ģeyler
istemeye. O çok beğendiğimiz pahalı arabayı almak istedik, çünkü alınca mutlu olacağımızı
sanıyorduk ya da o çok beğendiğimiz evde oturabilmek bizi çok mutlu edebilirdi. Hep daha
fazlasını istiyorduk. Ama elde ettikten kısa bir süre sonra yine geçti mutluluk olduğunu
sandığımız his çünkü yetmiyordu sahip olduklarımız; daha fazla almak, tüketmek istedik ve
fark ettik; sonu gelmiyordu bir türlü tüketmenin. Ama asıl tükenen bizdik, bilmiyorduk…
Zaman geçti, hayat gösterdi sadece maddiyatın mutluluk getirmediğini. Artık
öğrenmiĢtik bir Ģeyleri elde edince mutlu olunmadığını. Zor olmuĢtu ama anlamıĢtık bunların
gelip geçici birer heves olduğunu. Sonra çevremize bakmaya baĢladık. Merak ediyorduk
baĢka insanların nasıl bu kadar mutlu olabildiğini ya da biz mutlu sanıyorduk onları.
Gülüyorlardı. Ama gülen her insan mutlu muydu? Denedik. Gülmeyi denedik. BaĢka
insanlara güldük; düĢene güldük, hata yapana güldük. Acı çekenlerin acılarından kendimize
teselli çıkardık; iyi ki benim de baĢıma gelmedi onun baĢına gelenler dedik. Bizim
baĢkasından daha iyi durumda olmamızı mutluluk sandık. Sandık ki karĢımızdaki mutsuz
oldukça biz mutlu oluruz. Çoğu zaman, baĢkalarının mutsuzluğunda aradık mutluluğu. Çünkü
onların baĢına gelen bizim baĢımıza gelmemiĢti. Ayakkabısı olmayan bir çocuğu görüp, “iyi
ki benim ayakkabım var” dedik , “keĢke onun da ayakkabısı olsaydı” değil. Evsiz birini
gördüğümüzde “iyi ki sıcak bir evim var” dedik, “keĢke onun da bir evi olsaydı” değil. Sonra
üzmeye baĢladık…
Bu düzenin bir parçası olduk incitmeye baĢladık, Sandık ki bizden baĢka kimsenin
mutluluğu önemli değil. Büyüdü bu düĢünce. Çığ gibi büyüdü. Bir nesilden diğerine artarak
geçti. Sonra gördük. BaĢkası da bizi üzdüğünde gördük böyle mutlu olunmadığını. Ve anladık
baĢkasının mutsuzluğunun mutluluk getirmediğini çünkü bu sefer o “baĢkası” bizdik.
Ve acı gerçekle yüzleĢtik. Öteki olduk, baĢkasına öteki dedik. Yakın olduğumuz
insanlar dıĢındakiler önemli değildi bizim için. Bizden farklı olanı kabul edemedik.
BencilleĢtik, umursamadık kendimizden ve kendimiz gibi olanlardan baĢkasını. Ama fark
ettik ki mutluluk çevremizdeki insanların tek tip oluĢunda, farklı olanı kırmakta veya
yargılamakta değil. BaĢkasının mutsuzluğuyla mutlu olunmaz. Bu gerçek mutluluk değil…
Peki, nedir gerçek mutluluk? Temelinde hissedebilmek, sevdiklerimizin yanımızda
olması ve hayatın tadını çıkarabilmek olan bir kavram mı yoksa akĢamüzeri güneĢin batıĢında
yolda yürürken o güzel turuncu tonların ahenkle gökyüzünden yavaĢ yavaĢ siliniĢini fark
edebilmek mi mutluluk… Bir çocuğun annesine sarıldığındaki yüzünde oluĢan sıcacık his mi
mutluluk… Bir baba için çocuğuna istediği oyuncağı alabilmek mi mutluluk… Belki de
mutluluk bizim onu ararken yaĢadıklarımızdır. “belki de mutluluk sadece kovalayabildiğimiz
bir Ģeydir, belki de onu asla yakalayamayacağız” (the pursuit of happyness 2006).
Bana sorarsanız mutluluk baĢkalarını mutlu ettikçe artar. Mutluluk hayatın tadını çıkarmak,
insanları yargılamamak, anlayıĢlı olmak gibi küçük, basit ama bir o kadar da önemli
değerlerde gizlidir ve belki de mutluluk yaĢadığını ve yaĢattığını gerçekten
hissedebilmektir…
Ġpek ġAHBENDEROĞLU
|
229 | Peki, nedir gerçek mutluluk? Temelinde hissedebilmek, sevdiklerimizin yanımızda
olması ve hayatın tadını çıkarabilmek olan bir kavram mı yoksa akĢamüzeri güneĢin batıĢında
yolda yürürken o güzel turuncu tonların ahenkle gökyüzünden yavaĢ yavaĢ siliniĢini fark
edebilmek mi mutluluk… Bir çocuğun annesine sarıldığındaki yüzünde oluĢan sıcacık his mi
mutluluk… Bir baba için çocuğuna istediği oyuncağı alabilmek mi mutluluk… Belki de
mutluluk bizim onu ararken yaĢadıklarımızdır. “belki de mutluluk sadece kovalayabildiğimiz
bir Ģeydir, belki de onu asla yakalayamayacağız” (the pursuit of happyness 2006).
Bana sorarsanız mutluluk baĢkalarını mutlu ettikçe artar. Mutluluk hayatın tadını çıkarmak,
insanları yargılamamak, anlayıĢlı olmak gibi küçük, basit ama bir o kadar da önemli
değerlerde gizlidir ve belki de mutluluk yaĢadığını ve yaĢattığını gerçekten
hissedebilmektir…
Ġpek ġAHBENDEROĞLU
Peki, nedir gerçek mutluluk? Temelinde hissedebilmek, sevdiklerimizin yanımızda
olması ve hayatın tadını çıkarabilmek olan bir kavram mı yoksa akĢamüzeri güneĢin batıĢında
yolda yürürken o güzel turuncu tonların ahenkle gökyüzünden yavaĢ yavaĢ siliniĢini fark
edebilmek mi mutluluk… Bir çocuğun annesine sarıldığındaki yüzünde oluĢan sıcacık his mi
mutluluk… Bir baba için çocuğuna istediği oyuncağı alabilmek mi mutluluk… Belki de
mutluluk bizim onu ararken yaĢadıklarımızdır. “belki de mutluluk sadece kovalayabildiğimiz
bir Ģeydir, belki de onu asla yakalayamayacağız” (the pursuit of happyness 2006).
Bana sorarsanız mutluluk baĢkalarını mutlu ettikçe artar. Mutluluk hayatın tadını çıkarmak,
insanları yargılamamak, anlayıĢlı olmak gibi küçük, basit ama bir o kadar da önemli
değerlerde gizlidir ve belki de mutluluk yaĢadığını ve yaĢattığını gerçekten
hissedebilmektir…
Ġpek ġAHBENDEROĞLU
|
230 | Ahmet Tarık Işık
Düşüncenin Silahı: Kelime
Kelimeler, insanlar üzerinde öylesine güçlü bir etkiye sahiptir ki ustaca bir dizilimle bizi
gerçeğin tam aksine kolaylıkla ikna edebilirler. Zekice bir kullanımla hiç olmamış olanın var
olduğuna, varlığı açıkça ortada olanın ise aslında olmadığına bizi inandırabilirler. Büyük vahşetleri
birkaç cümleyle romantik olaylar yapabilir, korkunç katliamları destanlaştırabilirler. Kısa bir
yazıyla insanlık adına son derece zararlı fikirleri idealize edebilir, bu fikirlerin hayata geçmesi için
büyük kalabalıklara akıl almaz işler yaptırabilirler. Bu yüzden kelimeler, yetkin ellerde çok güçlü
silahlara dönüşebilir.
Larry Collins ve Dominique Lappierre'in birlikte yazdığı Yasımı Tutacaksın adlı belgesel-
roman bana kelimelerin üzerimizde ne kadar etkili olabileceğini tekrar gösterdi. Kitap, kısa bir
İspanya yakın tarihiyle iç içe olacak şekilde bir boğa güreşini tüm ayrıntılarıyla anlatıyor. Ve bunu
anlatırken kelimeleri öylesine ustaca kullanıyor ki kitapta anlatılan vahşete hayran olmamak elde
değil. Kitabı bitirdiğim zaman, boğa güreşi denilen seremoniye büyük bir hayranlık beslediğimi
fark ettim. Ölümden kaçmaya çalışan boğanın alanda sergilediği asil tavırlara, boğaya öldürücü
darbeyi vurmak için fırsat kollayan matadorun zeka dolu kıvrak hareketlerine, boğanın katledilişini
sabırsızlıkla bekleyen kalabalığın heyecan ve coşku içinde attığı çığlıklara, boğanın sahibinin
gururlu bekleyişine, kısacası İspanyolların kutsal saydığı bu ölüm seremonisine şaşırtıcı derecede
hayranlık duyuyordum. Fakat sonra boğa güreşi hakkındaki eski görüşlerimi anımsadım. Günahsız
bir canlının sırf bir grup insanın vahşete tanık olmak için duyduğu arzuyu tatmin etmek için acı
çektirilerek öldürülmesi bende her zaman tiksinti uyandırmıştır. Ve şimdi bu kitap, bu vahşetin tüm
aşamalarını detaylı şekilde anlattığı halde, bende boğa güreşine karşı güçlü bir hayranlık uyandırdı.
Bu duygunun aksine içimdeki nefreti körüklemesi gerekirken nasıl yaptı bunu? Bence cevabı çok
basit; kullandığı ustaca üslupla yani kelimelerinin gücüyle yaptı.
Kelimeler, kullanmayı bilen insanların elinde çok güçlü silahlara dönüşebilirler. İnsanlık
tarihi, özü itibariyle son derece zayıf ve çelişkilerle dolu felsefelerin, bu öz etrafına inşa edilmiş
kelimelerden yapılma surlar sayesinde çok uzun süreler boyunca ayakta kalmasına ve büyük
kitleleri etkisi altına almasına şahit olmuştur. Bugün hala dünyada son derece etkileyici kelimelere
kanıp bütün ömürlerini temelsiz felsefelere adayan ve dolayısıyla ömür boyu mutsuzluğa mahkûm
olan birçok insan var. Aynı şekilde tarih, toplum ve birey açısından son derece zararlı birçok
ideolojinin kelimelerden yapılma zırh ve silahları kuşanarak büyük kitlelere egemen olmuş
ideolojilerin sebep oldukları yıkımlara tanık olmuştur. Kelimelere mahkûm olup bu ideolojileri
takip eden insanlar, sadece başka insanların değil aynı zamanda kendi felaketlerinin de hazırlayıcısı
olmuşlardır. Bugün kendi çevreme ve dünyanın tümüne baktığımda bu durumun değişmediğini
görüyorum. Üstelik gelişen teknolojiyle birlikte bugün artık kelimeler çok daha hızlı yayılıyor ve
geçmişle kıyaslanamayacak ölçüde fazla insana ulaşıyor. Çok fazla kelimeye yani çok fazla silaha
maruz kalıyoruz. Bazen çevremin tamamen kelimelerle çevrili olduğunu ve bu kelimeler
kullanılarak tuzağa düşürülmeye, istemeden başkalarının art niyetli amaçlarına hizmet ettirilmeye
çalıştığımı düşünüyorum. Ve açıkçası bu tuzağa düşmekten korkuyorum. Birçok insanın geçmişte
farkında olmadan düştüğü hataya düşüp hem kendime hem de başkalarına zarar vermekten
korkuyorum. Kısacası kelimelerin tutsağı olup hakikati görememekten korkuyorum.
Her zaman için insanı gerçeğe ve doğruya ulaştırmada köprü olması beklenen kelimeler, yeri
geliyor, hayatımız boyunca aradığımız gerçeği ve doğruyu örten kalın perdelere dönüşüyor. Ustaca
kullanılmış kelimeler, güçlü silahlardır. Bu güçlü silahların yanlış insanların eline geçmesi
felaketler doğurabilir. Sağlam temelleri olmayan felsefeler, zararlı ideolojiler ve art niyetli
insanların kendi çıkarlarına hizmet etmesi için ürettiği şeytani düşünceler gelişip yayılırken
kelimelerden beslenirler. İşte bu yüzden, kelimelerin tuzağına düşmemek için okurken her zaman
için kelimelere ihtiyatlı şekilde yaklaşılması ve kelimelerin ötesindeki gerçeğin aranması gerekir.
Kaynakça:
Collins, Larry, ve Dominique Lapierre. Yasımı Tutacaksın. İstanbul: Payel, 1993. Baskı. |
231 | Berfin Küçük
Beynimizdeki Casus
Tüm hayatımızı sadece düşüncelerimizle yönetebileceğimiz bir dünya düşünebiliyor
musunuz? Olumlu düşünerek her şeyin yolunda gideceği ve olumsuz düşünerek hayatımızı alt üst
edeceğimiz bir dünya hayal edin. Kontrolümüzde olmayan düşüncelerimizin bile hayatımızı
şekillendireceği, yaşamınızın hem sizin kontrolünüzde olup bir o kadar da kontrolünüzde olmadığı bu
dünyada yaşamayı riske alır mıydınız? Aslında bu hayal ettiğimiz dünya, şu an yaşadığımız dünyadan
pek farklı sayılmaz. Yaşadığımız hayat, hayalini kurduğumuz dünya kadar apaçık etkili olmasa da
bilinçli veya bilinçsiz düşüncelerimizin birer eseri.
Hemen hemen hepimiz, küçükken Polyanna'nın hikayesini okumuş ya da dinlemişizdir.
Karşılaştığı en kötü duruma bile bir şekilde olumlu yaklaşabilen bu küçük kız hakkında siz ne
düşünüyorsunuz? Belki bu soruya tek ve net bir cevabınız olabilir ama ben bu soruyu kendimde ikiye
ayırarak cevaplandırabiliyorum. Biri eskiden okurken Polyanna hakkında ne düşündüğüm biri de şu
an ne düşündüğüm. Evet, her iki soruya da iki farklı cevabım var çünkü eskiden Polyanna'yı okurken
kendisinin ne kadar saf olduğunu, en dehşet verici olaya bile bu kadar olumlu yaklaşmanın insanı
sadece gerçeklerden alıkoyacağını düşünüyordum. Hatta Polyanna'nın böyle davranması, hikayesini
okurken içime dert bile olmuştu. Kitaptaki karaktere, şu etrafındaki kötü gerçekleri gör artık diye
haykırmak istiyordum. Şimdiyse neden hayatımızı Polyanna gibi yaşamadığımızı sorgulamakla birlikte
neredeyse öyle yaşamamız gerektiğini bile düşünmeye başlamıştım.
Polyanna hakkındaki düşüncelerimi değiştiren etken ilerleyen yaşımdan ziyade okuduğum
başka bir kitap oldu. Joseph Murphy'nin Bilinçaltının Gücü kitabı, Polyanna hakkındaki düşüncelerimi
değiştirmekle kalmayıp hayatımı bile değiştirdiğini söyleyebilirim. Yıllar önce, babamın aldığı bu
kitabı elimde okuyacak başka bir kitap kalmadığı için okumuş olmama rağmen başucu kitabım oldu. Pozitif düşüncenin hayatımızı olumlu etkilediğini ve özellikle de bilinçaltımıza göndermemiz gereken
pozitif düşüncenin metotlarını anlatan bu kitabı hayatıma uygulamaya başladığımdan beri hayata
farklı bir açıdan baktığımı hissedebiliyordum. Polyanna gibi kötü bir durumu direk iyi olarak
nitelendirmesem de bu kötü bir durumun beni üzüp hayatımın geri kalanını da olumsuz etkilemesine
izin vermiyorum ve o kötü durumu kendi açımdan olabilecek en iyi duruma getirmeye çalışıyorum.
Bunu hayatıma uygulayabildiğim en güzel örneğim ise 12. sınıfta YGS'den sonra, beklemediğim kötü
sonuca üzülmek yerine LYS'de, bir önceki sınavdan çok daha iyi yapabileceğimi düşünüp durumu
toparlayabileceğime inanmam oldu. Her gece uyumadan önce, kitapta söylenilen gibi, her şeyin
yoluna gireceğine inanıp girmek istediğim üniversitenin bir öğrencisi olduğumu hayal ederek
uyuyordum. Bilkent'in kampüsünde dolaştığımın, sınıflarındaki sıralarda ders için oturduğumun
hayalini kuruyordum. Tüm bu sürecin sonunda hayallerimi gerçeğe dönüştürmeyi başarmıştım .
Şimdi, hayalini kurduğum o üniversitenin bir öğrencisiydim.
Artık pozitif düşünmek yaşam felsefem olmuştu. Öyle ki etrafımdakilere bile aşılamaya
çalışıyordum bu düşünce sistemini. Karamsar insanları ve onların bu karamsarlığa bağlı yaşamını
gördükçe yaşam felsefemden daha da emin oluyordum. " Neye inanırsanız onu yaşarsınız." (Murphy,
19) Ben de yaşamak istediklerime yürekten inanarak onları elde etmeyi biliyordum artık . Yürekten
diyorum çünkü sadece inanıyorum diyerek bazı şeyleri elde etmek mümkün olmayabilir. Bilinçaltı,
beynimizin gizli bir çalışanı gibidir; sizin onun yaptıklarından haberiniz olmaz ama o yeri geldiğinde
önemsiz sandığınız bir eyleminizi ya da düşüncenizi bile hayatınızı etkileyecek hale getirebilir.
Bilinçaltı, sanılanın aksine rüyalarımızın olay örgüsünü şekillendiren bir merkezden çok daha
fazlasıydı çünkü bilinçaltımızı kontrol edebildiğimiz sürece hayatımızı da kontrol edebiliriz.
"Bilinçaltının farkında olmayan kişi başına her gelen şeyi kader zanneder." demiş Carl Gustav Jung,
bilinçaltının sandığımızdan çok daha önemli olduğunu belirttiği sözünde. Ben artık bilinçaltının ve onu nasıl yönetebileceğimin bilinciyle Polyanna'dan farklı olarak gerçeklerin kötü yanını da görüp
onları kendi hayatımı daha iyi yönlendirebilecek biçimde şekillendirip kendi hikayemi yazabiliyorum.
KAYNAKÇA
Murphy, Joseph. Bilinçaltının Gücü. İstanbul: Koridor Yayınları , 2009. Baskı
Jung, Carl Gustav. "İz bırakanlar" genckolik. y.y t.y. Web. 24 Ekim 2016
|
232 | DİRENİŞİN TONLARI: DÜŞLER,
TUTKULAR VE SUÇLAR
68’lerin Paris’indeyiz. Özgür düşünce ve hareketin egemen olduğu,
insanların sanki hızlı ve küçük adımlarla ateş üzerinde yürüyormuş gibi
heyecanlı, tedirgin ve maceracı olduğu bir dönem. Yönetmen Bernardo
Bertolucci, “ The Dreamers ”, türkçe’ye çevrilen adıyla “ Düşler, Tutkular
ve Suçlar ”, filminde bu özgür dönemi sokaklarda, eylemlerle ya da
kavgalarla değil, kendilerini en yalın ve özgür hissettikleri aynı evde
yaşayan üç karakterde değinmiş: Amerika’dan öğrenci olarak Paris’e gelen
Matthew, Matthew’un görür görmez aşık olduğu büyüleyici güzellikte
Isabelle ve ikiz kardeşi Theo.
Evdeki Cesur Masumiyet
Filmde bir sinema kuşağındayız. Gerçek anlamıyla bir sinefil olan
Isabelle ve Theo’nun yolları Sinematek’te Matthew ile keşisiyor. 68’lerin
Paris’inde ünlü Sinematek’in kapatılma kararı alınıyor. Bütün sinema
severler sokaklara dökülüyor; eylemlerle haykırarak kendilerini ve
görüşlerini belirtenler de var, sessiz çığlıklarla kendini zincirleyenler de... İp
de bu noktada kopuyor filmde. Sokakta isyan, devrim ruhu sürerken, kendi samimi küçük evlerinde kendi tutkularını, düşlerini ve suçlarını yaşayan üç
kişiler. Sokağın ve dönemin ruhunu taşıyorlar fakat bunu kendi yarattıkları
küçük oyunlarda, cinsellikte ve filmlerde buluyorlar. Theo ve Isabelle
devrimci bir ruha sahipler; özgürlüklerini ve yaşam tarzlarını hiçbir
diktatörün ya da yönetimin eline bırakmamaları gerektiğini düşünüyorlar.
Amerikalı arkadaşları Matthew ile birlikte evde kaldıkları sure boyunca
devrimi, düzeni ve sistemi tartışıyorlar. Fakat bu özgürlükçü ruhları farklı
eylemlerle ve yakınlaşmalarla dışa vuruluyor. Öncelikle izlerken çoğu insanı
rahatsız edebilecek düzeyde bir tensel yakınlık var Isabella ve Theo
arasında. Her akşam çıplak olarak beraber uyuyup, sabah ve bütün günlerini
yine beraber geçiriyorlar. Sanki birbirlerinin karşı cinsleri gibi hissediyor ve
davranıyorlar. Aynı insan fakat farklı cinsler… Aralarındaki bu aşamadıkları
görünmez bağ hem Matthew’a hem izleyicilere çok güzel şekilde
gösterilmiş. Yargılıyoruz çünkü bu ensestvari bir ilişki diye düşünüyoruz
filmin başında. Filmin ortalarına doğru Theo’nun Matthew’a anne karnında
birlikte aylarca çıplak kaldıklarını ve şimdi de bunu yapmalarından başka
doğal ne olabileceğini anlatırken sorguluyoruz. İnsanların ve toplumun
cinsel baskılarından tamamen arındıklarını görüyoruz. Bakıldığı zaman bazı
toplumlarda az bazılarında daha şiddetli olmak üzere neredeyse her
toplumun bir cinsel tabusu, görüşü ya da baskısı vardır. Cinsellik kadar
doğal bir dürtü en ufak bir şekil değiştirme yoluna girse “suçlu” kavramı
ortaya çıkar. Fakat düşündüğümüzde anne karnında aylarca çıplak olarak
yatan ikizlerin bunu 20 yıl sonra yapamayacağını düşündüren nedir? Her
insan belli bir toplumda ve belli bir kültürün parçası olarak doğar ve büyür.
Bu yetiştiriliş tarzları farklılık gösterebilir fakat her toplumda olan ve
düşüncelerimize yerleştirilen bazı tabular vardır, ensest ilişkiler gibi.
Ensestliğin ne olduğunu sorgulamayız, araştırmayız ama insanları yadırgama
hakkını doğuştan kendimizde görürüz. İşte tam da bu yüzden Isabelle ve
Theo arasındaki tensel yakınlığının masumiyetinin farkına varmayıp etik
değerlerimizle acımasızca eleştiririz. Öte yandan 68 kuşağının isyanları,
devrimleri ve şiddeti karşısında evde kendi bireyselliklerini keşfeden üç
insan görmemiz, gerçek masumiyetin bu olduğunu anlamamızı sağlıyor.
Sokaklarda özgürlüğü elinden alınan insanlar birbirleriyle savaşırken;
Matthew, Isabelle ve Theo birbirlerine sarılıyorlar. Fakat kimse evde
masumca birbirlerine zarar vermeden düşlerini, hayallerini ve cinselliklerini
paylaşan bu üç insana verdiği tepkiyi, dışarda birbirleriyle savaşan insanlara
vermiyor ne yazık ki. Bu 68’lerin Fransa’sında da böyle, günümüzde de.
Gerçek savaş ve suç, birbirlerini seven insanlarda değil, zarar veren
insanlarda aranmalıdır. Bertolucci de filmde en çok buna değinmiş.Öte yandan, evde 3 kişinin günlük yaşantısına baktığımızda komün bir
yaşam görüyoruz. Bu apaçık ortada değil, çünkü Isabelle ve Theo dönemin
burjuvazi dediğimiz kesimindeler; ev anne babalarının evi, Paris’in güzel
evlerinden... Fakat Amerikalı Matthew’un eve gelmesiyle birlikte, her
konuda bir paylaşım söz konusu. Aç kaldıkları zaman bir muzu üç parçaya
ayırıp yiyorlar, küvete üç kişi giriyorlar, birbirlerinin düşlerini ve suçlarını
paylaşıyorlar. Kendilerini sokaktaki savaşın içinde görüyorlar, özgürlük için
mücadele ettiklerini düşünüyorlar. Fakat bunu o kadar pasif bir direniş ile
gerçekleştiriyorlar ki günler sonra pencereden dışarı bakıp sokaktaki vahşeti
gördüklerinde, direnişe katılma, yıkma, parçalama ve savaşma güdüleri
ortaya çıkıyor. İşte o noktada Matthew’un onların savaşının silahla değil
sevgiyle olduğunu söyleyip Isabelle ve Theo’yu uyarması filmin kilit
noktalarından bir tanesi. Politik ve siyasi düşünceleri, yaşam tarzları ne
olursa olsun hiçbir insan devrim ruhunu şiddetle kazanmamalı. Özgürlük
isteniyorsa, devrim sadece sokaklarda değil kişinin öncelikle kendisinde
gerçekleşmeli ve bu ruh sevgiyle büyümeli, şiddetle, molotof kokteyleriyle
ya da silahlarla değil. Ne yazık ki, tam da bu noktada Matthew ile ikizlerin
yolları ayrılıyor. Matthew kendi düşüncesinin ve insancıllığının izinde
giderken, Isabelle ve Theo ise kargaşanın tam ortasına, devrim ruhuna
şiddetle gidiyorlar. Amerikan- Fransız kültür ayrımını da bu sonla net bir
çizgiyle görüyoruz. Fransa gibi derin birikimlere ve yaşanmışlıklara sahip
bir ülke, kendi insanlarını her konuda tutkulu ve mücadeleci yapıyor,
mantıksız gözükse bile. Oysa Matthew bir Amerikalı olarak mantığının
izinden şaşmıyor ve bu kültür çatışmasına son verip ikizlerden ayrılıyor.
Filmin böyle bir sonla kapanması ise bize farklı kültürlerden gelen
insanların, birbirleriyle çok şey paylaşmış olmasına ragmen bazı kritik
noktalarda ayrılmayı tercih etmeleridir. Sevgi, arkadaşlık, aşk ya da cinsellik
h
er insanın doğasında vardır; bu duygular sonuna kadar paylaşılabilir fakat
konu savaş ya da devrim gibi bir ciddiyete bürünürse sevgilerini paylaşan
insanların savaştığına şahit bile olabiliriz. |
233 | Korkuyu Beklemenin Telaşı
Korkularıdır insanlara şekil veren, onlara nerede ne zaman ne yapmalarını ya da
ne yapmamalarını fısıldayan. Kitapta uzaydan gelen vahşi bir canlı küçük bir kasabaya
musallat olup şehrin küçük çocuklarını avlıyor. Hem de bilin bakalım nasıl? Evet, tabiki
de küçük çocukların korkularını kullanarak. Örneğin filmin ilk dakikalarında küçük
Georgie’nin, evlerindeki bodrum katına inmesini izliyor, o minik hayal gücüyle nesneleri
her yorumlayışında biz de bunu yaşıyor ve geriliyoruz. Kapıdan yavaş yavaş süzülüşü,
merdiven korkuluğuna elini uzatmasındaki tedirginliği ve raftaki iki adet ampülden
yansıyan ışığı karanlıkta onu bekleyen yaratığın gözlerine benzetmesi işte tüm bunlar
bizlere hiç de yabancı gelmiyor değil mi? Çünkü, bu korkuları bizim de daha dün gibi
yaşadığımızı hatırlıyor ve anlamlandırıyoruz bu anları kendi anılarımızla. İşte bu anda
korku ustası Stephen King’in bizleri çocukluk korkularımızla buluşturacağının farkına
varıyor, kitaptaki vahşi varlığın insanları kendi karanlık dünyasına çekeceğini
hissediyoruz.
Başkalarını korkutmaya çalışan ve korkutanların kendileri daha çok korkarlar ve
korktukça, korkularını yenmek için daha çok korkutmaya çalışırlar. Bu korku
kısırdöngüsü böylece sürer. Gerçekten yürekli olanlar, ne başkalarını korkutmaya çalışır,
ne kendileri korkarlar.
Aziz Nesin
O’dur korkulan ve korkutan ya da korkutamamaktan korkan. Ona O diyoruz çünkü
görmek istediğimizi ifade ediyor bu kavram, korkularımızı ancak böyle geniş ve
istediğimiz gibi şekillendirebileceğimiz bir terime sığdırabilirdik. Değil mi? O’nun sebebi
bilinmez ama insanların korkularıyla beslendiğinden olacak ki, O her insanın en korkunç
gerçeğine dönüşür. Sömürür insanların ruhlarını ve beslenir onlarla kurutup bitirene
kadar, öğrendikten sonra insanların en derin korkularını. Neredeyse mükemmel bir
döngü değil mi? Adeta şu an içerisinde çırpınıp durduğumuz sistem gibidir O’nun
yaşamı. O, öğrenir insanların korkularını adeta ilk iktidarın insanların ihtiyaçlarını öğrenip
devletin gerekliliğinden bahsetmeleri gibi. Sonrasında insanların korkularına bürünür ve
kullanır bunu hayatta bir gün daha tutunabilmek adına adeta devletin insanları bir sistem
içine yerleştirip onlara itaat ettirtmesi ve varlığına devam edebilmesi gibi. İnsanların
korkularını ete kemiğe büründürür O ve böylece ele geçirir kurbanların ruhunu kurutup
bitirene kadar, hayatımızın baharında atıldığımız ve yaşlanana kadar her gün ama her
gün devam ettiğimiz, huzur ve kalite dolu bir hayata ulaşabilmek için feda ettiğimiz
upuzun bir ömür gibi değil de nedir bu söyleyin bana. O’nun içerisinde ne görmek isterseniz görebileceğiniz mükemmel bir kurgusu
vardır ama bakmak ve görmek farklı şeyler değil midir neticesinde? Eğer iyi bir gözlemci
iseniz anlayabilirsiniz metinlerin ardında gösterilen cevheri, hayata dışarıdan bir
pencereden bakmayı. Olay da bu değil midir zaten küçüklüğümüzden beri aldığımız o
yıllar boyu süren eğitimlerin amacı, kutunun dışından bakabilmek. Görebilmek olayların
ardında yatan gerçekleri ve ilişkilendirebilmek doğrularımızla. İşte O’nun anlatmak
istediği tüm mesele de bu, eğer bunu katabiliyorsanız bir bireye, o birey toplumda
parlamaya başlamaz mı? Takip edilmez mi kitlelerce? Söyleyin bana. Eğer durum böyle
olursa yenilmez mi O’lar ve niceleri? Yenilirler tabiki de ve bu parıldayan bireylerin
ışığında kaybolmaya mahkum kalırlar. Sanki başka çareleri varmış gibi? Keşke daha çok
bu kurtarıcılara sahip olabilsek kendilerini ve etrafındakileri aydınlatabilen, bizi daha iyi
geleceklere taşıyan. Yanı başımızdaki O’lardan korunmak için, şu an ve ilelebet
geleceğimiz için. Yenebilsek insanlığın en derinliklerinde yatan bencillik ve açgözlülüğü,
döndürebilsek bunları aydınlığa. Söyleyin bana, yaşamaya mecbur olur muyduk bu
kaosun egemen olduğu karanlık dünyada O’larla birlikte? Ne yazık ki göremiyoruz
geleceğin aslında bizim yarattığımız bir kavram olduğunu içini bizim doldurduğumuzu.
İşte bu yüzden O’lar kazanıyor ve sanıyorum ki biz bir şeyler yapmadıkça, bir şeylerin
farkına varmadıkça kazanmaya da devam edecekler.
Hüseyin Kaan YAVUZ
|
234 | Sena Altun
21200633
Gönenç TUZCU
TURK 102-24
28.10.2014
1
Sena Altun
21200633
Gönenç TUZCU
TURK 102-24
28.10.2014
HAYALİN PEŞİNDE
Simyacı, Brezilyalı yazar Paulo Coelho’nun bir solukta büyük bir keyif ile okuduğum
olağanüstü bir eseridir.
Kitap, gördüğü üst üste düşlerin içindeki bir hazine uğruna İspanya’dan Mısır’a kadar
giden Endülüslü bir çobanın yolculuğunu ve hayat hikayesini anlatmaktadır. Aslında bu
yolculuk çoban için sadece bir yolculuk değildir. Bu serüven, genç çobana hayalinin peşinden
gitmesinin öneminin yanısıra, ona hayatı daha yakından öğretecek, işaretlerin aslında
insanoğlu için ne kadar kıymetli olduğunu gösterecek ve insanın her şeyden önce yüreğinin
sesini dinleyerek, yüreğiyle barışması gerektiğini benimsetecektir.
Kitabın ana konusu mutluluk ve hedef üzerinedir. Mutluluk ve hedef kavramları
birçok insan için kendilerinden uzak gibi gözükse de aslında biz insanlar için oldukça
yakındır. Sadece bizler onları görmeyi çoğu zaman seçmeyiz. Çünkü büyük mucizelerin yani
birçok hedefin olmayacağına baştan inanırız. Hayatta hiçbir insan gördüğü bir düş üzerine,
binlerce kilometrelik bir çölü geçmeyi göze almaz ya da gördüğü bir rüya için harekete
geçmez. Çünkü yolun sonunda bir hazine olduğuna baştan inanmaz. Çoğu zaferle sonlanacak
başarı böylece elimizden kaçar gider. Ancak her şey önce inanmakla başlar. Tıpkı genç çoban
Santiago’nun inandığı gibi. Bana göre kitabın inanma ile alakalı olan kısmı, bu kitabı
olağanüstü yapan şeydir.
2
Sena Altun
21200633
Gönenç TUZCU
TURK 102-24
28.10.2014
İnsan inanmaya başladığı zaman, olumlu şeyler de hemen arkasından gelir. Evren,
inanan bir insan için bütün kartlarını açık oynar. Kitabın belki de büyük bir kısmı tam olarak
bunu anlatmaktadır.Gördüğü düş sonrası genç çobanın bir çingene ve ardından kralla
karşılaşması, ardından iş yapmayan bir billuriye tüccarının yanında işe başladıktan sonra, çölü
geçmek için lazım olan parayı toplamak için, tüccarın iş yapmaya başlaması, ve o çöl
yolculuğunda tanıştığı simyacı… Bütün bunlar inanmış bir çobanın hayalinin peşinden
gitmesi için verilmiş bir işarettir.
Kitabın içinde geçen diğer bir tema ise, her insanın kendi kişisel menkıbesini
gerçekleştirmek üzere dünyaya geldiğidir. Benim fikrim tıpkı kitapta olduğu gibi, insan
kaderini kendisi şekillendirir. Yaptığı tüm yanlış ve doğru seçimler insanın kaderidir.
Önceden yazılmış herhangi bir şey değildir bu. Çünkü bizi biz yapan yanlışlarımız ve
onlardan öğrendiğimiz doğrulardır. Bizler, kaderin var olmadığını veya bizler için olumsuz bir
şey olduğunu düşünsek de aslında tek yapmamız gereken yüreğimizin sesini dinlememizdir.
Asıl kaderimiz tam burada başlar. Çünkü kader dediğimiz şey kitapta da geçtiği gibi “
değiştirilecek bir gelecek olduğu zaman ortaya çıkar.” Kitapta işlenen asıl tema da budur.
Fakat, çevremizdeki birçok insanın düşünce yapısı buna ters düşmektedir. Pek çok insan,
çevresindeki insanların düşüncelerini birebir kendi hayatlarına uygularlar. Daha doğrusu pek
çok insan çevresindeki insanlara aynı düşünce yapısını aşılamaya çalışır. Demek istediğim
şey, yaygınlaşmış ‘herkes için doğru olan hayat kurallarıdır’. Bizlere küçüklüğümüzden,
olgunluğumuz kadar hep iyi bir okul okumamız,iyi bir meslek edinmemiz ve iyi bir evlilik
yapmamız gibi şeyler söylenir. Fakat, bu iyi kavramı kime göre iyi? Çoğu insan bu kısmı
sorgulamaz. Aynı yazarın kitap içinde de söylediği gibi : “İnsan her zaman aynı insanları
görürse, bunları yaşamının bir parçası saymaya başlar. İyi, ama bu kişiler de bu nedenle,
3
Sena Altun
21200633
Gönenç TUZCU
TURK 102-24
28.10.2014
yaşamımızı değiştirmeye kalkışırlar. Bizi görmek istedikleri gibi değilsek hoşnut
olmazlar,canları sıkılır. Çünkü, efendim, herkes bizim nasıl yaşamamız gerektiğine elifi elifine
bildiğine inanır. Ne var ki, hiç kimse kendisinin kendi hayatını nasıl yaşaması gerektiğini
kesinlikle bilmez.”
İnsanlar sürekli hayaller kurarlar ve hedefler koyarlar. Aslında aradığımız mutlulukta
tamamen bunlar üzerine kuruludur. Çünkü, ulaştığımız hedef bizi mutluluğa götüren şeydir.
Mesela, ben üniversite sınavı senesi başladığında,Bilkent’i kazanacağım diye kendime keskin
ve kararlı bir hedef koymuştum. Sonuçların açıklandığı gün, bunu gerçekleştirmiş olmanın
tarifsiz duygusunu edindim. Benim için, hayatta satın alabileceğim veya bir başkasının bana
verebileceği bir şey hayalimi gerçekleştirmiş olmamın yerini alamaz. Çünkü, küçüklüğümden
beri benim için hayat hedef, hayal,başarı ve bunların getirdiği mutluluktan ibarettir. Hayalinin
peşinden giden ve hedefinden bir an bile kuşku duymayan genç çoban Santiago’nun hikayesi
bu yüzden beni kitaba böylesine derinden bağlamıştır.
4
|
235 | Arda Beşirbellioğlu
SINIRSIZLIĞIN SONUÇLARI
Tecrit edilmek, toplumdan izole edilmek demektir. En azından Aharon Appelfeld’in, Ruhun
Kuytusunda isimli romanı üzerine yazı yazarken ben bu anlamda kullanacağım. Bu yazıyı yazmadan
önce yazarın hayatını araştırdım biraz. Yazıma ışık olacak birkaç bilgi vermem gerekiyor yazarla ilgili.
Aharon Appelfield, dokuz yaşındayken toplama kampına götürülen, annesi öldürülen bir yazar. O
kampta biraz kaldıktan sonra kaçıyor ve ormana sığınıyor. Üç yıl saklandıktan sonra Rus Ordusu
tarafından bulunuyor ve aşçı olarak orduda göreve başlıyor. Bu nedenle de yazar, tecrit şartlarının,
izole olmanın insanın ruhsal yapısında açtığı yaraları ve insandaki değişimleri çok iyi bilen bir yazar.
Kitapta da bunu gördüm ben. Daha doğrusu, yazarın düşüncelerini okuduktan sonra kitabın kurgusu
kafamda daha yerli yerine oturdu. Artık başlayabilirim.
Toplumun olmadığı kapalı bir alanda yalnız kaldığımızda üzerimizden bir ağırlığın da eksildiğini
hissederiz. Öyle ki, insanlar bir an önce evlerine gitsinler diye koyulmuş gibidir sanki kurallar. En
azından ben, eğer bir arkadaşımda falan kalırsam, ertesi sabah erkenden uyanıp odama kaçarım.
Rahat edemem başka yerlerde, odam, sığınağım gibi, kendimi en rahat hissettiğim yerdir. Kimse sizi
izlemiyorken rahat rahat burnunuzu karıştırmak gibi bir konfordan bahsetmiyorum, bakışlardan,
incelenmekten, gözlenmekten korur bizi odalarımız. Gad ve Amalia kardeşler, onlara Amcalarından
kalan mezarlık bekçiliği işini yapmak ve hastalıklardan kaçmak için kulübelerine gittiklerinde bir tecrit
hayatına gittiklerini bilmiyorlardı. Kısa süren tatlılık zamanla kabusa dönmüştü. Yani, izole olmanın ve
beraberinde gelen kötü şartların insan doğasına olumsuz bir etkisi olduğu yadsınamazdı. Çünkü bizi
medeniyete bağlayan şey, sınırlarımızdır da; o sınırlar ortadan kalkarsa eski değerlerimizi de
kaybederiz ve sınırsızlığın çıldırtıcı etkisi ruhumuzu el geçirmeye başlar. Bunu, ceza almayacağı ve
kimsenin araştırmayacağı taahhüt edilen birisinin cinayet işleme biçiminde sergileyeceği yaratıcılığı
düşünerek anlayabiliriz.
İzole olmanın başka bir etkisi, sizin sizden başka dostunuz ve kurtarıcınız olmadığını fark etmenizdir.
Bu nedenle insan kendi ayakları üzerinde durmak zorunda hisseder kendisini ve bir anda, insana has
en ilkel hal -hayatta kalmak için yaşamak- vücuda gelir. Uçak kazalarından sonra ıssız bir ormanda
kalan kişilerin çaresiz kalınca insan cesedi yemeleri gibi bir ilkelliktir bu. İnsan doğasından sıyrılır,
hayvanlaşırsınız. Çünkü medeniyet bir sınırlanmışlıktır, eğer sınırlanmasaydık sokaklara tuvaletimizi
yapabilirdik ve her yeri pislik götürürdü, oysa bir sınır koyup mahremiyet düzeyinde ele aldığımızda,
tuvalet alışkanlığımız bir anda ne kadar medeni olduğumuzun bir göstergesi olur. Hasılı, medeni bir
yaşam için sınırlar şarttır. Sınırların niteliği tartışması ayrı bir konu, bu yazıda bilmemiz gereken bir
sınırın olması gerektiği. Şunu da eklemeden geçmek istemiyorum, sınırların kalkmasının tek iyi
sonucu, insanı safsatalardan arındırmasıdır, bunu da Gad ile Amalia’nın eskisi gibi dua etmek
istememelerinden çıkarabiliriz.
Peki insanın en ilkel haline dönmesi, yani tecrit şartlarıyla ortadan kalkan sınırların kötü sonucu
nedir? Zamanla aklıyla ve kalbiyle hareket eden iki insan olarak kalmanın sona ermesi ve içgüdüleriyle hareket eden iki hayvana dönüşmektir. Gad ile Amalia ensest ilişkiye girdikleri anda artık insanlıktan
çıkmışlar ve içgüdüleriyle hareket eden iki hayvana dönüşmüşlerdir. Buradan hayvanlara bir hakaret
ettiğim anlaşılmasın, hayvan doğasından bahsediyorum, hayvanlaşan insan da içgüdüleri ne
emrediyorsa onu yapacaktır. Dolayısıyla bir faciayı, ensest gibi bir faciayı tartışmadan önce bu olayın
hangi şartlarda vuku bulduğuna bakmak, konuyla ilgili sağlıklı bir yorum yapmamız için şarttır.
Toplama kamplarının tüm vahşetini, korkunçluğunu bir kenara bıraktığımız zaman, insana verdiği en
büyük zararın, orada bulunan insanları insan sıfatından arındırması olduğunu söylemek zor değil.
Yazarın hayatını okumasaydım, ben de herkes gibi ne edepsiz bir durum diye direkt yargılayıcı bir
tutum sergileyecek, belki de kitabı elimden fırlatacaktım. Oysa ortada iki insanın işlediği bir suç değil,
tecrit denen işkenceyi icat eden insanlığın sebep olduğu bir felaket vardır. Bunu da görmek ve tarihi
öyle yorumlamak gerekir.
|
236 | ĞRU YANLIŞ VE SINIRLARIMIZ
DO
ışı ı ğ ğ
Hayatta çok defa seçim yapmak zorunda kalm zdr. Gidece imiz üniversite, edinece imiz
arkadaşlar, evle(cid:374)e(cid:272)eği(cid:373)iz kişi... Bu(cid:374)ları ı ı ışı
n her biri için, hayatmzda muhakkak ki bize k tutan insanlar
ol(cid:373)uştur . Ki(cid:373)isi ile ay(cid:374)ıevi paylaştı ı ı
k kimisi ile ayn derslere girdik ve kim bilir kimisi ile de ayn kalbi
paylaştı ı ı ı ığı ı ğ
k. Hayatmzn ilerisi içinse kendimizi insanlardan soyutlamad mz müddetçe bu rehberli in
ı ı ı ı ı ı ı
olmas kaçnlmaz olacaktr. Hatta kendi öz fikirlerimizi gütme kaygsn en derinlerimizde hissetsek dahi,
ğ ı ı ı
daha önceleri etkilendi imiz insanlarn etkisini kaybetmek pek imkanl olmasa gerek. Bu gibi konularn
ı ı ı ı ı ı ı ı ı ı ı ı ı
yannda bazen belli snrlar da belirlemek lazm kafamzda. Bu snrlarn bazs öylesine güçlüdür ki fsldar
ı ı ği(cid:373)iz o kişi(cid:374)i(cid:374) ki(cid:373) olduğ ı
kulaklarmza biz dedi unu aslnda.
ı ı ı ı ı ı ı ı ı ı ğ ğ
Nedir kastm bu snrlardan peki? Javier Cercas'n Snrn Yasalar adl kitabnda da de indi i gibi
ı ıza e(cid:374) çok etkisi ola(cid:374) şey şüphesiz ya(cid:374)lış ve doğ ı ı ı ı
bunlardan biri ve belki de hayatm ru arasndaki snrdr
ı ı ış ve doğ ı ı ı ğ
bizler için. Kafamzda olan her ne varsa aslnda yanl ru kavramlarn nasl kurdu umuza göre
şekille(cid:374)ir. Bazı ı ı ğ ışı
s vardr ki dini emir ve yasaklar belirler onun için do ruyu da yanl da. Kimisi ise içinde
yaşadığı
toplumda neye ne deniyorsa onu tasdik eder. Ne kadar avam gözükse de bu tür insanlar kim bilir
(cid:271)izler de (cid:271)ir üyesiyizdir (cid:271)u gru(cid:271)u(cid:374). Zira ki(cid:373) içi(cid:374)de yaşadığı ığıgörüşü(cid:374)ü
toplumdan tamamen soyutland
ortaya atabilir ki korkusuzca?
ı ı ıge(cid:272)e gü(cid:374)düz döve(cid:374) (cid:271)ir ko(cid:272)a düşü(cid:374)eli(cid:373) ğ
Karsn . Ne de kötü bir portre öyle de il mi hele ki
ı(cid:374)a hiz(cid:373)et et(cid:373)ekte(cid:374) (cid:271)aşka (cid:271)ir suçu yoksa (cid:271)u kadı ğı ı ı
kocas nca zn? Bu durum bizde acma duygusu
ı ı ı ı ı ı ış (cid:271)iri(cid:374)i(cid:374) rahatlığı ı
uyandryorken neden kocasnn gözlerinde hakkn alm okunuyor? Bunun cevab onun
ğ ı(cid:374)da. Düşü(cid:374)(cid:272)e dü(cid:374)ya(cid:373)ı ı ı ı ı
çocuklu unda gizli asl zn mimarlar o güzel insanlar, anne babalarmz da hata
ı ı ıgerçekte(cid:374) çok kötü (cid:271)ir düşü(cid:374)(cid:272)e yapı ı ı ı ı
yapyor bazen, hatta bazs snda olabiliyor. Karsn döven bir
ı ğ (cid:271)u düşü(cid:374)(cid:272)e ı ı ı ığı ı
babann çocu una da bakacak olursak yapsnn gizliden gizliye programland n söylemek
ış ol(cid:373)aya(cid:272)aktı ı ış ol(cid:373)akta(cid:374)
zannediyorum ki yanl r. Bu programlanma sonucunda da o çocukta artk yanl
ı ı ı ı ı ı ı
çkyor bu olay ve o da uyguluyor bunu karsna ve çocuklarna belki de misliyle. Kimileri de vardr ki srf
ı ğ ükte(cid:374) so(cid:374)ra yok olup hiç(cid:271)ir şeyi(cid:374) hakkı ı ğıdüşü(cid:374)(cid:272)esi(cid:374)de ol(cid:373)ası
inançsz oldu u ve öld nn sorulmayaca ndan
sade(cid:272)e ke(cid:374)disi(cid:374)i düşü(cid:374)ür, keyfi(cid:374)(cid:272)e yaşar ve (cid:271)elki de seri katil olup çı ı ı ı ğ
kverir. Ksacas onlar do ru veya
ışı ığı ısavu(cid:374)urlar ve (cid:271)u(cid:374)a göre yaşarlar. İşi(cid:374) trajik ı ı
yanl n var olmad n omik yanysa kendilerine yaplan
ı ı ı ışı ği(cid:373) (cid:271)irçok çeşit (cid:271)elirleyi(cid:272)i faktör vardı ğ
hakszlklar hemen ifade etmeye çal rlar. Demek istedi r do ru ve
ış arası ı ı ı ı ı ı ı ği(cid:373)iz o kişiyi ta(cid:374)ı
yanl ndaki snrlarmz belirleyen ve bunlardr aslnda biz dedi mlayan.
ı ı ı ğu(cid:374)u göre(cid:374)i(cid:373)iz de ol(cid:373)uştur el(cid:271)ette. Javier Cer(cid:272)as da (cid:271)u(cid:374)a
Bu snrlarn bazen çok incde oldu
ı ğ ışı ğı ı(cid:374)e olarak (cid:271)elirleyişi(cid:373)izde
dikkat çekiyor kitabnda. Bunun sebebi bir yandan do ru ve yanl n kayna n
ğ ı ı ığı ğ
gizliyken bir yandan da irademizi ne ölçüde kontrol edebildi imizle ilgilidir. Hrszl n kötü oldu una
ıkişi dara düştüğ ı ı ı ğı ı
inanabilir birisi ama ayn ünde kim verebilir ki onun hrszlk yapmayaca nn garantisini.
Buradaki çelişki gi(cid:271)i görü(cid:374)e(cid:374) olayı ı(cid:374) ke(cid:374)di içerisi(cid:374)de çok kar(cid:373)aşı
n temel sebebi belki de her insan k bir
ı ı ır. Bir ya(cid:374)da(cid:374) duygular, hisler (cid:271)ir ya(cid:374)da(cid:374) karşılaştığı ı
yapda olmasd mz olaylar ,öteki taraftaysa
pre(cid:374)sipleri(cid:373)iz. Birçok (cid:271)ili(cid:374)(cid:373)eye(cid:374)de(cid:374) oluşa(cid:374) (cid:271)ir de(cid:374)kle(cid:373) gi(cid:271)iyiz hepi(cid:373)iz adeta. Bir (cid:271)ilgisayar
ı ı ı ı
programndan da farkmz biraz da bu aslnda. Onlar sorgulamaz çünkü dediklerimizi, ne dersek yaparlar
ğ ılar o(cid:374)lar zira kar(cid:373)aşaya düş(cid:373)ezler (cid:271)izi(cid:373) gi(cid:271)i ve (cid:271)iz de
e er ki gerekli komut geldiyse. Bir yönden avantajl
ğ ış arası ı ı ı ı ı
do ru yanl ndaki snrlarmz bu denli koruyabilsek hayat çok daha güzel olurdu belki de. ı ı ı ız ol(cid:373)uştur. Bu(cid:374)u(cid:374)la (cid:271)irlikte (cid:271)azı ı ı
Sonuç olarak hayatmzda birçok tercih zamanm snrlar da
ğ ış arası ı ı
mevcuttur zihnimizde ve bunlardan belki de en önemlisidir do ru ve yanl ndaki snr. Kimimizde bu
ı ı ıdi(cid:374) seçer ki(cid:373)i(cid:373)izde toplu(cid:373), ki(cid:373)i(cid:373)izde ke(cid:374)di içi(cid:374)de (cid:271)ir şekilde oluş(cid:373)uştur ve ki(cid:373)i(cid:373)iz içi(cid:374)se
snrlar
ı ı ı
gereksiz bir konudur her ne kadar iç dünyasnn derinliklerinde böyle olmasa da. Ayrca öyle zamanlar
ı ı ı ı ğ ı ı ı ı ı(cid:271)ir şekilde ve (cid:271)öyle za(cid:373)a(cid:374)larda da
vardr ki bu snrlarn ne kadar ince oldu unun da farkna varrz ackl
ı ı ğ
insan bu snrlara dikkat etmelidir. Kim bilir buna dikkat edersek güzel bir dünyay merhaba diyece iz. |
237 |
Deniz YILMAZ
KAYBOLANLARIN DİLİ OLSA
Bu hayatta elimizden usulca kayıp giden hatıraların, kalbimizde koskocaman bir yer edinen
insanların, bizi biz yapan özelliklerimizin sayesinde şekillen kişiliğimizin yerini yeni anılar, yeni
insanlar, yeni huylar doldurabilir mi? Yoksa tüm bunlar sonu kapanmaz yaralarla,
umutsuzluklarla sona eren bir kaybediş hikayesinin birer parçaları mı? Kaybettiğimiz ve
onlarsız bir yaşama boyun eğdiğimiz bunca şey hiç beklemediğimiz bir anda karşımıza çıkabilir
mi? Gelin beraber kaybolanların ve bulunanların rehberimiz olacağı bir yolculuğa çıkalım. Bir
de onların ağzından dinleyelim umutsuzlukların, kırgınlıkların, sevinçlerin, yarım kalmışlıkların,
yepyeni başlangıçların hikayelerini.
Kaybetmek ve bulmak, umutsuzluğa kapılmak ve umuda tutunmak, yarım kalmak ve geçmişi
geride bırakıp yepyeni başlangıçlara baş koymak… Tüm bunlar bizim sadece adı geçen, belli bir
bedene bürünemeyen karakterler olduğumuz hayat oyunun ana karakterleri aslında. Ne kadar
reddetsek de bu gerçeği hayat, kukla misali elinde oynattığı insanların sözünü dinleyecek değil
ya. Bu yolculuğa neden çıkmak istedim, neden sizi de davet ettim emin olun bilmiyorum. Bunca
zaman içime attığım tüm kırgınlıklarımı, dışa vurmayı çok sevmediğim sevinçlerimi, yarım
kalmışlıklarımı anlatma gereği hissettim sanırsam. Elimden kayıp giden, ilk şiirimi yazdığımda
duyduğum heyecanımın, bisikletten düşüp kolumu kırdığımda hissettiğim acıdan çok
duyduğum şaşkınlığımın, okula başladığım günkü sevincimin ilk günkü tazeliğiyle beni sarıp
sarmalamasıydı belki nedeni. Anneleriyle babaları kavga ettiklerinde duydukları üzüntülerini,
bir zamanlar onlara yukarıdan bakan insanların ilk günkü acımasızlıklarıyla rüyalarına girip ter
içinde uyanmalarına sebep olduğu o geceleri benimle paylaşmaktan çekinmeyen bir zamanlar
diğer yarım olarak gördüğüm dostlarımın bir film şeridi gibi gözümün önünden geçmesiydi
belki de. Bir zamanlar beni ben yapan şimdi ise yok olmaya yüz tutmuş huylarımın,
alışkanlıklarımın usulca omzuma dokunup varlıklarını hissetmeleriydi belki kim bilir.
Şimdi sizden gözlerinizi kapamanızı ve ilk kez masmavi bir denizin sonsuzluğunda
sürüklenirken bir süreliğine de olsa ruhunuzu saran boş vermişliği, son söz söylenene kadar,
son ana kadar yanından ayrılmadığınız annenizi, bir çıkış kapısı bulamadığınızda ellerine teslim
olduğunuz umutsuzluk duygusunu, en yakın arkadaşınıza duyduğunuz kırgınlıklarınızı
gömdüğünüz o yerden çıkarmanızı istiyorum. Biliyorum düşe kalka sarmaya çalıştığınız yaraları
tekrar açmak acı verecek ancak hayat dediğimiz bazılarını yüceltirken, bazılarını cansız bir
nesne gibi gerektiğinde un ufak eden o sonsuz karanlık işte bu kadar nankör ve acımasız.
Eminim birçok acının ruhunuzdan parçalar koparmasına, umutsuzlukların, kırgınlıkların sizi
karanlığın ellerine teslim etmesine ve sizi nefessiz bırakmasına izin verdiniz bu küçük isteğimi
yerine getirirken. Bir an için Melisa Kesmez ‘in Bazen Bahar’ındaki ana karaktere, o yalnız,
yaraları yavaş yavaş iyileşen kadına, dönüşüverdiniz. Eski bir telefon kulübesinden geçmişinize
baktınız, onsuz yapamayacağınızı tanıştığınız ilk günden anladığınız o insanla yaptığınız o uzun
mu uzun konuşmaları duydunuz. Bir vapur yolculuğu sayesinde kavuştuğunuz ancak kısa bir
süre sonra tekrar ayrılacağınızı bildiğiniz, kendinizden daha fazla önemsediğiniz, size
kattıklarının her şey için çok geç kaldığınızı anladığınız zaman farkına vardığınız annenizin
gözyaşlarına son kez dokundunuz, son kez sımsıkı sarıldınız ona. Gözünüzden küçücük bir
damla gözyaşı döküldü belki. O gözyaşı son kez de olsa kavuştuğunuz o insan için döktüğünüz,
mutluluğunuzu yansıttığınız bir gözyaşıydı belki de tanıştığınız ilk günden beri hayatınızdaki
siyah beyazı bıkmadan silmeye çalışan arkadaşlarınızı sonsuzluğa uğurlarken dökülen acılar
bütünüydü.
O insanların elinizden son kez kayıp gitmesine izin verdikten sonra kaybettiğiniz birbirinden
değerli unutulmaz anıyı elinize aldınız tahminimce. Bunlar nelerdi? İlk arkadaşınızı ailenize
heyecanlı bir şekilde, yüzünüzde silinmeyeceğine emin olduğunuz bir gülümsemeyle
anlatmanız mıydı yoksa değer verdiğiniz birinin siz daha farkına varamadan depderin bir
uykuya daldığını anladığınızda hayatın adil olmadığına kanaat getirmeniz miydi? Sadece siz
bilebilirdiniz onları. Zihninizde tekrar oynattınız onları. Gülerek geçirdiğiniz onca dakikayı,
ağzınızdan istemeden çıkan o sözleri, mutsuzluğun ve umutsuzluğun etkisinden
kutulamadığınız o günleri başa sardınız adeta bir şarkıyı başa sarar gibi. Dibini göremediğiniz
bir boşluğa düştüğünüzü hissettiniz belki de. Soğuk ve karanlık… Anlam veremediğiniz bir şey
sizi oradan oraya savuruyordu. En son bir daha anlamsız bir şekilde peşinden koşmayacağınıza
dair kendinize söz verdiğiniz alışkanlıklarınızı ve geride bıraktığınız huylarınıza titreyen ellerle
dokundunuz. Acı verdi onlara dokunmak belki de. Onlardı sizi size anlatan eşsiz parçalar.
Eminim onlardan biri de masumiyetinizdi, hayat sizi dizlerinizin üzerine düşürdüğü zaman
kaybetmiştiniz onu. Onlar eski sizdiniz, böyle demiştiniz kendinize uzun zaman önce. Bunu
söyleyen siz miydiniz yoksa Bazen Bahar’daki acılarla boğuşan o kadın mıydı emin olamadınız
bir süre. İşte, tekrar dönüşmüştünüz o yalnız kadına.
Kaybolanların ve bulunanların bize rehberlik ettiği bu eşsiz yolculuğun sonuna yaklaşırken
üzerinizde bir iz bıraktığımı ümit ediyorum. Belki acıların kucağına attım sizi, belki yaralarınızı
açtım, kim bilir belki de sevinçle donattım ruhunuzu bulunanları hatırlatarak ancak emin olun
bu hayat daha fazlasını yapmaya hazır. Kukla gibi oynatıldığımız bu hayat oyununda hangimiz
kaybedişlere, umutsuzluklara, kırgınlıklara, sevinçlere boyun eğmeyip ana karaktere dönüştü
ki…
KAYNAKÇA
Kesmez,M. (2015). Bazen Bahar. İstanbul: Sel Yayıncılık
|
238 |
Nil Eren
Gökdelen’in Gölgesi Altında
Melih Ergen’in yeni eseri ‘Varuna’nın Bin Gözü’ oldukça zor
takip edilebilen bir eser. Birinci bölümü boğulmadan geçebilme
şansına erişmişseniz eğer ikinci bölüm biraz daha az acımasızca
hırpalıyor sizi. Bir ara yazarın kitabı okunsun diye yazmadığını
bile düşünebilirsiniz. Zaten yazar birinci bölümün sağ üst
köşesine Maurice Blanchot’un sözlerini iliştirmiş korkmamanız
için. ‘Okunsun diye yazılan her şey anlamsızdır.’ diye uyarıyor
sizi pradoksun filozofu Maurice Blanchot birinci bölümün sağ
üst köşesinden. Bir ara acaba yanlış mı yaptım bu kitabı
seçmekle demekten kendimi alamıyorum. Sonra kapılıyor zihnim bu hiç karşılaşmadığım, bir tür beyin
jimnastiğine benzeyen anlatım biçimine.
Bir kentten bahis ediyor yazar, gölgesi bir karabasan gibi üstüne çöken bir gökdelenin inşa edildiği,
insanlarının hayatlarını heyula gibi yaşadığı bir kent . Gölgesinin bile insanların kendileri olmalarını
engellediği bir gökdelen bu ve insanlar hep başkası kılığında kentte rüyada dolaşır gibi
dolaşıyorlar .Yazar bunun nedenini gökdelenin kentin tek ve mutlak aklı omasına bağlıyor. Tek
doğru, tek kural, tek buyruk... ‘Babil Kulesi’nden esinlenerek inşa edilen gökdelen...’ diyince yazar,
kafamda şekillenmeye başlıyor bu gökdelenin gölgesinin bile neden kentteki insanları çıldırttığı.
Böyle olmamış mıydı, yaklaşık 2500 yıl önce, Babil’in ünlü kulesini inşa ederlerken de zaten. O
zaman da insanlar çıldırmıştı. Kule onları da çıldırtmıştı. İşte 2500 yıl sonra yine Tanrının göğüne
yeni bir yapma Tanrı yerleştiriyorduk yine. Yalnız kendine inananları koruyan , hep kendine
benzeyen insanlar üreten, kendi doğrusu tek doğru olan bir bilinç ‘Gerçekten kimim ben?’
sorusunu sordurtmayan ya da sormamak için bizim yarattığımız bir gerçeklik, bir bilinç.
Çalışmanın, bir işi olmanın zorunlu olduğu; delirmek demenin çalışma isteğini yitirmek demek
olduğu; bütün hayatların ‘tek tip’ kılınmaya çalışıldığı, her şeyin en büyüğünü yapmak istemenin
takıntı olduğu ve bunun dışında bir gerçek tanımayan bir bilinç. Teknolojinin insanları birbirinden
ayıran, hayattan bezdiren, zihinleri durmadan meşgul ettirerek kendilerini bulmalarını engelleyen
karanlık gölgesi zifiri karanlığı çöktürmüştü kentin üzerine. İşte sadece bize yol gösterecek tek
Varuna kalmıştı.
Bu, Hint mitolojisine göre, sadece akşamları gözleri olan yıldızlarla görebilen Tanrı, her yaptığımızı biliyor,
görebiliyordu. ‘Kimim ben?’ sorusuna ancak Varuna’nın gözleriyle bakabilirsek kendimize cevap
bulabilirdik ve bu sorunun cevabı bizi tek kurtarabilecek şeydi bu karabasan gibi rüyadan.
Yazar bu soruya cevap bulmak için bence romanı adeta okuyucu ile birlikte yazıyor. Her sayfadaki bazen
birkaç cümleyi içinde barındıran parantezlerle romanı okuyucu, kahraman ve yazarla etkileşimli bir
bilgisayar oyununa dönüştürüyor. Kitabın son bölümümde de okuyucunun, yazarın ve kahramanın
aslında aynı kişi olduğunu kanıtlamaya çalışıyor. Romanda birçok paradoks var. Bunladan biri de Varuna’nın anlayışına sahip olsak bile aradığımız huzuru
bulamayacağımız. Yazar romanın bu amaçla son bölümlerinden birine bir aşk hikayesi sığdırmayı da
başarıyor okuyucuyu memnun etmek için. Çünkü aşk her okurun beklediği bir tema romanda yazara
göre. Kanıtlamaya çalışıyor kurtuluşun olmadığını. İlk önce bilindik bir aşk hikayesi: Onunla aynı işte
çalışan arkadaşının tanıştırdığı bir kadınla tanışıyor ve sonra karısı ve çocuğunun annesi oluyor bu kadın.
Varlığını reddettiğine kendini inandırdığı Tanrı bu sefer de karısının kılığında eziyet etmeye başlıyor
kendisine. Kadının yaratma gücüne takılıyor kafası. ‘Yaratan ben olmalıydım.’ diye kederleniyor bu defa
da.Mahmut sonunda bu bölümde dünyada hiçbir zaman huzurun bulunamayacağını en açık biçimde
okuyucuyla paylaşıyor. Dağların, ovaların üzerinden uçarak Varuna’nın yani bir Tanrının gördüğü gibi
görebilse bile evreni aşağıdaki uçamayan, kan ter içinde zamanla boğuşan insanların
kederlerinin onu huzurundan edeceğini söylüyor ısrarla.
Roman birçok sorunun beni avlamak için beklediği derin bir orman gibi ve zamanla tekrar tekrar
okunduğunda birçok yeni kavram ile boğuşturacak beni. Şimdilik bende çağrıştırdıkları bunlar. Kafama
neden Gökdelen’in zamanı üçe ayırdığı ve Gökdelen’den gelen çan seslerinin anı birdenbire değiştirdiği
sorusu takıldı uzun süre ama bunun cevabını henüz bulabilmiş değilim. Zaten yazarın istediğinin de bu
olduğunu artık tahmin edebiliyorum. Siz de ikinci bölümü geçebilirseniz eğer yazarın okurunu zorlamayı
sevdiğini anlayabilirsiniz. Her bölümde hala okumaya devam edip etmediğimi kontrol ediyor parantez
içindeki yorumlarıyla.
Romanı okurken sanki kitabı beraber yazıyordum yazarla. Benimle konuşuyor, ne düşünebileceğimi
hesaplıyor ve ona göre birkaç alternatif sunuyordu bana ve bazen her alternatifi de hayata geçiriyordu.
Melih Ergen’in kitabı bir tür bağımlılık yaratıyor bu daha önceden görmediğim yazı türüne. Sanki benim
ne düşündüğüm şekillendiriyor romanı ve sonunda kendisi de inandırmaya çalışıyor: kahramanın,
okuyucunun ve yazarın aynı kişi olduğuna beni. Kitap okunması zor, bazen bir paragraf sürebilen
cümleler ile dolu ve karmaşık bir biçimde yazılmış fakat beynimi tuhaf bir biçimde çalıştırdığını
hissettim okurken ve Melih Egen’i en sevdiğim yazarlar listesine ekliyorum bu kitabı bitirdikten sonra.
Kaynakça: VARUNA’NIN BİN GÖZÜ
Melih Ergen
Yapı Kredi Yayınları, 2016
Resim: Babil Kulesi
Pieter Brueghel (baba) 1563 Viyana Sanat Tarihi Müzesi, Viyana. |
239 | Emrehan Nalbantoğlu 21400330
SAVAŞIN İKİ YÜZÜ
Savaş, bu dünyada acı gerçeği tanıma ve ondan ders çıkarma adına en kuvvetli ama bir o
kadar da acı verici olgulardan biri. Bugün, ne yazık ki, kendi ülkemizde de bunu görme şanssızlığına
ulaşmış durumdayız. Henüz tam anlamıyla sıcağı sıcağına yaşamamış olsak da savaşı, hem kendi
tarihimizden hem de dünya tarihinden, bunun ne kadar yürek burkan sonuçlara vardığını hepimiz
biliyoruz. Ivana Bordrozic’in yazmış olduğu Hiçbir Yer Oteli kitabında da savaş olgusunun doğurduğu
acı durumlardan biri en içten ve samimi duygularla anlatılmış. Babalarını kaybeden çekirdek bir
ailenin yaşam mücadelesini anlatan kitabın gerçekleri, bugün hala günyüzünde diyebiliriz ve
Türkiye’nin sınır komşusu Suriye’nin çektiği acıları buna örnek olarak göstermek mümkün.
Sıcağı sıcağına yaşamamış olsam da savaşı, doğurdu acıları ve dökülen gözyaşlarının tatsız
ıstırabını tahmin edebiliyorum. Sınır komşumuz Suriye’deki iç savaş olsun, ülkemizin başkentindeki
patlama olsun -bu patlama hala tazeliğini koruyor benim aklımda- bizi, savaşın gerçeklerine yavaş
yavaş alıştırıyormuş gibi geliyor. Bu ay içinde gerçekleşen patlamada ben de olaya yakın bir yerde
bulunuyordum ve patlamanın olduğu taraftan gelen insanların yüzündeki korkuyu kelimelerle tarif
etmenin mümkün olmadığını düşünüyorum. Bir de bu durumun sokaklarımızda her gün yaşanma
ihtimalinin olduğunu düşündüğümüzde savaşın acımasız ve çirkin yüzünün, insanları psikolojik olarak
nasıl etkileyeceğini fark etmek hiç de zor değil. İşte bu şartlar altında yaşayan yüz binlerce insan var
dünyada ve birey olarak elimizden gelen ise onlara üzülmekten başka bir şey değil. Onların yaşadığı
bu acıyı azaltmak adına bir şey yapamazken bizim de o çukura sürükleniyor olmamız gerçeği belki
daha da acı bir durum. Savaşın acı tadına artık aşina olan sınır komşumuz olan devletlerden, o savaşın
bize zaman zaman sıçrıyor olması ve anaların döktüğü gözyaşlarının sadece onlara mahsus kalması ise
açıklaması güç başka bir gerçek. Ateş düştüğü yeri yakar...
Her şeye rağmen acısını dindirmeyi başarıp umudunu kaybetmeyen insanlar da var elbet.
Savaşın tüm zorluklarına göğüs gerip ona karşı durabilenler. Yeni ve temiz bir gelecek için bombalarla
savaşmak yerine, kendilerine parlak bir gelecek hazırlamayı amaç edinenler. Hiçbir Yer Oteli’nde de
anlatılan o çekirdek aile gibi savaşın acı verici gerçeklerini sindirip doğru zamanı bekleyip gelecekleri
için savaşanlar. Günümüzde bunu görmek de mümkün elbet. Ülkemizde, burada barınan ve
vatanlarına dönmeyi hayal eden milyonlarca Suriyeli mevcut. Belki hepsi bu amaç uğruna
didinmiyorlar ancak birçok Suriye vatandaşının, bizim ülkemizde canla başla çalışıp öncelikle buradaki
yeni hayatlarını düzene sokmaya çalıştığını gözlemlemek mümkün, daha sonraki hedefleri de,
kuşkusuz, ülkelerine içleri rahat bir şekilde geri dönebilmek. Özellikle Ankara’da, başkentte, çalışan ve
didinen bu Suriyelilerin en önemli amacının, dönmeyi büyük bir sabırla bekledikleri anavatanlarına
dolu dolu ve burada bir şeyleri başarmış olmanın verdiği özgüvenle gitmek olduğu apaçık ortada.
Savaşın acı verici olduğu yadsınamaz bir gerçek fakat savaştan ders çıkaran böyle insanların var
olduğu gerçeği de savaşın yeni kapılar açtığına olumlu bir kanıt.
Bugün var olan bütün milletler savaşın çirkin yüzüyle çoktan tanışmış durumdalar. Dünya
savaşları, iç savaşlar ve daha nice savaşlar, insanlara bunun ne kadar sevimsiz olduğunu çoktan
kanıtlamış vaziyette. Ancak savaşın, literatürden tamamen silinme durumunun olmadığı da ayrı bir
gerçek. Böyle bir vaziyetin içindeyken yapılacak olan şeylerden biri, savaşı olabildiğince azaltmaya
çalışmak ve dökülen gözyaşlarının, verilen şehitlerin acısını tekrar yaşamamayı ummak. Bir diğer şey
ise olası bir savaş durumunda bütün güçlüklere göğüs gerip hayatımıza olabildiğince güçlü ve emin
adımlarla devam etmek. Hayal gibi görünse de bugün bu durum, gerçekleştirmek ne kadar zor olsa
da, insanların savaş ortamından uzak ve barış içinde yaşadığı günleri beklemek, kayıtsız kalmaktan
daha pozitif bir tutum.
KAYNAKÇA
Kitaplar:
Bodrozic, Ivana. Hiçbir Yer Oteli, 1. baskı. İstanbul: Aylak Adam Yayınları, 2015.
Fotoğraflar:
Coşkun Aral - OM Yayınevi'nden çıkan Sözün Bittiği Yer adlı kitaptan alınmıştır. |
240 | MUTLULUĞUN FORMÜLÜ
Hayatta herkes mutlu olma derdinde bu aralar hiç fark ettiniz mi? Ev alayım, araba alayım,
üniversiteye gireyim, sevgili yapayım, evleneyim ve daha türlü türlü istekler… Mutlu olmak
istiyor olabiliriz, her zaman yüzümüz gülsün, günümüz iyi geçsin, izlediğimiz bir dizinin yeni bir
bölümü yayınlansın ya da beklenmedik bir anda bir mesaj alayım gibi küçük hayallerle başlar
mutlu olma isteğimiz. Fakat kimse anlamaz bunu sağlayacak biri varsa onun da kendimiz
olduğunu. Başlığımın ‘’Mutluluğun Formülü’’ olması hayatta nasıl mutlu olmamız gerektiğini
bulduğum anlamına gelmiyor maalesef. Bu olası formülde X’li Y’li değişkenler de yok merak
etmeyin. Sizinle Wilhelm Genazino’nun Mutsuzluk Zamanlarında Mutluluk kitabına kendimi
neden yakın gördüğümü ve insanın neden ve nasıl mutlu olabileceği hakkında edindiğim
görüşleri paylaşmak istiyorum.
İki yıl önce yaşadığım bazı olaylardan sonra ruhen ve zihnen toparlanamadığımı düşünüyorum.
Sürekli etrafımda gezen karabulutlarla birlikte melankolik ve depresif bir havaya bürünmüştüm.
Buna bir de üniversite sınavı eklenince işin içinden çıkamaz oldum. Bütün bu üzgün zamanlara
geri dönüp baktığımda artık gülüyor olmamın bir sebebi var: zaman. Zaman her şeyin ilacıdır
derler. Buna ben de inanmamıştım ama şimdi görüyorum ki zaman gerçekten de insanların bazı
şeylerin unutulmasına yardım ediyor. Bu duruma ana karakter Gerhard’ın, eşi Traudel’le olan
ilişkilerindeki sorunları çözmek için sürekli olarak geçmişe dönüp bir takım dersler çıkarması
örnek gösterilebilir. Bu durum çoğu insan için böyledir, insan yaşadığı her olayı bir tecrübe
olarak algılar ve mutlu olmak için bu tecrübelerini kullanmak ister. Ben de ne zaman üzülsem
2014’teki mutlu anılarımı hatırlar ve iyi hissetmeye başlarım. Böylelikle zaman sadece geçmişten
aldığımız tecrübeler değil, geleceğimizi daha doğru kararlar alarak güzelleştirmeye yarar. Ancak
o zaman mutluluğa bir adım daha yaklaşmış oluruz.
Geçen yıllarda sinirlerimin sürekli bozulduğu ve üzgün olduğum günlerin artması sonucunda
arkadaşlarım tarafından tedavi görmem gerektiği esprilerini çoğalmıştı. Kitabın sonlarında
Gerhald Warlich kendi ve çevresindekilerin iyiliğini düşünerek psikiyatri merkezine gider. Bu
durum yapıtta önemli bir dönüm noktası olmuş, Gerhald’ın yaşadığı zorlukları yenmek için
gösterdiği azmi ona yakın hissetmemi sağlamıştır. Bunun yanı sıra depresyon gibi insan sağlığını
tehdit edebilecek ruhsal sorunların önemini göstermiştir. Tıpkı benim hayatımda da olduğu gibi
sürekli geçmiş yaşantısındaki olaylara özlem duyan bir karaktere ısınmam çok zor olmadı. Kitapta
bu durum odak figürün karşılaştığı olaylarda hissettiği duyguları sürekli geçmişteki yaşantısı
üzerinden anlatmasıyla görülür. ‘’Ama birdenbire ölü annemle babamı da özlemem şaşırttı beni.
Annemle babam uzun yıllar önce öldü ve onların hayatta olmalarını çok uzun zamandan beri o
dakikadaki kadar şiddetle arzulamamıştım.’’(sf. 149 ). Tabi ki bu durum geçmişinden kaçıp
geleceğe yeni bir sayfa açmak isteyenler için çok uygun gözükmeyebilir. Şu anda çevrenizdeki
arkadaşlarımız, bizlere yardım etmek için hazırlar. Sıkıntılı günlerimizde ve zor zamanlarımızda
etrafımızda olan arkadaşlarımızın uğruna mutlu olmalıyız. Bir söz vardır belki bilirsiniz: ‘’gerçek
dostlar yıldızlar gibidir, karanlık çökünce ortaya çıkarlar’’. Bunun doğru olup olmadığına ancak siz karar verebilirsiniz ve girişte de değindiğim üzere mutlu olmanın anahtarı sizde ve önemli olan
bu anahtarı kullanmanız.
Mutluluk kelimesi her insan için farklı bir şey çağrıştırabilir. Bana kalırsa yüzümün asık olmadığı
her an mutluyumdur. Mutluluğun formülünü bulamasam da en azından mutsuz olmamanın
formülünü bulduğumu söyleyebilirim: Etrafındaki insanların değeri onları kaybettikten sonra
anlaşılıyor, bu yüzden onlarla olabildiğince birlikte olun. Onlar sizin iyiliğinizi sizden daha çok
isteyecektir, onlar sizi asık suratlı görünce yüzünüzün gülmesini isteyecektir, onlar ki sizin
mutsuzluk zamanlarında mutluluk hissetmenizi sağlayacaktır.
Kaan Güner Alkan
21600279 |
241 | Gizem Ayşe Koçak
21301412
İlk Görüşte Aşk
Her tanışma yeni bir başlangıçtır...
Bu başlangıç bazen bizi bindiğimiz trenden indirip, tamamen farklı bir yöne giden
trene bindirecek kadar etkiler. Elini sıkalı henüz bir kaç dakika olmasına rağmen,
bu yeni insan size aslında hayatınızda hep varolmuş hissi bırakır. Hatta bu insan
sizi yıllardır tanıyan dostlarınızdan, yakınlarınızdan daha iyi tanırmışçasına sizinle
sohbet ediyorsa, büyüsüne kapılmamak elinizde değildir. Aranızda kendiliğinden
oluşan bağ bu kişinin sesiyle, gülüşüyle, yüzündeki ifadelerle de birleşince
içinizden sorarsınız O’na , daha önce neredeydin ?
Bu etkileyici şey ilk görüşte aşk mı yoksa kimyasal bir patlama mı ? Ya da
yeryüzünde birbirlerini arayan ruhların buluşması mı? İşte, Gün Doğmadan
(Before Sunrise) bu sorulara en güzel cevap niteliğinde, kalbimize dokunan
bir yapıt. Beş yıl önce tesadüf eseri
karşıma çıkan ve üzerine bir kaç kez
daha izlediğim bu film, aşkın, hem
tanışmadan önce hem de tanıştıktan
sonra varolduğuyla ilgili kusursuz bir
senaryoya sahip.
Celine Fransız bir genç kızdır.
Budapeşte- Viyana treninde tesadüfen
Jesse adında Amerikalı bir gençle
tanışır ve birlikte yemek yerler.
Trende yedikleri yemekte,
yaptıkları hoş sohbet ilk göürşte aşkın başlangıcıdır. Jesse, Celine’e ertesi gün uçağa
binene kadar kendisine Viyana sokaklarında eşlik etmesini teklif eder. Böylece
hayatlarını derinden etkileyecek maceralarının ilk adımını atmış olurlar.
Yol ayrımı geldiğinde her güzel başlandıcın kötü bir sonu olduğu gerçeği
yüzümüze çarpar ancak Jesse Celine’e veda edip yola çıktıktan on beş saniye
sonra geri döner ve kendisiyle gelmesini yineler. Hatta gelmezse bundan on yıl
sonra aklına geldiğinde kendisiyle gelmediği için pişmanlık duyabileceğini şakaya
karışık bir yolla vurgular. İsmini bile bilmediği birine yapılacak en ilginç teklif
olabilir belki de. Ancak iş olacağına varır. Trenden birlikte indikten sonra
birbirlerinin isimlerini öğrenirler. Film boyunca da kullanmazlar.
1 Gizem Ayşe Koçak
21301412
On dört saat boyunca geçirecekleri bu vakitte birbirlerinin hayatlarını, olaylara
bakış açılarını hatta yaşlarının getirdikleri bir takım zorlukları paylaşırlar.
Bunları izlerken aslında ne kadar büyük bir risk aldıklarını düşünmeden
edemedim. Paylaştıkları şey sadece bu on dört saat içinde de kalabilir, ya da daha
sonra birbirleriyle iletişime geçip devamında hayatlarını birbirlerine göre
düzenlemeye de bilirler. Kumar oynamak gibi diğer bir deyişle. Filmin afişine
baktığımızda ise yönetmenin de dediği gibi “hayatınızın en romanik anları sadece
bir gece sürebilir mi ?”... Belki de bu müthiş uyum içerisinde olan ikilinin atacağı
son zarlara bağlıydı gelecekte olacaklar..
Film boyunca
karakterler arasındaki
diyaloglar öylesine dolu ki
üzerine saatlerce
konuşulacak şeyler
çıkarabiliriz.Aynı zamanda
bu iki insanın kültürleri
arasındaki farklılıkların bir
bağ ile nasıl ortadan
kalktığına da tanıklık ederiz.
Hafif serseri Jesse ve
dengeli, korunaklı Celine...Aşk, tamamen bir sürpriz olarak karşınıza çıkıp
geldiğinde içinizi içinizden duyan biri olduğunu anlarsınız. Doğru zamanı, doğru
yeri bizlere sorgulatmadan önce; tanışmanın bir anlık, uyumlu kimliklerin her
zaman olduğunu gösteriyor film. Kişilerden uzak, yalnızca ikilinin arasında aşkı
sorgulayan diyalogların geçmesi, gel-gitler ve geçirdikleri eğlenceli vakit bizleri içine
hikayenin sürüklüyor. Bu iki gencin hissettiği bağ bir yandan onları geleceksiz bir
güne bağlarken, diğer yandan hep birlikte olma sorumluluğundan uzak tutar.
Ancak ikisi de içten içe yarını yaşamak isterler...
Sonuç olarak, aşk bitecekse de yaşanmalıdır. Eğer çılgınlık yapıyorsan,
sonunda mantıklı olmaya gerek yok! Aşk gerçektir, eğer trenden inerseniz.
Trenden inmek aşk, yeniden trene binmek ayrılıktır.Geri kalan hayatlarını merak
ederek geçirmek yerine,o anı yaşamayı tercih eden cesur iki insanın bu çılgınlıklarla
dolu hikayesi “Gün Doğmadan”ı izlemenizi öneririm.
2 |
242 | Furkan Yılmaz
Sarı Çantalı Çocuk
İlber Ortaylı Türklerin Tarihi adlı kitabında beni eski bir zamanların Orta Asya’sından alıp
savaşlar, kargaşalar, zaferler, mutluluklar ve üzüntülerle birlikte şu anda yaşadığım Anadolu’ya kadar
getirdi. Kitabın son satırını da okuduktan hemen sonra içimde kitabın ilk sayfasına geri dönme isteği
oluştu. Her şeyin nasıl başladığını hatırlamak istiyordum belki ilk okuyuşumda fark edemediğim bir
şeyi fark edebilirdim. Hani arada eski günleri hatırlarız, bir ah çekeriz, “Ne günlerdi ama!” deriz ya
işte ben de böle bir şey yakalamak için göz gezdiriyordum. O anda gözüme şu söz takıldı: “Türkiye1,
bir göçle, bir fetihle, sonradan yerleşmeyle vatanını en geç kuran ülkelerin arasında yer alır.” (19).
Evet aradığım şeyi bulmuştum. Bu tarih kitabı bir yolculuğu anlatıyordu. Yolcuların nereye doğru
gittiklerini bilmediği, Mısır ve Suriye arzularıyla başlayıp Anadolu’ya gelinen (16), babadan oğula bir
miras gibi taşınmış bir yolculuğu.
Koca yolculukta bir sürü nesil geçmişti; ama ben kitabımı okurken nesilleri unutmuş,
odaklanamamıştım ve sanki sadece bir adamın hikayesini okurmuş gibi okumuştum. Sanki bir kavmi,
milleti değil de bir adamın yolculukta başına ne geldiğini anlatan bir kitaptı. Bir biyografi gibi de
değildi. İçinde bir insanın hayatına sığmayacak kadar fazla ve çeşitli duygu barındırıyordu. Baş
kahramanın adı da Türk’tü. Türk yolculuğunun sonunda Anadolu topraklarına gelmişti ve vatanım
demişti.
Vatan demenin şartı neydi ama çözememiştim. Sadece yolculuktaki son durak olduğu için
vatanım demiş olamazdı. Yolculuğun bittiği nasıl anlayabilirdi ki bir bakmışız yine yeni bir yolculuğa
başlamışızdır. İşte burada ilköğretim öğretmenimin bana sorduğu o soru aklıma geldi: “Furkan
doğduğun yer mi, doyduğun yer mi?” Tüm sınıfın içinden bilerek beni seçiyordu, bunu biliyorum.
Çünkü ben Türkiye’de doğmamıştım. Basit bir gurbetçi aile geçmişim vardı. Zamanında işsizlerdi ve
Almanya’ya gurbete gitmişlerdi. Dedim ya yolculuklarımızın nerede bittiğini anlayamayız diye.
Benim yolculuğum sanki bitmemişti. Öğretmenim de bilerek bana yöneltiyordu bu soruyu ve ben
öğretmenime cevap vermeliydim; ama veremiyordum. Doğduğum yer olmadığını biliyordum; ama
doyduğum yer demek benle vatanım arasında bir kazanç ilişkisi kuruyordu. Oysa vatanım istenerek
söylenmeliydi. Bir insan sadece bir yerle arasında kazanç ilişkisi var diye vatanım dememeliydi. Eğer
bu sözcüğü kullanacaksa bunu hislerine bırakmalıydı. Tüm bunlara rağmen öğretmenime cevap olarak
doyduğum yer diyordum. Hislerimden yoksun bir cümle, ne yazık.
Oysa vatan hislerimin doğduğu yerdi. Anılarımın şekillendiği, sevgiyi ilk hissettiğim, ilk
gözyaşı döktüğüm, ilk defa ailemin benim için mücadele ettiğini anladığım yerdi. Evimin olduğu
yerdi. Bu yüzden ne doğduğum yer ne de doyduğum yerdi. Vatan benim için küçüklük anılarımdaydı.
Ailem hiç doğduğum yerde bir olamamıştı, hep birimiz eksikti ve ben orada özlemin en
haşmetlisini iliklerime kadar hissettim. O duygu bana anne, baba ve kardeş sevgisini öğretti. O
zamanlar anaokuluna gidiyordum ve öğretmenlerimle aynı dili bile konuşamıyordum. Bana hep iyi
davranıyorlar, yardım etmek istiyorlardı; ama ne yaparsın, sözcükler olmayınca insan çaresiz kalıyor.
Bir anaokulu çocuğu olarak rakamları bilmemem gerekiyordu. Ben de bilmiyordum ama iki hariç.
Çünkü saat iki olduğu zaman annem geliyordu. O geldiğindeyse öğretmenlerimle konuşabiliyordum.
Benim dediklerimi çeviriyordu, benim kahramanım gibiydi adeta. Dertlerime derman oluyordu.
Sabahlarıysa sarı bir çantam vardı onun içine kahvaltılıklarımı koyardı ve uzun bir
merdivenden aşağıya inerdik. İşte o anda yukarda duran abimin çektiği bir fotoğraf var. Sarı çantalı,
oldukça esmer, hafif çekik gözlü bir çocuk etrafı buğulu camlardan küplerle kaplı bir demir kapının
1 Burada Türkiye denilince günümüzün devleti anlaşılmamalıdır. Türkiye kelimesi diğer uluslar tarafından
Anadolu’yu betimlemek için sıkça tarih metinlerinde kullanılmıştır. yanında yukarıya doğru gülüyor. Sadece ailesi onu sokağın karşısındaki anaokuluna götürecek; ama o
çocuk için bu yol, dil zorlukları çektiği için ürkütücü, birinin doğum günüsü vardır ve pasta yerim diye
mutluluklarla dolu, belki bugün beden eğitimi yaparız diye umutlarla dolu bir yürüyüş. Sadece beş
dakika sürse de onun için zaman sanki yavaşlıyordu. Kapının önüne gelindiğinde ise hemen içeri
girilip o pencerenin önüne geçme vaktiydi onun için. O pencereden ailesinin eve dönüşünü görebiliyor
çünkü. O evini anaokuluna girdiği anda özlüyor. Kendisini oraya ait değil, annesinin yanına ait
hissediyordu.
Onun anıları onu tek seçeneğe itmişti. Kendisini anlayan, kendi dilini konuşan insanların
yanına. Kendi aile üyelerinin hep birlikte olduğu, birinin eksik olmadığı ortama. Eğer oradaysa
hissediyordu ki vatanındaydı, evindeydi.
Kaynakça
İlber, Ortaylı. Türklerin Tarihi. İstanbul: Timaş Yayınları, 2015. Baskı
|
243 | Zeynep Deniz Gülden
21601266
ALDATMADIN ALDANDIN
Berrak tertemiz suyu olan duru bir nehir ve bu nehrin üstünde bir köprü düşünün. O nehir
sizsiniz. Berrak suyunuz sizin duygularınız ve köprünüz de insanların duygularınız üzerinden
geçtiği yol olsun. Fark ettiyseniz geçtikleri diyorum çünkü kimse sizin duygularınıza
balıklama atlayamaz. Sadece kıyısından geçer ve siz ona huzur veren bir ses de
dinletebilirsiniz ya da acınızla çağlayabilirsiniz. Yahut hiç kimse gürleyerek çağlayan bir
nehirden sağ çıkamaz. Hiç köprünüzden geçerken, üstünüze kayalar fırlatıp suyunuzu
çağlatan oldu mu? O duruluğu bozan akışınızı bir sürelik durdurup sonrasında acıdan sizi
gürleten? Olduysa bilirsiniz ki o nehir aynı berraklığıyla akmayacaktır o insana ve o köprünün
tahtaları gevşemiştir. Tekrar gelmek isterse, o tahtalardan düşüp kendi attığı sivri kayalara
çarpacaktır. Farkındaysanız kendi attığı sivri kayalar diyorum çünkü aslında siz berraktınız ve
o berraklığı sivri kayalarıyla bulanıklaştıran siz değilsiniz. İkili ilişkiler de aynı bu şekildedir.
İhanet, sivri kayaları beraberinde getirir ve berrak olan tertemiz duygularınızı bulanıklaştırır.
Bulanık bir suda önünüzü göremezsiniz ve kimse önünü göremediği bir suda yüzmek istemez.
Tıpkı artık güvenemediğiniz bir insanla sonunuzu göremediğinizden artık onunla yürümek
istemeyeceğiniz gibi.
Ben bu kitabın ana kahramanını aşk, tutku ve ihanet olarak yorumluyorum. Ana kahramanı
duygular olan bir kitap. Kendinizden bir nokta bulabileceğiniz, köprünüzün tahtalarını gözden
geçireceğiniz bir süreç diyelim. Köprüden yanlış insanlar geçse de, her ne kadar sivri
kayalarıyla size zedeleseler de siz nehirliğinizden bir şey kaybediyor musunuz? Siz yine
sizsiniz. Sadece güveniniz zedeleniyor o kayalarla, haliyle yaralanıyorsunuz da. Lakin her yara sarılır her ne kadar iz bıraksa da. Hatta üstünden zaman geçtikten sonra o izlere baktıkça
bir savaştan güçlü çıkıp hayatta kalmış olmanın mutluluğunu yaşarsınız. O izler sizin hayata
ne kadar tutunduğunuzu, size ne kadar güçlü olduğunuzu aynaya her bakışınızda hatırlatır. Siz
bir gazisiniz artık. Aşkın, ihanetin, acının ve tutkunun gazisisiniz. Yenik düşmediniz.
İzlerinizle barışık, geleceğe dair de umutlusunuz. Böyle bir acıdan geçmeseydiniz güçlü
olduğunuzu asla fark edemeyecektiniz belki de.
Şimdi yeni bir köprü inşa edeceksiniz. Bu sefer yolu daha meşakkatli olan bir köprü.
Herkesin geçmeye cesaret edemeyeceği, bazılarının sadece uzaktan bakmakla yetineceği bir
köprü. Aldığınız bu darba, yüzünüzdeki o çizgiler, kalbinizdeki savaştan kalma o izler
karşınızdakine sizin güçlü olduğunuzu gösterecek. Bazı insanlar alışık değildir güçlü
insanlara. Hayatlarında istemezler onları. Onların istediği, hükmedebilecekleri zayıf
karakterlerdir. İnanın siz zaten onların hayatında olmak istemeyeceksiniz, onların karakter
zayıflığı sizi yoracaktır. Bu noktada zaten artık daha az insan için üzülüyor olacaksınız.
Kendi değerinizi bilin. Aşk, tutku ve gözyaşının bütünüdür diye düşünüyorum. Herkes
berrak bir nehri hak etmez. Sizin aşkınız, tutkunuz bazılarına fazla gelir. Güçsüz
hissettiklerinden kendilerini güçlü kılmak adına sizi güçsüzleştirmek isterler. Onlara kötü bir
haberim var. Aslında sizin daha güçlü olmanızı sağladılar. Üstüne üstlük zaten az olan
değerlerinden biraz daha götürdüler. Siz ne kaybettiniz? Hiçbir şey. Aksine kazandınız.
Haydi! Aynanın karşısına geçin ve izlerinizle gurur duyun. Bu bahsettiğim ayna, içinizdeki
nehirdir. Dönün içinize, bakın nehrinize. Artık daha güçlü akıyor. Yine temiz, yine berrak
lakin köprüsü eskisinden daha kuvvetli ve herkesin geçemeyeceği bir yapıda. Baktınız mı
nehrinize? Şimdi tekrar tebrik edin kendinizi. Siz bir savaştan hatta ve hatta bir patlamadan
sağ çıktınız. İçinizde bombalar patladı fakat ateşi sizi köreltmedi sizi olgunlaştırdı. O’ Farrell Maggie, Yapı Kredi Yayınları, 2016 |
244 | Asil Doğaner
Tıkınmak mı Ziyafet mi?
Yaklaşık iki hafta kadar önce İlhan Berk'in “Şifalı Otlar Kitabı” adlı deneme eserini okuma
fırsatım oldu. Şair kimliğiyle bildiğim ve çok severek okuduğum Berk, bu eserinde
maydanozdan elmaya, naneden ısırgan otuna değin pek çok bitki hakkında o leziz
Türkçesiyle açıklamalarda bulunuyor. Hangi bitkinin neye iyi geldiğinden tutun da bu
bitkilerin tarihteki ve edebiyattaki yerlerine kadar faydalı pek çok bilginin bulunduğu bu kitap,
bana bugün şehirlerde yaşayan modern insanlar olarak ne kadar berbat bir biçimde
beslendiğimizi hatırlattı. Yani doğanın bizlere hiçbir çıkar beklemeden sunduğu o doğal
besinlerin yerini bugün genetiği değiştirilmiş gıdalar ve "fast food" kültürü almış durumda.
Kitabın nefis bir dille yazılmış olması bile mide bulantımı önleyemedi. Bu yazıda kitabın
bende uyandırdığı hisler bağlamında beslenme alışkanlıklarımız hakkında birkaç kelam da
ben etmek istedim.
Modern insanlar olarak yaşadığımız hayatın büyük bir kurmaca olduğunu düşünüyorum
ben. Kariyer, trafik, banka kredisi, “özel günler!”, bitmek bilmeyen gündelik siyasi tartışmalar
derken insanlıktan çıkıyoruz. İnsan ruhunun inceliklerine yaraşır işlerle meşgul olamıyoruz.
Giriştiğimiz işlerin pek çoğu yüzeysel oluyor biz fark edemesek de. Halbuki bizler doğadan
geldik, doğanın rahminden çıkageldik. Ancak adına modernite dediğimiz bu yaşam biçiminin
içinde geldiğimiz yeri çabuk unutuverdik, yani doğayı yadsıdık. Kültür ve doğa arasındaki
diyalektik çatışma kapsamında kültürü tercih ettik, ancak kültürü inşa eden temel unsurun
doğa olduğunu unuttuk. Bu durumu, yani doğanın reddini gündelik hayatın pek çok
evresinde görebiliyoruz. Artık çocuklar topraklarda oynamıyor, ağaçtan düşmüyorlar.
Yüzmeyi derelerde değil, çaylarda değil; lüks otellerin güvenlikli havuzlarına öğreniyorlar.
Kavgaları bile sahici değil. Video oyunlarında dövüşüyorlar birbirleriyle. Bu yapaylığın
kendini en belirgin bir biçimde gösterdiği alanların başında da beslenme geliyor. İnsanın
bedeni değil, özü önemlidir bana göre. Yediğimiz içtiğimiz şeylerde de özü hiç
düşünmüyoruz, hiç ilk nedene bakmıyoruz. İlk neden derken kast ettiğim işte Berk'in
kitabında ele aldığı şifalı bitkiler... Şifalı derken metafizik bir boyuttan bahsetmiyorum.
Demek istediğim dalından koparılan bir elmanın tadını, içinde bir dünya katkı maddesi
bulunan ve arsızca “Bu meşrubatın içinde en az %15 elma suyu vardır.” ibaresi yer alan
elma sularına bıraktık. Elma suyu işte, neden %100 elma suyu değil de %15 elma suyu?
Geri kalan %85 ne ola ki? İşte bu %85 bizim doğadan kopuşumuzun, içinde yaşadığımız modernite denen durumun neden olduğu yapaylık. Doğadan kopuş derken de ilk insanlar
gibi mağarada yaşayalım, günübirlik avlanalım gibi bir tez sunmuyorum. Ancak yiyip
içtiklerimize biraz daha dikkat edebilirsek, fast food denilen zehirli beslenme biçiminden
vazgeçebilirsek özümüze kavuşabiliriz kanısındayım. Yapmamız gereken biraz yavaşlamak
ve tükettiğimiz besinlerle birlikte hayatın tadını biraz daha sakince çıkarmak olmalı.
Yapmamız gereken tek şey yavaşlamak... Bünyemizin ve ruhumuzun kaldıramayacağı
yüklerin altına girmeden sade bir hayat sürmek olmalı yapılması gereken. Zira insan onuru,
tıkınmaya değil ziyafet çekmeye yaraşır. Ziyafetse sağlıklı besinlerle yavaş yavaş yapılan
bir aktivitedir.
Toparlamam gerekirse İlhan Berk'in bitkiler hakkındaki bu enfes kitabı beni beslenme
şekillerimizden yaşadığımız hayatın kaotik hallerine kadar pek çok konu hakkında
düşüncelere sevk etti. Bu nedenle biraz yavaşlamak gerekir bir nanenin günbegün
büyüyüşünü izlemek ve nane biçildiği zaman ortama yayılan o şahane kokuyu duyumsamak
için. Tadına vararak yaşamak gerekir hayatı gerçekten hissedebilmemiz için.
KAYNAKÇA
Berk, İlhan, Şifalı Otlar Kitabı, Karacan Yayınları, 1982, Baskı. 2 |
245 | Alperen Doğru
HAKSIZLIĞA BAŞKALDIRI
Şu sıralar hayatın karşıma çıkaracaklarını kestiremediğimden oldukça yorgunum.
Yorgunum, çünkü dünümle bugünüm birbirini tutmuyor. İnsanlar değişiyor, yüzler, hisler ve
duygular... Tüm bunlar yelkovanın bir hareketi ile değişirken yorgun oluşuma anlam
vermişsinizdir. Daha kendimi tanımadan farklı insanları, farklı ilişkileri tanımaya çalışmaya
başladım. Kendi hikayemi dinlemeden başkalarının hikayelerine tanık olmaya başladım. Bunun
ardı arkası gelmedi. Üzüldüm, kırıldım ve hatta onlarla birlikte ağladım hayatın karanlık yüzüne
karşı. Her daim güçlü durmaya çalıştım ancak tanık olduğum her kötü an beni daha da
güçsüzleştirdi. Daha kendi anılarımı biriktirmeden annemin anılarını dinleyerek başladım
hayata. Tıpkı benim gibi bir çoğunuz tanık olmuşsunuzdur eski dönemin anılarına. Çoğu
karamsarlık ve hüzün içerir. Birtakım ezilmeler, gururun hiçe sayılması ve ardı arkası gelmeyen
şiddetler...Gelecekte ben de çocuklarıma bu tarz karanlık anılar anlatır mıyım, bilmem. Dilerim
ki buna fırsat verecek anılar biriktirmeyeyim.
Geçmiş ile gelecek arasında sıkışıp kalmışken Tahar Ben Jelloun’un Annem Hakkında
isimli kitabı ile tanıştım. Çaresiz bir izleyici olarak annenin yaşadıklarına tanık oldum. “Derin
ve tutkulu bir sevgi olan evlat sevgisi çoğu zaman utangaçlık ve söylenmemiş sözlerle
sarmalanmıştır. Annem geçmişini anlatarak, nadiren mutlu olduğu bir hayattan kurtulup
özgürleşti” (Jelloun, 2016). Alzheimer olan annesi, geçmişini anlattıkça donup kalan Tahar gibi
hissettim kendimi. Annenin, geçmişi hastalığından ötürü doğru hatırlayıp hatırlamadığı
tartışılır. Bende bıraktığı izi asla tartışamam. Evrensel bir sorun haline gelen küçük görme,
ezme ve aşağılama kavramları varlığını hala sürdürüyor. Gelgitler yaşadığım şu dönemlerde
yaşananlara karşı çaresiz bir izleyici sıfatıyla bakmam oldukça can yakıcı. Çoğumuzun bu tarz
anıları vardır. Ailesinden birilerinin ya da kendisinin başkalarının sömürgesi altına girmesi ve
bu kalıpta acı çekmesi... Hayatın kaçınılmaz gerçeği olarak kabul ettiğimiz baskıcı topluma
başkaldırmamak niye? Bizi karanlığa sürükleyen insanların kalemini kırmaktansa olanları
kabullenip gelecekte yakınmak niye? Annemden duyduğum her acı hikaye bir tokat gibi
vuruyor yüzüme. Aynı şeyleri sizler de yaşayın istemiyorum. Biliyorum, eskiden kadın olmak
zordu. Sana verilen görevleri tamamlayıp evinde oturduğun zaman gerçek bir kadın oluyordun.
Eşinin himayesi altında ezildiğin, çocukların üzülmesin diye suda taş kaynattığın zaman anne oluyordun. Ne değişti şimdi? Annemin anlattığı hikayelerin benzerini ben nasıl da
anlatamayacağım çocuklarıma? Zaman ilerledikçe bireyler de, zihinleri de, algıları da değişti.
Kadınlar, kadınlarımız daha gücü durmaya başladı. Peki bu güç nereden geldi?
Eğitimden,
Algıların değişmesinden,
Kadınların, kadın olduklarını bilmesinden,
Sosyal toplumun düzene binmesinden...
Üstüne basa basa yazıyorum bunları. Evrensel bir sorun olduğunu kabullenip sıkıntıları örtbas
etmektense, onlara başkaldırıda bulunmayı destekliyorum. Kızıyorum anneme çoğu zaman.
Neden? Neden karşı çıkmadın sana yapılanlara karşı? Neden susup kalbini ellerinle parçaladın?
Cevap hep aynı: öyle gerekti...
Gözümüzü açtığımız her sabah işkence olmasın bize. Geçmişte yaşadığımız baskıları
örtbas etmek yerine duyuralım insanlara nasıl acımasız olduklarını. Toplumumuz gün geçtikçe
bunu kaldırmaya meyilli olmaya başladı. Durum böyleyken eskileri yad edip acılar içinde
kıvranmak ve dinleyenleri üzmektense huzur dolu anılar ekleyelim yaşam yelpazemize. Hayat
bu acılar içinde kıvranmak için fazlasıyla kısa. Geleceğe güzel yatırımlar yaparak
güzelleştirebiliriz bu hayatı. Geçmişle yakınmak bir ağız dolusu laftan başka bir şey değildir.
Hayatta piyon rolünden sıyrılıp içimizde barındırdığımız gücü farkedelim. Güzel günler ancak
bu şekilde selamlar bizleri. Acılardan sıyrılmış, kendi benliğinde huzurlu bir şekilde yaşamanız
dileğiyle...
KAYNAKÇA Jelloun, T. B. (2016). Annem Hakkında. İstanbul: Kırmızı Kedi Yayınları. |
246 | Naz Alara Erbek
TANRILAŞMIŞ HAYVANLAR: HOMOSAPİENS
İnsan ırkının nasıl oluştuğu ve nasıl meydana geldiği yüzyıllar boyunca tartışma konusu olmuştur.
Üzerine çeşitli teoriler yürütülmüş, araştırmalar yapılmış veya dini dogmalarla açıklanmaya çalışılmış.
Öyle ya da böyle homosapiens kendini geliştirmiş bir nevi evrimleşmiş ve dünyayı yöneten en üstün
tür haline gelmiş ve tanrıcılık oynamaya başlamıştır. Hayvanlardan Tanrılara-Sapiens ‘e göre sapiens
insan türleri arasında en zeki ve en güçlü kısacası dünyada yaşayabilecek en gelişmiş insan türüdür.
Homosapiens doğal seçilim sonucunda hayatta kalabilmiş tek insan türü olmuştur. Pekala, nasıl oldu
da Homosapiens dünyayı ele geçirip adeta bir tanrı gibi yöneten güç haline gelmiştir? Esas soru ve
sorun burada başlıyor.
İlk çağlarda avcılık ve toplayıcılıkla yaşamını sürdüren insanlar ateşin bulunmasıyla yaşam
kalitelerini arttırmışlar ardından da tarım devrimiyle ve ticaretle yeni bir döneme geçilmiştir. Yazının
bulunması tarihin başlangıcı olarak kabul edilmiş ve birkaç yüzyıla insanoğlu kendini iyice
geliştirmiştir. Paranın icadı, süregelen din savaşları, toprak kavgası, siyasi rejimlerin oluşumu gibi
birçok faktör insanın kendini geliştirmesine katkı sağlamıştır. Fakat tüm bu olaylardan farklı öyle bir
olay gerçekleşmiştir ki bu insanları tanrılaşan hayvanlara dönüştürmüştür: “Sanayi Devrimi ve
Kapitalizmin Doğuşu”.
Sanayi Devrimi on sekiz ve on dokuzuncu yüzyıllarda Birleşik Krallık’ ta buhar gücüyle çalışan
makinelerin bulunmasıyla başlamış ve hızlıca tüm dünyaya yayılmıştır. Hepimizin senelerdir bildiği
gibi, sanayi Devrimi’nin birçok olumlu sonucu olmuştur. Yaşam kalitesinin yükselmesi, nüfusun
artması, bilimin ve teknolojinin hız kazanması bunlara örnektir. Fakat maalesef ki sanayi devriminin
olumsuz sonuçları olumlu sonuçlarından bir hayli fazladır. Kentlere olan yoğun göç, sömürgecilik
faaliyetlerinin artması ve ham madde arayışı, çocuk ve kadın işçilerin kullanılması, işçi sınıfının hor
görülmesi, patron ve iş yeri sahiplerinin anormal zenginleşmesi bu olumsuz sonuçların sadece birkaçı.
Tüm bu faktörler ise günümüzün en yaygın ve en tehlikeli ideolojisini oluşturdu: Kapitalizm.
“ Para hem imparatorluklar kurmak hem de bilimi geliştirmek için çok önemliydi. Para bu çabaların
nihai amacı mı, yoksa tehlikeli bir gereklilik miydi?”(302) diye soruyor yazar kitabın “Kapitalist İtikat”
bölümünde. Para günümüz dünyasının vazgeçilmez bir parçası, hatta yaşama amacımız ve sebebimiz
haline gelmiştir. Dünya ilk kurulduğunda icat bile edilmemiş para nasıl olur da insanların yaşamsal
ihtiyaçlarının, sağlıklarının, huzurlarının ve mutluluklarının önüne geçebilmiştir? Cevap basit. Çünkü
günümüz dünyası öyle bir sistemde kurulmuştur ki paranız olmadan yaşamsal ihtiyaçlarınızı
karşılayamazsınız. Sağlık, huzur ve mutluluk ise paranız olunca satın alınabilecek şeyler olduğuna Naz Alara Erbek
inandırılmıştır. Durum böyle olunca insanlar da bu sistemin bir oyuncağı olmuş, sonlarını kendileri
hazırlamıştır. Tüm dünyayı saran kapitalizm rüzgarı insanları sadece para odaklı düşünmeye sevk
etmiş fakat herkesin bu rüzgardan yararlanmasını da istememiştir. Emekçi sınıfı her zaman kötü ve
zor koşullarda çalıştırılmış, çabalarının karşılığını alamamıştır. Tüm bu düzende para ve güç sahipleri
tanrıcılık oynarken alt sınıf her zaman acı çeken grup olmuştur.
Kısacası, Homosapiens dünya üzerindeki en üstün ırk ve tür olsa da kaçınılmaz arzularının ve
hırslarının esiri olmuş ve onlara yenik düşmüştür. Hayatları her zaman daha fazla para ve daha fazla
güç üzerine kurulu olan bu tür, modern zamanda adeta tanrılaşmış hayvanlara dönüşmüştür. Bu
durumu çözebilecek olan ise gene Homosapienslerdir. Şüphesiz ki hayat paradan daha güzel öğeler
içermektedir. Kaç insan mutluluğu, huzuru ve sağlığı parayla satın alabilir ki? Harari insanlık tarihini ve
kendi özgür düşüncelerini güzel bir şekilde harmanlamış ve okuyucularının huzuruna sunmuştur.
Kaynakça
Harari,Yuval Noah. Hayvanlardan Tanrılara Sapiens. Israil, 2011.
|
247 | MEYVE VEREN AĞACIN SONU
İşinizi yeterince düzgün ve dürüst yaptığınızda zarar görebileceğinizi hiç
düşündünüz mü? Aslında bakarasanız hemen hemen hiç kimse dürüstlük yerine
yalancılığı seçmez. Ancak günümüzde yeni yeni dizisi de yapılmaya başlayan
Taht Oyunları romanında bir insanın dürüst, doğrucu ve ne olursa olsun
gerçekleri yapan biri olmasına rağmen başına gelenler, aslında dürüstlüğün ne
kadar zararlı olabileceği anlatılmaktadır. Elbette dürüstlük kötüdür denilince
insanın mantığına tam da uygun gelmez ve sadece fantastik romanlarda
karşılaşılanan bir durum gibi gelir. Ancak bu duruma dürüst olmak diye değil de,
kötü niyetli çıkarcı insanların işini düzgün yapan kişilere karşı olan saldırıları diye
bakmak lazım. Bu açıdan bakıldığında ise aslında bunun sadece fantastik
romanlarda olabilecek bir durumdan çok gündelik yaşamımızda bile her gün
karşılaşabildiğimiz bir olay olduğunu görebiliriz.
Bu tür olayları günümüzde neredeyse her yerde görebiliriz. Ancak siyaset
denilince aklımıza hepimizin de aklına bir birinin ayağını kaydırmak için elinden
gelen herşeyi yapan insanların oluşturduğunu getirisek çokta yanlış yapmış
olmayız. Tabii bu acımasız mücadelelerin yaşandığı bir ortamda da ilk başta
elenmek istenenler genellikle işlerini en iyi yapıp kimseye eyvallahı olmayan dürüst kişiler olur. İlk onların elenmek istenmesinin en büyük müsebbibi ise bu
tür insanlar eğer doğru olmadığını düşündüğü bir durum ile karşılaşır ise yapan
kim olursa olsun gereken yaptırımı yaparlar. Elbette bu biz normal vatandaşlar
için oldukça değerli bir nitelik olsada siyaset denilen kurtlar sofrasında herhangi
birinin çıkarına dokunduğun anda herşeyini elinden alırlar. Buna hayatın
boyunca en ufak bile leke almamış şerefinde dahildir. Yani bir insan elinden
gelen en iyi şekilde çalışıp, herkese karşı dürüst olsa dahi etrafındaki insanlar
kendilerine bir zarar gelmemesi için böyle insanlara ciddi zarar verebilirler. Yani
insanlara karşı dürüst olur, işinde çok iyi ve başarılı olursan bu niteliklere sahip
olamayan çıkarcı kıskanç kişiler size zarar verir ve dürüstlüğün aslında insanlara
çoğu zaman yarardan çok zarar getirdiğini de görürüz.
Bir başka çarpıcı örnek ise yine siyasettin içinden biri olan ve bundan
yaklaşık beş yüz sene evvel yaşamış olan Sokullu Mehmet Paşa’dır. Sokullu
Mehmet Paşa Kanuni Sultan Süleyman da dahil olmak üzere tam üç padişaha
veziri azamlık yapmıştır.Yani lafın kısası Sokullu Osmalı imparatorluğunun
gördüğü en başarılı yöneticilerindendir. Tıpkı Taht Oyunları’ nda da kuzeyin
başarılı lordu Ned Strark’ ın da krallın yanına getirilerek veziri yapılması gibi.
Yani Ned Stark ile Sokullu aslında bakarsanız aynı kaderi yaşamışlar. Sokullu bu
başarılı yıllarından sonrasında dünya tarihini kökünden değiştirecek fikirler ile
bazı projeler hazırlar. Bunlardan en önemlileri ise günümüzde bile dünyanın en
çok kullanılan kanalı olan Süveyş Kanal’ını açmak ve Hazar Deniz’ini Karadenize
bağlanması gibi onlarca fikri uygulamaya koymaya çalışırken. Maalesef
etrafındaki kişiler hasetlerinden ne yapacaklarını bilemeyip padişaha karşı
Sokullu Mehmet Paşa’ yı doldurmaya başlarlar. Bunun bir çok nedeni vardır
tabii; ancak bunlardan en geçerli olanı çıkarları zedelenen kıskanç insanlardır
ve akabinde de padişah bu dolduruşlara gelir ve Sokullu Mehmet Paşayı
öldürtür. Aynı durum fantastik romanda olarak karşımıza çıkan Ned Stark’ın da
başına gelir. Dürüstlük ve doğruluktan insanların zarar görmesi maalesef
dünyada çıkarcı insanlar var oldukça sürmeye devam edicektir.
Sonuç olarak romanda da gerçek hayatta sıklıkla karşımıza çıkan meyve
veren ağacı taşlarlar durumu oldukça güzel bir şekilde anlatılmaktadır. Tabii her
nekadar bir işte başarılı olmanın ve dürüst olmanın bize zarar verebileceği gibi
bir durum olsada mesele bu zorluklara karşı göğüs gerip hiç bir şeyden
çekinmeden doğruları yapmak olmalıdır. Tıpkı Sokullu Mehmet Paşa ve Ned
Strack’ın yaptığı gibi...
Ahmet Batıkan ÜNAL |
248 | Mahvettik Galiba
Çocuk dünyadaki en güzel varlık olarak bilinir. En azından bir çok kişi böyle söylüyor.
Hastane ortamından çıkan en muhteşem şey olabilir çocuklar (zaten pek de güzel şeyler olduğu
söylenemez hastanede). İlk doğduğunda elleri yüzleri buruş buruş. Gözleri belli değil. Sadece
ağlayan bir nevi “çirkin” bir yaratık. Ancak ilginçtir ki o “çirkin”, hareket etmekten yoksun,
sadece kulak tırmalayıcı sesler çıkartabilen varlıkla büyüdükleri zaman hareketlenecek.
Annelerine, babalarına ve hatta çevrelerine mutluluk saçacaklar. Hatta klişe belki ama dünyayı
onlar yönetecek. Ancak önce, bebeğin ağzından ilk ne çıkacak diye tüm aile merakla bekleyecek.
Hatta ilk başta “Anne” denmesi için anne ve annenin akrabaları çocuğu sık sık görüp “Annnn-
nnne” diyecekler çocuğa. Neden? Sadece ilk kelimesi “Anne” olsun diye. Aslında ne kadar
saçma. Çocuk 2-3 hafta sonra zaten ufak ufak konuşmaya başlayacak. Hatta –muhtemelen- 2 ay
sonra da gayet konuşabiliyor olacak. Aynı olay baba için de geçerli. Neymiş “Baba” diyecekmiş.
Hatta daha da komiği var. Çocuk kelimeleri sadece söylemek için çalışırken (hani olur ya “bv”
tarzı sesler) o seslerden “Anne” dediğini çıkartılır ve eğlence başlar. Anne baba bir nevi birbirine
girer. Niye ilk baba dememiş ya da niye ilk anne dememiş. Birbirlerine küserler hatta bunun için.
Konuşmazlar bir süre. Yataklar bile ayrılabilir. Çocuğun olduğu odada yatılır ve çocuğa alıştırma
yaptırılır böylece. Daha bir sürü taktik. Büyük eğlence anlayacağınız. Bitmedi. İlk yürüme anı var
daha. Çocuk zaten sürekli pratik yapıyor. Ufak ufak adım atıyor. Şimdiki merak ise acaba ilk
nereye ya da kime yürüyecek. Anneye yürürse değmeyin kadıncağızın keyfine. Ya babaya
yürürse? Bu defa da adamcağız havalara uçar. Anne bozulur. Niye? O karnını doyuruyormuş.
Niye ona yürümemiş. Bunlar yakın zamanda başıma gelen şeyler hepsini abartsızı anlatıyorum şu
an. Hatta eksik bile anlatıyorum.
Bir de bunun zıddı bir durum var. O bebek büyüyene kadar kaç gece o ebeveyn uykusuz
kaldı? Kaç gece anne ve baba bebeğe bakacak kimse olmadığı için dışarı çıkamadı? Tek cevabı
var. Sayısız gece. Kimse bilmiyordur bunun cevabını. Peki ya çocuk büyüdüğündeki olaylar?
Okuludur, çocuğun kıyafetidir, eşyalarıdır, yemesidir içmesidir derken o çocuk artık aileyi maddi
açıdan zorlamaya başlar. İşte o zaman evde işler kızışır. Anne ve baba sabahtan akşama kadar
çalışıyordur, yoruluyordur. Dolayısıyla gergin de olurlar. Çocuk ise artık eskisi kadar küçük
değildir ve kendi fikirleri vardır. Çocuk bir defa “Hayır!” dediği zaman anne ve baba –garip
şekilde- buna katlanamaz ve kavga başlar evde. Bu macera böyle sürer gider.
Peki hiç çocuğa doğmadan önce soranınız oldu mu “çocuk sen doğmak istiyor musun?”
diye. Ya da “doğduğunda ne yapmak istiyorsun?” diye soranınız. Hiç zannetmiyorum. Zaten
mümkün de değil. Peki ya böyle bir şansınız olsaydı? Şöyle düşünün. Gelecekte ancak çok da
uzak olmayan bir tarihteyiz ve böyle bir cihaz geliştirilmiş. Annenin karnındaki çocuğun beynine
direkt olarak mesajınız gönderilebiliyor. Ne yollardınız doğmamış bebeğinize?
“İlk önce ‘anne’ de tamam mı yavrum?” muhabbeti geçerdi eminim. Ya da bebeğine “1+1
kaç eder?” diye soran. Hatta bebekten de cevap beklenirdi “ alırken mi satarken mi?” diye. İşin şakası bir yana çocuğa ne mesaj gönderilebilir ki? Şu an mesaj gönderecek olsam “Sen
sen ol oradan çıkma. Duydun mu yiğido?” derdim sadece o da ayrı mesele. Hatta “Büyüdüğünde
okula falan göndermeyeceğim seni. Bir yere çırak olarak başlatacağım sen halledersin.” Demek
istiyorum. Okul falan zor işler yazık çocuğa. Yirmibir yaşındayım, dört yaşından beri okula
gidiyorum. Bu da onyedi sene eder. Elime ne geçti? Hiç. İki ya da üç sene önce bir ara diploma
vermişlerdi sadece. İki ay evde durmuştu, hatırlıyorum. Lise diploması. Sonra onu da aldılar
elimden. Hatta üniversiteden mezun olunca da kaliteli kağıda basılmış süslü yazılar verecekler
bana. Gereksiz. Ya da çocuğa direkt dersler verilmeli anne karnında. Ne bileyim ufak ufak
matematikle başlanabilir bence. Uğraşmasın sonra çocuk yazıktır. Hem belki sınıf da atlar. Hayatı
kurtulur.
Çocuğa bir de dünya hakkında bilgi verilmeli. Nasıl bir yere gelecek yani. Tamam belki
anne karnına isteyerek gelmedi. İsteyerek de çıkmayacak. Ancak yine de bazı şeyleri bilmeli.
Yani belli bir kısım insanın, kendi topraklarından çıkan ama aslında hiç göremedikleri ve çok
değerli olan “altın” adında madeni vücutları sindiremese bile başkaları yiyebilsin diye aç kalan
hatta bu yüzden ölen insanların olduğu yere doğmak üzere olduğunu bilmeli. Veya sadece
“güzel” görünüyor diye ondan kıyafet yapmak isteyip başka canlıları öldüren bir ırktan geldiğini
bilmeli. Hatta sadece “para” adında pamuk parçası kazanabilmek için insanları ölümle tehtid eden
bir düzenin içinde olacağını bilmeli. Ölümle belki orada karşılaşmalı ilk defa. Hazırlamalı
kendini yavrucak. Bakalım o zaman bu kadar mutlu doğabilecek mi? Etrafa bu denli mutluluk
saçabilecek mi?
Çocuklarla bir alıp veremediğim yok ancak biz pis yaratıklarız. O çocuklar da böyle
öğreniyor. Daha da bencil, cimri, akıllı ama farklı durumlarda. Şu ana kadar en gelişmiş türün biz
olmuş olmamız bile tamamen bir şans olmalı bence. Tek görevi talan etmek olan bir tür. Gerçi,
ben bile böyle düşünmeme rağmen neler yapacağım onları kötü etkileyecek kimbilir... Ya da siz.
Kim bilir neler yapmışsınızdır küçük masum canlıları birazıcık da olsa mutsuz edecek. Ya da
acaba neler yapmadınız da onları bu çirkin ortamda yaşamaya mahkum ettiniz. Suçladığımdan
değil ancak o “pamuk” parçası hepimizi yönetiyor. Düzenin kölesiyiz.
Üzgünüm küçük dostum...
Galiba senin dünyanı mahvettik...
Galiba senin dünyanı daha da mahvediyoruz...
Umarım sen bu dengeyi bozarsın da senden sonraki çocuklar mutlu olur...
Rengim Özokutgen |
249 | Kaan ÜNLÜ 1
LIFE IS STRANGE
YA DA, HAYAT GARİP-KELEBEKLER UÇUYOR!
Kararsızlık! Seçim yapmak, şüphesiz ki zaman ve konudan bağımsız olarak her zaman zor. Basit bir öğlen
yemeğini düşünelim: Yemeği nerede yiyecegiz, evde mi dışarıda mı? Kaçta yiyeceğiz, hangi restoranda yiyeceğiz,
hangi yemeği seçeceğiz? Makarna mı pizza mı? Peki hangi makarna? Yarısının adını bile okuyamıyorum bir de
hangisi yiyeceğimi mi seçmem gerek şimdi?
Pişmanlık! Bu kadar uzun ve ağrılı düşünce süreçlerinden geçsek bile aldığımız kararlardan her zaman
memnun olamıyoruz değil mi? "Keşke Giovanni değil de Lamborghini yeseydim! Şimdi akşama kadar karnım
ağrıyacak!" Ne yazık ki, geçmiş kararlarımız arasından pişman olduğumuz anlar her zaman bu küçük örnekte olduğu
kadar önemsiz olmayabiliyor. Üniversite sınavında yanlış işaretlenen bir soru, sevdiğiniz kişiye yanlış zamanda yanlış
sözleri söylemek, kırmızı ışıkta geçmeye karar vermek... Sonuçlar hiçbir açıdan bakıldığında güzel değil: Bir sene
daha üniversiteye girememek, reddedilmek ya da terkedilmek, araba hasarı ve sakatlıklarla uğraşmak, ya da ölüm.
"Ölüm mü? Bu kadar kötü düşünmeye gerek yok!" dediğinizi duyar gibiyim. Madem böyle diyorsunuz, o zaman filmi
biraz geri saralım da tekrar deneyelim!
Kaseti geri sarmak mı?
Evet, geri. Karar anına dönecek şekilde ve hafızanızı koruyarak. Ne olacağını biliyorsunuz, kararınızı nasıl
değiştirirsiniz? Değiştir misiniz? Life is Strange, ya da "Hayat Garip", bu sorunun cevabını bir anda gizemli bir şekilde
zamanı geri alma gücü kazanan baş karakter Maxine Caulfield'ın hikayesi ile arıyor. O zaman gelin sevgili okurlar, biz
de arayalım.
Örneklerimizden birini ele alalım: En son sevdiğiniz kişiye bir şeyler söylemiş, ve söylediğiniz şey yüzünden
de tokadınızı yiyip (materyal ve/veya manevi olarak) mahsun adımlarla oradan uzaklaşmıştınız. Bu noktada zamanı
geri aldığınızı ve malûm olaydan 5 dakika öncesine geri geldiğinizi varsayalım. Şimdi ne yapacaksınız? Kişiyle
karşılaşmanızdan önce bir koşu gidip bir buket gül mü alacaksınız? Onunla karşılaştığınızda ona farklı bir şeyler mi
söyleyeceksiniz? Buluşmamayı mı seçeceksiniz? Ya da ne olacağını bile bile aynı şeyleri mi söyleyeceksiniz? Bu farklı Kaan ÜNLÜ 2
seçeneklerden herhangi biri kısa ya da uzun vadede ne kadar fark edecek? Ya hiç fark etmez ise? Ya hayatınızı
değiştirecek boyutta sonuçları olursa?
Bunca faktör ve farklı netice varken seçim yapmalı mıyız? Ne kadar defa geri sarabiliriz ki? Teknik olarak
değil tabii ki, ama duygusal ve düşünsel yük olarak. Bir olayı defalarca geri sarıp baştan başladığımızda aynı anda
hem A çıktısında başımıza gelecek olan bir olayın endişesini yaşıyor olacağız, hem B olayında yaşayacağımız bir
haksızlığın sinirini içimizde tutacağız, hem C olayında daha sonra yapmak zorunda kalacağımız bir hatanın ve onun
sonuçlarının yükünü omuzlarımızda taşıyacağız, hem de D E F G H ve alfabenin diğer harflerini kapsayan çıktıların
karmaşıyla uğraşacağız. Kırılgan ruhumuz böyle bir tayfuna ne kadar dayanabilir? Dayansa bile, dayandığına değer
mi? Zamanında daha iyi sonuçlanacağını düşünerek değiştirdiğimiz bir geçmişin hiçbir şey değiştirmediği ya da
olayları kötü yönde değiştirdiği olasılıkları göz ardı edemeyiz. Kadere inanmıyorum ama hayatımızdaki tüm zarların
(hele bir de zarların birbirlerine görünmez ipliklerle bağlı olduğu bir kurulumda) 6 gelmesini sağlamak pratikte
mümkün değil, bantlayıp tamir ettiğimiz pişmanlıklarımız muhakkak ki bir yerde gelip bizi tekrar bulacak. Sonuçta
çevremizde zaman geçmese de saat kulesi ruhumuzun derinliklerinde atmaya devam ediyor, günleri sayılı.
Belki de sonucunu bilsek de bilmesek de 1001. kapının ardındakini de merak etmek, doyurulamaz bir
kararsızlık doğamızda vardır. Ve belki de ne olursa olsun geçmişimizde pişman olacağımız bir şeyler olacağını kabul
etmeli ve geçmişi bozuk bir kaset gibi ileri geri sarmaktansa ileri bakıp, kasetin kalanını izlemeliyiz. Ama kim bilir,
belki de hakikaten Giovanni değil de Lamborghini yesek daha iyi olurdu, bir dakika ben onu düzeltip geliyorum!
Esenlikle kalın, iyi oyunlar!
BİBLİOGRAFİ
Rojas, Fred. Gaming History 101. 13 Şubat 2015. 22 Şubat 2017 <https://gaminghistory101.com/2015/02/13/life-is-
strange-review/>.
Sebastien Gaillard, Baptiste Moisan, Sebastien Judit. Life is Strange. Dontnod Entertainment.
|
250 | Şevval Simruy Baygül
21600839
ÇOCUKLUĞA ÖZLEM
Büyüdük aniden, küçüldü dünyamız. (Sanlısoy, "Büyüdük Aniden")
Hayat çok garip, içinde bulunduğumuz anda zaman geçmiyor diye dertlenirken bir de
bakıyoruz ki haftalar, aylar ve hatta yıllar geçip gidiyor. Büyüyüveriyoruz aniden ancak
farkına varamıyoruz. Çocukken gözlerimiz merakla bakardı dünyaya, kafamızdan soru
işaretleri eksik olmazdı; gördüğümüz, duyduğumuz her şeyi merak ederdik. Öğrenme
isteğimiz vardı. Dünyada olup bitenleri anlamaya hevesliydik. Ne var ki büyüdükçe bu
hevesimizi kaybettik. Farkındalığımızı yitirdik. Eskiden saatlerce çimlerde yatıp bulutlara
çeşitli anlamlar yüklediğimiz veya geceleri yıldızları birleştirerek şekiller çıkarmaya
çalıştığımız gökyüzüne bile başımızı kaldırmamayı, bakmamayı seçtik. Gözümüzde
büyüttüğümüz dertlerimiz yüzünden onlardan başka bir şey göremez hale geldik.
Eskiden başımıza gelen en küçük olaydan bile mutlu olabilirken şimdi yaptığımız her işte bir
kusur aramamız ve hayatımızdaki her durumun olumsuz tarafını görmemiz bizi karamsarlığa
sürükledi. Bir türlü mutlu olamamaya, hiçbir şeyden haz alamamaya başladık. Küçükken her
an kolayca mutlu olabilmemizin başlıca sebebiyse toz pembe gözlüklerimizdi.
Gözlüklerimizin arkasından baktığımız dünya çok daha sevimliydi. İnsanlara daha yakındık,
herkese tereddüt etmeden sokulurduk. Kolayca samimiyet kurabilirdik çünkü çekinmezdik,
herkesi kendimiz gibi saf sanırdık ama büyüdükçe dünyanın çirkinliklerini ve insanların
kötülüklerini görmeye başladık. Hayatın sandığımız kadar da toz pembe olmadığını görerek
ders aldık. Nitekim insanlara daha temkinli yaklaşır olduk ve bu da sosyal ilişkilerimizi
köreltti. Yaşadığımız düş kırıklığıyla gözlüklerimizi çıkarıp bir kenara fırlattık ve kendi
içimize dönük yaşamaya başladık. Yalnızlığımızı kucakladık çünkü insanlar bize gösterdi ki
kimse bize bizden daha iyi arkadaş, yoldaş olamaz hayatta. Bunun yanı sıra her şeyi toz
pembe görmenin getirdiği sınırsız hayal gücümüz vardı. Bıkmak bilmeden hayaller kurardık
ve inanırdık da ama zaman içinde kurduğumuz hayallerin gerçekleşmemesinden sıkıldık,
hüsrana uğramaktan yorulduk ve en iyisi biz işimizi kış tutalım da yaz çıkarsa bahtımıza diye
diye hayallere veda ettik. Belki de sadece tükenmek bilmeyen sıkıntılarımızla boğuşmaktan
hayalkurmayı unuttuk. Gerçekçi olalım diye kendimizi kastıkça kastık, gerçekçiliğimiz gün
geçtikçe kötümserliğe dönüştü ve mutsuzlaştık. Umutlarımızı yitirdikçe daha da dibe battık.
İnsanların çirkinliklerini gördükçe ve zarara uğradıkça etrafımıza bir zırh ördük fakat
korunma amacıyla içine girdiğimiz bu zırh zaman geçtikçe bizi de yuttu. Sadece kötülük
görmekle kalmadık, önce alıştık sonra öğrendik ve en sonunda biz de kötülüğün içine
çekildik. Yalan, iftira ve türlü insafsızlıklara alet olduk. Çocukluğumuzun saflığını, iyiliği
unuttuk. Bir şeyin değerinin kaybedilince anlaşıldığı gibi biz de tertemiz geçmişimizin
değerini kirlendikçe anladık. Küçükken büyümek için sabırsızlanırdık. Büyüklerimiz bize
çocuk muamelesi yaptığı için bozulurduk çünkü onlara kafa tutardık, bizi yetersiz
görmelerine katlanamazdık. Güvenli alanımızın dışındaki gerçek dünyayı bilmezdik ve bir an
önce büyüyüp maceralara atılmak için can atardık. Halbuki gerçek dünya sandığımız gibi
çıkmadı, sorumluluklar ağır geldi. Bu sefer de kendi ayakları üstünde durabilen birey
muamelesi yapıldığında bozulduk zira bize eskisi gibi sahip çıkılmasını istedik. Büyüyünce
de çocukluğa dönmek için yalvarmaya başladık.
Çocukluğun değerini bilemeden, büyüdüğümüzde de altında ezildiğimiz sorumluluklarımız
ve dertlerimizle uğraşmaktan akıp giden zamana engel olamadan yaşamımızı tüketiyoruz.
Sonunda ömrümüzün boşa geçtiğini fark ettiğimizdeyse her şey için çok geç kalmış oluyoruz.
Dolayısıyla ne geçmişi düşünerek hayıflanmalı, ne de geleceği düşünerek günümüzden
çalmalıyız. Zamanın değerini bilmeli, geçen her saniyenin tadını çıkararak yaşamalıyız. KAYNAKÇA
Sanlısoy, Ogün. "Büyüdük Aniden." Ben, Pasaj Müzik, 2011. |
251 | Sihirdar Vadisinde Bir Gün
Bu yazıyı, size Sihirdar Vadisi'nde[1] bir gün geçirdikten sonra yazıyorum. Sanırım biraz fazla
bilgisayar oyunu oynadım. Sihirdar Vadisi, League of Legends(Efsaneler Ligi)[2] isimli oyunun
haritalarından sadece bir tanesi. Her gün defalarca girdiğim, oyunlar üzerine oyunlar oynadığım, adeta
bağımlısı olduğum bu haritada; "Baron Nashor", "Kadim Ejderha", "Mavi Gözcü", "Kırmızı Korkabuk"
ve "Yampiri Yengeç"[3] gibi isimleri çok ilginç yaratıklar var. Bu yaratıklarla savaşabilir, çeşitli oyun
içi kazançlar elde edebilirsiniz. Oyun, Nexus[4] isimli merkezin oyuncular tarafından kuşatılıp yok
edilmesiyle son buluyor. Doğal olarak hemen her oyuncu, koridorunda rakip oyuncular karşısında
üstünlük kazanıp karşı takımın merkezini yok etmek için inanılmaz bir efor sarf ediyor.
Benim için ise oyunu kazanmak o kadar da önemli değil. Oyunu kazanmaktan çok, çoğunlukla sihirdar
vadisini bir kez daha görmek için giriyorum. Sihirdar Vadisi'nin birçok güzelliği var. Eğer amacınız
oyunu kazanmak değil de eğlenmek ise, beni etkilediği gibi bu vadi sizi de kolayca etkileyebilir.
Vadinin en güzel yeri şüphesiz ki koridorların arasında bulunan orman. Devasa kurbağalardan tutun
kargalara birçok güzelliği bünyesinde barındırıyor bu yemyeşil vadi. Bir de tabii vadimizin
vazgeçilmezi nehir... Nehirdeki yengeçler sihirdar vadisinin göz bebeğidir benim için. Oyunu oynarken
sanki bir sanal gerçeklik gözlüğü[5] takmışım gibi içersinde hissediyorum kendimi bu ayrıntılar
sayesinde. Daha da fazlası, kokusunu alıyorum o yeşil ağaçların, çimenin, nehrin.
Asıl konumuza gelirsek, düşünsenize bir harita da sizin yarattığınızı. Haritanın sol üst köşesine Baron
Nashor koymazdınız değil mi? Çünkü o harita, sizin duygu ve düşüncelerinizi yansıtırdı. Yani sizin
sanat eseriniz olurdu. Peki neden yaratmıyorsunuz? Hadi elinize bir fare[6] ya da bir kalem alın ve
tasarlamaya başlayın. Kendi haritanızı oluşturup, haritadaki oyuncuların oyunu kazanmak için yapması
gerekenleri belirlemekle başlayın. Haritanıza çeşitli hayvanlar, canavarlar, düzlükler, yokuşlar, çalılar,
çimenler, ağaçlar, devler, cüceler ekleyin. Her birinin efsanevi özellikleri olsun, hiçbiri birbirine
benzemesin. Haritanıza çeşitli tuzaklar, girilmemesi gereken noktalar da ekleyin. Haritanızı
tasarladıktan sonra oyuncular için yeni karakterler[7] belirleyin. Bir örnek vermek gerekirse, League of
Legends(LoL) isimli oyunda "Lux", "Darius", "Garen", "Teemo" ve "Ashe"[8] gibi isimlere sahip
birçok karakter var. Bu karakterlerin pasif ve aktif olarak kullandıkları yetenekleri, becerileri var.
Hiçbiri sıradan değil, her birinin yetenekleri, cinsiyeti, ırkı, geldiği yer ve hikayesi çok farklı. Kendi
haritanızı yaratırken bunlardan herhangi birisi size esin kaynağı olabilir.
Hadi şimdi sıra sizde. Önce bir isim verin karakterinize, sonra çizin, sonra da karakteristik özelliklerini
belirleyin. Ona bir hikaye verin, diğerlerinden farklı olsun. Bir silah, asa, sopa, miğfer, kalkan, zırh ya
da daha değişik, şimdiye kadar kimsenin kendi karakterine vermediği bir eşya verin ona. Tüm bunları
yaparken kendinizden de bir şeyler katın ona. Tümüyle sizin karakteriniz olsun. Kim bakarsa baksın, o
karakteri sizin tasarladığınızı anlasın.
Kısacası, sıfırdan bir dünya yaratın ve tamamen size ait olsun bu hayali gerçeklik. Bu dünyanın
merkezine kendinizi koyun. Her yerinde siz olun. İnsanlar içersine girsin, çıksın, içersinde yaşadığı her
saniye dış dünyanın yoruculuğunu, stresini ve diğer tüm kötülüklerini unutsun, sizin dünyanızın
güzelliklerini keşfetsin. Hayal dünyanız başkalarıyla hayat bulsun.
Yazımın sonuna gelirken tüm okurlarıma kendi hayal dünyalarındakileri gerçekleştirmelerini, bunlarla
yeni bir dünya kurmalarını tavsiye ediyorum. Bir ressamın resim yapması gibi hem kendi hayal
dünyanızı aktarırken siz eğlenin hem de başkalarını mutlu edin.REFERANSLAR
[1],[2],[3],[4],[8] : League Of Legends oyunu, oyun içi konseptler.
http://euw.leagueoflegends.com/
[5] : VR teknolojisi, https://tr.wikipedia.org/wiki/Sanal_gerçeklik.
[6] : İng. Mouse, Türk Dil Kurumu Bilgisayar Terimleri Karşılıklar Klavuzu.
[7] : Rol yapma Oyunlarının genel özelliği, İng. Role Playing Game(RPG). |
252 | KAAN MAHMUT MACAR
ZAMANI YAKALAMAK
Yaşamımızın bütününü bu denli kaplayan başka soyut bir kavram var mıdır sizce zaman dışında? Bizler ona dokunamayız,
hissedemeyiz ama sürekli onun varlığını, akıp geçtiğini, bizlerle beraber olgunlaştığını biliriz. Peki, bizler onu gerçekten doya
doya yaşayabiliyor muyuz ya da hissedebiliyor muyuz? Bu sorunun cevabı bellidir aslında. İnsanlar zamanın akıp geçtiği
konusunda hemfikirdir. Onların atladığı nokta şudur: Zamanı doya doya hissetmek ve onu yakalayıp onunla beraber
yaşlanmak… İnsanlar bu konuda gerçekten çok başarısızdır. Çünkü günümüzde insan beyni geçmişe göre daha takıntılı bir
yapıya sahiptir. Bu takıntılık oranı kişiden kişiye değişse bile… Bizler yaşadığımız olayların etkisine kapılıp geçmişte saplanıp
kalabiliyoruz. Bazılarımız da bu durum gerçekten ciddi bir hal alabiliyor. İnsan hayatını bütünüyle etkileyen bir şeydir sonuç
olarak güncellikten kopmak ya da geçmişte saplanıp kalmak. Zamanı yaşamak kesinlikle çok önemlidir. Bunu savunsam da
ben de geçmişe dair saplantıları olan bir insanımdır. Bazen içinde bulunduğum zamanın çok daha gerisinde kalmış
hissederim kendimi. İnsan beyni biraz da sürekli kötü olana saplanıp kalır. Geçmişte tesiri altında kaldığımız olaylara bakacak
olursak, bu olaylardan hiçbiri iyi anılar değildir. İnsanın her şeyden önce kendine yapmış olduğu en büyük haksızlıktır
geçmişte yaşamak. Sağlık açısından ele alacak olursak, ruh hastası olabilme potansiyelimizi de arttırır bir bakıma. Bu yüzden
anı yaşamak kesinlikle önemlidir.
Anı yaşamak demişken, gamsız insanlardan bahsetmemek olmaz. Evet, vardır çevremizde böyleleri. Sürekli görürüz
onları toplumda. Bazen ayıplarız bazen de imreniriz onların bu hallerine. Ama ne olursa olsun kendini biraz da olsa düşünen
insanlardır bunlar. Kötü bir olay yaşadıklarında etki altında kalmadan, sanki hiçbir şey olmamış gibi yollarına devam ederler.
Bu aslında gıpta edilecek bir durumdur. Ben hiçbir zaman böyle biri olamadım. Eminim ki benim gibi birçok insan da
böylelerine imrenir. İşte bu insanlar kötü şeylere takmamayı en iyi şekilde öğrenmişlerdir. Belki de içlerine atardır birçoğu
yaşadığı kötü olayları. Belki de bunu yaparak öğrenmişlerdir hayata tutunmayı ve her şeyden önemlisi zamanı yaşamayı.
Bilimsel açıdan incelediğimizde bir insanın ortalama ömrü ülkemiz için 75-80 civarıdır. Yani yıllarımızı geçmişe saplanıp
kalarak geçirmek hayatı alır resmen bizden. Evet, acı olayların üzerinde durulmalıdır zaten bir müddet kadar; fakat bu
durum sınırları zorlamamalıdır. Gereken dersi çıkarıp daha güçlü bir şekilde yola devam etmeliyiz. İnsan bunu başarabilecek
türde yaratılan bir canlıdır. Değiştiremeyeceğimiz gerçeklere saplanıp kalmak yerine onları kabul edip daha güçlü bir şekilde
“bugün” için yaşamalıyız. Bunu başaramadığımız takdirde hayat bizim için çekilmez olur daha önce de belirttiğim gibi.
Yaşamalıyız başka çaremiz yok. Nazım Hikmet’in de dediği gibi yaşamak gerçekten şakaya gelmez. İliklerine kadar
hissedeceksin yaşamayı. Ölmemek için değil yaşamak için alıp vereceksin o nefesi.
Her açıdan yakalamalıyız zamanı. Sosyal, kültürel, ekonomik, siyasi yönden de zamanın gerisine düşmemeliyiz. Sadece
kendimiz için değil içinde bulunduğumuz toplumu da bu ölçüde harekete geçirmeliyiz. Çünkü insan sosyal bir varlıktır ve
insanlar birbirlerinden kolayca etkilenir. Toplumsal huzur, barış ve dinginlik için gereklidir anı yaşamak. Sadece bireysel
açıdan değil toplumsal perspektife baktığımızda da zamanın içinde var olmanın önemini daha iyi anlayabiliyoruz. Sonuç
olarak iki haneli sayıları geçmeyecek olan ömrümüzü geçmişe dair saplantı ve takıntılarımız yüzünden boşa harcamayalım;
daha huzurlu ve mutlu bir gelecek için geçmişten gereken dersi çıkarıp özgüvenimizin zedelenmesine izin vermeyerek anı
yaşamaya devam edelim.
Kaynak
Chesneaux, Jean yaz. Cerit, Münir çev. Zamanı Yaşamak. Ayrıntı Yayınları. 2015 |
253 | Rabia Anıl ATABEY
21404095
SAHİPLENİLMEYEN YARGI
Sizce ne olabilir bu başlığın bize anlatmak istediği şey? Hayatınızda en çok yaptığınız ama
kabullenmediğiniz ne var? Bazen yalan söyleriz ama bunu kabullenmeyiz bazen de suçlu olduğumuzu
bilmemize rağmen karşı tarafı suçlamaya devam ederiz. Bunlar hayatımızda çok sık olmasa da
yaptığımız ve yapacağımız kabullenmeyişler. Bunlardan hariç öyle bir kabullenmeyiş var ki neredeyse
herkes tarafından bilinçsiz bir şekilde yapılıyor ama kimse sahiplenmiyor. Herhangi biri çıkıp, ben
bunu yapıyorum demiyor. Çünkü biliyoruz, o kötü bir şey, hayatımızdan atmamız, uzak durmamız
gereken bir davranış. Evet, bunun adı ön yargı. Kimsenin kabullenmediği, sahiplenmediği yargı…
Çevremize bakıyoruz, gözümüz bir insana takılıyor ve iç sesimiz başlıyor zihnimizi kemirmeye. Giyimi
mi kötü? Hırsız olabilir, çantama dikkat etmeliyim. Belki de dilencidir? Benden para isteyebilir, uzak
durmalıyım. Metroda kıyafetleri kirli bir adam görünce yine harekete geçip yanına oturmamalıyım
diye söyleniyor. Peki, tam tersi mümkün mü? Maalesef, evet. İyi mi giyinmiş? Dilenci olamaz,
baksana şu kıyafetine. Hatta bir adım daha ileri giderek insanların özel hayatları hakkında düşünmeye
başlıyoruz. Mesleği, yaşı, aile hayatı… Tanımadan, adını bile bilmeden, sadece dış görünüşüne hatta
bazen onun üstündeki iki parça kumaşa bakarak o kişi hakkında hemen hemen her şeyi düşünüyoruz.
Kafamızda o insanı kendi düşüncelerimiz doğrultusunda değerlendirip ya uzak duruyoruz ya da
yaklaşıyoruz. Zihnimizin okyanusunda o insanın gerçekliğini boğarak öldürüyoruz ve kendi
düşüncelerimizi yüklüyoruz. Artık onun nasıl biri olduğunun önemi yok, onu tanımamıza gerek yok.
O, bizim yargılarımızdan ibaret. Kendini ne kadar anlatsa, ne kadar ben öyle değilim diye çırpınsa da
aklımızdaki ön yargı hapishanesine girdi, zincirle bağladık. Yoksa bağlandık mı demeliydim? Onlar mı
bizi kaybetti, biz mi onları kaybettik?
Bağlandık ve kaybettik. Hala devam ediyoruz bağlanmaya, kaybediyoruz bu ön yargılarımız
yüzünden. Karşımıza çıkan fırsatları, insanları ya da olayları olduğu gibi, şeffaf değerlendiremiyoruz.
Hep bir parça kendimizden koyuyoruz, gördüklerimizden, yaşadıklarımızdan… Bazen fark etmiyoruz
ne kadar ön yargı batağında olduğumuzu. Karşımıza bir söz, cümle ya da bir hikaye çıkınca
gözümüzün önünden geçiyor her şey. Beni derinden etkileyen, ön yargı hakkında yeniden
düşünmeme, kendimi sorgulamama neden olan cümlelerle Harper Lee’nin yazmış olduğu Tespih
Ağacının Gölgesinde adlı kitapta karşılaştım. "Kör, evet, ben buyum. Gözlerimi hiç açmadım.
İnsanların yüreğine bakmak aklıma bile gelmedi, sadece yüzlerine baktım. Doğuştan kör... Gözleri
görmeyen"(155). Biz de körüz. Biz de gözlerimizi hiç açmamışız, bakmamışız yüzlerine. İki kumaş
parçasından etkilenip, yeni hayat hikayeleri yazmış ve etiketlemişiz insanların üstüne. Görmek ister
miydiniz? Hepimize bir fırsat sunulsa ve ön yargılı her hareketimizi izleyebilsek? Düşündüğümüz ve
aslında olan şeyleri karşılaştırabilsek? Ben isterdim. Tanıdığım bütün insanların benim zihnimdeki
yansımalarını ve gerçek hallerini karşılaştırmak isterdim. Eğer öyle davranmasaydım, o kişiye karşı
öyle düşünmeseydim şu an hayatımda neler değişirdi diye görmek isterdim. Ön yargılarımdan dolayı
kaybettiğim insanları öğrenmek isterdim. Evet, bunlar bizi üzebilir, pişman edebilir ama geçmişe
baktığımızda keşke kelimesini içeren cümlelerin çoğu ön yargılarımızdan kaynaklanmıyor mu?
Peki, kendimizi nasıl kurtarabiliriz bu masum görünen ama içten içe insanı, insanın hayatını kemiren
düşüncelerden? Nasıl parçalayabiliriz zihnimizdeki hapishaneyi? Günlük hayatımızın vazgeçilmez bir
parçası haline gelmiş, içimize bu kadar işlemiş bir yargıyı nasıl atabiliriz? Belki kabullenmekle
başlayabiliriz. Evet, ben bunu yapıyorum, ben ön yargılıyım. Peki, siz?
Lee, Harper. Tespih Ağacının Gölgesinde. İstanbul: Sel yayıncılık, 2015. |
254 | TURK-102-53
16.02.2015
Giray TANDOĞAN
Vedat YAZICI
Bilinmeze Açılan Kapı
Stephen Hawking şuan da en saygın fizik ve uzay bilimcilerinden biri. Öyle ki, evrene ve uzaya bakış
açımızı tamamen farkı bir boyuta taşıyan teorileri ile insanlık tarihine adını yazdırdı. Ancak bu başarının
arkasında yatan öyküyü görmek benim için bambaşka bir tecrübe oldu.
Genelde nasıl olur? Dünyada çok önemli başarılara imza atan insanların değerleri bilinmez. Ne zaman ki
onları kaybederiz, işte o zaman insanlar ne kadar önemli olduğunu kavrar. Hemen ardından ise biyografi
filmleri gelir. Bu sefer öyle olmadığı için mutlu olduğumu belirtmek isterim. Böyle bir zekaya ve
yaratıcılığa sahip bir insanın ölmeden önce fikirlerinin ve başarılarının değerinin insanlar tarafından
kavrandığını görmek insanlık için olumlu bir gelişme olsa gerek. Bu aşamaya gelmek kolay değil. Eğitimin
ve bilimi değerini insanlara kavratmak ise hiç değil. Özellikle, ülkemizde yaşanan son vahşetten sonra
eğitimin ve bilimin ne kadar önemli olduğunu ve gerekli terbiyeyi(!) alan veya alamayan insanların nelere
sebep olabileceğini gördükten sonra! İnsanlar ibadet ederek, yatıp kalkarak, kiliseye gidip mum yakarak
veya duvarın karşısında ağlayarak kendilerinin mükemmel insan olduklarını düşünüyorlar. Bir şeyi
unutuyorlar. Cennete ve cehenneme inan insanların bu dünyayı cehenneme çevirmeye hakkı yok, tıpkı
inanmayanların olmadığı gibi. Bunun en büyük sebeplerinden birinin eğitim yetersizliği olduğunu
düşünüyorum. Bu dünyada eğitimsizliğin sonuçlarını Orta Doğu’da görüyoruz. Zamanında gücü eline
geçiren zorba kişiler halkı eğitimsiz bırakıp yönetilmelerini veya yönlendirilmelerini daha kolay hale
getirmek istedi, koyun misali. Şuan da ise masum insanlar bunun cezasını çekiyor. Bana manidar gelen ise
aynı senaryonun ülkemizde oynandığını hissetmem. Eğitimsizlik ve dindar bir toplum bir araya geldiğinde
ortaya korkunç sonuçlar çıkabilir, çıkıyor da. Bu tıpkı bir bebeğin ateşle oynaması gibi. Ateşin nasıl
kullanıldığını öğrenmeden ateşi eline alırsa yangın çıkartması işten bile değildir. Yanında kurusu da yanar,
yaşı da yanar! Bilim ve sanatı elinde tutan uluslar dünyaya her zaman hükmetmiştir. Bilim ve sanat ise
doğru ve yeterli bir eğitimle birlikte gelir. Umarım insanlar günü geldiğinde saplanıp kaldıkları bu görüş
açısından bir an önce kurtulurlar. Önemli olan şuan da ne yaptığımızdır; yaptığımız şeylerin neler
doğuracağını düşünebilmektir.
Bir diğer konu ise zorlukların üstesinden gelebilmektir. Stephen Hawking başarılarını yaşadığı acı ve
engelle dolu bir hayata rağmen başarmıştır. Doktorların ona sadece iki yıl ömür biçmesine rağmen o yine
bilime önem vermiştir. Unutulmamalıdır ki bu ülke de binbir zorluğa ve engellere rağmen kurulmuştur.
Başarıya giden yolda takıldığımız engelleri aşabilmek çok önemli bir eylemdir. Bir başarıyı yücelten şey o
yolda karşılaşılan engellerin aşılmasıdır. Pes etmek yerine savaşmak ise büyük bir erdemdir. Önemli olan
savaşı kazanıp kazanmamak değil o mücadeleyi verebilmektir. Eğer o savaşı kazanırsanız elde edeceğiniz
galibiyet o başarının sadece küçük bir kısmıdır. Önemli olan o savaşı sürdürüp o noktaya gelebilmektir.
İnsanları asıl değerli kılan eylem ise bu dünyaya ne kattıklarıdır. Stephen Hawking belki asla
göremeyeceğimiz o geleceğe inanılmaz bir katkıda bulunmuş olabilir. Hatta şuan da bile, bilime kattığı yeni bakış açıları ile faydalı olmuştur. Uzay ve evreni anlayabilmek her zaman insanlığın en önemli
gayelerinden biri olmuştur. Bu Mısır’da da böyle olmuştu şuan da da böyle olmaya devam ediyor.
Uzaya yapılan keşif yolculukları, harcanan milyar dolarlar aslında geleceğe yapılan yatırımlardır. Biz bu
evrenin çok ama çok küçük bir kısmında yaşayan gelişmiş canlı türlerinden başka bir şey değiliz. Hala
dışarda bizim keşfetmemizi bekleyen kocaman bir evren var. Kendi kendimizi yok etmeden o günlere
gelebilirsek insanlığı bekleyen oldukça ilginç ve ütopik bir gelecek olabilir.
Umarım insanlar bir gün bilimin sonsuz bir bilinmeze açılan kapının anahtarı olduğunu fark eder; bu
kapıya giden yolun iyi bir eğitimden geçtiğini ve bu eğitimin ne kadar önemli olduğunu kavrayabilirler.
Belki o gün insanlık biraz da olsa huzurlu yarınlara merhaba der.
|
255 | Furkan Vefa KURT
Fedakar Hayatlar
Günümüzde olan olayların çoğu bizlere uzak. Özellikle de büyük şehirlerin herhangi birinde
yaşayanlar için doğuda olan olayları idrak edebilmek gerçekten çok zor ve insanları bu konularda
bilinçlendirmek, özellikle de popüler kültürün bu kadar etkili olduğu zamanlarda, çok önemli bence.
Bu yüzden tüketici toplumda büyük yere sahip sinema sektörüyle yapmanın çok mantıklı olduğunu
söyleyebilirim. Dağ 2 de her alışveriş merkezinin sinemalarında yerini almış ve izleyiciye sunulmuştur.
Böylece insanların biraz olsun bazı konularda bilinçlendiğini düşünüyorum. Sonuçta bizim toplumumuz
şehit haberlerine tepki göstermek yerine iktidara kafa tutmaya ve gereksiz eylemler yapmaya daha
meyilli. Orada olan olaylara kimse sesini çıkarmazken, herkes şehit sayılarından habersizken, Dağ 2’nin
insanları bilinçlendirebileceğine inanıyorum.
Film, Türkiye’den teröristlerin kaçırdığı bir gazetecinin bordo bereliler tarafından
kurtarılmasını anlatıyor ve oldukça gerçekçi sahneleri barındırıyor. Gerçekçi sahneleri de güzel
efektlerle süslemekten geri kalmamış yapımcıları. Bu yüzden herkese tavsiye edeceğim bir filmdir.
Filmin konusundan ziyade yaşattıklarından bahsetmek daha doğru olacaktır. Özellikle bordo bereli
eğitimleri beni çok etkiledi. Sonuçta sıcak evinde oturmak, ailenle ve sevdiklerinle bir hayat yaşamak
varken, askerlerin bizler için yaptıkları inanılmaz büyük fedakarlıklardır. Geçtikleri zorlu eğitimin
yaşattığı acıları ve zorlukları, büyük ihtimalle hayatımız boyunca yaşamayacağız. Onlar vatanları için,
bizler için kendi hayatlarını feda eden insanlardır ve bu ülkenin gündeminde askerlerin ve sivillerin
hayatından daha önemli bir şey olduğunu düşünmüyorum. Her geçen gün terörle mücadelede
verdiğimiz şehit sayısı bu kadar artarken Gezi Parkı eylemine katılan insanları tekrar sokaklarda
görememek gerçekten çok acı bir durum. Bir askerin hayatını düşünelim mesela. Askeriye koğuşunda
kalır ve sevdiklerini çok nadir görebilir. Özgürce onlarla vakit geçiremez ve tekrar ne zaman onları
göreceğini veya konuşacağını asla bilemez. Oysa bizim için sevdiklerimizle konuşmak sadece bir
telefon uzağımızdadır. Elbette onlardan uzak kalmadan değerlerini anlamayız ve artık aileler bile, aynı
evde yaşamalarına rağmen birbirlerini çok az görür, çok az konuşur. Bir asker için bu söylediklerim
bence çok önemli olmalı çünkü ölümle burun buruna gelmeden hayatın değerinin anlaşılamayacağına
inanıyorum.
Her an bir görev olabilir askerler için veya kışlalarına dönerken beklenmedik bir saldırıya
uğrayabilirler. Bu yüzdendir ki yaşadıkları her saniye onlar için çok önemlidir. Bir saniyede tüm
hayatları sona erebilir ve haberlerde kısa bir konuşmanın ardından isimleri bir daha hiç anılmaz. Çünkü
halkımız magazin haberlerini, vergi rekortmenlerini ve özellikle yabancı ünlüleri daha çok önemser.
Yine de herkes kendi cebine bakar hale gelmişken vatan için kendi canını feda edebilen insanların
olması çok büyük bir olaydır. Herkes normal karşılar askerleri. Derler ki, nasıl olsa askerdi, hayatını
kaybetmesi çok muhtemel ve normal. İşte o her şeye tepkisini koyan insanlar artan şehit sayısına ufak
da olsa bir tepki göstermekten acizdir. Çünkü popüler kültür onların tüm tepkilerini magazin
olaylarına, insanların ayrılıp barışmalarına yöneltmiştir. Tartışma programlarındaki insanlar yukarıda
bahsettiğim konulara değinmeye çalışırlar ancak herhangi bir bilinçlenme yine de gerçekleşmez.
Türkiye’nin sorunları her geçen yıl artmaktadır ve insanların farkındalığı her olayla birlikte
azalmaktadır. Özellikle birkaç ay önce darbe atlatmış olan bir ülkeye göre çok rahat ve bilinçsiziz.
İnsanımız her zaman en iyi telefona sahip olmak ister ve bunun için bütün parasını göz çıkarabilir.
İktidara muhalefet olmak birçok insan tarafından görev edinilmiştir. Ünlülerin hayatlarını takip etmek
bizler için bir rutindir. Samimiyetsiz ilişkiler çıkar ilişkileriyle bütünleşmiştir. Her şeyin sanallaşması
insanları mutlu etmektedir. Ama Türk insanının bu tarz işlerle bu kadar uğraşacak ve zaman
harcayacak bir lüksü yoktur. Yukarıda bahsettiğim askerler şu andan yüz yıl öncesinde bizlerin
akrabalarıydı. Dedelerimiz, anneannelerimiz ve onların kardeşleri bu ülkeyi inanılmaz büyük zorluklarla kurtarabildi. Günümüzde ise farkında olmadan kaybediyoruz. Batı kültürü Türk kültürünü
gün geçtikçe yok ediyor. En büyük korkum, şehit olan askerlerin hayatlarını kaybetmesinin ileride
Türkiye’nin başına gelecekleri önlemeye yeterli olamama ihtimalidir. Ülkede ekonomik bir kriz
mevcut. Doğuda siviller için hayatın durduğunu söylemek yanlış olmaz. Kendi ülkelerinde özgürce
sokağa çıkamayan insanları anlamak bizler tarafından yapılabilecek bir empati değildir. Üstünüzden
uçakların geçmesini, yanınıza bombaların düşmesini, arka sokaklarda silahların patlamasını ve
insanların çığlıklarının kulak zarınızı delmesini anlamanız için her birini yaşamanız gerekir. Tıpkı bu yazı
gibi, herkes yukarıda bahsettiğim bu hassas konuda atıp tutabilir. Olaylara yorum yapabilirsiniz. Bazı
insanlar soğuk kanlılıkla veya daha doğrusu farkında olmadan tepki verir. Bazıları ise büyük bir hüzünle
yaklaşır böyle konulara. Ama Türkiye olarak bir bütün olamazsak ve tepkimizi gösteremezsek, Türkiye
on yıllardır olduğu gibi kötüye gitmeye devam edecektir ve bu gidişatı engelleyebilecek tek unsur
bizleriz. Eğer böyle devam ederse kısa bir süre içinde Suriye’den farklı olacağımıza inanmıyorum. Bu
yüzden Dağ 2 ile ilgili böyle bir yazı yazma ihtiyacı hissettim. Çünkü film insanları bilinçlendirmede çok
etkili ve yaşanan olaylarla ilgili biraz olsun empati yapmaya yardımcı oluyor. Ayrıca vatan sevgisinin de
çok iyi işlenmesi beni çok etkiledi. Filmin çekimleri sırasında, filmde oynayan ve gerçekte de asker olan
bir askerimiz de çekimlerden sonra şehit düşüyor. Film bu açıdan da çok güncel ve etkili. Vakti olan
herkese önerdiğim bir filmdir. Hem gündemle alakalı hem de bir film olarak düşündüğümüzde çok
başarılı.
|
256 | NEDEN KISITLIYOR, KISITLANIYORUZ?
Sevginin bağlılık gerektirdiğinden bahsederler hep halk arasında. Bağlılık da genelde
özgürlükten feragat etmek olarak yorumlanır. Bağlılık ile özgürlük birbiriyle çatışan kavramlar mıdır?
Birine bağlıyken özgür olamaz mıyız? Bu sorun özellikle erkek ve kadın arasında olan duygusal
bağlarda kişisel özgürlüklere dayatılan kısıtlamalar olarak kendisini fazlasıyla hissettiriyor. Her birey,
uğruna savaşacak kadar özgürlük aşığı(!) olduğuna inanıyor, ancak konu karşısındaki insan olunca
kolayca kısıtlamalar getirebiliyor. Sevdikleri insanlara, evcil hayvanlara (ki bunun da doğru bir
yaklaşım olduğunu düşünmüyorum) yaptıkları muameleyi yapıyorlar. Bir tasma takmadıkları eksik
kalıyor neredeyse! Doğal olarak da bu durum sağlıklı ilişkilerin en büyük düşmanı oluyor. Birbirlerine
duydukları sevginin az veya çok olması bu gerçeği değiştirmiyor. Çevresi tarafından bu tip
kısıtlamalara tabii tutulan bir insan, onun da sevdiği insanlara aynısını yapması gerektiğini düşünüyor
çünkü bunun doğru olduğuna inanıyor. Yüzyıllardan beri süregelen bu tutuma karşı zaman zaman
küçük çaplı isyanlar olmuyor değil ancak bu sorunun yapıtaşına kadar kimse inmiyor.
En sevdiğim yazarlardan biri olan John Fowles’ın Koleksiyoncu kitabından, kitabın her
sayfasında beni uzun uzun düşünmeye iten bu durum hakkında bir alıntı yapmak istiyorum. Ancak
hemen öncesinde o ana kadar kitapta neler olup bitmiş ondan bahsedeceğim. Piyangodan zengin
olmuş asosyal bir kelebek koleksiyoncusu olan Fred, çekici, zeki ve sanatsal açıdan yetenekli olduğunu
söylediği Miranda’yı şehirden uzakta yeni aldığı bir eve kapatıyor. Tüm parasını Miranda’nın istekleri
için harcıyor ve kibar bir hizmetçi gibi davranıyor. Onun yanından ayrılmasına izin vermiyor ama tek
amacının onu mutlu etmek olduğunu söylüyor. Lakin özgürlüğü elinden alınan, hatta dış dünyayla
ilişkisi neredeyse sıfır olan bir insan ne kadar mutlu olabilir ki! Miranda’nın banyo yapmak istediğini
söylediğinde Fred ile aralarında şu diyalog geçiyor:
“Akşam yemeğinden sonra, yine banyo için başımın etini yemeye başladı, önce bıraktım
biraz mızıldanıp surat assın, sonra da, “Peki, tehlikeyi göze alacağım, ama sözünüzde
durmazsanız, bir daha buradan çıkarmam sizi,” dedim.
“Ben her zaman sözümde dururum.”
“Bana şerefiniz üzerine söz verir misiniz?”
“Kaçmaya kalkışmayacağım üzerine sana şeref sözü veriyorum.”
“İşaret vermeyeceğiniz üzerine de.”
“İşaret vermeyeceğim üzerine de.”
“Ellerinizi bağlayacağım.”
“Ama bu aşağılayıcı bir şey.”
“Sözünüzde durmazsanız sizi kınamayacağım,” dedim.
“Ama ben…” gerisini getirmedi, omuz silkmekle yetindi, sonra sırtını dönüp ellerini
uzattı. İp acıtmasın diye altına koymak için bir fular hazırlamıştım, sıkıca bağladım, ama
canını yakmadan.
Ne var ki zavallı Miranda’nın maruz kaldığı bu özgürlük kısıtlaması, günümüzde de karşımıza
çıkıyor, yalnızca farklı şekillerde. Belki banyoya gireceğimizde kimse ellerimizi bağlamıyor ancak
farkına dahi varamadığımız birçok durumda ellerimiz bağlı. Aile bireyleri, akraba ve arkadaşlarımız
ellerimizi bağlarken ses çıkarmamamız isteniyor, vereceğimiz herhangi bir tepki saygısızlık,
terbiyesizlik hatta ihanet olarak sicilimize işliyor. Ancak göz yumduğumuzda da ip giderek sıkılaşıyor;
depresyondan tutun strese, agresifliğe kadar günümüzde giderek yaygınlaşan ve hayatın her yönünü
etkileyebilecek sorunlara yol açıyor. Zamanla da iş çığrından çıkıyor ve ruhsal açıdan hasta bireyler
ortaya çıkıyor.
Tüm bu sorunların yanı sıra bu kısıtlama olayının özüne girdiğimizde, benim açımdan bu
sorunun “yapıtaşı” olan kavramı görebiliriz. Sevdiğiniz, saydığımız, değer verdiğiniz veya aşık
olduğunuz birinden “Onu yapamazsın!”, “Oraya gidemezsin!”, “Onunla konuşamazsın!”, “Onu
alamazsın!” gibi emirler aldığınızı düşünün. Bu tip sözlerin ne kadar onur kırıcı olduğunu es
geçiyorum, resmen size “Doğru kararları vereceğine inanmıyorum, bunun için kararları senin yerine
ben vereceğim.” denmesi aynı zamanda neyin göstergesidir? Cevap veriyorum, güvensizlik.
Birbirimize duyduğumuz güven hep sözde kalıyor, davranışlarımız ve tutumlarımızın güvenle alakası
yok. Güven duygusunun iki insanı birbirine bağlayacağını unutuyor, kısıtlamalar koyarak yapay bir bağ
kurmaya çalışıyoruz. Size güvenen biri kısıtlamalara neden ihtiyaç duysun ki? Çevrenizdeki bireyleri
gözden geçirin, size kaç kişi “gerçekten” güveniyor?
Referanslar:
Fowles, John. Koleksiyoncu. İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2005. Baskı
Ahmet Burak Yıldırım |
257 | Şahin 1
Berk Şahin
21301919
Türkçe 101-16
Başak Berna Cordan
25.11.2014
Mutluluk İçin Sevmek
Aslında hayatımızı şekillendiren kaybettiklerimiz değil midir hep? Kaybettiklerimizle
gelişmez mi bütün düşüncelerimiz, inançlarımız, hatta karakterimiz? Kaybedilenin ne olduğu
ya da nasıl kaybedildiği değişse de, kaybedilen her şey bizde derin yaralar açar, hepsinden
sonra sorgularız onların önemini ve gelecekte kaybedeceklerimizi. Atalarımızın “Kaçan balık
büyük olur.” demesi de kayıplarda hissettiğimiz eksiklik hissindendir zaten.
Emrah Serbes’in “Erken Kaybedenler” isimli hikaye kitabında da genel olarak
anlatılan kaybedişlerdi. Bana, kitapta herkesin kendini bulabileceğini düşündüren sebep de bu.
Kitabın içindeki öykülerden en başarılısı “Anneannemin Son Ölümü” isimli öyküydü. Emrah
Serbes’in birbirini kaybeden iki insanın birbirlerine tutunuşunu bu kadar güzel anlatması da
onun gerçekten çok başarılı bir öykü yazarı olduğunu gösteriyor. Kitapta birbirine bu denli
tutunan ve tutunacak başka hiç dalı kalmayan bu iki kişi küçük bir çocuk ve onun anneannesi.
Çocuğun anneanneyi, anneannenin çocuğu bu kadar sahiplenişi de her şeyini kaybeden iki
insanın kaybetmekten korktuğu tek varlığa verdiği değeri anlatıyor. Ölümün herkesi bir son
olarak beklediği bu dünyada henüz pek büyük bir kayıp yaşamasam da onların düştüğü
durumu düşünmek bile bu durumun ne kadar acı olduğunu hissetmemi sağlıyor. Zaten istesek
de istemesek de hepimizin eninde sonunda yaşayacağı bu değil mi?
Hayatımızı kaybettiklerimize göre şekillendiririz demiştim. Annesini ve babasının
kaybını anneannesinde canlandıran o çocuk gibi, kocasının ölümünü torununda hisseden
anneanne gibi her kayıp başka şeylere sarılmayı gerektirir bizlere. Bu başka şeyler maddî ya
da manevî olabilir ama bence onlar en güzelini yapıp manevî değerlere sarılmışlar. Birini
kaybedince o kişiye olan sevgilerini başkalarına aktarmışlar ve böylece içlerindeki sevgi hiç
eksik olmamış. Parayı ya da birkaç somut varlığı sevmek yerine kendilerine benzeyen bir
canlıyı, bir insanı sevmiş onlar. Dünya üzerindeki en güzel olgu olan sevgilerini bir insana
vermişler. Böylece sevgilerinin sahip olduğu değeri katlayıp onu anlamlandırmışlar.
Hepimiz kayıplarımızda başka değerlere sarıldık ve bundan sonrakilerde de aynısı
olacak. Aslında çevremizde çok rahat görebileceğimiz olaylar bunlar. Ama bunu yaşayanın
bir çocuk olması çok acı olsa da bir insanın kayıplarla yaşadığı travmayı gözler önüne açıkça
seriyor. Zaten çocukken biz de içimizden geçen şeyleri söylemez miydik? Gün geçtikçe
kalıplara girmeye çalışan, ağlamayı bile utanç olarak gören bizler de içimizden geçenleri
olduğu gibi, korkmadan, utanmadan çevremize gösterebilsek keşke. Belki anneanne ve o
küçük çocuğun sevgilerini kaybetmeden hayata tutunma sebepleri de buydu. Anneanne
sevmediği başka bir erkekte mutluluk arayabilirdi veya çocuk büyüyünce para, makam gibi
geçici değerlere tutunup sevgisini bu değerlerle paylaşabilirdi. Böylece mutluluğu ararken Şahin 2
günümüzde birçok insanın yaşadığı mutsuzlukla yüzleşirlerdi. Ama ne seksen dört yaşındaki
bir kadın için ne de on yaşlarında bir çocuk için geçici kavramların bir önemi olmayınca asla
ruhlarını kirletmemiş iki insan çıkıyor karşımıza, kalplerinden sevgiyi hiç eksik etmemiş iki
insan.
Kaybetmenin getirdiği acıyla başa çıkmanın en iyi yolunun sevgi olduğunu düşünürüm
hep. Belki kendimden örnek veremeyecek kadar gencim fakat yaşayan insanlara baktığımda,
hatta ölmüş insanların biyografilerine baktığımda bunu açıkça görürüm. Yaşadığımız bir
üzüntüden dolayı hayata küsmek korkaklık, sevgiyle hayata tutunmak ise savaşmak gibidir.
Böyle durumlar karşısında dahi savaşan insanları okuyunca içimde oluşan utanç duygusundan
bahsetmezsem olmaz sanırım. Bizler çoğu zaman hayattaki küçük başarısızlıklardan sonra
bile pes ediyoruz. Aslında olması gereken bu değil. Savaşmalı, başarmak için elimizden gelen
her şeyi yapmalıyız. Zaten mutlu olmak da hayattaki en büyük başarı değil midir?
Çocuk ve anneannenin bu davranışları hepimiz için bir örnek olmalı. Hayattaki bütün
başarısızlıklar, hatta sevdiklerimizi kaybetmek bile her ne kadar kötü olsa da bu bizim için
hayatın bir sonu olmamalı. Sevgiyi kalbimizde hep yaşatmalı ve böylece yaşadığımızın
farkına varmalıyız. Karamsarlık yerine aydınlık kaplamalı içimizi her zaman. İnsanı insan
yapan sevgiden asla kopmamalıyız. Başarının da, mutluluğun da tek yolu budur.
Kaynakça:
Serbes, Emrah. Erken Kaybedenler. İstanbul: İletişim, 2009. |
258 | Sacide
Aydın
Daha
dün
öğlen
okulda
camdan
içeri
bakan
sanki
beni
de
içeri
al
diyen
upuzun,
yumuşacık
tüylü
kediyi
sınıfa
almış
ve
sınıfta
kedi
sevmeyen
ne
kadar
DİLSİZ
DOSTLARIM
insan
varsa
hepsini
sınıftan
k
açırmıştım.
Kedi
masanın
üzerinde
yatarken
ben
de
ödevime
kaldığım
yerden
devam
etmiştim.
Tıpkı
‘deki
Nello’nun
köpeği
Patraş’a
olan
düşkünlüğü
gibi
benimde
hayvanlara
olan
düşkünlüğüm
aslında
genetik
bir
durum,
eve
getirdiğim
kuşun,
tavşanın,
kaplumbağanın,
köpeğin
ve
kedinin
haddi
hesabı
yok.
Tabii
bu
haSyevvagnillia
Krıönp
eevğdime
barınma
süresi
sadece
bir
haftaydı
sonra
onları
sahiplerine
geri
vermek
zorunda
kalıyordum.
Evde
hayvan
bakmak
konusunda
annemi
ikna
etmek
kolay
olmuyordu
ama
babam
da
benim
gibi
olduğu
için
bu
konuda
yardımcı
oluyordu.
Gittiğimiz
restoranlarda
ve
tatil
yerlerinde
de
durum
aynıydı,
sipariş
verdiğimiz
yemeği
sadece
biz
değil
masamızın
etrafında
dolaşan
kediler,
köpekler
de
yerdi.
Aslında
genetik
dediğim
hayvan
düşkünlüğümün
asıl
nedeni
babam
değil,
rahmetli
büyükbabamdı.
Büyükbabamın
Bursa’da
içinde
avlusu
olan
her
bayram
tüm
sülalenin
toplandığı
bir
çiftliği
vardı.
Hatta
eskiden
o
avlunun
bir
kısmı
ahır
olarak
da
kullanılıyordu.
Tavukların
yemleri,
kedi-‐köpeklerin
yalları,
ineklerin
otları
hep
bu
avluda
verilirdi.
Kurban
bayramlarında
bile
kurbanlar
bu
avluda
kesilirdi.
Eski
Doğu
geleneklerini
hala
yaşatırdı
büyükbabam,
kesilen
kurbanın
başını
duvara
asardı
ve
sonrasında
kendi
sanatını
konuştururdu.
Duvara
hayvanın
kalan
vücudunu
çizer
hepimize
de
nasıl
çizdiğini
gösterirdi.
En
son
2013’de
çizdiği
siluet
hala
giriş
duvarında,
çiftlik
evinde
büyükbabamdan
kalan
son
izlerinden
biri
olduğu
için
kimse
onu
silemiyor.
Büyükbabamın
hayvan
sevgisi
o
kadar
fazlaydı
ki,
babamın
onu
Hac’a
gönderme
teklifini
bile
her
seferinde
“Benim
burada
dilsizlerim
var
onların
sevabı
yeter”
diyerek
geri
çevirirdi.
Kapısının
önündeki
hayvanları
bırakırsa
aç
kalacaklarını,
öleceklerini
düşünürdü.
Ama
o
dilsizlerin
içinde
bir
köpek
var
ki,
büyükbabam
öldükten
sonra
bile
bizim
yanımızdan
hiç
ayrılmadı.
O
sadık
köpek
Topuz
hala
her
bayram
avluda
kurduğumuz
kahvaltı
zamanı
yanımıza
gelir
üstelik
sabahları
kahvaltıdan
önce
gerçekleştirdiğimiz
bayramlaşma
merasimlerimizi
bile
kaçırmaz.
Aramızda
kalsın
Topuz
neredeyse
30
yaşında
ve
benden
büyük
ama
elini
öpmem.
Ailemizden
biri
olan
Topuz
maalesef
geçen
yıl
amcamların
da
temelli
olarak
çiftlik
evini
terk
etmesiyle,
büyük
bir
boşluğa
düşmüş
durumda.
Komşuların
dediğine
göre
hala
bizim
senede
birkaç
kez
gidebildiğimiz
çiftliğin
avlusun
yatıp
kalkıyormuş.
Çiftliğin
ve
büyükbabamın
en
sadık
dostu
Topuz
sanırım
son
anına
kadar
o
avluda
yaşayacak.
Büyükbabamın
Topuz’dan
başka
bir
köpeği
daha
vardı;
Ayaz,
Topuz’a
göre
daha
hırçın
bir
köpekti.
Zaten
o
bizim
bayram
kahvaltılarına
filan
gelmezdi.
Çiftliğinin
önündeki
arabaların
başında
ağır
abi
gibi
dururdu.
Çiftliğin
boşluğuna
alışamayan
Ayaz
evin
dışında
bulunan
ahırın
önünde
yatıp
kalkmaya
başlamış.
Ve
bir
gün
ağaçtan
sallanın
zincire
boynunu
dolamış
ve
ölmüş.
Komşuların
çektiği
fotoğraflar
olmasa
birinin
onu
öldürdüğünü
düşüneceğiz
ama
doğruydu
Ayaz
resmen
kendini
intihar
etmişti.
Bunları
yazarken
bile
o
manzara
geliyor
aklıma
ve
içim
ürperiyor.
Bize
bu
kadar
bağlanabilecek
canlılar
gerçekten
sevgimizi,
düşkünlüğümüzü
fazlasıyla
hak
ediyorlar.
Onlar
hediye
alınıp
sonradan
sokağa
atılmayı,
barınaklara
terkedilmeyi,
aç
kalmayı
hak
etmeyen
canlılar.
Geçen
sene
gittiğimiz
Çanakkale’de
sokaklardaki
hayvan
sayısına
çok
şaşırmıştım
çünkü
büyükşehirlerde
sokak
hayvanları
ıslah
edildiği
için
bu
yoğunluğun
nedeni
farklı
olmalıydı.
Kahvede
oturan
bir
amcaya
sormuştum
bu
sorumu,
ve
bana
buraya
gelen
yazlıkçıların
hayvanlara
bakamayıp
onları
sokağa
attıklarını
söylemişti.
Zaten
köpeklerin
büyük
bir
kısmının
Golden
türünden
olmasından
anlamalıydım.
Hayatta
anlamakta
en
güçlük
çektiğim
noktalardan
biri
bu
olabilirdi.
En
yakın
arkadaşın
olabilecek
bir
canlıyı
nasıl
sokağa
bırakabilirsin
ki,
yani
bu
insanlar
hiç
küçükken
annesinin
eteğine
dolanıp
ben
hayvan
istiyorum
diye
ağlamamış
mı?
İstedikleri
sadece
biraz
yemek
ve
sevgi
olan
bu
canlılara
sahip
çıkmak,
dost
olmak
hayatta
yaşayabileceğimiz
en
zahmetsiz
mutluluk
olabilir.
Bu
arada
annemin
evde
hayvana
ne
kadar
karşı
olduğundan
bahsetmiş
olsam
da
şuanda
sahip
olduğumuz
kedim
Venüs
en
çok
annemi
seviyor
ve
geceleri
onunla
uyuyor.
Belki
bir
yazımda
da
nemrut
kızım
Venüs’ü
anlatırım.
Ramee
M.
(2014).
.
Aylak
Adam
Yayınları
K
aynakça:
Sevgili
Köpeğim
Dün
sınıfa
aldığım
kedi
|
259 | HASTA ÇOCUK
http://www.xn--edebiyatgretmeni-twb.net/wp-content/uploads/Dokuzuncu-Hariciye-Ko%C4%9Fu%C5%9Fu-kitab%C4%B1.jpg
Gel de biraz sohbet edelim seninle çocuk. On beş yaşındasın, bu yüzden
benim için çocuk sayılırsın. Ben de o karanlık koridorda gezen, ya da muayene
odasında bulunan beyaz önlüklülerdenim. Görüyorum, hastasın. Yedi yaşından
beri sol dizinde hastalık var ve hala pansumana geliyorsun. Ameliyat geçirdin,
yine de eklem iltihabı geçmedi. Bugün de pansuman günlerinden biri ve yaşına
uygun olarak çocuk hastanesindesin.
Hasta olmak epey zor, görüyorsun. Hele ki bir hastalıkla mücadele
etmek çocuklar için daha da zor. Muayene odası önünde sıranın kendisine
gelmesini bekleyenler var. Oturacak yer bulamadıklarından, hasta yavrularını
kucaklarına oturtmak için yere çömelen anneler var. Beklemek çok uzun
sürebilir, belki saatlerce bekleyecekler. Senin de düşündüğün gibi:
“Emindirler ki insanlar arasında sabretmesini, beklemesini onlar kadar bilen
yoktur.”
(Sayfa 6)
Herkesin gözü muayene odasının kapısında ve onlar, hastalarının isimlerinin
çağırılmasını bekliyorlar. Sen de onlardan birisin, fakat seni yalnız görüyorum
çocuk. Yok mu bir büyüğün yanında? Zordur tek başına hastanede beklemek,
birazdan olacakların korkusuyla başa çıkabilmek… Cesaretine hayran kaldım
çocuk.
Şimdi sıra sende, adın okunuyor. Muayene odasında beyaz renk ve
metaller hakim. Sen tecrübelisin tabii, yedi senedir gelip gidiyorsun hastaneye.
Senin sol dizinin sargısı çözülürken, operatör de elini yıkamalı ki, onun elinden
mikrop kapmayasın. Operatör hakkında da doğru düşünüyorsun:
“Yüzünde bıkkınlıkla sebatın kavgası var.”
(Sayfa 8)
Hekim olmak çok zor, hele ki cerrah olmak daha da zor. Bir günde yüzlerce
hastaya bakıyorsun, hepsine şifa vermeye çalışıyorsun. Biri gidiyor, diğeri
geliyor. Hepsine aynı özeni göstermek zorundasın ve aynı zamanda da işlemleri
yaparken hızlı olmalısın. Yoksa bekleyen hastalara gün içerisinde sıra gelmez.
Bu yüzden çocuk, ciddi suratlarımız ve sessizliğimiz seni ürkütmesin. Herkesin
acısını gördüğün yerde, sen de tükenirsin. Yine de o soğuk maskeni takıp sabırla
ve inançla işini yapmalısın ki, o hasta çocuklar sağlıklarına kavuşsun. İşte o
zaman yüzümüz güler.
Biliyorum birazdan canın yanacak. Önceki pansumandan kalan
pamuğu ve gazlı bezi çıkarmak zor olacak, çünkü iyice etine yapışmıştır. Canın
çok yanacağından, fazla hareket etmeyesin diye seni tutmalılar. İşte çıkıyor ve
çığlık atıyorsun. O yüzündeki saygı ve utanç var ya çocuk, beni duygulandırıyor.
Günümüzde pek göremiyoruz bu ifadeyi, daha suçlayıcı ve aşağılayıcı yüzler
var etrafımızda. Her neyse, yaranda üç tane fistül var, yani dışarıya doğru açılan
kanallar bunlar. Buralardan akıntı ve iltihap geliyor, dizin tehlikede görünüyor.
Kemik doku çürümüş. Pansuman yapılırken de acılı bir süreç olacak. Teker
teker temizlenmeli oralar ve mümkün olduğunca sağlıklı dokuya ulaşmaya
çalışılmalı. Maalesef ben de görüyorum ki iltihap çok fazla, yeniden dizine
ameliyat yapılması gerekiyor. Tabi ki operatörün seni ikna etmesi gerekiyor,
çünkü çürüme ilerlerse uzvunun daha büyük bir kısmını kaybedebilirsin.
Kafanda bir sürü soru işareti var. Durumunuz pek iyi değil.
Anneciğinin üzülmesini istemiyorsun, bu yüzden gerçeği saklıyorsun ondan.
Biliyorsun: “Annelere anlatılan kederler taksim değil, zarbedilmiş olur: Çocuklarının
felaketini iki kat şiddetle hisseden anneler, bu ıstıraplarını çocuklarına
fazlasiyle iade ederler.”
(Sayfa 13)
Geziyorsun, dolaşıyorsun, kafanı böyle boşaltmaya çalışıyorsun. Koltuk değneği
de kullanmıyorsun, bu bacağını daha da kötü etkiliyor. Belki uzak
akrabalarınızdan biri olan Paşa yardım eder sana, annenin söylediği gibi seni
özlemiş. Senin ona kitap okumanı çok seviyor, hem de kızı Nüzhet’le de iyi
anlaşıyorsunuz. Seni çok iyi karşılıyorlar, başlarda her şey iyi ama ortaya
Nüzhet’i eş olarak isteyen Doktor Ragıp çıkıyor. Evet, Nüzhet ve Doktor
Ragıp… Haklısın, bu konuyu konuşmasak daha iyi.
O kadar çok yoruldun ve üzüldün ki bacağın oldukça kötü durumda.
Bir felaket olarak adlandırıyorsun bunu. İyi ki sana destek olan Doktor Mithat
var yanında. Bir sürü cerrah dizini görüyor, röntgenler çekiliyor ve her gören
“aman bu bacak ne hale gelmiş?” diyor (Sayfa 91). Büyük bir operatör var,
amputasyonun gerekli olduğunu söylüyor, yani bacağın kesilecek. Böyle bir
şeye izin veremezsin. Evde bir matem havası hakim. En sonunda Doktor Mithat
ile ilk operatöre gidiyorsunuz ve eğer sen de onun söylediklerine harfiyen
uyarsan, operatör belki bacağını kurtarabileceğini söylüyor. Artık Dokuzuncu
Hariciye Koğuşu’ndasın. Çok acılı ve korkulu zamanlar geçiriyorsun, kimsenin
sözleri seni teselli edemiyor. Ameliyat oluyorsun, aylar süren pansumanlar
yapılıyor ve nihayet bacağın kurtuluyor. Sonunda çıkacaksın hastaneden.
“Büyük bir hastalık geçirmeyenler, her şeyi anladıklarını iddia edemezler”,
haklısın (Sayfa 127). Geçmiş olsun çocuk! |
260 | Meltem ŞEN
SONSUZ DEVİNİM
İnsanı yönlendiren şey duygularıdır çoğu zaman… Bazen öyle kayboluyoruz ki,
hoyrat dalgalara karışıp bilmediğimiz kıyılara vuruyoruz. En sonunda kendimizle baş başa
kaldığımız anda başlıyor ardı arkası kesilmez sorular kafamızın içinde koşuşturmaya.
Kendi kendimizi sıkıştırıyoruz köşeye ve sonra… Ben kimdim, kimim ve kim olacağım?
İnsanlar hakkımda ne düşünüyordur acaba? Sorular bitmek bilmiyor…
‘’En çok kimsin dediklerinde tökezliyorum’’ diyor Asuman Susam dizelerinde... Bu
ilk satırı okuduğumda aklıma ilk gelen kendimdi, istemsizce kendimi sorguladım. Kim
olduğumdan kastım belirgin özelliklerimin ne olduğu, sorsalar kendimi nasıl
tanımlayacak olduğum falan. Bahsettiğim sorulardan hiçbirinin cevabını net bir şekilde
bilmediğimi fark ettim. Her şeymişim ama aslında hiçbir şeymişim gibi ya da hiçbir
şeymişim ama aslında her şeymişim gibi… Hayattan yıl aldıkça sürekli değişiyoruz,
hayatımıza yeni bir eşya girdiğinde ya da çıktığında bile değişiyoruz ki yeni bir insan
girdiğinde ve çıktığında nasıl değişmeyelim? Bütün bu durmak bilmeyen değişim süreci
içinde kendimizi nasıl gerçekçi bir şekilde betimleyebilelim? Mesela, benim en’lerim
yoktur. Hayatımın …’sı yoktur. Bugün yağmur yağıyordur ve o ruh halime uygun şarkıyı
gün boyu dinlerim, dün güneşliymişse de dünkü ruh halime uygun şarkıyı gün boyu
dinlerim ve şarkılar arasından benim şarkılardaki en’im o gün dinlediğim o şarkı olur. Hayatımda bir hava durumu bir şeylere bu denli şekil verebiliyorken bir kişinin var olması
ya da yok olması insanın hayata bakış açısını bile kim bilir ne denli değiştirir... Kim ölene
kadar aynı kişi olarak kalabilir ki… Biri hayatımıza girerken birçok şey hayatımıza onunla
birlikte girer ve bir kişi hayatımızdan çıkarken birçok şey de onunla birlikte çıkar. Her kişi,
her eşya, her olay bize bunca şey katıp bizden bunca şey götürebiliyor ve bu kısır bir
döngü aslında.
Asuman Susam, ‘’Kimse’’ şiirinde öyle derin duygularını aktarmış ki bize… Sadece
kelimelerden bile birçok anlam çıkıyor. Ama dizelerinde bas bas bağıran bir tek şey var:
taze bir acı… Henüz duygularını
tanımlayamazken bilinmezliğin içindeki
kaybolmuşluk gözüme çarpan ilk şey oldu.
Ne dese kendini yanlış anlatıyor
olabilmekten korkan biri var… Çünkü
hayatında ona yer verdiği değerli bir kişinin
gidişinden sonra hayatını yeniden
tanımlamaya çalışıyor ve oralarda bir
yerlerde kayboluyor. Ama bütün bu hisleri
aslında ona öyle güzel şeyler yazdırıp
çizdirmiş ki şiirlerini her okuduğumda
dizelerinden başka bir anlam dökülüyor
içime. Zenginlik denilen şey bu olmalı,
manevi zenginlik… Ve o zenginlik
aktarılabilmeli, tıpkı sevgili Asuman Susam’ın yaptığı gibi. Belki de kendini
tanımlayabilmenin, yeni sahip olduğu şeyleri -kişiliğini, henüz sahip olduğu yeni
düşüncelerini vs.- keşfetmenin en iyi yolu da yazmaktır sevgili Asuman Susam için.
İşin özü; değişim, değişmeyen tek şeymiş… Biri gider, biri gelir ve hayatımız,
duygularımız, hislerimiz her zaman yenilenmenin bir yolunu bulur. Bu yeniliklere ve
sonsuz devinime hiçbir zaman alışılmaz, bu da her seferinde yeni duygularla
tanışabilmenin en güzel yolu olur… Buram buram sanat kokan şiirleri de bu yoğun
duygular besler. O çok sevdiğimiz şiirlerin her zaman iki yazarı vardır: biri şiirin yazarı,
diğeri ise yazarın karşı koymasının mümkün olmadığı yoğun duyguları… Bu duyguları
elinden gelenin en iyisini yaparak kendinle bütünleştirirsen sen, sen olarak kalmaya
devam edebilirsin…
Hayat kendini bulmak değil, kendini yaratmaktır.
Gabrielle "Coco" Bonheur Chanel
KAYNAKÇA
"Hats." Pinterest. N.p., n.d. Web. 10 Apr. 2017.
Xxxxx. "Neydi Ne Oldu? ( Coco Chanel )." Pamuk Sekeer: Günlük. N.p., n.d. Web. 10 Apr. 2017.
|
261 | Hale ÖZEN
21502281
Section 8
UÇURTMANIN KAÇIŞI
Hiç kendinize hakim olduğunuz, sınırlarınızı net bir şekilde belirlediğiniz ve ardından
koyduğunuz bütün kurallara harfi harfine uyduğunuz oldu mu? Oldu demeyin lütfen, nasıl
oldu? Olamaz, olmamalı, çünkü bunun bir açıklaması yok. Peki bunu nasıl başardınız birkaç
kelimeyle anlatsanıza bana. Biri bana açıklasın, açıklasın ki bulayım yolumun nereye… Çünkü
son zamanlarda aklımı kaybettiğimi, insanların önemsemediği şeylere fazlasıyla değer
verdiğimi, kimilerine göre normal hayatın döngüsü olan şeylerin aslında hayatımda çok büyük
ölçüde yer kapladığını fark ettim. Hani bu satırları yazıyorum ya, şu an bile gitmek bilmiyor bu
düşünceler; başımı ağrıtıyor, göz kapaklarımın uyuşmasına sebep oluyor falan. Çıkaramıyorum
aklımdan bir şeyleri, sizde de olmuyor mu? Kesinlikle oluyordur, insanız sonuçta. Şunu fark
ettim ki, bu silsileler bütünü en basit eylemde bile etkili. Azaltmaya çalıştıkça her eylemin
hayatımızdaki yerini; bir taraftan kısıyoruz harcadığımız zamanı, verdiğimiz emeği veya
tükettiğimiz enerjiyi. Bir taraftan kısarken, bu demek oluyor mu ki, istediğimiz şekilde başka
bir silsileye devrediyoruz harcadığımız bu zamanı, emeği veya enerjiyi. Fark ediyor muyuz
acaba, hayatımızda hangi eylem bizi daha çok tatmin ediyor? Kendi adıma cevaplıyorum,
mesela ben boş zamanlarımda genelde boşluğa dalıyorum. Neden dalıyorum boşluğa, bir boşluk
görmek istediğimden mi? Veya hiç boşluk olmadığı ve yaratmaya çalıştığım o boşluğu en etkili
biçimde kullanmak istediğimden mi? İhtiyaç mı duyuyorum bu boşluğa… Çimlerin üzerinde
oturup kuşların sesini dinlerken okuduğum bir kitap bile değiştirebiliyor hayatımı.
Yönlendirebiliyor beni, tıpkı Begüm Başoğlu ve Ege Erim’in ortak kaleme aldıkları Sade isimli
kitapta da dedikleri gibi: “Temel sorularla başlayın ve kendinize karşı dürüst olun!” (Başoğlu
ve Erim 79).
Çimlerde otururken değişen düşünceler… Bireyin kendini olduğu gibi görmesi ve
kendine doğrulttuğu soruların can alıcılığı ile alakalı. Sanırım farkında olmaya başladığında bir
şeyin; bir şekilde oturmayan parçalar çöpe giderken, diğer oturan parçalar yerine daha sağlam
oturuyor da ondan. Bu değiştiğini sandığım hayatı tıpkı evimizin salonunda bulunan raflara
benzetmeye başladım. Hani olur ya annenizin içinde yaşadığı eski ve yeni çatışması; çeyizinden
gelen objeler, dantelli işlemeler ve günümüz modasına uygun vazolar, biblolar… Ayrıca
misafirlerin getirdiği, evimizin düzenine bile uymayan o hediyeler… Aslında bu bir çatışma
değil mi? Hepsi mi bizi, bizim olduğumuz gibi yansıtıyor yani? Hepsi mi arzularımızı,
şehvetimizi veya hazzımızı karşılamamızı sağlıyor hayattan? Neden bilmiyorum ama, olmasını
istediğimiz gibi olmuyor kafamızın içindeki değişiklik. Sanırım anne örneğimden
yorumlamalıyım bu durumu. Olması gereken, olması gerektiği gibi olmuyor, çünkü her olması
muhtemel şey dışarıda olan bir unsura takılı kalıyor. Bir şeyler ya çok fazla ya da yeteri kadar
değil. Aradaki dengeyi ise kimse bilmiyor, beyazın bütün renkleri içinde barındırması gibi bir
şey bu.
1 Hale ÖZEN
21502281
Section 8
Aslında beyaz şu anda bulunduğum düşünceler silsilesinin bir yansımasıydı. Bunun
sebebi ise içinde barındırdığı bütün renklere rağmen yine de tertemiz kalabilmesiydi beyazın.
Kendimize, özümüze doğrulttuğumuz sorular; belki de sade yaşamak istememizdendi. Sizi
bilemiyorum fakat bunlar benim için öyleler en azından. Düşünüyorum da gardırobumda
bulunan kot pantolonları, giymediğim ve sadece egomu tatmin ettiğim diğer kıyafetlerimi…
Veya son model telefonumu, şu an klavyesine dokunduğum bilgisayarı… Ben bunları neden
almıştım. İhtiyacım olduğu için mi? Gerçekten bilemiyorum harcadığımız bu paranın, bu
materyalistliğe olan bağımlılığın bizi ne kadar yansıttığını. Garip olan da ne biliyor musunuz?
Bütün bunların farkında olmak ve hiçbirini uygulayamamak. Harfi harfine uyamıyorum
aldığım kararlara ve bunun nedenini sorgulamam da bir o kadar saçma geliyor. Madem
düşünüyorsun, uygulasana diyorum kendi kendime. Ardından boş versene, senin gibi düşünen
kaç insan var ki, diyor çevremdekiler. Sorgulamak da bir başlangıçtır diyorum, neyin yanlış
neyin doğru olduğunu da sorgulamak. “Sadece gündelik hayatlarımızın değil, dünyanın gidişatı
da gösteriyor ki sorgulamadan kabul ettiğimiz doğrular, belki de sandığımız kadar doğru
değildir. Doğrunun ve yanlışın ötesinde, başka türlü bir şey isteyenler için temiz bir sayfa
açabilmek umuduyla…” (Başoğlu ve Erim 10).
Kaynakça
Başoğlu, Begüm ve Ege Erim. Sade. İstanbul: Okuyan Us Yayınları, 2015. Baskı.
Erim, Ege. “Farklı Olmaya Cesaret Etmek.” sadeyasamak.com. y.y. 10 Ara 2015. Web. 10
Nis. 2017
2 |
262 | Özgecan Gümüşbaş
21301031
TURK 102- Sec.21
Gönenç Tuzcu
16 Ekim 2014
SERBEST 1
Winchester: Güneydeki Gizli Şehir
İngiltere’ye giderken birinci amacım popüler turistik yerleri gezmekten çok, kenarda köşede
kalmış turistlerin keşfetmediği küçük sevimli şehirleri gezmekti. Ben de bu amacımı gerçekleştirmek
için İngiltere’ye gidişimin ikinci haftasında kendimi hemen Winchester yollarına attım.
Güneyin en büyük şehirlerinden Southampton’a otuz dakika otobüs mesafesinde olan bu
sevimli şehre, ben de otobüsle geldim. Oldukça kısa geçen bu yolculuk sonunda otobüs durağına
vardım. Kafamı dışarı uzattığımda ilk düşündüğüm buranın şeker mi şeker bir kasabaya benzediğiydi.
Beklentilerimin farklı olmasından mıdır bilinmez ama burası İngiltere’deki diğer şehirlere göre gerek
insanıyla, gerekse yapılarıyla daha sıcaktı. Winchester, küçük romantik sokaklarıyla, bozulmamış
yapısıyla ve sıcak insanlarıyla beni ilk andan itibaren etkisi altına aldı. Biraz şehre doymak, biraz da
sokakları hafızama kazımak için etrafa bakınırken otogarın karşısındaki Winchester Turist
Bilgilendirme Merkezi’ni gördüm. Ben de hem zamanımın kısıtlı oluşundan hem de yerli biri
tarafından bilgilendirilmek istediğimden koşarak bilgi merkezinin olduğu tarafa geçtim. Görevlilerden
biri, ücretsiz alabileceğimi söylediği haritayı bana uzatıp, üzerinde gitmekten zevk alacağımı düşündüğü tüm yerleri işaretledi ve bana önerilerde bulundu. Ben de bu tatlı hanıma kulak verdim ve
Winchester macerama başladım.
İlk hedefimi The Great Hall olarak belirledim. The Great Hall’un Türkçesiyle Büyük Salon’un
Kral Arthur efsanesini yaşatan en önemli yerlerden biri olduğunu öğrendim. Burayı önemli yapan ise
Winchester Kalesi’nin günümüze kadar kalan tek parçası olan Büyük Salon’un içerisinde Kral Arthur
efsanesinin en önemli parçalarından birinin, Yuvarlak Masa’nın, muhafaza edilmesiydi. Bu masa,
efsaneye göre, masada adı yazan yirmi beş şövalyenin eşitliğini ve dostluğunu temsil ediyordu. Ben ve
benim gibi bu masanın ihtişamından etkilenen diğer turistler de bu masa karşısında uzun süre vakit
geçirdiler. Buradan sonra turistlerin yukarı doğru yönlendiklerini gördüm ve ben de onların peşine
takıldım. Ana girişin yukarısında bir sergi olduğunu o zaman öğrendim. Eski Britanya krallarının
portrelerinin bulunduğu uzun bir koridoru boylu boyunca gezdim, bu kralları ve Winchester kalesiyle
olan ilişkilerini anlama fırsatını yakaladım. Kısa gelen bu gezinin ardından daha bir iki adım
atmamışken karşımda The Westgate Museum’ u buldum. Buranın eskiden şehrin Batı Kapısı olduğunu
öğrendim. Kapının şeklini ve girişini nasıl muhafaza ettikleri beni çok etkiledi. Müzeye girmeye
çalışırken kendimi adeta bir kalenin dar merdivenlerinden yukarı çıkarken buldum. İngiltere’deki diğer
müzelerde olduğu gibi burası da oldukça interaktif bir müzeydi. İnsanların gezerken sıkılmamaları ve
kendilerini oraya ait hissetmeleri için her şey yapılmıştı. Şövalye zırhlarından, kral tacına kadar her
türlü aksesuar hazırlanmış ve turistlerin denemesi için bırakılmıştı. Burada da bir hayli zaman
geçirdikten sonra bu Batı Kapısının en tepesine çıkmaya karar verdim. Çıktığımdaysa gördüğüm
manzara inanılmazdı. Yine interaktif yönlendirmelerle şehrin tüm siluetini görme ve aynı anda bu
silueti oluşturan binaları tanıma fırsatı buldum.
The Westgate Museum’da uzun bir süre gezindim. Buradan çıktığımda çok az zamanımın
kaldığını fark ettiğimden şehirde görmek istediğim diğer bir noktaya, Itchen Irmağı’na, doğru
koşuşturmaya başladım. Irmağa doğru ilerlerken dar ama bir o kadar da uzun sokaklardan geçtim,
geçerken de bu şehrin mimarisine ve tarihine bir kere daha hayran kaldım. Bu sokaklardaki sevimlilik
ve sıcaklıktan dolayı sanki İngiltere’yi değil de bir Akdeniz ülkesini geziyormuş gibi hissettim. Buraya
bir kere daha gelip, sadece sokakları dolaşma fikrini yapılacaklar listeme kaydettim. Aklımda bu
fikirlerle ilerlerken, yolun sonundaki ırmağa ulaştım ve bu ırmaktan boylu boyunca şehir merkezine
yürümeye karar verdim. Yürürken fark ettiğim bir diğer nokta da bu ırmağın Winchester’ı boylu
boyunca ikiye bölmesiydi. Irmak bir sur gibi banliyö ile şehir merkezini birbirinden ayırmıştı. Aslında
bu ırmağın sadece mekanları değil, insanları da birbirinden ayırdığını düşündüm. Köprünün bir ucunda
başka hayatlar yaşanırken, ben de diğer ucundan onları seyrettim. Yavaş yavaş yolculuğumu
noktalarken aklımda bu kasabamsı ve sevimli şehre bir daha gelmenin hayalini kurdum ve istemeden
de olsa buruk bir sevinçle otobüsüme atlayıp diğer maceralara doğru yola çıktı. |
263 | TEK SOKAĞIN ÇOK SESİ
Terminolojimiz bozuktur bizim, bunun herkes farkında değil mi? Türk
toplumu olarak etrafımızda gelişen olaylara ve “şeylere” taktığımız isimler
tamamen kelime anlamının dışında kullanılır. Örnek olarak; büyük eski köprülerin
altından yol geçiyor ise ona artık köprü değil “altından geçme” deriz. Gözleri
görmeyen insanları tanımlar iken “ görme özürlü” deriz sanki göremiyor olmak
bir kusura bağlıymış gibi ya da eve tıkılıp kalmadığı için, bir şekilde ceza yemesi
gerektiği düşünülen ( ki pedagojik eğitim konusunda da ne kadar rezil durumda
olduğumuzu göz önüne seren bir düşüncedir) çocuğa, “sokak çocuğu” deriz sanki
sokak, içeriye dahil olmayan anlamına geliyormuş gibi. Sokak, çoğumuzun
büyüdüğü yer değil miydi? E nereden çıktı şimdi bu ötekileştirme? Günümüzde
çoğu insanın doğup büyüdüğü mekanlar, öteki olarak lanse edilip sanki bir
silahmışcasına tekrar tanımlanmaya çalışılırsa, o mekanlar vücut bulup, katı
siyasi diktatoryaya karşı ayaklanır. Bu ayaklanmayı, şiddet içerikli bir anarşizm
ekseninde değil de insanları düşünmeye iten, hayat standartlarının farkına
vardırıp onları yükseltmeye sevk eden bir yaklaşım ile resmeden Funda Çoban,
“Sokak Siyaseti” adlı kitabında, bildiğimiz sokağın bilmediğimiz siyasetini bize
öğretmiş.
Sokak her zaman koruyup kollayıcı olmasına rağmen, 3. dünya ülkelerinde
sokağa karşı duyulan bir kin vardır. Bu kin aslında nankörlük düzeyinde
değerlendirilemez çünkü bu memleketlerin anaları, sokaklardan çok çekmiştir.
Sokaklar çok kişiyi alıp götürdü de nice Berfo Analar bekledi ama kimse gelmedi.
Bu tarz ülkelerde aslında, siyasi iktidarlar, sokağın kapsayıcılığını sömürerek her
şeyi faili meçhul hale getirebilirler. Funda Çoban, sokakta zuhur eden siyasetin,
kolektif bir bilinç hatta bir davranış metodu olarak kullanılıp, bu tarz yozlaşmış
siyasetin, neşe ile yaratıcılık ile ne denli yerle bir edebileceğini anlatmaya
çalışmış. Aynı zamanda Çoban’ın doktora çalışmalarından da yararlanan bu kitap,
açık söylemek gerekirse alıştığım siyasi eleştiri tarzının birazcık dışında kalıyor.
Genelde politik içerikli kitaplar devlet,egemen kültür, ulus gibi makro yapıların
birbiri ile olan ilişkisi ve bunların sonucunda açığa çıkan gücün toplum üzerindeki
tahakküm veya etkilerinden bahseder ancak bu kitapta, direk olarak
özne-toplum ilişkisi masaya yatırılmış ve sokağın, kolektif eylem ve toplumsal
hareketler arasındaki organik bağları incelenmiş. Yani işin Türkçesi, siyaseti
müsteşarla değil de fırıncı Mehmet Emmi ile, kolejli Berkesu’yla, grafitici Hans’la,
SGK’sız Mükremin ile anlatmış. E zaten grafitici Hans da “sokaklı” Mükremin de
sokağın dilini anlatmaya müsait tabiri caizse stereotype’lar. Zira Almanya,
özellikle Berlin sokak sanatı ve grafiti konusunda belki de en ileri düzeydeki
sanatçıları barındıran yerdir. Kitapta da değindiği üzere, Almanya siyasi-politik
tepkilerini sanat yolu ile koymaya daha meyillidir. Eğer Berlin Duvarı’nın
önünden yürüdüyseniz, binlerce politik mesaj içeren grafitilerle, birçok eski
siyaset adamının aşağılandığı çizimlerle karşılaşırsınız. Haliyle, sokağı siyasetin
kum havuzu olarak görmek ve adeta küçümseyip yok saymak, topluma karşı kulak tıkamak anlamına gelir. Politikayı, kongrede oylanan yasalardan ibaret
sanıp, halkın geri dönütlerini hiçe sayan bir anlayış, önce pasif (ki medeni
toplumlarda fark edilmeyen ama yüzyıllar süren bir süreçtir) sonra aktif direnişle
karşı karşıya kalmaya mahkumdur. E eğer sen, 2. Dünya Savaşı’ndan
başlayarak, halkı kandırma eğiliminde bir politika izlersen, en geç 20 yıl sonra
Berlin Duvarı’nda o dönemin generaliyle sevişirken resimlerin çizilir. Halk
tepkisini, katı otoritelerin gösterdiği gibi soğuk değil aksine aşk kadar sıcak bir
biçimde gösterir.:) Keza kitapta değinilen bir başka örnek alan ise Mükremin’in
yardımıyla açığa kavuşabilecek olan işgal evleridir. İşgal evleri her ne kadar
sadece boş gezen “Mükreminsilerin” eğlence amacıyla düzenlediği yapılar olarak
görünse de aslında baya baya eski imece usulüdür. İmece usulünde insanlar
çeşitli ortak ihtiyaçlarını yardımlaşarak karşılarken, işgal evlerinde de insanların,
insan gibi yaşama ve eğlenme ihtiyaçları, birbirlerinin yardımı vasıtasıyla
karşılanır. Bu sadece günlük bir etkinlik gibi görünse bile aslında başlı başına bir
tepkidir otoritelere karşı. Bak, ben senin yardımına ve iznine ihtiyaç duymadan
dostlarımla eğlenebiliyorum mesajıdır. Bak, ben senin elini çektiğin köhne
mekanları etimle tırnağımla kazıyarak yaşanabilecek bir yere getirebiliyorumun
direk kanıtıdır. Sığ olarak incelendiğinde sadece yaratıcı bir eğlence olarak
görünse de pasif direnişin kralı , sokak siyasetinin kaynar kazanı, otoriter
yapıların apolitikleştirmeye çalıştığı bir jenerasyonun gayet de politik duruşlarını
eğlence biçimleriyle harmanlayarak gösterebildikleri mecradır işgal evleri.
Şükürler olsun ki bir tanesi de çıkıp Mükremin ile Hans’ın yaptığının aslında aynı
amaca hizmet edip aynı soruna tepki olarak doğduğunu gösterebilmiş. Açıkçası
bu başarı fazladan bir tebriği hak ediyor çünkü genelde kapağında “ Siyasetin
gündelik kuruluşu bağlamında bir inceleme” tarzı ne tam olarak anlaşılabilen ne
de halkın günlük diline hitap eden bir söylem bulunan kitaplar sığ kalıp kitleye
hitap edemez ancak Çoban, hem siyasi arenada şiarını kalıplardan kaçan bir dille
ifade edebilmiş hem de Mükremin ile Hans’ın bir gün aynı amaç uğruna omuz
omuza verebileceği fikrini gizliden gizliye okuyucuya aşılamış.
Ufuk ÖZKARDAŞLAR
21502212
Türkçe102-13 |
264 | Biz Mutlu Feministler
Chimamanda Ngozi Adichie kendisini mutlu, erkeklerden nefret etmeyen, dudak parlatıcılarını
seven, erkekler için değil kendisi için topuklu ayakkabı giyen Afrikalı bir feminist olarak tanımlayan
Nijeryalı bir yazar. Feminizm genelde agresif ve isyankar bir ideoloji gibi gelse de mutlu feminist
Ngazi, sempatik ve mizahi tavırlarıyla, asıl feminizmin ne olduğunu ve neden feminist olmamız
gerektiğini Ted Talks’ta yaptığı Why Everbody Should Be Feminist? adlı konuşmasında anlatıyor ve bu
konuşma kesinlikle şu ana kadar izlediğim en etkili konuşmalardan birisi. Konuşmasını farklı kılan
batının klasik feminist kalıplarının aksine egolarından kurtulup var olan durumu son derece akılcı,
gerçekçi ve samimi bir tavırla açıklaması. Özellikle cinsiyet eşitsizliği hakkında güldürürken
düşündüren örnekleriyle feminizmi en doğru şekilde açıklamış ve hepimizin karşılaştığı gündelik
olayları mizahi bir üslupla eleştirmiş.
Çoğu kişi feminizmi anarşist ve kadın üstünlüğünü savunan, isyankar, mutsuz, evde kalmış sutyen
karşıtlarının oluşturduğu bir kadın hareketi olarak düşünse de aslında feministler cinsiyetler arasında
sosyal, politik ve ekonomik eşitliğe inanan kişilerdir. Hatta bir kadın hareketi olarak düşünülmesinin
aksine tanımında da olduğu gibi kadın erkek fark etmeden “cinsiyetlerin” hakkı ve eşitliğine inanan
tatlı mı tatlı, barışçıl mı barışçıl bir ideolojidir fakat nedense ataerkil bir toplum olan ülkemizde ne
zaman feminizm hakkında bir konuşma girişiminde bulunsak bir erkeğin isyanı sonucunda susmak
zorunda kalıyoruz. Size geçenlerde başıma gelen ironik bir olayı anlatayım. Bu sefer hemen
susturulmamak için konuya başka türlü anlatmaya karar vermiş, kızlı erkekli oturduğumuz bir akşam
herkese sırasıyla üç soru sormuştum. Arkadaşlarıma barış ve eşitlik isteyip istemediklerini, eşitliği
sosyal ve politik anlamda herkes için isteyip istemediklerini ve son olarak feminist olup olmadıklarını
sordum. Tahmin edebileceğiniz üzere ilk iki sorunun cevabı evet iken nedense sadece üçüncü soruda
bir tek kızlar feministim derken erkekler reddetti. Aslında üç sorunun da aynı olmasına rağmen
erkekler feminizmi duyar duymaz sanki ortada bir savaş varmış da onlar egemenliğini
korumalıymışçasına tepki gösteriyor. Bu kadar korkmalarının sebebi gerçekten potansiyelimizin
farkına vardıktan sonra kendilerine gerek kalmayacağını düşünmeleri mi yoksa süregelen
hakimiyetlerinin sona ereceğinden korkmaları mı bilemiyorum, fakat globalleşen dünyamızda artık bir
cinsiyetin diğerine olan hükmü artık söz konusu olamaz. Ngozinin de belirttiği gibi globalleşen
dünyada artık yöneten kişi fiziksel olarak daha güçlü olan değil; daha yaratıcı, daha zeki ve yenilikçi
olan. Bundandır ki artık istisnalar hariç fiziksel olarak genelde daha güçlü olan erkeğin doğaya karşı
hakimiyeti ve hükmü artık yok.
Chimamanda’nın konuşmasının etkileyici yanlarından biri de suçu sadece bir cinsiyetin üzerine
atmayıp yüzyıllardır hakimiyetlerini kurmuş olup kırılgan egolarını gün geçtikçe yükselten erkeklerin
kadınların başarısından ve sosyal hayatta daha aktif olmalarından korkmalarının hepimizin suçu
olduğunu çünkü kültürün bu durumda etkili olduğunu açıklaması. Maalesef erkeklere küçük yaşlardan
itibaren bir taşfırın erkeği gibi sert, sözünü geçirebilen bir adam ve ailenin reisi olması öğretilirken;
kadınlara boyun eğmek ve utanmak gibi kavramlar öğretiliyor. Bu yapılan her iki cinsiyete de haksızlık.
Sistem ve öğrenilmiş kalıplar erkekleri canavarlaştırırken kızları köleleştiriyor. “Kadın, erkeğe itaat
edip saçını süpürge etmeli çünkü örf ve adetlerimiz bunu gerektirir.” Düşüncesi bana göre kabul
edilebilir bir düşünce değil. Maalesef ki hala kadına karşı uygulanan şiddeti törenin arkasına sığınarak
meşrulaştırmaya çalışan canavarlar var ama unutmamalıyız ki mutlu feminist Ngazinin de belirttiği
gibi “Kültür insanları oluşturmaz. İnsanlar kültürü oluşturur.” Sadece Türkiye’de değil dünyanın her yerinde hali hazırda üniversite mezunu olup da kadınları bir
obje olarak görüp kabul etmeseler bile her fırsatta kadınlara karşı aşağılayıcı bir tutum sergileyen yüz
binlerce insan var. Biz mutlu feministlerin amacı sadece bu süregelmiş yanlış normları düzeltip daha
eşit bir dünya yaratmak. Aslında savaşmaktan çok şiddeti bitirmek, erkekleri kötülemekten çok
onların kadınları daha iyi anlamalarını sağlayıp cinsiyetler arasındaki iletişimi güçlendirmek ve insanın
insana insanca davranmasını sağlamak. |
265 | Mehmet Utku Dinçer
AŞK REİS TANIMAZ
Aşk… Duygulardan en özgürü, en kural tanımazı. Bir insanın yüreğine aşk ateşi
düştüyse bir kere o kişi bir daha ne yaparsa yapsın kurtulamaz o duygudan. Aşk insanı
dünyanın en cesur insanına da dönüştürebilir en çaresiz insanına da. Yüzyıllardır aşk üzerine
çok şey söylenmiş, birçok sanat eseri ortaya konulmuştur. Ancak ben aşkı en çok filmlerde
izlemeyi severim ve filmler olmazsa aşk hep biraz eksik kalacakmış gibi gelir bana. Teknoloji
çağında yetişmeme rağmen eski Türk filmlerini izleyerek geçirdim tüm hayatımı. Türk
filmlerinin bana kattığı en güzel özellik de şudur ki gerçek aşkı gördüğümde kesinlikle onu
tanıyabiliyorum. Geçtiğimiz günlerde sinemaya gittiğimde eski Türk filmleri tadında bir film
izledim. Yılmaz Erdoğan’ın yönettiği ve başrolünü oynadığı Ekşi Elmalar adlı filmden söz
ediyorum. Hakikî aşkı ve aşkın karşılaştığı zorlukları bir filmde izlemek benim için çok
önemlidir. O yüzden duygularım tazeyken yazmak istiyorum bu yazıyı.
Birbirinden güzel dört kızı olan Reis’in onları kendi istediği adamlarla evlendirmek
istemesi ve kızların yaşadıkları acılar üzerinden şekillenen filmde beni en çok etkileyen
karakter Reis’in en küçük kızı Muazzez ve onun muhteşem aşkı oldu. Muazzez’in aşkı
sınandı, yıllarca sınandı. İlk aşkını unutamayan Muazzez ancak orta yaşlarına geldiğinde
aşkına kavuşabildi. Benim için bir aşkın ancak sınandığında gerçekliği ya da sahteliği
anlaşılabilir. Ancak bunca yıl elde edilmesi meçhul bir aşk için savaşmak, çok büyük bir
yürek ister diye düşünüyorum. Bu sahneler bende de aşkım için savaş verme isteği doğuruyor.
Gerçek aşkı bulduğumda onun peşini asla bırakmayacağıma ve sonuna kadar savaşacağıma
dair bir inanç beliriyor içimde. Bunca yılı başka hiçbir şey için harcamak mantıklı gelmiyor
elbet ancak aşk söz konusu olduğunda mantık susuyor ve tamamen duygular giriyor devreye.
Aşkı bir duygu karmaşası olarak görüyorum ve mantıksızlıkların tümünü kabul edebiliyorum
böylece. Çünkü tüm acılar aşka değer.
Cesaretten konu açılmışken ondan çok uzaklaşmak istemiyorum. Çünkü aşkla cesaret
arasında muhteşem bir bağ olduğunu düşünüyorum. Cesur olmayan bir kimseye aşkı
yakıştıramıyorum asla ve aşkı daha üstün bir duygu yapan da cesaretmiş gibi geliyor bana. Bu
filmde de aşkı için cesur davranan erkekler görüyoruz. Reis ile baş etmek ne kadar zor olsa da
ısrarcı olan erkek kazanıyor sevdiğini ve ilk engelde yılan erkek kaybediyor. Bu durumda
biraz ders çıkarmadan edemiyorum. Aslında ben de daha önce böyle bir durumda kaldığımda
çabucak vazgeçmemiş ve sevdiğim kıza böylece kavuşmayı başarmıştım. Tabii, ısrarcı olmayı
yılışık olmakla karıştırmadığımız sürece aşk biraz ısrar gerektirir. En önemlisi de böylesine
dozunda yapılan bir ısrar ,en azından bende öyle olmuştu, aşık olunan kişiye kendini değerli
hissettirerek onu aşka inandırabilir. İki tarafın da aşka inandığı anda hiçbir güç durduramaz
onları.
Aşk benim için dünyanın en kutsal duygusudur. İnsanoğlunun yaratılışından beri
dünyada vardır aşk ve insanı hayvandan ayıran en önemli özelliktir şüphesiz. Hayatta her
alanda olduğu gibi aşkta da bazı engellerle karşılaşılır ama bu engeller insanı çok daha fazla
kahredebilir. Bu yüzdendir ki aşık kişi dirayetli, cesur ve dozunda da olsa ısrarcı olmalıdır. Bu
özellikler sağlandıktan sonra aşk kendi yolunu kendi bulacak ve iki kişinin de hayatına usulca süzülecektir. Aşk öyle özgürlükçüdür ki kimseyi, hiçbir engeli gözünde büyütmez. Ne padişah
tanır ne kral. Aşk reis tanımaz, reis aşkı tanımalı.
|
266 | Tuğana Bıçakçı
SONSUZ SEÇİMLER
Eğer gerçekten de paralel evrenler varsa ve bu birbirinden farklı dünyalar seçimlerimiz
üzerine şekillenip farklı evrenleri doğuruyorsa kim bilir şu an kaç farklı yaşamımız vardır.
Sadece tek bir günde bile bilinçli ya da bilinçsiz bir sürü karar verdiğimi düşündüğüm zaman
sonsuz kelimesi bile olasılıkların yanında sıfır kadar değersiz kalıyor çünkü hayatımızdaki
seçimler şuraya gitmeseydim ya da bunu demeseydim farklı olurdu demekten daha derine
iniyor. Sadece saniyelerle tüm hayatımızın şekillendiğini düşündüğüm zaman ise seçim
yapmak gözümde korkutucu bir hale bürünüyor çünkü gün içinde çoğu seçimimizi farkında
olmadan yapıyoruz. Bu zamana kadar hayatımızdaki seçimler ve onlar üzerine oluşan paralel
evrenler ile ilgili sayılamayacak kadar dizi ve film çekilmiştir, kitaplar kurgulanmıştır. Eminim
ki benim gibi bir sürü insan Donnie Darko, Kelebek Etkisi ve Bay Hiçkimse gibi filmleri
izledikten veya Olasılıksız gibi kitapları okuduktan sonra seçimlerini sorgulamaya başlayıp
bunları düşünmüştür fakat bana göre, konunun en ince ayrıntılarına kadar inen ve en geniş
açıdan bakan film kesinlikle Bay Hiçkimse’ydi. Bu film, ana karakter olan Nemo’nun daha
küçük bir çocukken annesiyle mi yoksa babasıyla mı kalmalı sorusuyla başlayıp sonsuza kadar
gidiyor. Filmde 117 yaşında olan Nemo’nun kendisi bile ne yaşadığını, ne seçimler yaptığını
hatırlamıyor ki bir izleyici olarak ben, ana karakterin sayısız alternatif yaşamlarını anlatan bu
filmi izlerken kendime çok kez neler oluyor sorusunu sordum.
Birçok insanın hemfikir olduğu, hayat tesadüflerden ibarettir cümlesini düşündüğüm zaman
ise aklıma bu tarz konuları işleyen filmler geliyor ve hayatımız tesadüfler değil de seçimler
üzerine mi kurulu diye düşünmeden edemiyorum. Biz yaşadıklarımızın çoğunu şans veya
tesadüf ile açıklarken aslında hepsinin kendi seçimlerimiz üzerine kurulu olması çok ilginç
çünkü ben de çok kez tesadüfe bak diye yaşadığım olaylara, aniden karşılaştığım insanlara
şaşırıyorum. Arkadaşlarıma ve aileme gün içinde herhangi bir yaşadığım olayı anlatırken
tesadüfen karşılaştık, şansa bak, ayarlasak olmaz tarzı cümleler kurup hayret ediyorum.
Aslında bu tarz olayları evden birkaç dakika geç çıkma ya da dolmuşu kaçırma gibi nedenlerle
açıklamak, karşılaşmanın tesadüf olduğuna inanmak, evden geç çıkmasaydım
karşılaşmayacaktım diye düşünmek o kadar saçma ki. Çünkü evden geç çıkmak ve dolmuşu
kaçırmak da bir seçimdir çünkü bunların hepsi son anda makyajı beğenmeyip düzeltmek,
aynaya tekrar bakmak veya kıyafet değiştirmeye karar vermek gibi seçimlerimizin basit birer
sonucudur. Bu gibi seçimler yaparken düşünmeden yaptığımız için acaba bu yaptığımın
sonucu karşısında hayatım ne kadar değişecek demeyiz fakat derin düşünüldüğünde çok şey
değişecektir. Karşılaştığımız kişi için de bir sürü seçim olduğunu düşünürsek ve aynı Bay
Hiçkimse filminde olduğu gibi bu olasılıkların hepsinin birer evren yarattığına inanırsak evden
bir dakika erken ve geç çıkmanın sayısız dünya yarattığı fikri beynimi patlatacakmış gibi
oluyor çünkü bu olasılıkların bir sınırı yok. Hayatımda en çok kurduğum cümlelerden biri olan
o gün dershanede birkaç dakika daha oyalanmayıp hemen çıksaydım, onunla hiç
karşılaşamayabilirdim cümlesini düşündüğüm zaman bilinçsizce ve aniden verdiğim kararların sonuçlarının ne kadar büyük olduğunu yıllar sonra fark edebiliyorum ve bu da beni
en çok hayrete düşürenlerden biri.
Seçimlerimizin ve doğurduğu sonuçların bir sonu olmadığı gibi Bay Hiçkimse filminin de bir
sonu yok ve Nemo bir yana, izleyiciler bile annesini mi yoksa babasını mı seçti, hangi evren
gerçek yaşanmışlıklardı bilemeden film bitiyor. Kim bilir belki paralel evrenlerin var olup
olmadığı bir gün kesinleşir fakat o zaman bile, verdiğimiz kararların sonuçları bizim için kesin
olamaz.
|
267 | BULAŞICI HİSLER, HASTALIKLI ŞİİRLER
Yorgunuz ve gittikçe yok olan hislerimizin peşinden gidemeyecek kadar da üşengeciz. Küçük
şeylerle mutlu olmayı öğrendiğimde 6 yaşındaydım. Yoldan geçen arabaları sayıp çift sayı
çıktığında, şanslı olduğumu düşünürdüm. Artık bu düşüncelerden eser yok. Yerine beynimde
yanıp sönen cümleler var:’’ Hiçbir işe yaramıyorsun.’’ gibi. Eksik bir şekilde büyüyünce,
eksikliklerini tamamlamak çok zor oluyor. Kendimi neye benzeteceğimi, nasıl
tamamlayacağımı bilmediğim anda bir kitapla tanıştım. Beni tanımlayacak bir sıfat
bulamazken Ali Lidar meğerse beni anlatmış Yolun Başı kitabında. ‘’Annemin eskise de atmaya
kıyamayıp tavan arasına kaldırdığı eşyalar gibiyim.’’(Ali Lidar, Yolun Başı, Eksik). Kimse o kadar
değersiz olamaz diye düşünmeyin. Kullanıp atılmaya o kadar musaitiz ki insanlar olarak. Ölen
birinin vesikalığı gibi, yas zamanı baş köşede sonrasında ise daha fazla üzülmemek için
kaldırılmış bir çerçeve. O çerçeve oysa hiçbir zaman o masaya ya da o duvara ait olmamıştır
belki de. Nereye aitiz ki gerçekten? Yaşadığımız şehir miyiz yoksa sadece bir parçası mıyız?
Dahada kötüsü, bir parçası olamayacak kadar bir hiç miyiz? Bir yere ait olamamanın ne demek
olduğunu öğrettiğinde hayat sana, kendini koyacak yer arıyorsun. Sonra bulamayınca sadece
geçiyorsun. Geçiştiriyorsun. Geçiştiriliyorsun! Yazarımız Lidar bu duruma o kadar güzel açıklık
getirmiş ki şu şekilde: ‘’ Nereye bakarsam bakayım bulamıyorum kendimi, olduğum yerde
değilmişim gibi geliyor. Olmadığım her yerde de hep varmışım gibi...’’. Bedenimin bulunduğu
yer aslında her zaman olduğum yer değildi benim. Eski bir evdeyim bazen, işi bitmiş aynı
zamanda terk edilmiş ama sallanan bir koltukta sallanıyorum. Bazen ise kuru bir
kalabalıktayım, sesler yükseliyor insanlar yürürken çarpıyor, geçiyor ve gidiyor. Farkındayım bu
durumun, ait olamamanın, yalnızlığın. Unutulmuşluğun hissettirdiği duyguların farkındayım.
Kendi elinle yapıp, aynı şeyleri bozanın ellerim olduğunun farkındayım. Bir şey iyiye gittiğinde
kendime yakıştıramamak... Nasıl bir duygu bilir misiniz? Yanlış görülmüş bir rüya, yanlış
anlaşılmış bir cümle nelere neden olur bilir misiniz? Lidar’ ın ‘’İsteseydin Olurdum’’ adlı
şiirinde altını çizip kendimi çizdiğim çizgilere gömdüğüm bir dizesi şudur: ‘’ Aslında ben iyi
şeyler düşünmekle ve düşündüğü her şeyin içine etmekle meşhur Kommageneli bir mezcup.’’
Benim hislerim, farklı kelimeler, farklı insanlar. Bazı hisler vardır, dersiniz ki içinizden bunu
sadece gerçekten ben mi hissediyorum çünkü taşıyamıyorum. Taşıyan birini bulup yardım
istemek istersiniz. Lidar dizelerinde bana yalnız olmadığımı hissettirdi. Hislerin cinsiyetleri,
bedenleri, ruhları olmadığını gösterdi. Aynı duyguları taşımak için aynı şeyleri yaşamaya gerek
yokmuş. Farklı acılar, aynı duyguları doğurabilirmiş. Geç öğrendim. Denedim, yanıldım,
düştüm; kalkamadım, mahcup oldum.
Farklı takıntılara sahip oldum düştükçe. Aşk gibi. Hastalık bu. Nerede? Ne yapıyor? Neden
ona öyle baktı? aşık olduğum zamanlarda bana bu obsesyonu katanları hiçbir zaman
suçlamadım. Dönüp ‘’Bak bana ne yaptın?’’ demedim. Lidar da benim gibi hastalıklı
seviyormuş sevdiğini, dizelerinden öğrendim ben. ‘’ Hadi sen uyu sevgilim, uyumadığın
zamanlar başkalarını düşündüğün gibi tuhaf düşüncelerim var...’’(Hastalıklı Şiir, Yolun Başı, Ali
Lidar). Hiçbir zaman sevdiğime yetecek gibi hissetmedim zaten, o yüzden başkalarını hak
ettiğini düşünüp dururdum. Kafamda ona yakışacak kişileri dizer ve bir bir beni değil onları
sevdiğine inanırdım. Aslında biraz da aşktan çok verdiği acıya da bağlıydım ben. Demiş ya yazar ‘’hastalıklı’’, tam anlamıyla hastalıklı bir haldeyim. Kendimi Ali Lidar’ ın şiir kitaplarına
verip biraz da olsun yalnız olmadığıma inandırmak istiyorum. aşığız, hastayız, hastalıklıyız!
Nur ÖZKAYA
|
268 | İdil Gülen
TURKISH 102-29
Çığlık
Şu aralar iç dünyamı en güzel özetleyen bir sanat eseri seçecek olsam kesinlikle
Edvard Munch’un Çığlık adlı tablosunu seçerim. Günbatımında bir köprü üzerinde duran
ve çığlık atan, suratını adeta bir korku sarmış bir figür görüyoruz. Her insan bir sanat
eserine baktığında farklı şeyler hisseder ve eseri farklı öğeler ile özdeşleştirir. Bana göre
ise bu tablodaki çığlık atan adam benim iç dünyamı temsil ediyor.
Sorumluluklar, üzüntüler ve hayal kırıklıkları ile dolu hayat karşısında sesiz bir
çığlık atıyorum. Hayatın yoğunluğu ve karmaşası içinde bir dakika bile nefes almaya vakit
olmadığı için iç dünyam bir köşede adeta sessizce acı çekiyor. Yirmi birinci yüzyılın yoğun
temposu yüzünden hepimiz robotlar gibi olduk. Sürekli çalışmaya ve materyalizme
yönelmiş durumdayız. Hiçbirimizin duygularını ve düşüncelerini sindirmeye vakti yok. Bu
yüzden de iç dünyamız bunun cezasını çekiyor. Hani bazen kötü bir rüya görürken
bağırmak istersiniz ama sesiniz çıkmaz ya işte iç dünyamız sürekli olarak bu işkenceyi
yaşıyor.
İç dünyamız bu kadar karanlık iken tabii ki çevremize de bakış açımız değişiyor.
Tablodaki arka planda gökyüzünün kan kırmızı olduğunu görüyoruz, fırça darbelerini
incelediğimizde ise karışık, yuvarlak ve kaos duygusunu aşılıyor. İç dünyası karanlıklar ile
dolu bir insan çevresini de negatif bir ışık altında görmeye mahkûmdur. Bu insanlar
dünyayı pembe gözlükler yerine siyah filtreli camlar ile görürler.
Çığlık atan adamdan uzaklaşan iki figür görüyoruz. Bu iki figürün çığlık atan kişiden
kaçması yalnızlığı sembolize ediyor. Rekabet ile dolu dünyada maalesef her koyun kendi
bacağından asılmaya mahkûm. Arkadaşımız dediğimiz insanlar bile bize çok çabuk
arakalarını dönüp çığlıklarımıza karşı sağır davranabiliyorlar.
Bu resimde tek tesellim bu konu olabilir herhalde. Çevremde benim çığlıklarımı
duyan ve duyduklarında da yardımıma koşan birçok arkadaşım var. Hayatın karanlığında
kaldığımda gelip beni ışığa yönlendirecek arkadaşlara sahip olduğum için cidden çok
şanslıyım. Bu yüzden çevrenizi hayatınıza pozitif ışık saçacak insanlar ile doldurun.
Belki de bu resim bizi uyarıyordur, ne dersiniz? Bir an önce hayatımızı
değiştirmezsek sonsuza kadar çığlık atmaya mahkûm kalacağımızı söylüyordur.
Hayatımızı değiştirmekten kasıt nedir peki? Benim için bu kendime vakit ayırmaktır.
Hayatın yoğun temposunda kendimi kaybetmek yerine dinlenmek ve beni mutlu eden
şeyler yapmaya zaman bulmak psikolojik sağlığımı ayakta tutmak için son derece önemli.
Kendine zaman ayırmayan insan hayattan hiçbir zevk almadan yaşar. Böyle bir kişi de
zaten kendisi için yaşamayan insandır ve sonsuza kadar çığlık atmaya mahkûmdur.
Çığlık atan figüre biraz daha yakından bakarsak eğer suratının çok belirsiz bir
şekilde çizildiğini görüyoruz. İçinde o kadar acı barındırdığı için artık hayata karşı
pasifleşmiş bir durumda. Eğer bir an önce hayatımıza çeki düzen vermezsek bir süre
sonra yaşadığımız acılar yüzünden uyuşacağız ve hayatın güzelliklerine bile pasif bir
şekilde yaklaşacağız. Hayattan hiçbir zevk almadan duygusuz bir biçimde yaşayacağız. İdil Gülen
TURKISH 102-29
Bu resim neredeyse yüzyıl önce yapılmış olsa da çığlığın sesi günümüzde bile
duyuluyor. İşte bir sanat eserinin güzelliği de bu değil mi? Yüzyıl öncesi gerek teknoloji
gerek hayat tarzı olarak ne kadar da farklı olmuş olsa da günümüzde bu tabloyu hala
kendi hayatımızla özdeştirebiliyoruz. Bir sanat eseri zamansız olmalı, seneler sonra bile
bakıldığında her dil, din ve ırktan insana hitap ederek evrenselliğe ulaşmalı.
İdil Gülen
Öğrenci ID Numarası: 21401721
Bölüm: İşletme
TURKISH 102-29
|
269 | Feyza Nazlıcan Doğan
Aynalarla Yaşamak
Aynaya baktığında ne düşünürsün? Görüntü müdür seni tek ilgilendiren, ya da görüntünün
altında insanların senin hakkında ne düşündüğünü de aklına getirir misin? Ben aynaya her
baktığımda beni hiç tanımayan biri görse onun üzerinde nasıl bir izlenim bırakırım diye
düşünürüm. Her zaman bir ayna olsa da kontrol edebilsem kendimi çünkü ne kadar yanlış olsa
da gördüklerimize odaklanırız, ona göre yorum yaparız. Güzel bir ifadeden ziyade güzel bir
ayakkabıdır dikkatimizi çeken. Modayı popüler kültür öğesi haline getiren de bu bakış açısı,
algıda seçiciliğin görüntüdeki ayrıntılara kayması sanırım. Kitaplar yavaş yavaş hüzünle
uzaklaşırken bizler de kaybettiklerimizin farkına varmadan devam ediyoruz hayatın aynalı
yollarına.
Ne kadar kontrol edersem edeyim kendimi, içimdekileri yansıtacağım diye korkuyorum.
Anlamasın istiyorum kimse ne düşündüğümü, ne hissettiğimi. Yine kimse hiç kimse görmesin,
kütüphanenin en kuytu köşesinde nasıl görünüyorum diye düşünmeden kendi sesimi
dinlerken yalnız kalmaktan zevk aldığımı. İlerideki hayatımı hayal ederken mimiklerimle
duygularımı yansıttığımı da görmesinler. İçimde yaşayım mutlulukları, doğru zamanı beklerim
ben. Yanlış seçimlerle pişman olmak için çok gencim daha. ‘’Sabır ve zamandan kuvvetli bir şey
yok: Her şeyi bunlar yapar’’ demiş Tolstoy. Ben de inanıyorum buna, bekliyorum sabırla. Var
içimde aşka susamışlık lakin en saf suyu bulmak istiyorum, en bağlananı, en sadığı. Ben taksam
da aynalara, bana aynaları unutturacak biri lazım. Öğretmesi lazım iç güzelliğin asıl önemli şey
olduğunu. Modayı başkaları için takip etsek de birbirimizde tek aradığımız gözlerin samimiyeti
olmalı. Çok mu istiyorum bilemem ama değer beklemeye çünkü ‘’Hayat bir paragraf değildir
ve ölüm de bir parantez’’ (Paula Hawkins, Trendeki Kız, s.22) Yaşamın sonu belli olmadığı gibi
gidişatını da kestiremeyiz, çoğu zaman sürprizlerle doludur.
Başkalarının düşüncelerinden uzaklaştıran her şey değerli benim için. Var tabi ki sevdiğim
insanlar ailem, arkadaşlarım, kardeşlerim… Ama onlardan da uzaklaşmalıyım bazen hatta
aynalardan da… Sadece ben ve hayallerim kalmalıyız. Bana yapılmasını sevmediğim şeyi de
yaparım belki yani insanları izleyip hayatlarını ve mutluluk derecelerini tahmin ederim. Varsa
da yaşadıkları olumsuzluklar, çoğu iyi gizler gerçek hayatını. Mutlu görürüm onları. Lakin
bakmasın kimse bana, aynam yok yanımda. Bilmiyorum nasıl göründüğümü, var mı yüzümde
izleri yaşadıklarımın, düşündüklerimin, hayal ettiklerimin. Yalnızlığı sevsem de çok mu yalnız
görünüyorum yoksa diye endişelenirim. Rachel Hawkins’in de dediği gibi ‘’Beni kimsenin
göremeyeceği bir yerde olmak istiyordum.’’ (Paula Hawkins, Trendeki Kız) Sanki tüm
yanlışlardan, pişmanlıklardan kaçıyordum böylece. Olası hataları uzaklaştırdığım gibi
geçmişime de perde çekiyorum kendimle baş başayken. Bir kişi istiyorum sadece her an
yanımda olma izni olan. Diğerlerinin sınırları olmalı fazla yaklaşamamalılar çünkü kalbimi kolay
açamıyorum herkese, açtığımı da çıkarmam geri, biliyorum. Verdiğim değeri almak isterim, şu
ana kadar yaşayamasam da.
Şu an kulaklara karamsar gelse de ruh halim, benim için de umut dolu gelecek var. Bazı
noktaları benim elimde olan ama kaderin de işin içinde olduğu bir gelecek. Ben bu geleceği
düşlerken babamı arayıp kendim gelebilirim diyorum ve uzatıyorum yolu çünkü daha bitmedi
hikayem. Elimde bir kahve dolaşıyorum. Bir ev seçiyorum kendime, modern ama içten. İçi hem
geleneksel hem aykırı. Bir gün mantı yerken, öbür gün Raviolli yiyebiliyoruz. Kafka ile Mevlana
da yan yana bizim kitaplıkta. Rachel Hawkins’in hayalleri tren yolculuğu boyunca sürüyor, geçmişini geleceğiyle harmanlayıp kendi hikayesini oluşturuyor o da. Hayalindeki ev görüş
mesafesinden çıkana kadar sürüyor hikayesi. Benimki ise annemin ‘’Nerede kaldın?’’ mesajıyla
sonlanıyor. Doğru ya saate bakmayı unutmuşum, kahve de soğumuş. Güzelinden almıştım
oysa ki hayallerime eşlik etsin diye. Neyse yeniden merhaba o zaman aynalar, ne yalan
söyleyeyim özledim diyemeyeceğim…
Kaynakça
Hawkins, Paula, çev. Aslıhan Kuzucan,2015,İthaki Yayınları |
270 | Ütopyadan Geleceğe: Mülksüzler
İçinde iki ayrı dünya barındıran bir ütopya, Mülksüzler. Değer yargılarını ve toplumsal
şartlanmaları yeniden düşünmeye iten bir kurgu. Anarres ile gönüllerde büyüyen sınırsız,
sınıfsız bir toplum ve kapitalist anlayışın hüküm sürdüğü Urras ile günümüz dünyasından da
esintiler taşıyor. Heyecan veren yönü ise hikayenin düğümlendiği noktaları, ana karakteri
Shevek’in duygularını okuyucuyla doğrudan paylaşarak aktarabilmesiyle ortaya çıkıyor.
Geleceğe, bundan yüzyıllar sonrasına dair hayal kurmak her daim haz aldığım bir
aktivite oldu. Baskının, şiddetin ve zorbalığın olmadığı bir dünyada, özgür istenciyle bir arada
yaşayan insanların oluşturduğu bir toplumda hayat nasıl olurdu, sorusuna özgün bir yanıt
vermeye çalışsam, kafamda bir ütopya kursam herhalde Anarres gibi bir şey olurdu. Ama
süregelen yaşam tarzıyla karşılaştırıldığında, çocukların gördüğü muamelenin ya da toplumsal
cinsiyetin uygulamaya yansımasının hayal gücümün sınırlarını zorladığını itiraf etmeliyim.
Sanırım insanın, içine doğduğu toplumun hayatı ele alışından tamamen farklı bir bakış açısı
geliştirmesinin zorluğu buna sebep olarak görülebilir. Bu yönüyle Mülksüzler –tüm ütopyalar
gibi- düşünsel hareketliliği ayyuka çıkaran bir eser niteliği taşıyor. Kişisel deneyimimden yola
çıkarak, beyin jimnastiği tadındaki bu tür okumaların insana katkısı yadsınamaz, diyebilirim.
Kitabı ilk kez okuduğumda on sekiz yaş heyecanı taşıyordum. Gözümü kırpmadan, arka
arkaya birkaç bölüm bitirdiğimi hatırlıyorum. Sürükleyici sözcüğü hafif kalıyor, zira Urras
denen günümüz benzeri adaletsizlik ve çelişkilerle dolu yerde olup bitenler ve kitabın temel
çıkış noktası olan mülksüzlük kavramının sınırlarının, insan vicdanı ve kolektif bilinç gibi
değerler üzerinden anlamlandırıldığı, verimsiz, kurak ve fakat anarşist gezegen Anarres’in
tahakküm ve iktidar olgularını alt üst etmesi, kitabı dayanılmaz derecede ilgi çekici kılıyor.
Kapitalizmin bolluk-bereket yanılsaması ve ahlaki normların toplumsal karşılıklarının da
değerlendirildiği ve bir yönüyle insanlığın düzenle ilişkisini mevcut ve gelecek
perspektiflerinden ele alındığı söylenebilir.
Devlet ya da buna benzer bir otoriter örgütlenme olmaksızın işlerin yürütülmesi,
ihtiyaçların giderilmesi, sahip olmak yerine paylaşmanın kabul görmesi vb. olgular, insanlığın
ortak mirasını devralan ve üzücü biçimde çöpe atan günümüz toplumuna bir eleştiri olarak ele
alınabilir. Fakat Le Guin, aynı zamanda olası bir anarşist toplum düzeninin işleyişinin
muhtemel sorunlarını, bu toplumun bilim ve teknolojiyle ilişkisini ve en önemlisi de taban
tabana zıt, modern kapitalist topluma benzeyen bir başka toplumla olan bağını irdeliyor.
Mevcut yaşam biçiminden memnun olmayan ve başka bir dünya mümkün diyenler için
böylesine ustalıkla yazılmış bir ütopya hem umut verici hem de zihin açıcı. Fikrimce, insanlar
bu kadar kalabalık biçimde bir arada yaşadığı sürece Dünya, daha adil bir yer olmayacak.
Zenginlik içinde yüzen ve yokluktan kırılan iki uç topluluğun bulunduğu ve kar hırsıyla,
kaynaklar için savaşılan, bir yandan da doğal dengesi hızla bozulan gezegenimizin yakın
gelecekte ütopik bir yer olmayacağı açıkça görülüyor. Yine de insanlar hayalci de olsa eşit,
adil ve özgür bir dünya için düşünmekten, yazmaktan, eylemekten vazgeçmiyor.
Bilim insanlarının söylediğine göre buzulların erimesiyle önümüzdeki yüz yıl içinde
okyanusların seviyesi bir metre kadar yükselecek. İklim değişikliğinin yıkıcı etkileri de göz
önüne alınırsa yüz milyonlarca insanın yurtsuz kalacağı aşikar. Bana kalırsa insanlığın
kurtuluşu için durup düşünecek vakti dahi yok. Lakin bu kadar vahim durumda olduğumuzun
farkında da değiliz. Ama belki de, teknolojik ilerleme günümüzden çok uzak olmayan bir
gelecekte, canlılar için çok farklı varoluş biçimleri ortaya çıkaracak ve belki de, bir maden,
her şeyi baştan sona değiştirecek. Kim bilir, her şeyi zaman gösterecek… |
271 | Belirsiz Rotalar
Osman Kağan Yayla
Alex Sipiagin, Criss Cross şirketinden çıkardığı dokuzuncu albümünde yine harika bir kadro
topluyor ve belki de şimdiye kadarki en iyi albümünü bizlere sunuyor. Kadroda daha önce
beraber çalıştığı hatta müzik eğitimini beraber aldığı isimler var. Saksofoncular David Binney
ve Chris Potter, hem Sipiagin ile çok iyi anlaşıyorlar hem de kendi aralarında inanılmaz bir
harmoni kurmayı başarıyorlar. Davulda gördüğümüz Eric Harland ise ritimleriyle birden çok
duyguyu birden yaşatabiliyor. Özellikle “Fast Forward”da oluşturduğu gerilim şarkıya büyük
yoğunluk katıyor. Sipiagin’in Moskova’dan sınıf arkadaşı Boris Kozlov’un bas ritimlerinin
albümün bu kadar yoğun ve tahmin edilemez olmasından çok büyük bir payı var.
Açılış parçası olan “Next Stop – Tsukiji” tempo değişimleri, abartısız ve yerinde sololarıyla
albümün gidişatı konusunda bize bir resim çizmeyi başarıyor. ”Destinations Unknown” , New
York’lu bu ekipten beklenen gibi modern ve cazın sınırlarını zorlamaya çalışan bir
albüm. ”Next Stop – Tsukiji”de yönü davullarıyla Harland çiziyor ve altılının geri kalanı bu
yola ayak uydurma konusunda hiç de geri kalmıyor. Üflemeli çalgılar kısmında ileri geri
sololar asla bitmiyor. Basta Kozlov’sa nefes almayan bir döngü halinde ritimlerini şarkı
boyunca sürdürüyor. Sonlara doğru ise Craig Taborn muhteşem piyano solosuyla yeteneğini
sergiliyor. ”Calming”de favori parçalarımdan biri Boris Kozlov’un derin ritimlerini şarkının
ismine yakışır bir şekilde sakin ve zarif sololar takip ediyor.
"Meu Canario Vizinho Azul" stresli bir günden sonra dinlenebilecek bir parça. Üflemeli
çalgılardan çok bence bu şarkıda piyano, davul ve bas öne çıkıyor. Şarkıdaki Latin Amerika
esintisi hissedilebiliyor. Hatta gözlerinizi kapadığınızda kendinizi bir Brezilya sahilinde, en
sevdiğiniz içkiyi yudumlarken bulabilirsiniz. Bir Latin klasiğini Sipiagin modern yollarıyla
çok güzel yorumlamayı başarıyor.
Albümün bence en başarılı parçası “Fast Forward”. Harland ve piyanodaki Taborn giriş
sekansında neredeyse paranoya olarak nitelendirilebilecek bir bilinmezliğe doğru yolculuk
hissi yaşatıyor bize. Bilinmeze olan bu karanlık yolda ilerlerken gökyüzünü havai fişekler gibi
aydınlatan sololarla karşılaşıyoruz. Oluşan bu ışıklar gökyüzünde yer kapmak için bir savaş
veriyor ve aynı şekilde enstrümanlar, sesler de çarpışıyor. Sesler birbirlerine üstün gelmeye
çalışıyorlar ve galibi belirleme görevi bize düşüyor. Sipiagin ve ekibinin bu kadar başarılı
olmasının sebebi ise bir galip belirleyemiyor olmamız. Parça sonlara doğru aynı bilinmezliği
korumayı ve gerilimi, yoğunluğu hiç düşürmemeyi başarıyor. Bu şarkı albümün ismine uygun
olarak gerçekten belirsiz bir rota hissi yaratıyor.
Bu albüm birden çok kültür ve gelenekten besleniyor ki bu da kalitesini perçinliyor. Ve
albümdeki bu çokkültürlülüğü aslında bütün caz tarihinde görmemiz mümkün 20. yüzyılın
başlarında New Orleans’da ortaya çıkıyor caz. New Orleans’ta ortaya çıkmasında buranın bir
liman kenti ve müzisyenlere uygun bir ortam hazırlayan canlı bir gece hayatına sahip olması
çok önemli etkenler. Belirsiz rotalarda tesadüfen karşılaşmış insanlar var bu şehirde. Köle
olarak getirilen Afro-Amerikalılar caza kendi ritimlerini, ”blues” müziği ve geleneklerini
ekliyor; Avrupalılarsa klasik müzik kültürünü ve enstrümanlarını katıyor. Bütün bu özellikleri
birleştiren element ise bana kalırsa duygular. Duygu olmasaydı, müzisyenler hissederek çalmasaydı bu kadar birleştirici bir müzik türü olamazdı herhalde caz. Sonuçta ortaya bütün
dünyadan insanları birleştirebilen ve onların bir şeyler hissedebilmelerini sağlayan bir tarz
çıkıyor.
Yazımı bir şekilde sonlandırmam gerekirse bu albüm cazın köklü özelliklerini ve
çokkültürlülüğünü korurken aynı zamanda modern zamana ayak uydurmayı hatta bir kaç adım
ileri gitmeyi başarıyor. Daha önce hiç caz dinlememiş kişiler için zorlayıcı veya sıkıcı
gelebilir bu albüm ama ben herkesin en azından bu albüme bir şans vermesini öneriyorum ve
pişman olmayacağınızı düşünüyorum.
|
272 | Burak BOZDOGAN
SİZDEN YUKARIDA ÖYKÜ YAZIYORUM
Ben öykü yazamam. Anlatacak hiçbir şeyim olmadığından değil! Bu sayfalar aslında hep benden
sorulur. Tek sorunum başkalarını hikayelerime katamamam. İlgi çekmiyor hep kendimi yazınca da. Yoksa
ben öykünün en güzelini yazarım ama ben öykü yazamam. Sizin okuduklarınıza benzemez benimkiler.
Sizin yazdıklarınızın yanından geçer sürekli dil göstere göstere... Yukarıdan bakar hem size hem
yazdıklarınıza benim öykülerim. Ben sadece kendi cesedimin otobiyografisini yazabilirim mesela. Başka
kahramanlar bulamazsınız kesinlikle. Krjijanovski on bir hikaye yazdıysa ben on iki tane yazardım. Onun
kitabı üç yüz sayfaya yakın olduysa ben beş yüz sayfa yazardım. Sadece kendimi yazardım ama her
zamanki gibi. Bir Cesedin Otobiyografisi değil, ‘cesedimin otobiyografisi’ olurdu kitabımın ismi. Sizin
anlamanızı beklemiyorum ruhsuz yazıları hayranlıkla okurkenki tavrınızla. Size fazla gelecektir ne
yazarsam yazayım. Yüz altmış sene öncenin adamıymışım ben. Derinliği kendi gözleriyle görmüş insanlar
okumalıymış beni. Diplerdeki çamurlarla yıllarca ahbaplık etmiş olanlar, kendilerini olduklarından fazla
görmeyenler bakmalılarmış benim baktığım manzaralara benim gözümden. Yanlış zamanda doğmuşum.
Tek sevinebildiğim şey doğru kitabı okumuş olmam. Doğru kitabı okudum ve size de sadece doğruları
yazıyorum. Okuyun ki yukarıdan bakamasın benim gibiler size de yazdıklarınıza da. Derin olmak için
derinlerde, diplerde vakit geçirmek zorundasınız. Unutmayın! Ucuz ve güzel bir yemek istiyorsanız şehrin
uzak köşelerindeki kenar mahallelere gitmek zorundasınız. Yazmanın ucuzu yoktur tabii. Benzetme
yaptıysam da direkt almayın! Düşünseniz biraz, olacak. Ben de bırakacağım sizi aşağılamayı. Bir deneyin...
Benlik kavramı kesinleşmediği sürece kutsal kalabiliyor. Bunu ilk elden tecrübe ettim kısa
hayatım boyunca. ‘Sevdim’ dememek gerektiğini öğrendim. Sevilmeye değer olduğunu söylemek daha
değerli olmalıydı hep sevilenler için. Kendi değerlerini başkalarıyla değil, kendileriyle belirlemeliydi tüm
değerli insanlar. Ben sevmedim, sen sevildin. Çünkü sevilmeye değerdin. Bu konu üzerinden yaşıyorum
ne yaşıyorsam. Ben yapmıyorum, gerekenler oluyor. Bu yüzden kutsal tüm yazdıklarım. Bu yüzden
ağzınız açık okuyorsunuz başarısızlığı kılpayı kaçırmış Rus bir amcayı...
Dönüp kendinizi kontrol etmediğiniz her gün için bir çentik attı bilip görmediğiniz eller. Kendinizi
yeterli gördüğünüz için güldüler size. Şu halinizle nasıl yeterli olabilirdiniz ki? Kendinizi yeterli gördünüz
her yaşadığınız gün. Şimdi bile pişman olamıyorsunuz. Nasıl olur? Oldu işte. Başarısızlığı siz de kaçırdınız.
Başarısız bile olamayacak kadar kötüsünüz. Bunu kabullenin, öyle okuyun beni de Krjijanovski’yi de.
Günler geçiyor ve benim yazdıklarım sizinkilerden her gün daha iyi oluyor. Yeterli değilsiniz. Kendime
nasıl baktığımı görüp acıdınız mı? Siz kimsiniz de acıyorsunuz? Bu sayfalar hep benim! O okuduğum,
genellemelerle dolu hikayeler benimkilerin yanında cüce garsonlar olarak kalır. Ne dedim ben? Benlik
kavramı kesinleşmediği, nesnelleşmediği sürece kutsal kalabiliyor. Ben kendimi dışarıdan göremediğim
için böyle bakmak zorundayım. İsteyerek yapmıyorum aslında. Bu kadar iyi olmayabilirim bile. Tek
boyuttan bakmak hep daha kolay olmuyor mu zaten? Bu yüzden okumuyor muyum hiç tanımadığım
insanların nüanslarla dolu hikayelerini? Ben öyle yazamıyorum. Ben tek boyutlu, sadece insanlara
dışarıdan bakarak yazdığım, diğer yazılara aşağılayan gözlerle bakan yazılar yazabiliyorum. Ben olsam
ben de okumazdım belki de başkalarının böyle yazılarını. Yine de vazgeçmek imkansız. En iyi benim
dedim ya! Benlik kavramını zorla kesinleştirdim işte...
Farkı yansıtmak önemli olmalı yazarken. Kendimi öve öve bitiremediğime bakmayın, tek boyutlu
düşünüp topu panyaya fırlatarak başarılı olan basketbolcular gibi benimki. Yedek planım yok. Başka tek bir seçeneğim olsa, bu halimden vazgeçerdim. Mükemmel olmak da bir yere kadar. Bakın yazara,
nüanslarıyla benden daha mutlu...
|
273 | DÜŞÜNMEK
Bazen öyle oluyor ki düşünüyorum ama yazacak bir şey bulamıyorum. Kopuk kopuk cümleler
geliyor aklıma, birleştiremiyorum. İşin doğrusu aslında düşünemiyorum, çünkü kendimi kilitliyorum.
Sonra canım sıkılıyor, moralim iyice bozuluyor; ya uyku bastırıyor ya da delice bir çikolata yeme isteği.
Ama bugün kararlıyım. O kilidi açacak, beni diğer türlerden üstün kılan düşünme yeteneğime tekrar
kavuşacağım. “Beni diğer türlerden üstün kılan düşünme gücü”: Farklı konularda pek sık duyduğum
cümle, kime sorsak onaylanacak cümle. Madem beni, bizi “üstün” kılıyor ve madem herkes konuyu
biliyor; kabul ediyor, o zaman “düşünce”den, “düşünmek”ten kimilerimiz neden uzak duruyor ya da
durulmasını istiyor?
Bu sorunun farklı cevapları olabilir. Örneğin rahata düşkün olma, açık sözlü olayım “tembellik”,
düşünmemeye iter. Herkesin içinde yaşadığı bir topluluk var. Tabii her topluluğun normları, kültürü,
adetleri yani bir sürü görünmeyen ama herkesin bildiği kuralları mevcut. Bu kurallara uymak, sürünün bir
parçası olmak, akıntıyla sürüklenmek ciddi bir konfor sağlıyor. Çünkü içinde yaşanılan sistem bu akıntının
hızına göre ayarlanır. Bir kaya herkesin yolunu kesiyorsa sistem bu soruna doğrudan veya dolaylı bir
çözüm getirir. Fazla enerji harcamadan ilerlersiniz. Tabii arada akıntının hızı, geçtiği yol sizin tercihinizle
uyumlu olmayabilir. Yeteri kadar tembelseniz buna aldırış etmemenin bir yolunu bulursunuz. Örneğin yol
üstünde çok güzel çiçekler görüp orada biraz durmak veya yan patikadan gelen sesi merak edip yolunuzu
oraya çevirmek istediniz, ama o zaman akıntıya uyamayacaksınız. Bu durumda “Boşver, akıntıyla
gidersem vakit kaybetmem.” veya “ Tehlikeli olabilir. Akıntıda güvendeyim.” gibi genel geçer kabullerle
kendinizi rahatlatarak yolunuza devam edebilirsiniz. Halbuki akıntıyla gitmekten bunalıp ona karşı
durmak ve yeni bir yol izlemek size daha fazla güç sarf ettirir. Önce bunu nasıl yapcağınızı düşünmelisiniz.
Sonra sürüden ayrılmanın getirdiği tepkilere karşı koymalı ve yeni yolunuzu kendi başınıza, şanslıysanız
bir miktar yardımla, belirlemelisiniz. Bu kadarla bitse iyi. Ya önünüze çıkacak engeller? Artık sistemin
dışında olduğunuz için kullanabileceğiniz hazır çözümler de yok. Çok fazla parametreyi düşünmek ve
alternatif üretmek durumundasınız. Tutsak Güneş romanındaki kurum görevlileri misali tembelliği seven
beyinlere göre değil pek. Hangi soru sorulursa sorulsun öğretilmiş bir kaç cevaptan birini veriyorlar.
Karşıdaki kişinin ihtiyacının ne derece karşılandığının önemi yok. Sabah işe gelip öğretilenleri harfiyen
uyguluyor, akşam işten çıkıyorlar. Beyin tembelliğinin karşılığında elde ettikleri monoton, kişiyi
geliştirmeyen ama sorunsuz olacağı garanti edilen bir hayat.
Daha ilginç olan bir grup ise düşünmeyi seven, hatta bu yolla hayatını kazanan ama gündelik
yaşamında ortaya koyduğu davranışlar yukarıdakilerle aynı olan insanlar. Romanın kahramanı Yuna gibi.
Yaşadığı kimi gerçeklere katlanamayıp unutmayı seçen, tamamen bilimsel çalışmalarına dalarak etrafında olup bitenlerden kendini soyutlamış bir bilim kadını Yuna. Kafasını “faydalı buluşlara” gömerek
devekuşuna dönüşmüş; işinden aldığı tatmine kapılarak geri kalan konularda otoritenin yaptığı
açıklamaları sorgulamadan kabullenen bir dahi. Çünkü bilimsel hayattaki başarının sosyal alandakinden
fersah fersah üstün tutulduğu bir ortamda, tek yönlü bir bakış açısıyla yetişmiş. Böylece sosyal
yaşamdaki başarısızlıklarını iş hayatıyla kamufle etmiş ve kendini yaşamın gerçeklerine kapatarak acıdan
korunmuş.
Üçüncü grup ise romandaki yönetici takımı gibi kendileri düşünen ama başkalarının
düşüncelerinden korkanlar. Hayattaki amaçları sadece “güçlü olmak” olan insanlar... Güç ne aracılığı ile
elde edilecekse o yola koşarlar: Mevki, para veya fiziksel kuvvet. Kendilerini sadece “güç” ile
tanımladıkları için ona ulaşmanın en kısa ve kesin yolu neyse onu seçmeye mahkumdurlar, çünkü başka
türlü var olduklarını hissedemezler. Halbuki insanoğlu her koşulda kendini yaşatmaya, var etmeye
programlanmıştır. Doğal olarak önlerindeki en büyük tehlike idealleri, etik değerleri olan ve düşünen
insanlardır. O yüzden tıpkı romandaki gibi vazgeçilmez silahları olan baskı kurmak, çevreyle ilişkiyi
olabildiğince sınırlamak, biatı üstün bir değer gibi sunmak, toplumu çoğu gerçek olmayan düşman ve
tehlikelerle sürekli diken üstünde tutmak tarzında yöntemlere baş vururlar.
Düşünmeyi yaşam biçimi haline getirmenin yolu ise ailede ve okulda alınan kaliteli, doğru, uygun
eğitim ve öğretimden geçer. Bilgiyi insanın önüne koyan değil ona nasıl ulaşılacağını öğreten; soru
sormayı teşvik eden; tabuları değil şartlara ve ihtiyaçlar göre gerekirse değişebilen sınırları olan; belli bir
alandaki gelişimi yeterli ve diğerlerinden üstün görmek yerine insanı tüm yönleriyle bütün olarak ele alıp
çok yönlü gelişimine olanak veren; eğiten değil eğitilen odaklı yöntemler, düşünen beyinlere giden yolu
oluşturabilir ancak, çünkü Simon Bolivar’ın da dediği gibi “Düşünce saksıda büyüyen bitkiler gibidir,
kökleri hiç bir zaman saksının elverdiğinden fazla gelişmez.” (akt. Kulin 228).
Kaynaklar:
Kulin, Ayşe. Tutsak Güneş. İstanbul: Everest Yayıncılık, 2015. Baskı.
|
274 | Büşra Altıntepe
ŞİİRDEN KOPMAMAK
Otobüs yolculuklarında yanınızda oturan kişinin okuduğu kitabı veya gazeteyi okumak
size de çok cazip geliyor mu? Benim kendi elimdeki kitabı bırakıp, yanımdaki kişinin kitabını
okuduğum çok zaman olmuştur. Bunu söylerken de hiç utanmıyorum. Ne yapayım böylesi
çok daha eğlenceli!
Geçenlerde okuldan eve dönerken otobüste yine komşunun tavuğu kaz göründü bana.
Diktim gözümü yanımdaki kadının kitabına, ne okuduğunu anlamaya çalışıyorum. İlk
izlenimim bunun bir şiir kitabı olduğu yönünde. O da kitaba yeni başlamış, daha ilk şiirleri
okuyor. Ben de onunla birlikte üç beş şiir okudum Bilkent Köprüsü durağından Ümitköy
durağına kadar. İneceği durak yaklaşınca kitabı kapatıp kucağına koydu. Ben de böylece
ismini görmüş oldum. Kime ait olduğunu bilmezken de hoşuma giden bu satırlar Murathan
Mungan’a ait. Kitabın ismi de Solak Defterler. Kitabın tamamını okumadığım için isminin
nereden geldiğine dair yorum yapamasam da ben de solak olduğum için kendimle bir bağ
kurdum ister istemez. Bu da kitabı ve şiirleri daha çok merak etmeme sebep oldu. Kadın
otobüsten iner inmez internetten kitabı sipariş verdim. Sonrasında eve varana kadar şiir
üzerine düşünüp durdum.
Ne kadar uzun zamandır şiir okumuyorum doğru dürüst. İnternette denk geldiğim tek
tük satırları tenzih ediyorum tabii ki. Elime bir kitap alıp, sesli sesli şiir okumaktan
bahsediyorum. Halbuki küçükken ne çok severdim. Tek ortalı çizgili bir defteri şiir defteri
yapmıştım, her sayfasını dolduracak kadar da şiir yazmıştım. Sonra bir gün aniden gelen bir
cesaretle şiirlerimi ilkokul öğretmenime göstermiştim. Beni güler yüzle karşılamış ve
şiirlerimi çok beğendiğini söylemişti. Sonra da adeta beni yüreklendirmek istercesine bir şiir
dinletisi organize etmişti. Sınıftaki herkes bir şiir ezberleyecekti ve gösteri gününde
ailelerimiz geldiğinde şiirlerimizi okuyacaktık. Henüz ilkokul üçüncü sınıftaydık. Çoğu öğrenci epik veya pastoral türde şiirler tercih etmişti. Sanırım o yaştayken onları anlamak
daha kolaydı bizim için. Bense nerede görüp okudum bilmiyorum ama Yahya Kemal
Beyatlı’nın ‘‘Sessiz Gemi’’ adlı şiirini seçtim. Kimse de ‘‘Büşracığım bu şiir senin için biraz
ağır değil mi?’’ diye sormadı. Bütün gece çalışıp ezberledim. Ertesi gün provada şiirimi
okurken ‘‘Meçhule giden bir gemi kalkar bu limandan.’’ satırını okuyordum ama acaba
farkında mıydım ne demek istediğimin? Yoksa ellerimle yapıp suya bıraktığım kağıt
gemilerimden mi bahsediyordum? Şimdi düşününce cevabı bulamıyorum ama bu şiiri çok
zevkle ve heyecanla okuduğumu hatırlıyorum. Hala ezberimde olduğunu düşünürsek,
gerçekten çok etkilendiğimi söyleyebilirim.
‘‘Beni bu kadar heyecanlandıran ve üzerimde büyük etki bırakan şiirden neden
koptum böyle?’’ diye sorguladım kendimi yol boyunca. Bu konuda birine suç atmaya yer
aradığımdan olmalı ki hemen eğitim sistemini suçladım. Üniversite sınavına hazırlanırken
kafamı test kitaplarına gömüp fizik,kimya,biyoloji soruları çözmekten başka bir şeye vakit
ayıramıyordum ki. Özellikle de lise sondayken ‘‘Bu sene kitap okumayın!’’ diyen bir hocam
bile oldu. Yine de fırsat buldukça roman okuyordum ben. Çünkü diğer türlü beynim
havalanmıyordu, içime kasvet çöküyordu sanki. Eninde sonunda üniversiteye hazırlık dönemi
bitti. Sonra neden devam etmedim şiir okumaya? Bu kez de alışkanlığımı kaybettiğim için
diyebilirim cevap olarak. Peki bunlar gerçek sebepler mi? Dürüst olmak gerekirse, hayır!
Bunlar hep bahane.
Neyse, bu da benim için bir fırsat oldu işte. Murathan Mungan’ın Solak Defterler
kitabıyla birlikte iyi bir okuyucu olmaya ve şiiri ihmal etmemeye karar verdim. Bunun şiire
bir katkısı olur mu bilmiyorum ama bana katkısının büyük olacağından eminim. Çünkü şiirin
iyileştirici etkisi olduğuna inanıyorum. Hem ruhumu hem de dilbilgimi besleyeceğinden
eminim. Umarım sözümde durabilirim.
KAYNAKÇA
Beyatlı, Yahya Kemal. ‘‘Sessiz Gemi.’’ Bütün Eserleri. İstanbul: İstanbul’un Fetih
Cemiyeti Yayınları, 2009. Baskı.
Mungan, Murathan. Solak Defterler. İstanbul: Metis Yayınları, 2016. Baskı.
|
275 | Oktay Dede
UFUKTAKİ UMUT
Hayatta hiç çaresiz hissettiğiniz oldu mu? Herkesin dev dalgalar içinde bacağına
kramp girmişçesine korktuğu, çaresiz hissettiği ve umudunu yitirdiği zamanlar olmuştur.
Buna üst üste gelen kötü günler, sevdiğiniz birinden gelen kötü bir haber veya geçirmekte
olduğunuz bir hastalık yol açmış olabilir. Umutsuzluk hepimizi farklı zamanlarda farklı
noktalardan vursa da yaşantımızı etkileyen, yönümüzü değiştiren insanlığın ortak bir engeli.
Bu engelde tökezleyenler, sorunların dev dalgalarında usulca yem olmayı beklerken,
umutsuzluk engelini aşıp ufka bakanlar ilerdeki denizcileri fark edip boğulmaktan
kurtulabilirler.
Bana ufka bakmayı öğreten, sadece bilime değil yaşama dair de ilham aldığım ünlü
fizikçi Stephen Hawking bence dev dalgaları aşıp dalgalarla dalga geçen umudun bir simgesi.
Hawking iki yıl ömrünün kaldığını öğrendiğinde elbette umutsuzluğun en ağır darbelerini
almıştı. Tüm sevdiklerinden uzaklaşmak istemiş hayata tam anlamıyla beyaz bayrak çekmişti.
Fakat sonra o engeli aşmayı başardı ve ileriye baktı. Değiştiremeyecekleriyle birlikte
yaşamayı kabullenerek en büyük engel olan umutsuzluğu yenmeyi başardı. Stephen Hawking yürüyemiyorken, kendi yemeğini dahi yiyemiyorken hayata siyah beyaz bakan bana
gökkuşağını gösterdi. Ben ne kadar şanslı olduğumu ve eğer tutkum yönünde hareket edersem
ne kadar mutlu olabileceğimi bu film sayesinde anladım. Sesini yitirmiş, tekerlekli sandalyeye
mahkum bir halde yaşama dört elle sarılan bu adam bana ve nice insana ilham verdi.
Benim de Hawking gibi hayata beyaz bayrak çektiğim bir dönem olmuştu çünkü
beynimde tümör şüphesi vardı. Sevdiklerimin üzülmemesi için hiç doğmamış olmayı, her
şeyden herkesten uzaklaşıp köşeme geçip sessizce ölmeyi istemiştim. Hawking’in hastalığına
karşı tutumunu gördüğümde epey utanmıştım çünkü Hawking o haldeyken umutsuzluğundan
kurtulmayı başarmıştı oysa ben daha kesin olup olmadığı bile belli olmayan bir hastalıkta her
şeyin bittiğini kabullenmiştim. Bir hafta sonunda yapılan çeşitli tahliller sonucunda hasta
olmadığımı öğrendim. Dünyalar benim olmuştu sanki. Bu güzel haberin üzerimde yarattığı
şok etkisi geçtikten sonra hayat, ölüm, umut ve mücadele kavramları bende anlam kazanmaya
başladı.
Hayatta birçok endişemin boş ve yersiz olduğunu anladım. Eskiden bir sınavdan kötü
aldığımda günlerce canım sıkkın dolaşırdım. Şimdi ise basit düşünüyorum. Sınavların amacı
birikimi ölçmek değil midir? Düşük not aldıysam bu sadece benim henüz hazır olmadığımı ve
daha fazla çaba sarf etmem gerektiğini gösteren bir belirteç. Bir şeyi istediğimde bütün
endişelerimi bir kenara bırakmalıyım. Hayatımdaki tüm endişeler gitmek istediğim yolda
kendi elimle koyduğum taşlar aslında. Sahilde güneşlenmeyi çok istediğim bir günde yağmur
yağarsa artık buna üzülmüyorum çünkü yağmurun da ayrı bir güzelliği var. Zaten üzülsem
bile değiştirebileceğim ne var ki? Ben artık mutlu olmak için elimden geleni yapıyorum beni
mutsuz edebilecek olayların önüne geçmeye çalışıyorum eğer ki engel olamayacağım kadar
büyük bir olaysa gelip geçmesini bekliyorum.
Mücadele konusunda artık eğer güneşin denizde kayboluşunu gerçekten izlemek
istiyorsam izlemek için çıktığım tepenin rampalarını geçtiğim yolları bir engel olarak görmektense güneşin batışını izlemek için bir fırsat olarak görmem gerektiğini anladım.
Hayatımda zorluklar hep oldu ve olmaya devam edecek fakat ben artık engellerle
karşılaştığımda zevk almaya bakmalıyım çünkü çıktığım her basamak beni zirveye daha da
yaklaştıracak. Ben her basamağı umutla, canla başla atladıkça beni bekleyen zirve daha da
güzelleşecek çünkü zirve benim için bir sayı, bir not, bir konumdan ziyade ona harcadığım
emektir.
Beyin tümörü şüphesi yaşadığım süreç ve Stephan Hawking’den aldığım ilhamla
söyleyebilirim ki ölümün yakınlığını ve apansızlığını gördükten sonra ait olduğum tek şeyin
şu an olduğunu anladım ve yaşadığım ana daha sıkı sarıldım. Umut, anı yani yaşamı anlamlı
kılan bir güç. Umutla çıktığım her mücadelenin beni en yüksek zirvelere ulaştıracağına
inanıyor ve bu güçle ufka bakmanın mutluluğunu yaşıyorum.
|
276 | Tekin 1
Aydan Tekin
Başak Berna Cordan
Turk101-13
18 Kasım 2014
SEVMENİN EN KISA TANIMI
Bazı zamanlarda hissettiklerimizi dile getirecek kelimeleri bulamayız. Sonra bir şiirle
karşılaşırız ve bizim hissettiğimiz şeyleri başka biri nasıl daha güzel anlatmış diye şaşırırız.
Hepimiz aynı duyguları yaşıyoruz aslında. En çok aşık olanın, en çok üzülenin, en çok acı
çekenin biz olduğumuzu zannetsek de sonuçta hepimiz aynıyız. Kimi insanlar yaşadıkları bu
duyguları ifade etme yeteneğine sahipler ve bu insanlar sayesinde biz de kendi duygularımızı
daha iyi anlıyoruz. Attila İlhan da bu eşsiz yeteneğiyle hepimizi büyülemiş bir şairdir. Ve iyi ki
bize Kimi Sevsem Sensin kitabını bırakmış.
Aşk dünyadaki en ilginç duygulardan biri belki de. Sürekli birini düşünmek,
gördüğü her şeyde onu bulmak, tanıdığı herkese onu anlatmak... Manavda meyve seçerken
de onu düşünürsün, en sevdiğin filmi izlerken de bir arkadaşını dinlerken de. En sevdiğin
şiiriyse zaten onu düşünmek için okursun. Bu aşk karşılıklı olmadığında ya da yaşanan bazı
olaylardan dolayı sevgililer ayrıldığında daha çok seven taraf için bu süreç çok kötü ilerler.
Hep sevdiğini düşünmüş, onu hayal etmiş, onunla mutlu olmuş bireyimiz onsuz bir dünyaya
uyum sağlayamaz. Başkasını sevmeye çalışsa da olmaz. Tanıştığı herkeste eski sevdiğini
görür. Kimisinin gülüşünü benzetir, kimisinin oturuşunu, kimisinin bakışını... Ama herkeste,
her şeyde ondan bir parça vardır illaki. Cümlelerce anlattığım bu durumu üç kelimeyle
mükemmel bir şekilde anlatmış Attila İlhan: Kimi Sevsem Sensin... Kimi sevmeye çalışsam sen Tekin 2
o kişi oluyorsun. Bu şiirdeki cümlelerden beni en çok etkileyen bir diğer tanesiyse "Senden
nedense vazgeçilemiyor"... (İlhan ) Çoğu zaman bilinmez neden sevgilinin bu kadar
vazgeçilmez olduğu. O da diğer insanlar gibi değil mi sanki? Aslında belki bütün herkes
aynıdır ve sevilenin sevilmesinin sebebi sevenin kendisidir sadece. Belki de karşıdaki kişiye
gerçeğinden çok daha fazla anlam yüklüyordur. Onun bakışını,gülüşünü, kokusunu
farklılaştıran sadece sevendir.
“ Sevmek İçin Geç Ölmek İçin Erken” şiirinde Attila İlhan'ın geçmişe bir özlemi var gibi
hissettim. Vapurlar, birlikte içilen çaylar, el ele yürümeler... Şairimiz bu eylemleri
gerçekleştirmek için yaşlı olduğunu düşünüyor sanırım. Ben bu durumu pek anlayamıyorum.
Neden bir şeyler için hele hele ki sevmek için geç olsun ki? Zaten ömrümüz çok kısa şunu
yapmak için geç şunun için erken dersek biz ne zaman yaşayacağız? Bu toplumumuzda çok
karşılaşılan bir durum. "Saçmalama kocaman adam el ele tutuşup çocuk gibi gezecek değil
ya." gibi söylemlerle karşılaşmasak keşke. Ve herkes istediği gibi yaşayabilse... 60 yaşındaki
amcamız da gidip eşiyle el ele dolaşabilse, birbirlerine istedikleri sevgi sözcükleriyle hitap
edebilseler keşke. Ayrıca bu şiirde şairimizde bir ölüm korkusu olduğunu da düşündüm.
Ölmek için erken derken sanki sürekli kendini telkin etmeye çalışıyormuş gibi hissettim. Belli
ki böyle bir korkusu var ve bunu bastırmaya çalışıyor. Ayrıca son kıta da ölümü yaklaşan
soğuk bir yağmura benzetmiş. İnsanların yaşlandıkça ölüm üzerine düşünmeye başlamasına
anlam veremiyorum.Ölüm hep bizimle ama bunun üzerine düşünmek bir şeyi
değiştirmeyeceği için düşünmemek en rahatı. Biz düşünsek de düşünmesek de o bizi aniden
bir yerlerde hiç düşünmediğimiz bir şekilde bulacak. Hayat her zaman ilginçliklerle dolu. Ne
zaman öleceğimiz, ne zaman seveceğimiz hiç belli olmaz. Tekin 3
Beş yüz altı yüz kelimelik bir yazı yazdım şu an. Ama hiçbirinizde "kimi sevsem
sensin/hayret senden nedense vazgeçilemiyor " dizeleri kadar etki bırakabildiğimi
zannetmiyorum. O zaman en iyisi biz susalım şiirler konuşsun.
Kaynakça
İlhan, Attila. Kimi Sevsem Sensin ... : Şiir / Attila İlhan. n.p.: İstanbul : Türkiye İş Bankası Kültür
Yayınları, 2002., 2002. BILKENT UNIVERSITY's Catalog. Web. 17 Nov. 2014.
|
277 | Yılmaz 1
Selim Fırat Yılmaz
ÜRETKENLİK ATÖLYESİ
Üretmek... İnsanlık tarihi boyunca anlamı en çok değişen kavram bu olsa gerek. Bu
sözcük kavramsal olarak başlangıçta insanların avcılık gibi hayatta kalmak için yapılan
faaliyetlerine işaret etmekteydi. Tarım devriminden sonra üretim, çok çalışmanın bir sonucu
haline geldi ve insanlar gereksinimlerinden fazla üretim yapabildi. Ticaret, bunun sonucunda
ortaya çıktı ve insanları üretken olmaya teşvik etti. Üretimi hızlandırıp kolaylaştırmak için
çeşitli yöntemler bulundu. Hayatta kalmak, insanlar için lüks olmaktan çıkınca üretim
kavramı misyon ve vizyon kazandı. Bilim ve sanat gelişti, bugün bile hayatımızın içinde olan
icatlara imza atıldı. Bu gelişmeler, beraberinde sanayi devrimini getirdi ve üretim hızı
inanılmaz boyutlara ulaştı. Ardından internet ortaya çıktı. İnternetin yaygınlaşması, sanal
dünya kavramını ortaya çıkardı. Bu sayede üretimin alanına sanal dünya da girdi. Tüm
bunların yanında bugün de aslında sanayi inkılabından bile daha büyük bir devrimin içinde
Yılmaz 2
olduğumuzu ve hatta önayak olduğumu Chris Anderson tarafından yazılan Geleceği
Üretenler kitabını okuyunca fark ettim.
Kitapta, genelde risk almak şeklinde değerlendirilen girişimcilik kavramının nasıl
üretim ve hayal gücüyle iç içe geçtiği anlatılıyor. Örneğin, eskiden hayal edilen bir ürünü
hayata geçirmek yıllar sürebiliyordu. Günümüzde ise tasarlanan ürün üç boyutlu yazıcılar
sayesinde saatler içerisinde hazırlanabiliyor ya da sadece bilgisayar başında, Facebook gibi,
dünyayı değiştirebilecek uygulamalar geliştirilebiliyor. Hatta artık bir ürün tasarlayanların,
sermaye ve kendilerine yardımcı olabilecek kişiler bulabilecekleri birçok platform var. Bu
fırsatları fark ettiğimde geçen yaz aklıma gelen fikri, yaklaşık dört ay önce uygulamaya
geçirmeye karar vermiştim. Akıllı telefonlar için, birçok insanın günlük ihtiyacı haline gelen
sosyal medya hesaplarını kontrol etmeyi kolaylaştıran bir uygulama geliştirecektim. Yüksek
bir motivasyonla bu uygulamayı geliştirmeye başladım. Ne de olsa "kafasında bir fikir ve
elinde bir dizüstü bilgisayar olan her velet, dünyayı değiştirecek bir şirketin tohumlarını
atabilir"(Anderson 15) diyordu yazar. Artık tüm boş zamanlarımda bu uygulamayla ilgili
olarak neler yapabileceğimi düşünüyordum. Fikir aşamasındayken kolayca altından
kalkabileceğimi düşünsem de her geçen gün yeni bir şeyler öğrenmem gerekti. Yine bu
sıralarda girişimcilik platformlarını takip ederken İzmir Girişimcilik Zirvesi'nde eğer projem
onay alırsa yatırımcı ve mentorların karşısında sunum yapma şansım olduğunu öğrendim.
Birkaç gün sonra da İngilizce hazırlık sınıfımdaki bir arkadaşıma birlikte takım olmayı teklif
ettim. Ben yazılım kısmıyla ilgilenirken o daha çok uygulamanın sunumu ve görselliğiyle
ilgilenecekti. Birlikte zirveye başvurduk ve uygulamayı geliştirmeye devam ettik. Başvuru
sonuçları zirveye yirmi gün kala açıklandı ve yaklaşık seksen projenin sadece sekiz tanesi
kabul edilmişti. Bizim projemiz de bunlardan biriydi. Sonucu öğrenince çok sevindik ancak
aynı zamanda heyecanlanmaya da başlamıştık. Zirveye sadece yirmi günümüz vardı. Etkili
bir sunum yapabilmek için hazırlanmamız ve uygulamanın çalışan bir modelini hazır hale
Yılmaz 3
getirmemiz gerekiyordu. Günde ortalama dörder saat uyuyup kalan zamanlarımı hazırlık
okuluna giderek veya uygulamayı geçirerek değerlendiriyordum. Üstelik bilgisayarı okula
götürüp boş derslerde bile uygulamayı geliştiriyordum. Başta sadece motivasyonumu
artırmak için başvurduğum bu zirve kısa süreliğine de olsa hayatımın bir parçası olmuştu.
Yazarın da bahsettiği gibi projemle özdeşleşmiştim.
Zirveden önceki gün İzmir'e geldik. O gece heyecanımdan dolayı geç saatlere kadar
uyuyamamıştım. Ertesi gün zirvenin yapılacağı salona gittik ve sıranın bize gelmesini
bekliyorduk. Her geçen dakika heyecanımız daha da artıyordu. Öyle ki ellerim titremeye
başladı hatta geçen sene YGS'de heyecan yaptığım için bir süre kullanıp sonra bıraktığım
ilaçtan içtim. Sonunda sıra bize gelmişti. Sahneye çıktık. Ben heyecan ve uykusuzluktan
sunumun kendime ait olan küçük kısmını yapmadım. Onun yerine mentor ve yatırımcılardan
oluşan jürinin sorularına ve eleştirilerine cevap verdim. Diğer katılımcılardan yaşça küçük
olduğumuz için ciddiye alınmayacağımızı düşünsek de beklediğimizden sert eleştiriler aldık
ve bu ciddiye alınmamaktan çok daha iyi bir sonuçtu. Tabii ki jüriden aldığımız geri
bildirimlerin içinde övgüler de vardı. Aralarda, milyonlarca dolar yatırım yapmış
yatırımcılarla ve mentorlarla bire bir görüşme, tecrübelerinden faydalanma imkanına sahip
olduk. Gün sonunda jüri özel ödülünü kazandığımızı öğrendiğimizde havalara uçtuk. Hayata
bakış açımı değiştirebilecek nitelik ve mükemmellikte bir gündü. Çünkü yazar, kitapta "çoğu
mucit, atölyesinde uğraşıp didinir ancak asla atölyeden çıkamaz"(Anderson 14) diyordu ve
ben zirvenin sonlarına doğru, gelecekte atölyeden çıkabileceğimi anlamıştım. Tabii ki
atölyeden çıkmak için hala çalışmaya devam ediyorum. Umarım hiçbir zaman bu
motivasyonumu kaybetmem.
KAYNAKÇA
Anderson, Chris. Geleceği Üretenler. Çev. Levent Göktem. İstanbul: Optimist Yayın
Dağıtım, 2014.
|
278 | Bir Yaz Evi
I
Mustafa Yılmaz 11.11.2014
Hiç Düşündünüz mü?
Saatlerin, pusulaların yahut da madalyanların anlatacakları hikayeleri olabilir mi? Peki ya
bu basit nesnelerin, eğer varsa, hikayeleri çevrenize bakışınızı değiştirecek, son derece emin
olduğunuz düşüncelerinizi sorgulamanıza neden olacak felsefi çıkarımlarda bulunmanıza neden
olabilir desem?
Modern çağ toplumlarında insanlar günlük hayatlarında o kadar fazla nesneyle
karşılaşıyorlar ki henüz bir tanesinin ne olduğunu anlayamadan ötekini önlerinde buluyorlar. Bu
bariz bir zorunluluktan kaynaklansa da insanları tabiatla gerçek, verimli bir ilişki kurmaktan
alıkonulduğu bir gerçek. Mehmet Zaman Saçlıoğlu, bizi bu nesnelerin dünyasına davet etmekle
kalmıyor, aynı zamanda çevremize ve kendi hayatlarımıza bakışımızı tazeleyebilecek bir
düşünceler sofrasını da önümüze kuruyor. Daha doğrusu bize tabiatla kurduğumuz ilişkinin
düşüncelerimizin şekillenmesinde ve yenilenmesinde ne derece değerli olduğunu öğretiyor.
Tabiatla konuşan ve bütünleşen insanların bilgi dağarcığının genişliği benim için her
zaman merak konusu olmuştur. Doğru düzgün bir eğitim görmemiş olsalar da, belki de tam da
bunun için, dünyayı kendi kendilerine tanımayı başarmış, onun bir parçası olarak varlığını onunla
uyum içerisinde sürdürmeyi başaran insanlardır bunlar. 'Medeni' yaşamın pek çok faydasını
görsek de şehirlerin bu tarz insanları yetiştirmesi çok zordur. Bu tarz insanlar genellikle tabiatla
baş başa kalabildikleri için kırsal kesimlerde hem de en beklenmedik yerlerde rastlantısal olarak
ortaya çıkarlar. Onlarla bilgi alışverişinde bulunma şansı yakalayan eğitimli insanlar ise şaşırıp
kalırlar. Nasıl bu kadar şeyi bilebiliyor, aynı şeyleri bizden nasıl bu derece farklı görüyor? Çok
nadiren de olsa bu insanlar şehirlerden de çıkabilirler. Belli ki, Saçlıoğlu da onlardan birisi. Kırsal
alandaki insan nasıl doğayı, dağları, ağaçları, hayvanları farklı bir algı ve düşünce sistemi
içerisinde değerlendiriyorsa onların şehirlerdeki ruh ikizleri de toplumsal düzenimizi, günlük
yaşamdaki sürekli olarak karşımıza çıkan ama haklarında derin bir kavrayışımızın olmadığı olgu
ve nesneleri de farklı gözlerle görür. Toplumsal dinamiklerin böylesi insanların ortaya çıkmasında
önem taşıdığıysa bir gerçektir. Bazı toplumların bilim adamı, edebiyatçı, filozof yetiştirmekteki
başarısının temelinde bu olgu yatıyor olabilir. Çevreyi ve toplumu farklı bir gözle ele alan insanlar
eserlerini ortaya koymakta engellemelerle karşılaşmazlarsa yeni nesillerin gerçekten 'yeni'
olmasına yardımcı olabilir, içinde bulunduğu toplumun değişkenlik, canlılık kazanması yolunda
değerli katkılarda bulunabilirler. Tersine bu insanların cezalandırıldığı, görmezden gelindiği bazı
toplumlar vardır ki onlar zaman içerisinde yıpranır, yenilemez ve giderek bir yok oluşa
sürüklenirler çünkü sorgulama, yani değişimin ve ilerlemenin temel mekanizması, kaybolur.
Üretken İnsan
Bu eserin bana hatırlattığı en önemli kural, zaten bildiğimiz, daha doğrusu bildiğimizi
sandığımız nesneler, insanlar ve toplum hakkında düşüncelerimizi sürekli olarak kontrol etmemiz
ve sorguya tabii tutmamızın gerektiğidir. Bu kural günlük hayatın sürekliliği ve sürati içerisinde
unutulmaya son derece elverişli olsa da verimli bir düşünce dünyası ve yaşam için elzemdir. Bu
gerçeğin en bariz kanıtı bu fikri hayat felsefesi haline getirmiş insanların bilimi geliştirerek
dünyayı en karanlık çağlarından kurtarmalarıdır. O bilim insanlarının en temel ortak özellikleri
tabiatla iletişime geçebilmeleri ve bildiklerini, kendisine öğretilenleri sorgulamaktan
korkmamalarıdır. İnsan hayatı boyunca gözünün önünde olan bir nesneden ya da olgudan hiç
beklenmedik buluşları çıkarabilir ve hatta bu buluş, hiç tanımadığı bir şeyin keşfinden daha
şaşırtıcı ve önemli olabilir.
Yazımı Goethe’nin şu sözleriyle bitirmenin uygun olacağını düşünüyorum: “Eşyaya
elimizden geldiği kadar dikkatli bakmalıyız öyle ki bize bir şey kazandırmayan gün geçmesin.”
|
279 | Mehmet Çağatay Okuyucu
21102626
TURK102-23
Gönenç TUZCU
AŞK
‘’AŞK’ın hiçbir sıfata ve tamlamaya ihtiyacı yoktur. Başlı başına bir dünyadır
aşk. Ya tam ortasındadır, merkezinde ya da dışındadır, hasretinde..’’ sözleriyle
başlayan kitap ilk andan okuyucuyu kendisine çeken bir yapıya sahiptir. Ben bu
kitabı ilk okuduğumda uzun bir süre etkisinden çıkamamıştım. Daha önce
okuduğum kitaplardan fazlasıyla farklıydı. Özellikle ilahi aşk ile gerçek
anlamdaki aşkı kaynaştırması ve bunu akıcı bir dille anlatması beni farklı
dünyalara götürmüştü.
İlk başta kitabın içeriğinden bahsetmek istiyorum. Aslında kitap içinde başka
bir kitaptan da bahsedilmektedir. Ana karakter Ella’nın kitabın içinde söz edilen
Aşk Şeriatı’nı okumasıyla tüm hayatı değişir ve ‘’aşk’’ın peşinden gider. Ella, bir
kadının isteyeceği her şeye sahiptir. Evli, maddi durumu gayet iyi, üç çocuğa
sahip bir kadındır. Eksik olan tek şey Ella’nın kocasıyla mutlu olmaması ve
kendisini aldattığından şüphelenmesidir. Ancak evliliğini bozmamak için sessiz
kalmaktadır. Daha sonra kocası David’in ona bir dergide iş ayarlamasıyla bir
kitabı okuyup rapor yazması gerekmiştir. O kitap Ella’nın hayatını değiştiren bir
kitap olmuştur. Kitapta Mevlana ve Şems’in arkadaş olması ve aralarındaki ilahi
aşk anlatılmaktadır. Ella kitabı okudukça elinden bırakamamış ve bir şekilde ona
bağlanmıştır. Sonunda kitabın yazarı Aziz’e mail atmaya karar vermiştir. (Aziz
ise sufi bir yazardır.) Bir süre sonra Aziz ve Ella sürekli mailleşmeye başlar. Ella
yaşadığı hayattan çok sıkılmıştır ve Aziz ile konuşmak onu bambaşka biri haline
getirmiştir. Bir süre sonra kocası David ile konuşur ve Aziz’e aşık olduğunu
söyler. David buna tepki göstermiş fakat Ella’nın fikrini değiştirememiştir. Sonra
Aziz ve Ella buluşur ama Ella kötü bir gerçekle karşı karşıyadır. Aziz kanserdir ve
çok az ömrü kalmıştır. Fakat Ella’nın gözünü artık hiçbir şey görmüyordur. Kısa
bir süre birlikte olurlar ve bu süre içinde Ella kendini dünyanın en mutlu kadını
hisseder. Fakat bu mutluluk uzun sürmez ve Aziz hastalığına yenik düşerek ölür. Ella hem hayatının aşkını yitirmiş hem de aşkı uğruna yuvasını ve çocuklarını
kaybetmiştir. İlk başta ne yapacağını bilemez evine geri dönebilme şansını
kaybetmiştir. Zaten David ve ikiz çocukları da ona sırtını dönmüştür. Bu süreç
içerisinde yanında olan tek kişi büyük kızı Jeannette’dir. Bütün bunlar olmadan
önce, kızı Jeannette, evleneceği adamla ailesini tanıştırmış ve Ella bu ilişkiye
karşı çıkmıştır. Hatta kızının sevgilisini arayıp ondan uzak durmasını söyleyecek
kadar ileri gitmiştir. Bütün bu yaptıklarına rağmen yanında duran ve ona destek
olan tek kişi Jeannette olmuştur.
Kitapta hikaye Ella tarafından bu şekilde bitmiş, bir yandan Mevlana Rumi ve
Şems’in hayatı Ella’nın okuduğu ‘’Aşk Şeriatı’’ adlı kitabın üzerinden
anlatılmıştır. Aşk Şeriatı’nda Mevlana’nın akıl hocası Şems ile tanışması ve onun
hayatını değiştirmesi üzerinde durulmuş. Konu olarak ilahi aşk vurgulanmış ve
aşkın sadece iki kişi arasında bilinen aşk değil Allah’a, doğaya ve başka türlü her
şeye duyulan aşkın da olabileceği gösterilmeye çalışılmıştır.
Mevlana ve Şems’in hayatları gerçekten çok etkileyiciydi. Özellikle Mevlana ve
Şems’in günlerce odaya kapanıp yemek yemeden su içmeden hatta ailesini
görmeden geçirdiği günler insanın sabır sınırlarını zorlayıcı düzeydedir.
Mevlana’nın çocuklarının bu durumu kıskanması, eşinin onu çok özlemesi ve
bunun gibi birçok şey Mevlana ve Şems’in arasındaki ilişkinin ne kadar kuvvetli
olduğunu göstermiştir. Haklarında çıkan onca dedikoduya rağmen onların
umrunda bile olmamış ve ilahi aşkla ruhlarını doyurmuşlardır.
Sonuç olarak ben bu kitabı herkesin okuması gerektiğini düşünüyorum.
Gerçekten bakış açınızı değiştirecek ve her şeye daha farklı gözle bakmanızı
sağlayacak bir kitap. Gerek dilinin sadeliğiyle gerek kitabın konusu ile sizi
bambaşka yerlere götüreceğine eminim. Benim en çok hoşuma giden kısmı ise
hem gerçek aşkın ne demek olduğunun ve aşk için her şeyin yapılabileceğinin
Ella ve Aziz üzerinden anlatılması hem de Mevlana ve Şems’in ilişkisinin ilahi aşk
üzerinden anlatılmasıdır. Bu kitabı okuyana kadar aşkın tam olarak ne anlama
geldiğini bilmediğimi anladım ve de aşkın farklı anlamlara da gelebileceğini
keşfettim. |
280 | Gülnihal Muslu
GERÇEKLİĞİN DIŞINDA
Hiç bütün hayatınızın koca bir yalandan ibaret olduğunu hissettiğiniz oldu mu? Etrafınızdakilerin
gerçek ya da sandığınız gibi olmadığını, bildiklerinizi başkalarının bilmediği ya da bilmek istemediğini…
Diğer bir deyişle herkesten ayrı bir dünyada yaşadığınızı… Dünyanın en zor mücadelesi insanın kendi ile
verdiği mücadeleymiş. Ancak bütün gerçeklik insanın kendi gerçekliğinden farklı, apaçık bir şekilde
dururken, bu mücadeleyi vermek mümkün müdür?
Kimsenin bilmediği bir dünyada yaşamak tamamen bir hastalıktan ibarettir. Zihinsel bir problem
olsun ya da olmasın, kimsenin bilmediği bir hayat demek kendi algını kandırmak demektir ve bu hayatın
sonuçları yıkıcıdır. İnsanın hemen kendini toparlaması gerekir. Bu ancak iki yol ile mümkün olabilir. Ya
kişinin rızası olmadan kişiyi tedavi etmek ya da kişinin kendi kurduğu dünyanın yalan olduğunu ona kabul
ettirmektir. Bazı insanlar buna karşı çıkar, kabul etmezler çünkü gerçek dünyanın kendi kurdukları
dünyadan daha kötü olmasından korkarlar. Bırak en azından orda mutlu olsun, derler bu şekilde
düşünenler için. Ancak mutluluğun yalan olanı gerçekten de yaşamaya değer midir ya da o kaderi uygun
gördüğünüz insanın aklı başında olsaydı bunu ister miydi? İnsan ne olursa olsun mutlu olmak ister.
Bunun yolu kendi kurduğu dünyada yaşamak, olmayan ama olmasını çok istediği insanlarla zaman
geçirmek, belki de çevresindeki insanlara farklı anlamlar yüklemek ise, bana kalırsa kesinlikle istemezdi.
John Nash de bu yüzden bütün gerçeklik gözünün önünde dururken, hayali arkadaşını bırakmayı
reddetmemiş miydi?
İnsan yaşarken fark etmese de mutlu olmak her zaman gerçek anlamda mutluluk getirmeyebilir.
Kurgu bir dünyada yaşamak, gece rüya görmekten farksızdır. Rüyadan uyanmak istemeyiz. Fakat her
güzel şeyin bir sonu olduğu gibi rüyaların da bir sonu vardır ve uyandığımızda keşke hiç uyanmasaydım,
deriz çünkü gerçekler rüyadan sonra çok ağır gelir insana ve zarar verir. Ama bunun gerçekten de zararlı
olduğunu düşünenler yanılıyordur. Gerçek belki de yaşamaya değer tek şeydir. Bir kelebek bile kozadan
çıkarken çok zorlanır, çıktıktan sonra ise belki de dünyanın en güzel çiçeklerini görür. Bu, hayatımızda
hiçbir güzel şeyin kolaylıkla olmadığının bir kanıtı değil midir? Hele ki hayatımızda yanlış bir şeyleri hatta
belki de bütün hayatımızı değiştirmek istiyorsak kesinlikle uğraşmamız gerekir. Uğraşmak, emek
harcamak acıyı da getirir peşinde. Her insan bu yükü tek başına kaldıramaz. Tek başına kaldıramayanlar
için her şey kader ya da şanstan ibarettir çünkü herkesin karşısına Alicia gibi biri çıkmayabilir. John Nash
kendisini öyle görmese de aslında şanslıydı. Alicia onun belki de hayattaki en büyük şansıydı; yükünü
paylaşacak birini bulmuştu ve bu onun gerçeklere dönmesini sağlamıştı.
Örneklerini sıkça görüp okuyorum aslında kendi görünmez dünyalarında yaşayan insanların.
Varlıklı olduğu için kendisiyle arkadaşlık kuran insanlar arasında sahte bir mutluluk yaşayan zengin
insanlar zenginliği onları terk edene kadar gerçeği görmüyor; para onları terk ettiği zaman etrafındaki
herkes kendisi vebalıymış gibi ondan uzaklaşıyor. İşte o an saf gerçeklerle baş başa kalıyor ve tek başına bu yükün altından kalkamıyor insan. Bu yüzden, eğer bu gibi insanların karşısına Alicia gibiler çıkmaz ise
gidecekleri yer hep aynıdır. Uçurumun dibidir gidecekleri yer. Fakat Alicia gibiler sadece yükümüzü
paylaşırlar. Bundan sonrası yani gerçekliğe dönmek ya da dönmemek bizim elimizdedir ve dönmek
istiyorsak yapmamız gereken şey aslında basit ama hayat kurtaran bir gerçeğe inanmaktır. Mantığımızdır
bu gerçek.
|
281 | TAŞA VURULAN DARBE
İnsanı olduğu kişi yapan ve onu bulunduğu konuma getiren etmenlerin neler olduğunu sıklıkla kendime sorarım.
Bu bir bakıma kendimi de tanıma amacıyla gerçekleştirdiğim bir eylemdir. Genellikle çevresinde gördüğü
olaylardan, o olaya sebep olan insanlardan çıkardığı dersler sonucunda kişilerin kendisini geliştirdiğini
düşünürdüm. Belki gerçekten de öyledir; benim algılamak istediğimden farklı bir şekilde.
Bize izlettirilen, okutulan kitaplarda görürüz: Kahraman hayatının dönüm noktasındadır ve henüz yeterince
olgun değildir, hata yapmaya müsait bir yapısı vardır gibi özellikleriyle sunulur alıcısına. Ardından öyle olaylara
şahit olur ki altmış dakikanın, iki yüz sayfanın sonunda bambaşka bir insan olup çıkar. Böyle durumlarda acılar
çektiğini fark ederiz ancak çektiği acıların onu ne denli etkilediğini, üzerinde bıraktığı izleri tam anlamıyla
algılamamıza fırsat verilmeden destek alabileceği yakınlarına koşmuştur. Eğer o gitmiyorsa, diğerleri ayağına
kadar gelmiştir. İtiraf etmeliyim ki benim gibi hayatında yenilikler yapmaya hazırlananlar için oldukça cesaret
verici eserlerdi, gerçeğe atılınca tatlı yalanlarla dolu birer hayalin yansımasından başka herhangi bir şeyin
temsili olmadıklarını gördüm. Yazarları, senaristleri veya oyuncuları suçlayamam, üstüme vazife değildir. Onlara
verilen süre zarfında müşteriyi memnun edecek dramlar veya komediler hazırlamak zorundalar. Kendinizi çok
kaptırmadığınız sürece vakit geçirmek için oldukça hoş yapımlardır.
Gerçek hayat ise kişinin şekillenmesi için bundan çok daha uzun ve acı verici yollar düzenler. Yaşam her daim
güneş ışıklarıyla yıkanan yemyeşil çimenleri önümüze sermiyor, kötü günler geldiğinde ise koşarak rahatlıkla
başınızı omzuna yaslayabileceğiniz arkadaşlara sahip olmuyorsunuz. Aileniz sonsuza kadar desteğiniz
olmayacak. Aslında tek başınıza olduğunuzu anladığınız an bazı şeyler değişmeye başlıyor. Öyle ki darbe
aldığınızda sırtınızı yaslayacak başkalarını değil, sağlam duvarları bile bulamıyorsunuz. Dik durmayı öğrenmeniz
gerekiyor. Gördükleriniz, duyduklarınız hepsi birer fikir halini alıyor kafanızda. Hareketleriniz buna göre
şekillenmeye başlıyor. Çoğu kişi buna çevrenin etken olduğunu söyleyebilir ancak ben, bu noktada farklı
düşünüyorum.
Elbette kimsenin uğraşmak zorunda kaldığı zorluklar tamamen aynı değil,
hepimiz bizleri yıpratacak bir takım farklı durumlarla karşılaşıyoruz. Yine de
genel bir bakış açısıyla ele alındığında, her ne kadar anlaşılması zor olsa da
çoğumuzun yaşadıkları benzer problemlere çıkar. Her insan bundan farklı
şekillerle etkilenir; birinin önemsemediği, bir başkasını gözyaşlarına boğabilir.
Peki ya etkilenme seviyesini farklılığa ulaştıran nedir? Bir kez daha, insanın
kendisidir. Bazı insanlar kendilerini diğerlerinden daha sağlam yontabilir.
Heykelin resmine baktığımda gördüklerim bunlar oluyor. Adamın eline aldığı
çekiciyle kendisine nasıl şekil verdiğine bakıyorum. Hayatımızın ilk
dönemlerinde hepimiz birer taş yığınından ibaretiz. Hayır, diğerleriyle
tamamen aynıyız diyemem, sonuçta hiçbir taş birbirinin benzeri değildir;
kendimize has bir görünüme sahip olsak da tıpkı taşlar gibi köşelerimiz belirsiz, tam olarak ne olduğumuzdan
veya olacağımızdan bihaberiz. Zaman ilerledikçe ise düşüncelerimiz ortaya çıkıyor, bunlara bizi olduğumuz kişi
yapan çekicimiz diyebilirim. Çekiçle heykelin bütünlüğü, zihnimizde bir türlü susmak bilmeyen sesimizle olan
bağımızı anımsatıyor. Giderek sıradan bir kaya parçası olmanın ötesine geçiyoruz, düşüncelerimizle birleşen
acılarımız, keşiflerimiz olmak istediğimiz şekli ortaya çıkarıyor. Asıl şeklimiz değil, asıl şeklimiz belki de bambaşka
bir görünüme sahiptir ancak çekiç elimizde olduğu sürece ortaya çıkan da bizim, kendi eserimiz olacaktır.
Kendimize vurduğumuz her darbe belki de can yakacak, yine de bazı acılar çıkacak sonuca değer. Yalnızca dikkat
etmemiz gereken bir nokta var ki çekici ne kadar kuvvetli vuracağımız da bizim elimizde; ne kendimizi kıracak
kadar sert, ne de etkisini yok edecek kadar hafif olmalıyız. Her şey kendi ayarında güzel.
Kaynaklar
Resim: http://www.bobbiecarlylesculpture.com/SelfMadeMan.php |
282 |
Düşünceli 1
Muhammet DÜŞÜNCELİ
21301613
TURK101-20
Başak Berna CORDAN
09.12.2014
HEPİMİZ GİBİ
Hiç şüphe yok ki yüzyıllar boyunca envai çeşit milletten milyonlarca insana ev sahipliği yapan,
izzeti ikramda bulunan, kucak açan, yetiştiren Anadolu coğrafyası birbirinden ilginç, rengarenk ve
karmaşık tiplemeler barındırır. Kah Şark veyahut Anadolu kurnazları kah evliyalar olsun, kah
üçkağıtçılar kah ermişler olsun, açıkgözler ve işi bambaşka boyutlara taşıyan Zübükler… Nedir Zübük?
Kimdir Zübük? Zübük: halk arasında kendi çıkarları için her yolu mubah sayan kişi için kullanılan
deyimdir.* Kısaca menfaatçi, düzenbaz, dalavereci, uyanık kişiler için sarf edilen sözdür. İşin gerçeği
zübük kelimesi dağarcığımıza Aziz Nesin’in unutulmaz eseriyle birlikte gelmiştir. Üstad Nesin kimi
veya neyi işaret etti bu ifadeyle bilinmez ama zübük kelimesi Zübükzade İbraam Bey’in babası
Zeybekzade Kara Yusuf Paşa’dan gelmektedir, Nesin eserinde Zeybek kelimesini evirip Zübük
yapmıştır.
Anadolu! Ah Anadolu! Güzel Anadolu! Böylelerine çok ev sahipliği yapmıştır Anadolu. Esasen
ev sahipliği yapmaktan çok öte, bizzat yetiştirmedir Anadolu’nun yaptığı, zübükler Anadolu’nun öz
kendi evlatlarıdır. Anadolu’da yetişir böyleleri, kendisinin bile camiye hiç yolu düşmezken kasabaya
okul yerine ikinci bir camiyi yapmak isteyenler bu topraklarda filizlenirler ve bu kültürde büyüyüp
gelişirler. Aslında bu sebepten, hepimizde bir parça zübüklük vardır. Çünkü parçası olduğumuz bu
topraklar birer zübük olarak yetiştirir hepimizi. Zübük karakterini canlandıran Kemal Sunal’ın aynı adlı
filmde gazeteciyle arasında geçen diyalogda “…hem bu memlekette bir tek zübük ben miyim? Aslında
hepimiz birer zübüğüz. Zübük olmaya zorlanmışız.”** Sözlerini sarf etmesi durumumuzu en iyi
açıklayan ifadelerden birisidir.
Aziz Nesin’in fevkalade anlatımlarla bezenmiş romanına gelirsek, kimler yok ki bu romanda!
Belediye seçimlerinde Zübükzade’ye rakip çıkan Avukat Burhan Bey, düzinelerce metre kumaştan
Zübükzade İbraam’a kıyafetler diken terzi Cemal, iki köy arasındaki yayla husumetini çözmesi için
Zübükzade’ye para yediren Alucanlı Sabr’ağa, ‘şehit düşer, herkes bizi lanetler’ diyerek namaza duran
Zübükzade’yi vurmayan ancak namazın bitmesini beklerken kabristanda rakı içen Kör Nuri ile Deli
Celil ve daha nice zübükler var bu romanda. Akıllarınca hepsi birbirinden kurnaz, birbirinden uyanık,
işini yürütmeyi bilen insanlar, hepsi apayrı birer zübük. Öyle ya, Zübükzade’den medet umduklarına
göre hepsinin işinde bir dalavere… Kimisi bir tanıdığını bir makama, mevkiye yerleştirmek ister, kimisi
diğer köyle arasındaki husumeti ‘yukarıdan’ çözdürmek ister. Peki, bunları ‘yukarıdan’ kim çözebilir?
Kim olacak, rüşvetin, adam kayırmanın, işgüzarlığın, dalaverenin vücut bulmuş hali Zübükzade İbraam
Bey! Düşünceli 2
Zübükzade İbraam Bey küçük bir kasabada yaşamaktadır, fakat devamlı olarak şehre gider,
sözde eş, dost, akraba ve köylünün sorunlarını çözmek için ‘yukarıdakilerle’ temas halindedir. Katiyen
bir şehirli değildir lakin bir köylü de değildir. Kırsal hayatın insanı ile kentsel yaşamın insanı arasındaki
ince bir çizgidedir, ikisini de görmüş, yaşamış ve Şark kurnazlığı, Anadolu kurnazlığı dediğimiz her
türlü oyunu, hileyi yaparak köylülere kendini şehirli gibi göstermektedir, tam da ataların dediği gibi
‘kağnı gölgesinde yürüyüp de onu kendi gölgesi sanan ittir Zübükzade. Tam olarak onu diğerlerinden
ayıran, farklı kılan ise budur. Yanında yürüdüğü kağnıya yakından bakmış, yol yordam öğrenmiştir.
1961 yılında ilk basımı yapılan Nesin’in bu eserini bir kenara bırakıp kendimize dönüyoruz
tekrar. Kendimize bakıyoruz, çevremize, ülkemize, etrafımızdaki zübüklere. Roman çağını aşmış,
bugünleri görmüş diyoruz. Zamandan münezzeh bir eser. Zübükler dün de varmış, bugün de varlar,
yarın da olacaklar diyoruz. Bu coğrafyanın, bu kültürün yazgısı bu! Ne yapmalı peki bu zübüklerden
kurtulmak için diye sorarken, Kemal Sunal’ın etkileyici sesi çalınıyor tekrar kulağımızda: zübüklerden
kurtulmanın birinci çaresi, önce kendimize bakmak, kendi zübüklüğümüzden kurtulmaya
çalışmaktır.** Sahi, ne demiştik yazının başında? Hepimizde bir parça zübüklük var, uzakta aramaya
gerek yok, her sabah baktığımız aynalar biz zübüklerin ta kendisini göstermiyor mu?
*http://zubuk.nedir.com/
**http://www.youtube.com/watch?v=MpGc2KN8d_k |
283 | Elif Beril Şaylı
Bilginin Önemi
İnsanoğlunun neslinin tükenmemesinin nedenini hiç merak ettiniz mi? Bence oldukça ilginç bir
konu. Nesillerdir devamlılığını sağlamayı başarmış insanoğlu, azalmamış, hatta artarak yoluna devam
etmiş. Doğal afetlere, salgın hastalıklara, insanların kendi aralarında sürdürdüğü acımasız ve amaçsız
savaşlara bakarsak binlerce yıl önce insan nesli yok olmalıydı. Devamlılığının sırrı aslında çok açık. İnsan
her zaman aklını kullanmış, hiçbir zaman öğrenmeyi durdurmamış ve bilginin devamlılığını sağlamış.
Elindeki bilgiye, yeni bulguları eklemiş, fazlalıkları atmış ve onu elinden geldiğince geliştirmiş. Bilgilerini
kullanarak her şeye rağmen hayatta kalmayı başarmış. Elde ettiği bilgiyi geliştirmiş, bilgiyi geliştirdikçe
kendi de gelişmiş ve sonuç olarak bilgi sayesinde, kendini değişen durumlara, felaketlere ve sonunu
getirebilecek her şeye karşı korumayı başarmış. Geliştirdiği bilgilerin ışığında, hayatını inşa etmiş ve onu
hayat standartlarını geliştirmek için kullanmış. Her bir bilgiyi hayatının temeline koymuş.
Temeldeki bilgiler çoğaldıkça ve geliştikçe insanda gelişmiş. İlkçağdan bugüne kadar
insanoğlunun kat ettiği yol, gerçekten mucizevi. Tekerleği bulan insanoğlu, sadece tekerleği bulmakla
yetinseydi bugünlere gelemeyeceğini düşünüyorum. Tekerleğe ait bilgisini alıp onu geliştirdi ve tekerlekle
yollar kat etti, dağlar aştı ve dünyadaki tüm doğal kaynaklara, tüm insanlara ulaştı. Bugün vazgeçilemez
olarak gördüğümüz araba, televizyon, telefon, uçak ve daha birçok gelişmiş icat bu bilgilerin ve bilgiler
tarafından yoğurulan dahi insanların eseri. Rob Gonsalves’ın insanın bilgiyle ilişkisini çoktan çözmüş usta
bir ressam olduğunu düşünüyorum. Towers Of Knowledge tablosunda, başarılı çizimiyle birlikte, insanın
bilgiyle olan esrarengiz ilişkisini bizlere gösteriyor. Hayatımızın devamlılığını bilgi üzerine kurduğumuzu
anlatıyor. Hayatımızı bilgi üzerine kurduğumuza göre yine gelişmek için bilgiye ihtiyacımız olduğunu
vurguluyor. Gelişim ve değişimin sonu olmadığını düşünüyorum ve her zaman hayatlarımızı daha iyi bir
halegetirebiliriz çünkü her seferinde bir öncekinden daha iyi olabilir. Örneğin, telefon hayatımıza girmeden
önce telefonun hayatımızı bu kadar kolaylaştıracağını bilemezdik. Sonsuz bir döngü gibi görünüyor ama
gerçek bu. Kitaplara, çalışmaya ve üretmeye ihtiyacımız var. Bir şeyler inşa etmek ve hayat
standartlarımızı iyileştirmek için bilginin gücünü kullanmalıyız.
İnşaatımızın hammaddesi olan bilginin gücü, bugün insanların ve ülkelerin gelişmişlik düzeyini
belirliyor. Ülkeler, bilgi ya da bilgileri sayesinde, ürettiği ürünleri satıyor ve bilgi satın alıyorlar. Bir toplum
ne kadar bilgiye sahipse ve bu bilgileri ne kadar kullanabiliyorsa o kadar gelişmiş kabul ediliyor. Gelişmiş
ülkelerin gücü; sahip oldukları askeri, ekonomik, teknolojik bilgiye bağlı olarak artıyor veya azalıyor. Artık
toplumlar sahip oldukları toprak parçasıyla değil sahip oldukları bilgi birikimleriyle savaşıyorlar. Bence
buna en güzel örnek Japonya çünkü coğrafi açıdan sahip olduğu olumsuzluklarına ve İkinci Dünya
Savaşı’ndan kalma ağır hasarlarına rağmen sadece bilgi birikimini ve bilgiyi kullanarak büyük ülkelerle
yarışmaktadır. Fakat bizim toplumumuzun, bilgiye verdiği önemin ne yazık ki yeterli olduğunu
düşünmüyorum. Bilginin gücü bu kadar açıkken, neden yeterli önemi vermediğimizi aslında
anlayamıyorum. Bilgiyi gerektiği kadar yayamıyoruz, önemini anlatamıyoruz. Üstelik günümüzde bilgiye
ulaşmak geçmişe kıyasla oldukça kolay. Kitaplar, kütüphaneler, bilgisayarlar ve en önemlisi internet
bilgilerini bizlerle paylaşmak için hazır bekliyorlar. Bu kadar kolay olmasına rağmen, toplumumuzda çoğu
insan bilgi edinerek geçirebilecekleri değerli zamanlarını televizyon karşısında verimsiz geçiriyorlar.
Kısacası bilginin, insan hayatının devamlılığını sağladığının farkındayız. Bu bilgi ışığında
devamlılığımızı korumak için çaba harcamalıyız. Toplum olarak bilgiye verdiğimiz önemi arttırmalıyız.
Bilgisizlik toplumumuz için çok önemli bir sorun. Bu sorunu çözmek istiyorsak bilgiyi doğru eğitimlerle
harmanlayarak paylaşalım ve çoğaltalım. Gelişim ve değişim için çaba harcamalı ve bilgiyi kullanmayı
öğrenmeliyiz. Gelecek nesillerimizin, önünü açabilmek ve toplumumuzu daha ileri taşıyabilmek için
bilgiye ve bilgili insana, ihtiyacımız var.
Kaynakça
Rob Gonsalves. Towers of Knowledge .2003. Saper Galleries.ABD |
284 | Tuğla Tuğla The Wall
Dirseklerime kadar sıvaya batmadan önce The Wall’un benim için ne olmadığından
bahsetmeliyim. The Wall içerisinden bir iki parça beğenip tekrar tekrar bu parçaları
dinleyeceğiniz herhangi bir albüm değildir. The Wall keyifli bir günde hadi bir 45’lik koyayım
diyeceğiniz bir albüm değildir. The Wall bir yandan başka bir işle uğraşırken arka plan
gürültüsü yaratsın diye açtığınız bir parça müzik değildir. The Wall, 1979 yapımı bir
başyapıttır. Travmatik olaylar yaşayan insanlar genel olarak kendi içlerinde, geleceğe karşı
korunma mekanizmaları yaratırlar. Problem şu ki bu korunma mekanizmaları genelde
dünyayla olan ilişkimize bir mesafe koyar. Etrafımıza bir duvar örer, içindeki boşluğa bütün
öfke, nefret, pişmanlık, acı gibi duygularımızı koyarız, ta ki bir gün bu duvar yıkılana kadar.
Yıkıldığında ise bütün hiddetimizi etrafımıza salmış oluruz. The Wall, bu duvarı, kişinin
kendini izole edişini ve kendini topluma yabancılaştırmasını ortaya koyar.
Albüm yazarıyla beraber incelemek gerekirse, Roger Waters’ın birçoğunun zorlu
diyeceği bir hayat sürdüğü bir gerçek. İkinci Dünya Savaşı’nın etkilerinin sürdüğü bir
dönemde dünyaya gelmiş, daha çocuk iken babasının kaybı ile başlayan yolculuk, aşırı
korumacı bir anne ve sadakatsiz bir eş ile devam etmiş. Şarkıların lirikleri detaylı olarak
incelendiğinde ve vokallerdeki tonlamalar dikkate alındığında bu zorlukların izlerini ne kadar
ustaca sanatına aktardığı görülebiliyor. Ben de bu yolculuğa Waters’ın babasının kaybıyla
başlıyorum denilebilir. Nitekim acısı başta olmak üzere bütün yoğun duygularını bu denli
ustaca sanatına aktarmış olması benim neslimi onun yolculuğuna yoldaş ettiği gibi
önümüzdeki nesillerin de kalbini kazanacak. Yeni neslin büyük bir kısmı bu yapıt ile lise
döneminde tanışır. The Wall, agresif ve anarşizme yatkın olduğumuz, hormonlarımızın
oldukça yüksek seviyelerde seyrettiği bu dönemlerde, öğretmenlere ergenlikle gelen öfkenin
bir kısmını kusma şeklimizdir. Ben Pink Floyd ile tanıştığım da ilkokul ikinci sınıf
öğrencisiydim. Dolayısıyla bu yapıtı anlamaya çalışmak ve anlayabildiğim kadarını
hazmetmek için bir hayli vaktim oldu. Düşününce ben 8-9 yaşlarında iken 21-22 yaşlarında
elimden tutan, hayata dair bana resimler gösteren bir ağabey gibi.
Albümdeki her bir şarkı duvardaki bir tuğla gibidir ve her bir tuğla bir hayat hikayesi.
The Wall’dan bahsederken hep bütünü ele almak gerektiğine inanıyorum nitekim birkaç
tuğla çıkardığımız takdirde duvar yıkılacaktır. Albümle ilgili en çarpıcı detaylardan biri belki de
ilk şarkısının “Burası değil miydi?” diye başlayıp, son şarkısının “Geldiğimiz yer” şeklinde
bitmesidir. Oluşan dairesel döngünün, hayatın kendini tekrarlayan boş bir uğraşı olduğuna
dair kötümser bir yorum olduğu söylenebilir. Genel olarak bütün albüm kötümser ve
melankolik bir temadadır. Protagonistin doğumundan itibaren kendisinin ve toplumun yoğun
çabalarıyla etrafına ördüğü duvarla beraber toplumdan ve toplumsal olaylardan
uzaklaşmasını anlatır. Aslında başta The Wall keyifli bir günde dinlenmez demiş olmamın en
büyük sebebi, kulaklıkları taktığınız anda bahsi geçen protagonist siz olursunuz. Her tuğla
yazarın hayatında olduğu gibi sizin hayatınızdan da bir yansıma taşır. Her şarkıdan yaşanmışlık akar
sanki bir zaman makinesinin içerisinde geçmişte bir yolculuğa çıkmışçasına.
Ben hikaye ilerledikçe bütün depresifliğin, melankolinin arkasında su yüzüne çıkmaya çalışan
bir umutla karşılaşırım. Acaba hala bir şeyleri değiştirecek gücüm ve zamanım olup
olmadığını sorgularım. Birinci diskten ikincisine geçiştir bu. Saat sabah beşe geliyordur ve
hava yavaş yavaş aydınlanmaya başlıyordur. Bana hep anonim alkolikler tarzı destek
gruplarının “Günde bir gün.” şeklindeki yaşam felsefesini hatırlatır. Kimisi, yeni bir günün
doğuşuyla büyük bir dalganın gelip kumda bıraktığımız bütün izleri silmesinden ölümüne
korkar iken, kimisi o günün doğmasının umudunu bekleyerek yaşıyor. Bu duygu, albüme
verdiğim her saatin bana hayatımın birkaç ayını geri verdiğini hissettiriyor. |
285 | Bora Baş
HAYAT VE SEYİRCİLERİ
Bir canlının gözlerini ilk açışı ile son kapayışı arasında geçen küçücük dilime “hayat” adı
verilir. Hiç durmayan bir saat gibi işleyen zaman da bu aralıkta binlerce farklı şey yaşatır, sayısız
değişik şey gösterir canlıya. Bu nedenle bence hayatın başrol oyuncusu zamandır. Baştan sona
kesilmeyen, aksamayan ve kontrol edilemeyen zamanın yanında tüm diğer canlılar ise ancak bir
seyircidir aslında. Kendi hayatlarına istedikleri kadar yön verseler de aslında bu süre içinde
kontrol edebildikleri şeyler yaşadıklarının milyonda biridir.
Bu sebeplerle canlıların birer izleyici konumunda olduğu kabul edilir ise, gözler bu
hayattaki en önemli silahtır onlar için. Murathan Mungan da Solak Defterler adlı kitabındaki
“Ağacın gözleri” şiirinde bu durumu benzetme yolu ile işlemiştir. Giriş kelimeleri, “kesidine bak
içindeki halkaların” şeklinde ağacın yaşını belirten halkaları kasteder. Ağaçlar yeryüzündeki en
yaşlı ve en durgun canlılardır. Bu nedenle de en iyi seyirci aslında onlardır. Başlıkta da
kullanıldığı gibi, bir ağacın gözleri en çok şeye tanık olmuş zamanı en ağır yaşamış şeylerdir o
yüzden. Hareket etmek, konuşmak, kendini ifade etmek gibi özelliklere sahip değillerdir.
Tomurcuklarını ilk açtıkları dönemden köklerinin kuruduğu evreye kadar tüm hayatlarında
sadece zamanın kurbanı olmuş ve başlarına gelen, etrafta yaşanan şeylere tanık olmuşlardır.
Daha sonra ağaçlar için “yaşar gibi değil, seyreder gibi” ve “ağaç gibi kabullenmek”(Mungan,
2016) kelimelerini de kullanan Mungan bu kanılara da destek çıkmıştır.
Fakat hayatın tek seyircisi ağaçlar değildir. En somut örnek onlar olsalar da, tüm canlılar
birer seyircidir ve insan da şüphesiz ki bunlardan biridir. Diğer canlılara üstünlük sağlamış ve
düşünme yeteneğinin fazla olması sebebiyle onları ezmiş olsa da zamanın karşısında insan da
yenik düşer. Zaman bazen insanı mutlu eder, bazen ise yaralar. Bazen heyecanlandırır, umut
verir, bazen ise içini karartır hüzünle kaplatır. Sonuç olarak kontrol hep zamandadır. İnsan
zamanı ne yok edebilir, ne durdurabilir ne de biraz olsun hızını değiştirebilir. Murathan
Mungan’ın şiirinde bahsettiği asıl konu da insanlardır zaten. Ağaç benzetmesini insanlar için
yapar. “…solgunlaşıp uzaklaşan her şey gözlerinin önünde, ayaktasın seyrettiğin manzaranın
içinde…”(Mungan, 2016) bu dizelerde insana seslenir. Tüm insanlığa değil ancak zamandan
ağzının payını almış, zamanın akışına ve yaşattıklarına yenik düşmüş birilerinedir bu söylem.
İstemediği şeyler olan, genelde aşk acısı veya hasret duyguları ile yanan insanlara seslenir. Onlar zamana karşı en büyük yenilgiyi alanlardır zaten. Çünkü belki de en çaresiz durum onlarındır ve
çaresizlik insanı zamana karşı tam bir seyirciye çevirir. Kavuşanlar zamanı durdurmak isterken
kavuşamayanlar zamanı hızlandırmak ister. Ayrılanlar geri almak isterken hiç kavuşamayacaklar
da yok etmek ister belki. Fakat hepsinin tek yapabildiği bu dileklerine aldırış etmeyen zamanı
kabullenip yaşamak ve hayatı seyretmektir. Mungan’ın dizelerindeki insanın seyrettiği manzara
da hayatın ta kendisidir zaten. “kendi hızıyla eskiyen” tabirini kullanır bunun için de. Hayatın
motorudur bir nevi zaman ve kimse dokunamaz. İnsanın belirlediği değil, kendi hızı ile eskir
hayat ve bu hız da zamandır. Mungan’ın kelime oyunları ve benzetmeleri şiirinde çok etkili ve
hızlı bir şekilde işlemiştir ağaç, insan ve zaman kavramlarının bu derin ilişkisini.
Sonuç olarak atılan her adım, verilen her karar önemlidir ancak hayatın gerçek
kontrolcüsü insan değil zamandır. Herkes Mungan’ın dizelerindeki bir aşık kadar etkilenmese de
zamandan, herkesin hayata seyirci olduğu zamanlar vardır. İnsan da bir ağaç kadar etkisiz
olmasa da, hayat üzerinde asla bir oyuncu değil, diğer her canlı gibi bir seyirci olacaktır her
zaman.
Kaynakça
Mungan, Murathan. “Ağacın gözleri”. Solak Defterler. Istanbul: Metis, 2016.
http://www.insanokur.org/solak-defterler-murathan-mungan/ |
286 |
Fatma Selin Sevim 1
TURK 102
Gün Işığına Hasret Hayatlar
İnsanın içi ürperiyor düşündükçe yerin kilometrelerce altında çalışan işçileri.
Kapitalist dünya düzeninde ezilmeye, dışlanmaya uzun yılar boyunca mahkûm edilmiş
emektarla onlar. Émile Zola’nın Germinal adlı eserini okuduğum zaman bu düşüncelerim gün
yüzüne bir kez daha çıktı. Fakirlerden her seferinde biraz daha alıp zenginleşmeye devam
eden ve kendilerini üst tabakadan ziyade ‘üst insan’ olarak gören zenginler olduğu sürece bu
düzen böyle devam edecek. Belki birkaç yüzyıl daha…
“Étienne canavarın etinden oluşan günlük tayınını yuttuğunu görüyordu, asansörler
hiç durmadan inip çıkıyor, lokmaları kolayca yalayıp yutan o doymak bilmez devin
gırtlağından aşağı insan taşıyordu.”(Zola, s.37)
Günler, aylar, yıllar akıp gittikçe zenginler daha çok kazanmaya, işçiler ise daha çok
kaybetmeye alışıyor aslında. Hak ettikleri parayı kazanamadan kaybediyorlar. Daha da
önemlisi ağır çalışma şartlarından dolayı fiziksel sağlıklarının yanı sıra akıl sağlıkları da
bozulmaya başlıyor. Yeri kilometrelerce alta kazmaya başladıkları andan itibaren
sağlıklarından, umutlarından ve hayallerinden uzaklaşıyorlar birer birer. Tıpkı gün ışığını
arkalarında bırakıp sonsuz karanlığa doğru yürüdükleri gibi. Gün ışığı yerine karanlığı, 2
kaybettikleri umutları yerine ise bir kuru ekmeği tercih ediyorlar çaresizce. Ne de olsa dünya
düzeni ‘ezen ve ezilen’ ilişkisini gerekli görüyor. Öyle ki, daha çok kazanabilmek adına bazı
insanların kendi mezarlarını çoğu zaman bilinçsizce kazmasına müsaade ediyor, hatta buna
mecbur bırakıyor…
“Özgür oldukları söylenerek işçiler bir köşeye atılmıştı, evet, onlara açlıktan ölme
özgürlüğü tanınmıştı, onlar da bu özgürlüğü doyasıya yaşıyorlardı. Seçildikten sonra
yoksulları eski çizmeleri kadar önemsemeyen ve ceplerini doldurup keyiflerine bakan
alçaklara oy vermek karın doyurmuyordu.”(s.163)
Acı ama gerçek bir tespit. Emekçilerimizin sahip olduğu tek özgürlük açlıktan ölme
özgürlüğü. Çalıştıkları karanlık çukurdan bir daha hiç çıkmama özgürlüğü... Eserde işçilerin
sefalet ve acı dolu hayatını, kasabaya yeni gelen Étienne adlı mevsimlik işçi fark etmekte ve
açlıktan kırılan işçi ailelerini görünce harekete geçmek gerektiği konusunda diretmektedir.
Fakat zenginiyle fakiriyle kölesi olduğumuz kapitalist düzen beklenildiği üzere bu hareketin
başarıya ulaşmasını engeller ve insanlara acı dolu günler yaşatır. Ancak benim fikrime göre
başarı sadece form değiştirmiştir. Hareket emekçilerin istediği iyi hayat şartlarını sağlamamış,
olsa bile, dünyanın acımasız düzenin farkına varmasına ve umudun asla sönmemesine sebep
olmaktadır.
“Kan mı bu? Hayır, kömür tozu… İçimde ölene dek beni ısıtacak kömür var.”(s.9)
Germinal’i okuduktan sonra özellikle bu satır sebebiyle aylar önce Soma faciası ile
hissettiğim keskin acı yine yokladı yüreğimi. Ve yine bu ahlaksız düzene isyan etmeme sebep
oldu. Aslında içimizi burkan Soma faciası ile birlikte çoğu şeyin farkına varmıştım. İşçinin,
emekçinin neler çektiğini ilk o zaman anlamıştım. Kayıplarımızı düşünüp ağlamıştım
saatlerce. İnsanlığa olan inancımı ve güvenimi bir anda kaybetmiştim. Kendimi yalnız
hissettim. Sonsuza dek yalnız kalmak istedim. Sonrasında, ruhumun en derinlerinde çaresizlik 3
duygusuyla karşılaştım. Elimden bir şey gelmediğini, insanlarda para kazanma hırsı olduğu
sürece bu durumun bu şekilde devam edeceği gerçeğini fark etmiştim. Bu yüzden
kaybedeceklerimizi düşünüp bir kez daha ağlamıştım. Ne kadar üzülmüş olsam da bir süre
sonra hiçbir şey olmamış gibi yaşamaya, gülmeye devam ettim herkes gibi. İnsanoğlunun
yüreğinin ne denli çabuk soğuyabileceğini ilk o zaman anladım. Ama artık eminim bu
gerçekçi eseri okuduktan, satırların arasında kaybolduktan sonra. Ne de olsa çiğ süt emmiş
insanoğlu, nankörüz…
Kaynakça:
Zola, E., & Yılmaz, S. (2006). Germinal. 7, İstanbul : Oda, 2006.
4
|
287 | Esin Koç
Hayatı Hazırlıksız Yaşamak
Yüzyıllardır düşünür insanoğlu; “Aşk nedir?” diye. Kimisi hayranlık der, kimisi duygusallık. Kimisi
içinse geçici bir hevesi ifade eder. Kimileri ise insan insana kavuşunca adı aşk değil meşk olur, aşk
sevip de kavuşamayanlar için mümkün olur derler ki çok da doğru söylerler. Bugüne kadar aşk adına
yapılmış en doğru tanım budur bence. Aşk denilen şey kavuşamamanın ta kendisi değil midir? Çünkü
hasret kalındıkça sevgiliye bir kor ateş gibi büyür yürekte aşk. Bu yüzdendir ki; en güzel şiirler hep
uzakta olan sevgiliye yazılır, en duygulu şarkılarsa sevip de kavuşamayanların bestesidir. Gerçekçi bir
bakış açısıyla buna elde edilemeyenin çekiciliği deriz, romantik bakarsak da adı imkansız aşk olur. O
imkansızı mümkün kılmak için sesimizi duyurmamız gerektiğine inanırız. Bu yüzden bazılarımız kaleme
sarılır duygularımızı yazarak ifade ederiz, bazılarımız şarkılar besteleriz, bazılarımız ise resim yaparız.
Peki ya sevdiğimiz yanımızda olsa, tıpkı hayallerimizdeki gibi bir bütünü yarım olarak
tamamlayabilsek yine aynı şekilde hisseder miyiz? Günümüzdeki en büyük ilişki sorunu kadınların,
erkeklerin romantik olmamasından şikayeti; erkeklerin ise kadınların kaprisinden şikayet etmesi değil
mi? Yokluğunda varlığı ile ilgili hayaller kurduğumuz, her lahza aklımızı meşgul eden kişiyi elde edince
neden bu romantikliği bırakıyoruz? Ya da şöyle sorayım: Yeter ki yanımda olsun ne isterse, ne derse
yapacağım gibi cümleler kurarken o kişiyi hayatımıza alınca neden ihmal edip egolarımıza yenilmeye
başlıyoruz? Tüm bu sorular için tek bir cevap vermek gerekirse eğer aşkın kavuşamamakla eş değer
olduğu gerçeğini rahatlıkla yineleyebilirim. Ali Lidar’ın Alengirli Şiirler adlı kitabındaki şiirleri okurken
bunu daha net bir biçimde anladım aslında.
Şiir denildiğinde aklımıza romantizm geldiği için biraz da bu romantizmi realist bakış açısıyla ele alıp
eleştirmek istiyorum aslında. Okuduğum şiir kitabında “Hayatın Provası Olmaz” adlı şiir gibi birçok
şiirin severek ayrılmanın verdiği acıyla yazıldığını düşünüyorum. “ Sevgilim denmez artık uzaktaki
sevgiliye… ”(Lidar 5) dizesinde şairin bir ayrılık yaşadığı açıkça anlaşılıyor zaten. Bir dönem bir
birliktelik yaşanmış ve sonrasında yolları ayrılmış. Peki, neydi acaba onları ayrılığa iten? Kim daha çok
sevdi? Giden mi kalan mı? Kalan en çok sevendir bence. Çünkü en zorudur kalmak. Beraber çıktıkları
yolda artık tek başınadır kalan ve durmadan devam eder aynı yolda. Nokta koyamadan biten tüm
cümleleri için… En kötüsü ise pişman olur kalan. Gitmesine rağmen suçlamaz sevdiğini. Hataların
kendisinde olduğuna inanır ve hatalarını düzeltemediği için pişmanlık duyar. Diğer taraftan giden
neden gitmiştir? Gerçekten sevmiş olsa gider miydi? Belki o da çok sevdi ama en başa dönersek giden
de elde edemediğini elde etmek için gitmedi mi? Giden gözü kara olandır. Gözü karadır çünkü bu
ayrılığın sonrasında nasıl olacağını göremeyecek kadar kararmıştır gözleri. Ayrı kalmanın verdiği
hasretle içindeki aşk alevlendiğinde başlar gidenin pişmanlığı da. Tüm bunlar her ikili ilişki için geçerli
olmasa da anlatmak istediğim şey aşkın ancak ayrı kalma durumunda mümkün olduğu aslında.
Böylece bir kez daha anlamış oluyoruz ki kavuşunca adı aşk olmuyor.
Fakat asıl önemli olan şey aşk değil, aynı yolda sevgiyle birlikte yürüyebilmektir. Çünkü aşk geçicidir
sevgi ise sonsuza kadar seninle yaşar. Şair de bize şiirin başlığında hayatın provası olmaz diyerek
yaşadığımız her şeyin bir kere olduğunu ve bu yaşadıklarımızı tekrar yaşama fırsatımız olmadığını
anlatıyor. Gerçekten inandığınız bir sevgi varsa bunun kıymetini bilin ve bugün son gününüzmüş gibi
yaşayın.
Kaynakça
Lidar, Alengirli Şiirler, İstanbul, 2015 |
288 | Merve Gül KAYA
21502235
TURK 101
ASSIGNMENT NO:4
28/04/17
HAFIZA KAYBI
Hikayeler masallar ve destanlar, yüzyıllardan bu yana kuşaklar boyu anlatılıp
kulaklarımızda yankılanan, biz fark etmesek de bizim değerlerimizi, doğru ve yanlış algımızı
ve kültürümüzü ilmek ilmek işleyip bunu gelecekkuşaklara aktaran yegane sözlü toplumsal
karakter taşıyıcılarıdır. Ataların kahramanlıkları, topluma biçilen roller ve korunması gereken
değerler bu yolla benimsetilegelmiş, özellikle küçük çocuklarda toplumsal benlik, aidiyet gibi
sonradan kazanılması çok zor olan hayati değerlerin oluşması yine bu sözlü kaynaklarla
sağlanmıştır.
Hepimizin vardır, şöyle torunlarını yanı başına toplayıp kendi geçmişiyle bu geleneksel
hikayeleri harmanlayarak torunlarının ufkunu genişletmek için can atan dedelerimiz ya da
nenelerimiz. Ben hala hatırlarım nenemin yatmadan önce her gece anlattığı değişik
hikayelerini ve o önemli ritüellerimizden biri olan gece duasını. Bu sanki ona verilmiş ulvi bir
görevmiş gibi her gece aksatmaksızın bunu yerine getirmeye çalışırdı. Sonra ne mi oldu
dersiniz? Biz büyüdük, o hikayelerle büyüyen çocuklar büyüdü; ellerine tabletler verildi, akıllı
telefonlar verildi. Her gece ‘trend topic’ olan şarkıları dinlediler, dünya genelinde yüksek
puan alan film ya da dizileri izlediler. Sonra her dönem bu film ya da dizilerdeki karakterlerin
‘moda’ olan saç tarzını uyguladılar kendilerine. Benzer tarzda kıyafetler satın aldılar,
kullandıkları kelime kalıpları bile dönem dönem aynıydı bu hayali karakterlerle. Ama
hallerinden gayet de memnunlardı, bu dünyaya hakim olmuş genç ‘jargonu’ anlayabildikleri için, bu dilden konuşup kimsenin anlayamadığı espriler yapabildikleri için kendilerini ‘cool’
kabul edip, bir başka dönemin ‘moda’ sı gelip hayatlarına yön verene dek kendi ‘erişilmez ve
benzersiz’ hayatlarına devam ettiler. Peki ya o destanlar, hikayeler, o sakin sessizlik, yarı loş
ışık; sonradan kimsenin aklına geldi mi ki tek kültürlülüğün içine bu kadar çekilmişken? Evet,
aslında elektrik kesildiği bazı zamanlar; tüm o telefonların, tabletlerin, TV’nin kapandığı,
azıcık da olsa o derin sessizliği ve sakinlik veren loş ışığın tatlı huzurunu hissettiğimizde, “Bu
atmosfere giden çok iyi bir şey vardı neydi o, neydi?” diye aranırken bir anda aklımıza
geliverir: “Anne hani şu nenemin anlattığı hikayeler vardı ya onlardan anlatabilir misin birkaç
tane?” sorusu sorulur ve o gece mum ışığında mesajlar, mailler, parlak akıllı telefon ekranları,
kafa ütüleyen onlarca ses olmadan sakinlik içerisinde o hikayeler dinlenir; o uzun süredir hiç
teneffüs etmediğimiz dinginlik, bize, aslında yaşamamız gereken hayatın bu olduğuna dair bir
iç muhasebeye yöneltir.
Dünyanın bizi içine soktuğu o derin kapitalizm, globalleşme ve tek kültürlülük girdabı
aslında biz hiç fark etmesek de bizim değerlerimizi soğukkanlılıkla ve hiç acele etmeden
bizden birer birer alıyor. Onun yerine aslında kendisinin bile tasvip etmediği, nereden geldiği,
sınırlarının kim tarafından çizildiği belli olmayan değerleri ve inançları bize altın tepsideki
zehirli bir yemek gibi sunuyor. Dünyanın tüm insanlarının aynı şekilde giyiniyor, aynı dilde
konuşuyor, aynı şekilde besleniyor ve sadece aynı değerlere sahip oluyor olması aslında ciddi
derecede endişe edilmesi gereken bir mevzu. Çünkü biz bu globalleşme adı altında
hayatımızdaki bizi biz yapan en önemli farklılıklarımızı yok ediyoruz. Neden modern insanın
giyinme çeşidi tek tip? Buna kim karar veriyor? Geleneksel giyimli birini görünce neden
yargılıyoruz? ‘Fast Food’ un bütün dünya mutfaklarına girip insanların temel beslenme
alışkanlıklarını bütünüyle değiştirmesinin ardından neleri kaybettik? Bunlar, ardında yatan
anlamları uzun uzadıya düşünülüp analiz edilmesi gereken sorular. Unutmamalıyız ki biz derin ve güçlü kültürel değerleri olan bir toplumuz. Şüphesiz ki bu yoğun kültürün oluşması
ve şekillenmesi de yüzyıllarca yıl sürdü. Aynı şekilde o dede ve nenelerimizin anlattığı destan
ve hikayeler de. Eğer dikkat etmezsek, bu oluşması yüzyıllar süren kültürümüz ve
değerlerimiz tamamen yok olabilir ve biz de hafızasını kaybetmiş bir toplum olarak kalabiliriz.
Kaynakça
Mesela, İskender PALA
|
289 | FARKLI BİR SON…/Başak Çorak
Fabllar, ders verme amacı güden, güldüren ve düşündüren manzum öykülerdir
ve ana karakterleri genellikle hayvanlardır. George Orwell tarafından yazılan Hayvan
Çiftçiliği fabl tarzındaki bir romandır.
Hayvan Çiftliği, konu olarak insanlar
tarafından uzun bir süre boyunca ezilmiş olan
hayvanların başkaldırarak bağımsızlıklarını ilan
etmesidir. Bu bağımsızlık savaşının başında
bulunan iki lider –Snowball, Napoléon- vardır.
Zorlu çabalarla elde edilen bağımsızlık
sonucunda herkesin eşit olmasını sağlayacak
belirli kurallar konulur. Fakat romanın ilerleyen
bölümlerinde bazı domuzların bu kuralları ihlal
etmeye başladıkları ve bundan dolayı ahırda
işlerin karışmaya başladığı anlaşılır.
Hayvanların en zekisi kabul edildiklerinden
dolayı ahırın kontrolünü domuzlar ele aldıktan
sonra bazıları hem güç hem de ayrıcalık
açlıklarından dolayı uğruna savaşmaya
başladıkları yoldan saparlar. İlerledikleri yol
özgürlük arayışından, güç ve ayrıcalık açlığına
döner. Daha önceleri insanlar tarafından ezilen
ahır hayvanları, şimdi ise domuzlar tarafından
ezilmeye başlarlar ve roman burada son bulur.
Romanda, ezilenin bağımsızlık uğruna vermiş olduğu savaş beni en çok
etkileyen etmendir. Elde edilen bağımsızlık romanın sonunda başka biri tarafından
(domuzlar) ahır hayvanlarının elinden alınır. Romanın sonu okuyucu derinden
etkilese de ben başka bir sonun var olmasını isterdim. Benim düşüncemdeki sona
göre ahır hayvanları, kimsenin ellerinden alamayacağı mutlak bağımsızlıkları
ulaşmıştırlar.
İşte benim düşüncemdeki Hayvan Çiftliği sonu…
“Daha yirmi otuz metre kadar uzaklaşışlardır ki, oldukları yerde kalakaldılar.
Çiftlik evinde bir gürültüdür kopmuştu. Geri dönüp hızla eve koştular ve pencereden
içeri baktılar. Evde korkunç bir kavga patlak vermişti: bağırıp çağırmalar, masaya
vurmalar, kuşkulu sert bakışlar, küfür kıyamet… Anlaşıldığı kadarıyla kavganın
nedeni, Napoléon ile Bay Pilkington’ın aynı elde maça ası çıkarmış olmalarıydı.
İçeride on ikisi de öfkeyle bağırıyor, on ikisi de birbirini benziyordu. Artık
domuzların yüzlerine ne olduğu anlaşılmıştı. Dışarıdaki hayvanlar, bir domuzların yüzlerine, bir insanların yüzlerine bakıyor; ama onları birbirlerinden ayırt
edemiyorlardı.” (Orwell Hayvan Çiftliği)
Domuzlardan ve domuzların davranışlarından çoğu zaman şüphe etmiş olan
Clover, bu görüntü karşısında ne yapacağını şaşırır. Adeta pencerenin önünde
donup kalmıştır. Şimdiye kadar hep kuralları yanlış hatırladığını düşünerek,
domuzların yaptıklarında yanlış bir taraf bulamamıştı fakat şahit olduğu o iğrenç
görüntü sonrasında, bir şeylerin yanlış gittiğini anlar.
Uzun bir süredir hayatta olup bir sürü şeyi görüp geçirmiş Benjamin’e yardım
için koşar. Hayvanlar ve insanlar arasındaki savaşa ve hayvanların yaşamış olduğu
devrime hiçbir zaman ilgi göstermemiş olan Benjamin, ilginçtir ki, Clover’ı pür dikkat
dinler. Clover, pencereden gördüklerini teker teker Benjamin’e anlatır ve emin olmak
için kendisinde bir hata olup olmadığını sorar. Benjamin, ona “Gördüklerinin yanlışlığı
kesindir ve tek sorumlusu domuzlardır. Senin kendinde hata araman ise yanlıştır.”
der. Clover’a ve yanındaki hayvanlara, anlayacaklarını umarak, neden yaşanmış olan
hayvan devrime uzak kaldığını anlatır.
“Biliyorsunuz ki, ben uzun zamandır hayattayım. Sizin gördüğünüz, tanıdığınız
hayvanların iki, hatta üç katıyla tanıştım. Bu kadar tanışmışlık beraberinde olaylar
getirir. Yani hiçbirinizin hayatı boyunca görmediği olaylara tanık oldum. Siz gerçekten
inanıyor musunuz bu hayvan devrimi denilen şeyi ilk siz başlattınız? Gerçekten bunu
ilk düşünenler sizlerdiniz? Sizden çok daha önce buna benzer olayları gördüm
geçirdim ben.”
Benjamin’in anlattıklarıyla heyecanlanan hayvanlar, bu konuşmanın nereye
varacağını merak etmişlerdir. Hepsinin aklında var olan soruların cevabını,
Benjamin’in konuşması sonucunda elde edebileceklerini umuyorlardır ve bundan
dolayı hepsi Benjamin’i çok dikkatli bir biçimde dinlemektedirler.
“Ben gençken, buna benzer bir devrimle karşı karşıyaydık. Biz de çok çalıştık,
çabaladık insanları bahçemizden kovmaya. Başardık da. Aynı sizler gibi. Ve bizim de
liderlerimiz domuzlardı. En zekilerimiz domuzlar; ona ben de katılırım fakat hepimizin
unuttuğu bir şey var ki, en kurnazımız da domuzlar. Benim gençliğimdeki devrimde
de başımızda domuzlar vardı ve onlar da her hayvanın eşit olarak yaşayabilmesi için
belirli kurallar koymuşlardı. Ve onlar da, aynı Napoléon gibi, kendilerini sonraları
kaybettiler. Bir bakıma sahip oldukları güç onları da kör etti ve şu anda bu çiftlikte
bulunan domuzların birçoğu da bu durumdalar.” dedi yaşlı Benjamin.
Bunları duyan hayvanlar şok olmuşlardı. Hepsi, bir anda birbirlerine bağırmaya
başlarlar. Nasıl olanları fark edemediklerini anlamaya çalışırlar ve bundan dolayı da
birbirlerini suçlarlar. Napoléon’un her zaman doğru olduğuna inanan Boxer bile
çiftlikte, bazı şeylerin yanlış gittiğini ve bunların sorumlusunun Napoléon olduğunu
kavrayabilmiştir. Uzun bir süre düşündükten sonra Clover, herkesi susturup
Benjamin’e bu konu hakkında ne yapabileceklerini sorar. Benjamin ise ona “Sizler
insanlara karşı bir devrim gerçekleştirdiniz. İnsanları liderlikten devirmek, domuzları liderlikten devirmekten her zaman daha zor olmuştur. Sizler bir bütündünüz. Elde
etmeyi istediğiniz özgürlük uğruna hep birlikte çalıştınız ve yine aynı bu şekilde
domuzları liderlikten devirebilirsiniz.” cevabını verir ve ahır hayvanlarının yanından
uzaklaşarak onları yalnız bırakır.
Benjamin’in ahır hayvanlarına söylediği şeyler çerçevesinde, hayvanlar gizli
buluşmalar düzenlerler. Domuzlar artık neredeyse her zaman evde kalmaya
başladıklarından dolayı bu gizli buluşmaları düzenlemek, ahır hayvanları için pek de
zor olmamıştır. Bu buluşmalarda, hayvanlar hep birlikte domuzlara karşı olacak olan
yeni devrime lider olarak Clover’ı seçerler. Uzun buluşmalar ve konuşmalardan sonra
devrimin nasıl gerçekleşeceği kararlaştırılır. Ve domuzlar haricindeki diğer tüm
hayvanlar bölünmez bir birlik içinde domuzları liderlikten devirmeye hazırlardır.
Devrimin başlayacağı gün geldiğinde, tüm hayvanlar, başta Clover olmak
üzere, teker teker domuzların yaşadığı eve girerler ve Clover, “Bizler başımızda insan
yüzlü hayvanlar istemiyoruz. Bizler lider olarak iki ayaklı hayvanlar istemiyoruz. Eğer
istemiş olsaydık siz domuzlar biz olmadan hayatta insanları deviremezdiniz. Ve şimdi
anlıyoruz ki insanlardan hiçbir farkınız kalmadı. Dört ayak iyi, iki ayak kötü.” der ve
tam o anda evde bir kargaşa kopar. Ahır hayvanlarının kararlılıklarından
anlaşılabileceği gibi hiçbiri, domuzlardan tamamen kurtulmadan durmayacak,
yılmayacaklardır.
|
290 | CEMİLE ECE KURNAZ
21400594
INSTRUCTOR: BAŞAK BERNA CORDAN
TURK101-1
Yeni nesil bilmez, anlamaz sanıyorlar. Oysa herkes Sabahattin Ali’nin ’sındaki
küçük Hasan gibi hayatında bir kere de olsa zorlu süreci tadıyor. Yaşam kaygısı, ekmek
parası savaşı veya sadece hayat akışGı…E İsÇtaMnbuİlŞ’dTa 1E94 3 yılında yazılan bu öykü kitabının
tozlu sayfalarını çevirdikçe, o yıllarda ben nasıl bir hayat sürerdim acaba diye içimden
Yeni Dünya
geçiriyorum.
Çocuklarına bakmaya çalışan ve daima aç kalan Hasan’ın anası mı olurdum yoksa tutuklu
ve hasta kocası ölen kadın mı? Gözlerimi kapayınca, benim öyküm canlanıyor gözlerimin
önünde.
Babam da anam da köylü çocuklarıydı ama yine de küçük hayatlarını şehre
taşıyabilmişlerdi. Kıt kanaat geçiniyorduk, okul çıkışları kendi harçlığımı çıkartmak için
simit satıyordum. Fırıncı amca uzaktan akrabamızdı fakat bir gün eksik para getirsem
sopayla dövüyordu beni. Annem temizliğe evlere, babam gece vardiyasına fabrikaya
giderdi her gün. Akşam yemeğimizi beraber yiyemezdik, babam işte olurdu. Mum
ışığında ödevlerimi yapardım. Ödevim bitince hemen söndürürdük ki bitmesin
mumumuz. Annem bana hikayeler anlatırdı karanlıkta. “Öğretmen ol istiyorum
çocuğum” derdi hep. Sonunda olabildim de, çok şükür.
İlk görev yerim için beni Ege’nin güzel köylerinden birine atadılar. Ülkenin batıya bakan
yüzü gelişmiştir sanırken gittiğim köyün okulunun olmadığını öğrendim. Devlet daha
oraya ulaşamamıştı çünkü, adamakıllı bir yolları yoktu. Sulak bölgede toprak kuru
kalmıyor, her yer çamur oluyordu. Ne köylü gidip gelebiliyor ne de köye dışardan birisi
ulaşabiliyordu. Okul yapabilmek için kolları sıvadım. Önce çocukları organize etmekgerekiyordu. Hepsini topladım ve taş, kil veya odun ne bulurlarsa getirmelerini söyledim.
Birkaç hafta sonra köylünün de desteğiyle okulu kullanıma açtık. Köy ahalisinin bana,
şehirde bulamayacağım kadar saygıları vardı. Gözlerimi yola dikmiştim, böyle köye yol
yakışırdı, yapılmalıydı. Gerekli başvuruları yaptık ama –civar köyleri de organize ettiğim
halde- sonuç alamadık. Gel zaman git zaman vali el attı işe, belki devlet büyükleri gelir
diye. Yol güzel olunca köydeki itibarım arttı tabii. Ne yazık ki bu durum uzun sürmedi.
Kötü yapılan bu sebepten çabucak eski line dönen yoldan beni sorumlu tuttular.
Öğrencilerim dahil tüm köy bana kin tutmaya başlamışlardı. Muhtar da farkındaydı olup
bitenin ve beni uyarmak istiyordu. Gitmemin iyi olacağını söyledi ki ben de bir süredir
bunu düşünüyordum. Ben de gittim.
ha
O zamanlar yaşasaydım, köylü tarafından istenmeyen öğretmen olurdum. İstenmemekle
işimin ilgisi olmazdı, iyilik yapmak isterken kötü duruma düşerdim. Eh boşuna dememiş
atalarımız, kaş yaparken göz çıkarma diye. Ben de o hep iyilik yapmayı isteyen, ancak
karıştığı olaylarda hep ağzı yanan insanlardanım. Kimse de demiyor ki “Ece’dir iyi kızdır,
o kadar da yardımı dokundu. Üstelik bu istemeyen sonuçta onun parmağı yok ki” diye.
Ah azizim, beni hiç anlamıyorlar. Olur ya hani, annemle ablam kavga ederlerken araya
girip kavgayı bitirmek istesem, sonunda kendimi kavganın merkezinde buluyorum. Yok
yok, bu böyle olmaz. Bu işin bir hal çaresi bulunmalı da bulunamıyor. Bu benim kaderim
sanırım, 53 yıl önce doğsam bile bu kader bırakmazdı peşimi kesin, asfalt yüzünden
suçlanan öğretmen olurdum.
Ne güzel demiş Sabahattin Ali “Doğrusu, dünyada rahat yaşamak için aptal olmak lazım.”.
Aptal olmalıyım ki başkalarının işine karışmak aklıma gelmesin. Gelmesin ki kötü ben
olmayayım. Çünkü tüm bunlar başkalarının işine, iyilik niyetiyle bile olsa, karışmaktan
başıma geliyor. Karışmasam da suçlu çıkartırlar mı ki beni? Bilemedim şimdi, sen nasıl
düşünmedin de yardım etmedin derlerdi ve sanırım suçlu çıkardım. Rahatlık mı
istiyorum, o zaman aptal olmalıyım, dayatılan bu. Benim ’m, akıllı olup rahat
olabileceğim bir dünyadır.
Herhangi bir baskı karşısında aptallaşmadığınız bir gün dilerim.
Cemile Ece Kurnaz
Yeni Dünya |
291 | Akın Gün
21000158
Son
Witcher 3 şu ana kadar oynadığım en iyi oyun sanıyorum. Hikayesiyle, karakterleriyle,
müzikleriyle ve oynanışıyla başına oturanlara muhteşem bir deneyim yaşattı. Benim 160 ve giderek
artan saatimi yiyen bu oyunu övmediğim yer, oyunun üzerine bir de bu yazıyı yazarsam kalmadı
sayılacak
Oyun hakkında genel bir bilgi vermek gerekirse, oyunun manevi kızını arayan Witcher
Geralt’ın bu yolda yaşadığı olayları anlatıyor. Andrzej Sapkowski’nin aynı isimli kitap serisinden
ilham alan oyun serisi Geralt ve Ciri’nin hikayesini kitapların bıraktığı yerden devam ettiriyor.
Witcher 3’de bu oyunun serinin final oyunu oma özelliğini taşıyor.
Final oyunları bir oyuncu olarak her zaman beni üzmüştür. Oyun dünyasına ısınmışsınızdır.
Oyunda geçen karakterler hakkında lüzumsuz derecede bilgi sahibi olmuşsunuzdur. Arkadaşlarınızla,
internetteki yabancılarla havadan sudan detaylar üzerine saatlerce tartışmışsınızdır. Bu süreç zarfında
seriye çıkan her yeni oyun iyisiyle kötüsüyle o seriye bir şeyler katmıştır. Grafikler güzelleşir, oynanış
gelişir, müzikler de bestekar’ı değiştirmedikleri sürece sıkıntı yaratmaz. Nihayetinde final oyununa
varıldığında yılların deneyimi bu oyuna aktarılır. En rafine oynanış, en güzel grafikler, en güzel
müzikler oyuncuların yıllar boyunca büyüyen beklentilerinin karşısına çıkar. Oyunların beklentilerin
altında ezilmesi ender görülen bir şey değildir. Ben aynı durumun Witcher 3 için de olabilme
olasılığından çok korkmuştum. Çok şükür korkum hatasız çıktı da Witcher 3 oynadığım en güzel oyun
olarak piyasaya sürüldü. Ama final oyunu finalliğini yaptı, oyunun verdiği muhteşem haz, Geralt ile
olan son maceramızı bitirmenin burukluğu ile karıştı. Final oyunları sanki bu sonun çığırtkanlığını
yapıyor.
Bir oyunu ilk defa oynamak apayrı bir deneyimdir. İlk defa görülen mekanların, karşılan
diyalogların, ara sahnelerin, müziklerin verdiği ilk deneyim bir daha bulunmamak üzere kaybolur. Bu
demek değildir ki oyunlar yalnızca bir defa oynanmalıdır. Benim dokuzuncuya oynadığım oyun bile
var. Birçok oyun tekrar oynanışta oyunculara yeni deneyimler sunmak için uğraşır, tekrar
oynanabilirlik özellikle rol yapma oyunları için (bu Witcher 3’ün de içinde bulunğu oyun türü oluyor)
çok önemli bir etkendir. Ama ilk oynanışın verdiği deneyim tekrar oynayanlar için ulaşılmaz kalır.
Witcher 3’ün ilk oynanışta sunduğu muhteşem deneyimi bir de tadamayacak olmak, yalnızca benim için değil serinin bir çok hayranı için büyük bir üzüntü kaynağı. Hatta yerli ve yabancı bir çok internet
sitesi oyunu tamamen unutup yeniden başlamayı dileyen hayranların oyuna övgü mesajlarıyla dolu, ha
bir de oyundaki en güzel dişi karakterin kavgasını veriyorlar ama o apayrı bir konu.
Onlarca saat, yüzlerce görev, binlerce satır dialog ve ben hala kendimi bu oyundan alamıyorum.
O kadar güzel, o kadar derin, o kadar kendini içine çeken bir yapım olmuşki bittiğini kabul
edemiyorum. Zaten oyunu bitirmemle oyuna tekrar başlamamın aynı gün olması bunun bariz bir
göstergesi , Türkçe dersi için oyun üzerine bir yazı yazmam ve bunu yaparken de oda arkadaşıma
Witcher 3’ü oynaması için baskı yapmam da tabii. 2008’den beri birlikte olduğum bir dünya ile
vedalaşmak çok kolay olmuyor. Zamanında Harry Potter da son kitabıyla aynı hissiyatı vermişti. Bir
şeyle o kadar yıl ilgilenince o şey de senin parçan oluyor sanırım. İnsanın bir parçasına veda etmesi de
acı veriyor. Ama maalesef her güzel şeyin bir sonu oluyor, elde ise yalnızca anılar kalıyor. |
292 | ÇEYİZ SANDIĞI
Bizim zamanımızda şöyleydi. Ben senin yaşındayken, ben küçükken, benim ailem, biz
öğrenciyken... gibi sözleri çok duymuşuzdur büyüklerimizden. Şimdilerde yaşanan zamanla, geçmiş
yaşamlar kıyaslanmıştır çoğu zaman. Bunları dinlemeye meraklıysanız, hem siz hem de bu
hikayelerin sahipleri çok şanslıdır bence.
Evet, büyükleri dinlemek herkese aynı duyguları yaşatmaz. Anlatılanlar kimilerine eziyet
gibi gelirken kimilerimiz zevkle kulak verir, masalımsı bir tat alırız bu yaşanmışlıklardan.
Anlatılanları, bir hikaye tadında veya kendime burdan nasıl bir pay çıkarabilirim edasıyla dinlemek
bana keyif verici gelmiştir. Annemin, anneannemin, teyzemin, babaannemin hatta annemin
anneannesinin çocukluk ve gençlik dönemlerine ait anıları ilgi çekici gelmiştir bana her zaman.
Naftalin kokan sandıkların açılıp da içinden ne çıkacağını bekleyen gözler gibi benim de kulaklarım
bu gerçek hikayeleri duymayı beklerdi. Annemin anneanneme ettiği tatlı serzenişleri, büyük
anneannemin söze girip siz ne yaşadınız ki demesiyle bizi bir zaman, bir kuşak daha geriye
götürdüğü o günleri özlediğim zamanlarda Nazan Bekiroğlu’nun Mücella adlı romanıyla tanıştım.
Mücella romanının her sayfasında karşınıza bir tanıdık çıkıyor. O, dinlemekten zevk
aldığınız masal tadındaki anıların sahipleriyle kitaptaki karakterlerin örtüşen hayatları, romandaki
kurguyu daha gerçekçi kılıyor insanın gözünde. Annesinin çizdiği görünmez sınırlar içinde
yaşamını sürdüren iyi niyetli, çalışkan, mülayim bir kız Mücella. Tıpkı benim gibi demeyeceğim,
çünkü bizim neslimiz böyle değil ama tıpkı anneannem gibi diyebilirim rahatlıkla.
Mücella’nın annesi Neyyire Hanım için kızının iffetli olması önemliydi. Çarşıda, pazarda fazla
görünmemeliydi. Kızı için her zaman tedbirli davranmıştı, dizgini en baştan sıkı tutmuştu. Mücella
bu kafa yapısı ile büyütülmüş, ilkokuldan sonra okutulmamıştı. Sadece mahallenin bakkalına kadar
gidebilmiştir tek başına. Ömrü çeyiz yapmakla ve ev işleriyle ne beklediğini bile bilemeden geçmiş
Mücella’nın. Artık bir kısmeti de çıkmayınca kendi gibi zaman içerisinde sararan çeyizlerini
elleriyle dağıtmış mahallesindeki ihtiyaç sahiplerine...
Çeyiz yapmak vazgeçemediğimiz geleneklerimizden biridir. Eskisi kadar el emeği, göz nuru
şeyler yapılmasa da her anne kızına çeyiz olarak verebileceği şeyleri düşünür. Evlenmesini ister
evladının, mürüvetini görmek ister. Zamanında kendi için kurduğu hayalleri şimdi kızı için
kurmaktadır. Zaman çabuk akıp gittiğinde de telaşlanır, belki de kızının mürüvvetini görememe
korkusu kaplar içini. Evliliğin her zaman mutluluk getirmeyeceğini bilirler aslında ama yine de
umutla beklerler o zamanı.
Döndük dolaştık yine evlilik konusuna geldik. Ne tesadüftür ki önceki yazıda bahsettiğim
filmde de bu konu işlenmişti. Filmde mutlu sona ulaşılmıştı. Okuduğum romanda ise hayatını
çevresindekileri izlemekle, gününün büyük bir kısmını çeyiz yapmakla geçiren yalnız bir kadının
dramatik hikayesiyle buluştum.
Eskilerde çeyizi zengin olan kız hamarat, çalışkan, evcimen diye tanınırmış çevresinde.
Annelerin ve gelinlik kızların ellerinde oyalar, nakışlar, etaminler, iğne oyaları görülürmüş. Genç
kızlar ellerindeki kumaşların, dantellerin üstüne iç dünyalarını, söze dökemedikleri duygularını
işlerlerdi belki de. Tıpkı Mücella’da olduğu gibi. Mücella’nın nakışlarında da motiflerinde de
yazılmamış bir mektup, söylenmemiş bir şarkı, bir şiir, bir destan vardı. Annesi ve çeyizlerinden
başka neyi vardı ki Mücella’nın. Onun dantellerinde bazen bir çığlık, bazen mutlu bir gülümseme,
bazen yanık bir türkü... Bahçe sınırlarını aşamayan hayat serüvenlerinde genç kızların iletişim
yoluymuş çeyizleri. Şimdilerde böyle bir şey yok. Şimdinin kızlarının bu taraklarda hiç mi hiç bezi
yok. Gerek de kalmadı zaten. Şimdilerde çeyiz sandıkları yaşlı kuşak insanlarının anılarını süsler
oldu!Teyzemle annemin “Hem çeyizimizi yaptık hem de ne hayaller kurduk birlikte.” dediği
aklıma geldi. Annem ne tığı ne de dantel iplerini sevebilmiş. Aklı fikri okumaktaymış. Yine de hem
örmüş hem okumuş annem. Sandığında hayalleri de olmuş, çeyizleri de annemin. Hayallerinin
çoğuna kavuşmuş. Çeyizlerini ise serip bir kere bile kullanmamış. Annemin hayalleri Mücella’nın
hayalleri gibi sandık köşesinde kalmamış.
Benim de bir sandığım olsun isterim. Çeyiz sandığı değil ama büyüklerimin anılarından
oluşan, içerisinde eski zaman hikayelerinin olduğu kocaman bir sandık. Hayallerden çok hayat
tecrübeleriyle dolu bir sandık olsun. Tecrübeler hayallere ulaşmada bir basamaktır çünkü. Bu
sandıkta annemin, anneannemin, babaannemin hatıraları olsun. Bu sandıkta okuduğum roman
karakterlerinin, izlediğim filmlerdeki oyuncuların anlarsın gibisinden göz kırpan bakışları olsun.
Benim sandığımın köşesinde örnek aldığım bir öğretmenimin kulağıma küpe olan cümleleri kalsın.
Kendime özgü sırlarımı saklayayım bu sandıkta. Hiç yollanmamış bir mektup, sararmış bir
resim ya da kurutulmuş bir gül...
Kaynakça
Bekiroğlu, Nazan. Mücella. İstanbul: Timaş Yayınları, 2015. Baskı |
293 | Yeşim AYDIN
Ölümsüzlük
Parfümün Dansı, yazarın hayal gücünün sınırlarına hayran kalacağınız, biraz
başına buyruk, biraz oturaklı, hem çok eleştirilebilecek hem de çok beğenilecek bir
eser. Romanın başkahramanı ve aynı zamanda küçük bir İskandinav topluluğunun
kralı olan Alobar adlı genç adamın başından geçen, Avrupa’dan Yeni Dünya’ya kadar
uzanan bu serüvende birçok kültürü ve duygusal temaları içinizde hissedeceksiniz.
Yazar her ne kadar kitabında kurguya yer vermiş olsa da okuyucusuna gerçek
hayatta karşılaşabileceği durumları vurgulamıştır. Toplumların örf ve adetlerinin,
hukuklarının ve toplumsal yapının işleyişinin anlatıldığı bu roman, sizleri belki de her
şeyi arkanızda bırakıp gitmek istediğiniz o yol için cesaretlendirecek bir nitelikte.
Toplum kurallarından nasıl sıyrılırız, sadece kendi kurallarımız çerçevesinde
hayatımıza yön vermek mümkün müdür şeklindeki tüm soruların cevabı, ölümsüzlüğü
bulmak adına yola çıkan bu genç adam üzerinden bizlere anlatılmış.
Yeryüzündeki tüm canlılar elinde olanı kaybetmemek adına hep bir uğraş
halindedir; bir karıncadan tutun da bir ülkenin kralına kadar. İster tek bir şeye sahip
olsun isterse birçok şeye; değişmeyen tek şey kaybetmemek uğruna verilen
savaşlardır. İnsanoğlu devreye girdiği anda bu savaşın ve sarf edilen çabanın
anlamını, elindekini kaybetmemek uğruna nelerden vazgeçip neleri değiştirebileceğini
düşünmek çok da zor olmasa gerek. Herkesin çabası kendine göre en değerlidir,
sahip olunan şey ister maddi ister manevi olsun, bizim ona yüklediğimiz anlam kadar
değer kazanır ve bu anlamın büyüklüğü kadar savaşırız onun için.
Bazen bir şeye yüklediğimiz anlam, bir başkası için çok saçma olabilir veya
farklı anlamlar barındırabilir. Mesela ölümsüzlüğü bulmak ister bazı insanlar, tıpkı
Alobar gibi, ancak ölümsüzlük olgusu herkes için aynı anlamı mı barındırır? Kendi
yaşadığımız toplumda, onun kuralları çerçevesinde ve bize söylendiği kadarıyla
anlamlıdır kelimeler, başkaları içinse farklı anlamlar barındırır elbette. Alobar’ın
toplumuna göre saçındaki tek bir beyaz tel hayatının sonlanmasına sebep iken,
evrenin başka bir kısmındaki adam için bu belki de hayatının ikinci baharına attığı
adımın göstergesidir. İnançlarım ve sınırları içerisinde hayatımı sürdürmekte olduğum toplumsal
normlara göre ölümsüzlük diye bir şey yoktur, çünkü bu kelime bize tek bir anlam
barındıracak şekilde öğretilmiştir ve başka anlamı yokmuş gibi biz de buna inanırız.
Ancak ben ölümsüzlüğe inanmaya başladım, yazarın bu kitabı yazmasındaki amaç
da buydu zaten bana sorarsanız. Kitap bittiği zaman bizleri ölümsüzlüğe inandırmak,
hayatın ne çok ciddi ne de alay eden bir olgu olduğunu öğretmek ve yaşarken
ölümsüzlüğü hissettirebilmek, farklı bir deyişle belki de bize hayatı koklatmak…
Doğadan aşka, medeniyetten dine kadar birçok konuda bilgiler içeren bu eser,
okuyucusuna yeni pencereler açıp oradan bakma imkanı sunuyor. Barındırdığı
bilgilerin hepsi birbirinden değerli olan bu eserde, eski ve içi boş tüm bilgileri öğütüp
kendinizi kelimelerin kokusuna bırakacaksınız. Kitapta da vurgulandığı üzere koku
kelimesi, etrafımızda olup biten olayların özünü ve hayatımız üzerindeki etkisini
temsil etmektedir. Bundan yola çıkarak gerçek hayatın kokusu ile kitabın kokusunu
bağdaştırdığınız zaman ortaya çıkan ahenge kanıt göstermek gerekirse doğa ve
insanın arasındaki ilişkinin kopacağını söyleyen bilge bu durumun en iyi örneği
niteliğinde. Şu an önümüze yüzlerce marka koyulsa neredeyse hatasız bir şekilde
hepsini söyleyebilecekken, sokakta yanından geçtiğimiz ağaçların veya ayağımızın
altında ezilen yaprakların türünü neredeyse bilmemiz imkansız. Bu durum bizlere
hayattaki gerçeklik ile kitaptaki gerçeklik arasındaki ilişkiyi vurgulayarak, koku
benzetmesi ile yaşanılan fakat fark edilmeyen durumları bizlere aktarmıştır.
Farklı bakış açıları edinmek, insan hayatının en temel olguları hakkında
düşünmek ve hayatınızı deneme-yanılma yöntemi ile değil de kesin yollar ile
yaşamak istiyorsanız büyük bir bilgi kaynağı ve belki de kendi hayatınız için yol
gösterici olabilecek Parfümün Dansı okumanız gereken kitaplar arasında yer almalı.
|
294 | Normal Olmak Varken Neden Mutlu Olasın
Mutlu olmak, hepimizin peşinde koşması gereken bir hedef midir? Mutlu olmak dünyayı
anlamamıza yardımcı olur mu? Bu sorulara herkesin cevabı farklıdır. Bazı insanlar mutlu olmanın,
ulaşmamız gereken nihai hedef olduğunu ve dünya üzerinde yaptığımız her şeyin mutluluk için sadece
bir araç olduğunu düşünürler. Öte yandan, bazı insanlara göre mutlu olmak kalıcı değildir ve bu dünya
için yeterli değildir çünkü dünyada daha önemli şeyler vardır. Hatta mutlu olmak, bu dünyayı anlayan
biri için imkansız denecek kadar zordur.
Bana göre mutluluğu yakalamak çok zordur çünkü kendi hayatımda her şey yolunda gitse bile
haberleri izlediğim an mutluluk benim için ulaşılmaz hale gelir. Savaşın en ağır yükünü çeken ve hiçbir
şeyden haberi olmayan masum çocukları, tecavüze uğrayan, öldürülen insanları ve en ağırı da
yaptıkları kötülüklere rağmen haksızları koruyan adalet sistemini gördükçe mutluluk benim için
imkansız hale gelir. Büyüdükçe mutlu olmanın ne kadar zor olduğunu anlarım zira dünya üzerinde
yaşananların farkında oldukça mutlu olmak için bir sebebim kalmaz. Etrafındakiler tarafından zeki
denilen insanlar da her şeyin farkındadır ve bu farkındalık mutluluklarının önündeki en büyük
engeldir. Bu yüzdendir ki sanatçılar ve edebiyatçılar kendilerini mutsuz olarak tanımlar. Dünya
hakkında hiçbir umutları kalmamıştır ve depresyona daha çok meyillidirler.
Öte yandan kendini mutlu olarak tanımlayan ve hayat gayesini tamamlamış gibi hisseden insanlar
vardır. Lakin mutluluğa ulaşsalar bile mutluluk onlar için asla kalıcı olmaz. Sebebi ise insanın bitmek
tükenmek bilmeyen doyumsuzluğudur çünkü mutluluğa ulaşmış birisi başka şeylerin de arayışında
olacaktır. Yeni bir ev, araba ya da kıyafet isteğimiz hayatımızın sonuna kadar devam edecektir. 30 yıl
aynı işte çalışıp, para kazanmak ve istediğimiz şeyleri almak için tüm hayatımızı heba edeceğiz. Mutlu
olmak için sürekli yorulup, isteklerimizi karşılamaya çalışmakla geçecektir ömrümüz. Goethe’nin
dediği gibi “En yüksek mutluluğa erenler bile, başka arzular peşinde deli gibi koşarlar.” Bu söz çok
doğrudur çünkü insan yapısı gereği tamahkardır. Mutluluk onun için yolun sonunda değil, yolun
üzerindedir. Bu yüzden mutlu olmak bizim için ulaşılması gereken büyük bir hedef değildir.
Arthur Schopenhauer “Mutlu bir hayat olanaksızdır; insanın başarabileceği en iyi şey kahramanca
bir hayattır.” demiştir. Gerçekten de amacımız, mutlu bir insan olmak değil de; hayatımızı başkalarına
yardım ederek geçirmek olmalıdır. Bu dünyada yapılması gereken en doğru şey başkalarını düşünmek
ve onların hayatını olumlu yönde etkilemektir. Mesela bir dilenciye para vermek ya da karşılaştığımız
insanlara gülümsemek uygulanması çok basit şeyler olsa bile o insanların gününün güzel geçmesine
yardımcı olacaktır. Mutlu olma gayesi ise bu durumun aksine bencilliktir çünkü kendi mutluluğunu
düşünen birisi, başkalarının hayatını zor duruma düşünmekten çekinmez. Eğer kendimizi düşünmek
yerine hepimizin amacı kahramanca bir yaşam sürmek olursa, dünya daha çok yaşanılabilir bir yer
haline gelir.
Başka insanlara yardım edip , kahramanca işler yapmış olsak bile hayatımızın sonunda yine bir
mutlu son beklentisine gireriz. Bu kitapta Jeanette Winterson: “Mutlu sonlar yalnızca bir
duraklamadır. Üç çeşit büyük final vardır: İntikam, trajedi, bağışlama. İntikam ile trajedi genellikle bir
arada gerçekleşir. Bağışlama geçmişin borcunu öder.” demiştir bu konu hakkında. Yolun sonuna
geldiğimizde mutlu son hiçbirimiz için orda olmayacaktır. Karşılaşağımız şey ise yapmamız gereken
büyük seçimdir: bize yapılan kötülükleri affetmek ya da onların intikamını almak. İşte bu iki tercih bize
hayatin gerçek anlamını gösterir ve başından beri peşinden koşmamız gereken büyük hedefi gösterir.
Sinem Yalçın
|
295 | ZİNCİR
Hayatımız boyunca milyonlarca olasılık ile karşı karşıya kalıyoruz. En küçük olasılıklar bile
hayatımızı ciddi derecede etkileyebiliyor. Gün içinde karşılaştığımız olası zaman ve mekan
kombinasyonları çok fazla. Kendi hayatımızda bile çeşitli farklılıklar nedeniyle kararlar vermekte, çevreye
uyum sağlamakta zorlanıyoruz, kendi içimizde bile çelişiyoruz. Bu durumda çevremizdeki insanlar ile
uyum sağlayabilmek de epey zor değil mi?
Sıradan bir günde bile sürekli aklıma gelir, insan ilişkileri neden bu kadar karmaşık diye
düşünürüm. Genelde vardığım sonuç şu olur ki insanlar birbirlerinin beklentilerini hiçbir zaman tam
olarak karşılayamazlar. Hepimiz dünyayı farklı şekilde görürüz. Kullandığımız her kelime somut bir anlama
sahip olsa bile hepimize farklı şeyler çağrıştırır. Bu konudan bahsedince aklıma geçen seneki psikoloji
dersi hocam ve hocamın derste anlattıkları geliyor. Bize insanların dünyayı geçmiş tecrübeleri çerçevesi
içinde algıladığından bahsetmişti. Yani tecrübelerimiz aslında görüş açımızdır. Melesa deniz manzaralı bir
otel odası hayal edin dersem, siz daha önce içinde bulunduğunuz ya da televizyon bilgisayar vs.
ekranından gördüğünüz bir odayı hayalinizde canlandırırsınız. Buna ek olarak konu iletişime geldiğinde
kendi içimizde olanı karşı tarafta da gördüğümüz bir gerçek. Örneğin bizim insanlara karşı güven
sorunumuz varsa, zannederiz ki herkesin güven sorunu vardır ve bize böyle yaklaşırlar. Bir diğer örnek de
şu ki, psikoloji hocamız geçen seneki derslerimizden birinde bize bir soru sormuştu, sizce benim hayattan
beklentim nedir? Bunun üzerine düşünmüştük ve ben evli, çocuklu, orta yaşlı bir profosörün hayattan
beklentisi huzur içinde ailesi ile birlikte mutlu bir hayat sürmek olur diye düşünmüştüm. Sonra hocamız
demişti ki bu düşündüğümüz şey aslında bizim kendisi yaşına geldiğimizde hayattan ne istediğimizmiş. Bu
deney hem çok hoşuma gitmişti hem de beni epey etkilemişti. Bu örneği günlük hayatımızdaki birçok
duruma uyarlamamız da mümkün. Bunların yanı sıra, insanlarla olan iletişimimiz konusunda aklımı
kurcalayan bir şeyden daha bahsetmek istiyorum. Daha önce de söylediğim gibi olasılıklarla dolu bir
hayat yaşıyoruz ve en ufak kararımız bile hayatımızın farklı yöne doğru şekillenmesine neden oluyor.
Örneğin bir sabah kahve değil de çay içmek hayatımızı nasıl etkileyebilir düşünelim. Diyelim ki bu sabah
kahve alacağım büfeyi geçip çay almak için bir kafeye girdim, girdiğim yerde bir arkadaşımla karşılaştım, arkadaşım sayesinde aynı ortamda bulunduğum başka bi insan ile tanışma fırsatım oldu. Bu yeni
tanıştığım insanın hayatım üzerinde büyük etkileri olabilir, önüme başka fırsatlar çıkmasını sağlayabilir...
O insanın yarattığı etki devasa sonuçlar doğurmasa bile, belki o sabah bana verdiği enerji ve iyimserlik ile
gün içindeki verimliliğim artabilir ve daha farklı fırsatlarla karşılaşabilirim. Bu olay tam tersi olumsuz
şeylerle de sonuçlanabilirim. Bahsettiğim şey sadece çok küçük bir örnek. Bu konu üzerine düşünürken
gerçekten en küçük kararların, tesadüflerin etkilerinin büyük olabileceğini anlayabiliriz. Hayatımız
kocaman bir zincir ve kararlarımız da bu zincirin halkaları. Diğer insanların halkalarının ne kadar çeşitli
olduğunu düşünürsek, iki zinciri bir araya getirmek ve bunların birbirine uyum sağlamasını beklemek pek
de mantıklı değil.
Bu konudaki düşüncelerim beş yüz kelime ile anlatamayacağım kadar karmaşık. Kendim bile
oturup düşündüğümde kesin sonuçlara varamıyorum. Ancak çoğu düşüncemin kesiştiği bir ortak nokta
varsa o da şu ki insanların gerçek anlamda iletişim kurmaları, birbirlerini tamamen anlamaları oldukça
zor. Eğer şanslıysak zincirimizdeki halkaları çoğunlukla uydurabileceğimiz birileri ile güzel zaman
geçirebiliriz ancak tamamen uyum içinde olmak ancak bir mucize olabilir.
İrem Yalçın
21503097 |
296 | Yanlızlık sadece insana mahsus
Raif kaygılıydı. Hayattan hiçbir beklentisi yoktu. İçine kapanık, karamsar ve ümitsizdi. Maria
Puder'da tam aksine heyecan dolu cıvıl cıvıl bir kuş misali fakat uçmayı yeni öğrenmiş bir kuş
gibiydi. Ördü kader ağlarını, bir umut ışığı oldu Raif'e. Hayattan nefret eden ve onu
benimseyip bağrına basmayı reddeden bir adama gerçekten tölerans göstermişti hayat bu
sefer. Normalde görünmez kırbacıyla yerden yere vurduğu ve bir ejderha misali ateşler
saçtığı o insancıklardan birine bu sefer gerçekten iyimser bir tavır sergilemişti sanki. Ama
hayır, hayat asla adil değildir hatta bencildirde. Onu beğenmeyenden o nefret eder, ondan
nefret edenden ise intikamını er yada geç alır. Tıpkı Raif'ten Maria'sını aldığı gibi.
Raif boştu, bomboş. İçini kaplayan melankoli ve çaresizlik öyle baskındı ki benliğini
kaybetmişti. O da herkes gibi hayattan nasibini almıştı. Hayatını bir kenara bırakmıştı,
herşeyini hatta ailesini bile fakat o hariç. Defteri. Defter onun Maria'sıydı çünkü. Bir nevi
bütün hayatı. O, biricik Maria'sını bırakabilir miydi hiç? Asla! Çünkü içinde kalan son ruh
parçacığının kalkanıydı o defter. Hayat, içindeki o son kaleyi fethetmek istiyordu fakat defteri
buna engel oluyordu. Bu tıpkı öz vatanını korumak için canını hiçe sayıp düşmana karşı
mücadele veren vatandaşlara benzer. Raif'in son toprak parçası olan kalbinin vatandaşı ve
aynı zamanda anahtarı olan o defter. Her ne kadar defter onun ruhunu, kalbini korusada Raif
yorgundu, hastaydı. Hem fiziken hem ruhen. Maria'sına kavuşmaktı artık hayattan tek dileği.
Peki hayat son kez ona o cömert(!) ellerini açacak mıydı? Raif yalvarıyordu artık hayata;
"Kulun kölen olayım Maria'ya kavuşayım artık. Bu dünyada izin vermedin bari ötekinde ver!" diyordu. Çünkü Maria onun dünü bugünü geleceği hatta ve hatta cennetiydi. Herkesin
istediği gibi Raif'te sadece cennetini arzuluyordu.
Yaşadığı yanlızlık tahmin edilemez düzeydeydi. Yanlızlık nedir? İnsan sadece başka bir
insanla mı giderebilir yanlızlığını? Yoksa bazen sadece düşünceler bile geçici bir süreliğinede
olsa yanlızlığımızı dindirebilir mi? Evet dindirebilir. Bu hepimiz için böyle. Hepimiz kendi
düşüncelerimizin kurbanlarıyız. Düşüncelerimizi yönlendiremeyiz fakat onu eğitebilir,
evcilleştirebiliriz. Tıpkı en basitinden bir atın evcilleştirilmesi gibi. Raif'in evcilleştirebilmesi
için Maria'sına ihtiyacı vardı. Nerdeydi Maria? Maria yoktu. Asla geri gelmeyeceği bir
yolculuğa çıkalı çok olmuştu. Raif'te bu yolculuk için biletini almaya hazırlanıyordu. Çünkü
Maria nereye o oraya. "Rasim!" dedi belkide hayatta nadirde olsa konuştuğu insanlardan
birine, kitabın gizli kahramanı olan ve fikirleriyle bize Raif'in hayatına ışık tutan o Rasim'e.
"Defterimi getir!" dedi. Biliyordu öleceğini, hissetmişti bunu. Hayat sonunda yeşil ışık
yakmıştı ona. Çok mutluydu. Tıpkı bir çocuğun annesine kavuşmasını istemesi gibi o da
Maria'sına kavuşacaktı çünkü. Maria onu çağırıyordu. Eskiden olduğundan da yakın
hissediyordu artık ona. Kokusunu bile alıyordu. Artık mesafeler kısalmış, yollar katedilmiş,
ufuk hiç olmadığı kadar net ve berrak gözükmeye başlamıştı.
Hayat bizlere ne biçerse onları yaşamaya mahkum muyuz? Yoksa kendimiz mi onu
şekillendiriyoruz? Onun o korkunç kelepçelerini kırabilecek biri var mıdır ki şu cümle alemde?
Hayır yoktur. Çünkü daha doğmadan anlımıza işlenmiştir yazgımız. Ondan bazen
saklanabiliriz, yada saklandığımızı ve ondan tamamen kurtulduğumuzu zannederiz fakat
kaçamayacağımızı er yada geç öğreniriz. Net olarak söyleyebileceğimiz tek şey yaşadığımız ve
yaşayacağımız bu hayatı benimsememiz gerektiğidir. Ona uyum sağlayıp hayatın bize
sunduğu fırsatları kollamalı ve bize açtığı kapıları kaçırmamalıyız.
Yağız Erdem |
297 |
AŞMAK
Dünyaya kendi küçük pencerelerimizden bakıyoruz. Fakat bu dünyanın, bizim onu
algıladığımız kadar küçük olduğu anlamına gelmiyor.
Kimilerince bu pencereleri toplumsal sınıflar belirler.
Örneğin, “Olağanüstü Bir Gece”de Zweig’in bize sunduğu da kendi sınıfının
penceresinden bakmaktan hiçbir şey hissedemeyecek hale gelmiş bir adamdır. Boşluktur.
Kendi deyimiyle:
“Hiçbir yere tutunmadan, hiçbir yere köklenmeden, akan suyun üzerinde yaşar gibi
yaşıyordum.”
Bu kitabı okurken sorular sordum kendime. Katılaşmış elit tabakaya ait olmanın –veya bu
tabakanın ona ait olmasının- gereklilikleri insanları hislerinden alıkoyar mı? Toplumsal ve
sınıfsal bir yozlaşma hayal ediyorum dolayısıyla. İşçi sınıfının fabrikalarda varolamaması
gibi elit sınıfa ait bireyler de kendi sosyal sınıflarının çarklaşmış mekanizmasında
varolamazlar belki de.
Başka insanlar da olduğunu anlayan bir karakter gördüm bu kitapta. Herkesin birer damla
olduğu bu engin okyanusta, o da herbir damlanın farkındalığıyla ahenkle yüzen bir
damlaydı. Her damlanın hikayesinin varlığına tanıklık etmişti o gece.
Ancak başılığın çok manidar olduğunu düşünmeden edemiyorum.
Olağanüstü bir gecede yaşadıkları sayesinde… Olağanüstü… İmkansız… Zweig’ın
ölümünü hatırlatıyor bana bu başlık, okuduğumdan beri. Çünkü böyle bir gece yok. Böyle bir geceyi yaşayan da bekleyen de yok bu dünyada.
En dibinden göklerine kadar bu hayatta böyle şeyler yok. İnsanların birbirlerini
anlayabilmesi imgesi, bu dünyada ve Zweig’ın dünyasında imkansız.
Çünkü insanlar savaşmakla meşguller Zweig’ın dünyasında. “İnsanların birbirlerini
anlayabilmesi” düşüncesi bu savaşları bitirmeye yetmez mi? Kazananı yoktur ki savaşların.
En azından iki taraftan biri değildir kazanan. Bambaşka bir yerdedir. Zaten savaş patlak
verdiği andan itibaren kazanacağı da bellidir. Hatta belki de savaşı çıkaran kendisinden
başka bir şey değildir.
Öyleyse kazanmak nedir? Machiavelli haklı olabilir mi?
Belki de insan kazanma ve iktidar arzusuna böylesine kapılıp gitmemelidir. Ben kazanmak
istemezdim. Savaşmak istemezdim. Yönetmek, vergi almak, koruduğumu iddia edip hiçbir
şey yapamamak…
Zweig’ın yaşamaya çalıştığı zamanlarda yaşasaydım ne yapardım diye sordum kendime.
Bilmiyordum. Başa çıkabileceğimden de emin değilim.
O zaman intihar edersiniz çünkü düşüncelerinizle çelişen bir dünya vardır. İnanmanızı
istediğiniz değerleri alaşağı etmiştir.
Tüm otoriteler başınıza yıkılır. Neyi bildiğinizden emin olamazsınız. Öyleyse, ya post-
modern olursunuz, ya da intihar edersiniz.
Ancak bu çok karamsar. Böylesine zifiri bir karamsarlıktan korkar insan. Böyle düşünmek
istemiyorum.
Ya da bu gecenin olağanüstü olmadığı bir paralel evren düşlersiniz. Herkesin bu olağanüstü
geceyi deneyimleyebileceğini umarsınız.
Bu geceyi olağanüstü yapan nedir? İnsanları savaşarak meşgul edilmesi mi?
Üstelik bugün savaş alanı böylesine genişlemişken…
Zweig’ın tanık olduğundan ziyade televizyonun önünde savaştadır insan. Terfi alma
umuduyla tıklım tıklım bir metroda işine giderken savaşır. Aynaya baktığında fiziksel kusurları onu zihninden uzaklaştırırken savaşmak zorundadır. Döviz kurlarına, faiz
oranlarına bakarken… Ekonomik büyümeyi saptarken… Billbord’un önünde trafikte evine
dönmeye çalışırken cephenin tam ortasındadır. İşgal edilmiştir.
Fakat neyse ki farkında değildir.
Farkında olmak onu savaş meydanından uzaklaştıramaz da zaten.
Aşamaz.
Olağanüstü geceyi yaşayamaz. Ancak okuyabilir. Okuması da onu uzaklaştıramaz. Savaşa
başladığı o doğduğu günden beri kaybetmek için savaştığını göremez. Görse de bir şey
değişmez.
Akan suyun üzerinde yaşar gibi yaşamaya ihtiyacı vardır belki de.
Aidiyet… Öylesine bağımlıdır ki bu kavrama. Bir şeylerin ona ait olmasını isterken sahip
olduğu tek şeyi, hayatını başka şeylere teslim ederek başka şeylere ait olur. Sahiplik uğruna
feda edilen bir yaşam başkalarının ona sahip olmasıyla son bulur. İşte yenilgisi budur.
Yazgısı budur.
Öyle bir dünyadır ki burası Zweig’a şu kelimeleri söyletmiştir:
"Bütün yalnızlar gibi özgür ve bütün özgürler gibi yalnız" |
298 | İCAT EDİLMİŞ BİR AKSİYON OLARAK SAVAŞ VE SİLAH KULLANIMI
Savaşın insan doğasından mı kaynaklandığı yoksa öğrenilen ve inşa edilen bir şey mi olduğu
uzun süren bir tartışma meydana getirmiştir ve bu tartışma hala devam etmektedir. İnsanların,
doğalarından kaynaklı olarak agresif olduklarını savunanlar, savaşın ve insan öldürmenin de bu agresif
dürtünün bir uzantısı olduğunu iddia ederler. Bu görüşün karşısında savaşın öğrenilen ve icat edilen
bir şey olduğunu iddia edenler duruyor. Peki, hangi taraf bu konuda daha ikna edici? Sizi bilmem ama
savaşın toplum tarafından icat edilen ve çeşitli araçlarla kamuya kahramanca bir eylemmiş gibi
gösterildiğini söyleyenler daha ikna edici geliyor bana. Bu konuyla ilgili olarak günlük hayattan çeşitli
örnekler verilebilir. Savaşa giren iki devlet düşünün. Bu iki devletin, savaşın ahlaki ve zorunlu bir şey
olduğu konusunda kamuyu ikna etmek için çeşitli eylemlerde bulunduğunu gözlemleyebiliriz.
Örneğin, savaş zamanında “kahramanlık” sergileyerek vatanına hizmet eden kişiye ödül olarak
madalyon verilir. Diğer bir örnekse filmlerde savaşın nasıl tasvir edildiğiyle alakalı. Herkes en az bir
kere bile olsa savaş filmi görmüştür veya izlemiştir. Filmlerdeki genel tutum şudur: Savaşlar
kahramanca ve vatan uğruna ölünmesi gereken bir ödevmiş gibi gösterilir. Askerliğin de zorunlu ve
vatana olan bir ödevmiş gibi görülmesinin nedeni de diğer bir ödev olan savaşa, insan ve personel
hazırlayabilmektir. Gerek filmlerdeki tasvirler gerek kamu düşüncesini şekillendirmeye yönelik araçlar
savaşın kamu gözünde nasıl bir anlama gelmesi gerektiğini etkilemektedir.
Diğer ilginç bir örnek ise savaşın doğuştan bir dürtüyle meydana gelmediğini çok iyi bir
şekilde tasvir eden bir filmden gelmektedir. Filmin ismi Welcome to Dongmakgol. Film bizi Kuzey ve
Güney Kore arasındaki savaş yıllarına götürmektedir. Savaş ortamından kaçan bir grup Kuzey ve
Güney Koreli asker düşünün. Bunlar küçük bir kasabada karşılaşıyorlar. Karşılaştıkları an birbirlerine
verdikleri tepki ne olurdu sizce? Düşman gördükleri diğerine saldırmak dediğinizi duyar gibiyim. Evet,
onlar tam da düşündüğünüz şeyi yapmışlardı. Fakat sonradan aynı kasabada yaşamaya başlayınca
hem kasaba sakinlerine hem de düşman askerlerine alışmaya başlamışlardı. Düşman figürü devlet
tarafından belirlense bile bu sonsuza kadar giden bir düşmanlık olmuyor filmin de gösterdiği gibi.
Düşman askerlerinin yaşadıkları, paylaşımları ve ortak olarak savaşa ve adam öldürmeye karşı olmaları bu düşmanlığı dostluğa dönüştürmüştü. Filmdeki diğer bir nokta ise aralarındaki dostluğun
başladığı zamanlarda üniformalarını çıkarıp kasaba halkının giysilerini giymeye ve onlarla birlikte
tarlada çalışmaya başlamalarıydı. Kasabada yaşayan insanlar olarak onları ayıran herhangi bir şey
kalmamıştı. Halk gibi çalışmaya başlayıp onlara destek olmaya başlamışlardı. Savaş eğer doğuştan bir
dürtüyle meydana gelseydi askerler arasında böyle bir dostluk yaşanmayacaktı. Düşmanların sonsuza
kadar düşman kalacağı tezi de çürütülmüştü. Kısaca, filmin bu konuda çok etkileyici örnekler verdiği
söyleyebiliriz. İzlemeyenler için ön bir bilgi olacak ama film güzel bir sonla bitmiyordu. Bitmiyor olsa
bile savaşla ilgili önemli şeyler öğretmişti.
Peki, savaşın doğal bir dürtü sonucu meydana gelmediği düşüncesi, insanların tamamen
barışçıl olduğunu gösterir mi? Bu konuda da çeşitli tartışmaların olduğunu söylemek mümkün.
Tartışmanın bir boyutu şöyle bir gözlem içeriyor: Bazı insan toplulukları hiç savaşa girmemiştir ve
savaş anlamına gelen bir kelime dahi kullanmamışlardır. Bu gözlem de insanların barışçıl olabileceği
argümanını doğurmuştur. Tartışmanın diğer bir boyutunda ise şöyle bir düşünce ile karşılaşıyoruz:
İnsanlar, doğuştan gelen bir agresif dürtü bulundurmasa bile bu onların tamamen barışçıl olduğunu
göstermez. Bu düşünceyi savunan kişiler medyanın veya devletin çeşitli araçlarının bu agresif dürtüyü
nasıl harekete geçirdiği üzerine yoğunlaşmışlardır. Diğer bir ifadeyle, savaşın ve silah kullanımının
çeşitli araçlarla nasıl meşru hale getirildiği ve hatta gerekli olduğuna insanların nasıl inandırıldığı
temel araştırma konusu olmuştur onlar için. Film ve bahsedilen diğer örneklere baktığımızda,
tartışmanın ikinci ayağını oluşturan insanların görüşlerinin daha kritik bir perspektif sunduğunu
söyleyebiliriz.
|
299 | Unutulmaz1
Zeynep Unutulmaz
21301727
TURK101-17
Başak Berna Cordan
13.11.2014
Assignment 3
NASIL GEÇTİ HABERSİZ
Türk edebiyatının kült şiirleri arasında yer alan Yaş Otuz Beş şiiri aynı ismi taşıyan bir
kitapla okuyucuların beğenisine sunulmuştur. Kitapta Cahit Sıtkı Tarancı’nın yazmış olduğu
diğer şiirlerde bulunmaktadır. Kitabı okumaya başlayınca göze çarpan ilk şey şairin üslubu
olmaktadır. Dilinin bu kadar açık ve sade oluşu şiirleri okumada kolaylık sağlamakla birlikte
ana temaya yoğunlaşmada okuyucuya yardım etmektedir. Cahit Sıtkı, döneminin en çok
okunan ve günümüzde de şiirlerine ilgi gösterilen bir şair olmasını buna borçludur. Unutulmaz2
Cahit Sıtkı otuz beş yaşında yolun yarısında olduğunu farz edip bu şiiri yazmışsa da
bundan on bir yıl sonra vefat etmiştir. Şiirde Cahit Sıtkı’nın kendi hayatından verdiği örnekler
aslında hepimizin hayatından birer kesittir. Şair öncelikle vücudundaki deformasyonlardan
bahsedip yaşının ilerlediğini kendine hatırlatmaktadır. Bu durumdan hoşnut olmadığını
dizlerinde aynalara karşı sitemkar tutumundan anlamaktayız. Sonrasında duygu ve
düşüncelerindeki değişikliklere yer veren şair zamanın hızla akıp gittiğini, dönüp arkaya
baktığında gördüğü insanla şimdikinin birbirinden hayli farklı olduğunu söylemektedir.
Zaman ilerledikçe günler, aylar, yıllar geçtikçe değişen her şey gibi insanda değişmektedir.
Hangimiz iki gün önce düşündüğümüz şeyi bugün de tam anlamı ile savunabiliyoruz ya da en
sevdiğimiz renk, uğurlu sayımız, tuttuğumuz takım aynı kalabiliyor mu? Değişim bu
dünyanın kaçınılmaz bir gerçeğidir. Buna ayak uydurup hayata devam etmek ise biz
insanların görevidir. Bu duruma ayak uyduran kişiler dışarıdan mutlu olarak görünmekte,
bunu beceremeyenler ise mutsuzlukla bir başına kalmış olarak algılanmaktadır. Alt metinde
mutluluğun formülünü veren Cahit Sıtkı Tarancı insanlara değişimden korkmamaları
gerektiğini tavsiye etmiştir.
Cahit Sıtkı şiirinde zamanın dur durak bilmeden akıp gitmesine atıfta bulunmaya
devam edip konuyu bir başka bakış açısı ile de ele almıştır. Otuz beş yaşına kadar hayatta
kalma mücadelesi yüzünden tam anlamı ile hayatın tadını çıkaramadığını ve bazı şeylerin yeni
farkına vardığını itiraf etmektedir. Nitekim bu durum yediden yetmişe herkesin yaşadığı bir
sıkıntıdır. Daha ilkokulda rekabete zorlanan çocukların yaşlarının gerektirdiği gibi yaşama
hakları ellerinden alınmaktadır. Kendi çocuğu daha erken okumayı söksün diye çocuğunu
zorlayan anne baba zihniyeti bu acı gerçeğe bir örnektir. Erken yaşta rekabete alıştırılan çocuk
ileriki yaşlarında bu davranışını sürdürmezse başarısız olarak addedileceğini zannedip Unutulmaz3
yaşamın güzelliklerini bir kenara itip hırs odaklı bir hayat yaşamaktadır. Cahit Sıtkı kendi
yaşamından verdiği örnekle okuyucuyu bir nebze olsun bu tutumundan uzaklaştırmaya
çalışmıştır. İleride geçmişte yapmadıkları şeylerin özleminden ötürü pişmanlık çekmemeleri
için gökyüzünün başka renklerinin de olduğu örneğini vermiştir. Bu örnekle insanlara
çevrelerini tanımalarını, sanki bir günlük ömürleri kalmış gibi hayatı doludizgin yaşamları
gerektiğine vurgu yapmıştır.
Yaşı otuz beşe yaklaştığında bu şiiri anmayan yoktur. Cahit Sıtkı otuz beş yaşı bir
dönüm noktası kabul ederek öncesinde ve sonrasında insanların genel duygu ve düşüncelerini
kendini temel alarak okuyucuya aktarmıştır. Okuyucularına zamandan hızlı ilerleyen bir şey
olmadığını çok net bir dille ifade etmiştir. Geçmişi geçmişte bırakmalarını, gelecek içinde
kaygılanmamalarını söyleyen Tarancı, en önemli zamanın şu an yaşadıkları zaman olduğunu
ve bunu çok iyi bir şekilde değerlendirmeleri gerektiğini öğüt vermiştir. Benim naçizane
tavsiyem ise bu şiiri okumak için otuz beş yaşı beklememeniz ve her doğum gününüzde
okumanızdır. Yaş otuz beş olmadan hayatın anlamını çabucak kavramınız ve sonradan pişman
olabileceğiniz bir hayat yaşamamış olmanız için.
KAYNAKÇA
Tarancı, Cahit Sıtkı. Otuz Beş Yaş. İstanbul: Can Yayınları, 2007 |
Subsets and Splits
No community queries yet
The top public SQL queries from the community will appear here once available.